30 Aralık 2018 Pazar
YASİN SÛRESİ 69.- 76. ayetlerin tefsiri
Allah'ın Varlığının Ve Birliğinin İspatı, Risaletin Bazı Özelliklerinin Beyanı:
69- Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümleri açıklayan Kur'an'dan başkası değildir.
70- Ki diri olanları uyarsın ve kâfirlere azap sözü hak olsun.
71- Görmediler mi, ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar.
72- Onları kendilerine boyun eğdirdik. İşte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar.
73- Onlarda kendileri için daha birçok faydalar ve içecekler var. Halâ şükretmezler mi?
74- kendilerine yardım edilir diye Allah'ı bırakıp başka ilâhlar edindiler.
75- O ilâhlar kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri o ilâhlar için hazırlanmış askerlerdir.
76- Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliyoruz.
Açıklaması:
Cenab-ı Hak Kur’an’ın şiir, Hz. Peygamber (s.a.)'in de şair olmadığını belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." Yani peygamber bir şair değildir. Onun şiir söylemesi doğru olmaz. İstemiş olsaydı bile kendisine şairlik özelliği verilmez ve şiir söylemesi kolaylaştırılmazdı. Onun yaratılışında bu özellik yoktur, o şiiri sevmez. Allah onu, okuma yazma bilmeyen ümmî bir kişi olarak yaratmıştır. Allah ona ancak Kur'an'ı öğretmiştir ki Kur'an şiirden daha üstün ve şiirden başka bir şeydir.
Şiir, kendine has vezni olan sözdür. Her beyti belli bir harfle biter ki buna kafiye denir. Kasidelerin, bir tek kafiye ile başlayıp bitmesi, yani her beytin son harfinin aynı olması zorunludur. Şiir, geniş bir hayal ve yüksek bir tasvir gücüyle gelişmiş canlı bir duygu dünyasına dayanır. Şair şiirde ne akıl ve mantığın ölçülerine uyar, ne de methiye, hiciv, ağıt, gazel vb. türlerde hassas ölçülere riayeti ve doğruluğu arar; o tasvirde ve özelliklerin dile getirilmesinde mübalağa yapar. Onun için sadece söylediklerinin dinleyenlerce beğenilmesi önemlidir. Bu sebeple Yüce Allah şairleri "Görmüyor musun onları, nasıl her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar. Ve onlar yapmayacakları şeyleri söylerler." (Şu'arâ, 26/225-226) şeklinde tavsif buyurmaktadır. Araplar, "Şiirin en güzeli, en yalan olanıdır." derler. Bu konuda Ebû Hayyân da şöyle demiştir: "Şiir ancak vezinli ve kafiyeli bir sözdür. Şairlerin seçtiği anlama delâlet eder ve çok hayal kurma, sözü süsleyip yaldızlama vs. özelliklere dayanır ki mütedeyyin kimseler, onu yazmak şöyle dursun, başkası tarafından yazılmış şiiri bile okumaktan uzak dururlar.[12]
Kur'an-ı Kerim'e gelince, onun verdiği haberler doğrudur; söyledikleri, vuku bulmuş ibret verici olaylardır; metodu, beşeri saadete erdirecek kanunlar koymaktır; maksadı, amellerin faziletli olanlarını işlemeye ve en güzel hasletlere ve ahlâka sahip olmaya teşvik, sapıklık ve çirkinliklerden kaçındırma ve nihayet sahih ibadet ile doğru muamele için gerekli hükümleri yerleştirmedir.
Dolayısıyla bu ayet "Biz ona şiir öğretmedik" kavl-i ilâhisiyle Kur'an'ın şiir olmadığına, "Bu ona yakışmaz da." kavl-i ilâhisi de Hz. Peygamber (s.a.)'in şair olmadığına delâlet etmektedir. Allah ona ancak kendine mahsus özellikleriyle malum şiirden ve alışılmış düzyazı türünden ayrılan Kur'an'ı öğretmiştir.
Bu ayet, Mekke'li Arapların, "Muhakkak Kuran ya bir şiir veya sihirdir, ya da kâhinlerin işidir. Muhammed de şairdir" şeklindeki sözlerine kesin bir reddir. Onlar bu sözlerle Kuranın Allah tarafından vahyedilmiş bir kelâm olması hususiyetini iptal ve risaletin kendine mahsus özelliklerini tekzip etmeyi amaçlıyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.)'in dilinden varit olan kimi vezinli sözlere gelince bunlar, herhangi bir tekellüf, sanat yapma arzusu veya kasıt olmaksızın, sadece sözün tabii seyri içinde şiiri andırır tarzda ifade edilen sözlerdir. Hz. Peygamber (s.a.)'in Huneyn günü beyaz bir katır üzerinde düşman safları arasına daldığı zaman söylediği şu sözler buna örnektir:
"Yalan değil ben nebiyim, İbni Abdulmuttalib'im."
Yine hicret esnasında mağarada ayağını taşa çarpması sonucu ayak parmağının kanaması üzerine söylediği şu sözler de böyledir:
"Sen ancak bir parmaksın ve kanadın Bunu sen Allah yolunda yaşadın."
Hatta Halîl b. Ahmed Ferâhidi, recezden meştûr'u şiir saymamıştır.[13]
Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.)'in, konuşma esnasında zaman zaman Arap şiiriyle örnek getirdiği de vakidir. Mesela bir defasında Tarafe b. Abd'in meşhur "Muallaka" sından[14] şu beyti temsil getirmişti:
"Günler sana bilmediğin şeyler izhar edecek, Azık vermediğin kişi haberler getirecek."
İbni Ebi Hatim ve İbni Cerir'in Hz. Aişe (r.a.)'den sahih bir senetle rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) bu beyti şöyle söylüyordu:
"Günler sana bilmediğin şeyler izhar edecek, Azık vermediğin kişi getirecek haberler."
"Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.)'in mezkûr beyti böyle okuması üzerine "O beyit öyle değil." dedi, Hz. Peygamber (s.a.) de "Ben şair değilim. Şair olmak bana yakışmaz da." buyurdu."
İbni Sa'd ve İbni Ebî Hatim de Hasan'i-Basrî'den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.) şu beyti temsil getirirdi:
"Yeterlidir İslâm ve ağaran saç Kötülükten nehyetmeye kişiyi." "Oysa rivayet, bu beytin şöyle olduğu yolundadır: "Yeterlidir ağaran saç ve İslam Kötülükten kişiyi nehyetmeye."
"Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.), "Şehadet ederim ki sen Allah'ın resulüsün. Allah sana şiiri öğretmedi. Sana şiir öğrenmek yakışmazdı da." demiştir."
Buhari'nin naklettiğine göre Hendek savaşı öncesi Medine etrafına hendek kazılırken Hz. Peygamber (s.a.), Abdullah b. Revâha (r.a)'nın şiirini okumuştur. Şu var ki o, recez bahrinden kaside söyleyen ashabının söylediklerine uyarak bunu yapmıştır. Sahabe o esnada hem hendek kazıyor, hem de şöyle diyorlardı:
"Rabbim olmasa rahmetin hidayet yoktu bize,
Ne sadaka, ne namazda gelmek olurdu dize.
Düşman çıkınca karşıya, sekinet indir bize;
Sabit-kadem eyle bizi, güç ver bileğimize.
Şüphesiz ki ilkin onlar saldırdı üstümüze
Diretiriz fitne yaparlarsa aleyhimize"
Hz. Peygamber (s.a.) bu şiiri söylerken "Ebeynâ (diretiriz)" kelimesine geldiği zaman sesini uzatıyordu."
Hz. Peygamber (s.a.)'e şiir öğretilmemesi meselesine gelince; Yüce Allah ona ancak, "Kendisine ne önünden, ne de arkasından hiçbir batılın gelemeyeceği ve yegâne hüküm ve hikmet sahibinden indirilme olan" (Fussilet, 41/42) Kur'an-ı Kerim'i öğretmiştir.
Kur'an ne şiir, ne tahayyülat, ne kehanet, ne düzmece, uydurma bir söz ve ne de etki eden bir sihirdir. O ancak İslamî hayatın düsturudur, nasihat ve doğru yola iletici prensipler ihtiva eden bir kitaptır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurumaktadır: "Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümleri açıklayan Kur'an'dan başkası değildir." Yani Kur'an, zikirler içinde bir zikirden, nasihatlerden bir nasihatten ve üzerinde hakkını vererek düşünenler için açık, zahir ve aşikâr semavî bir kitaptan başka birşey değildir; tilâvet edilir ve hayatın her alanında her konuda kendisine başvurulur.
İşte bu sebeple Yüce Allah, Kur'an'ın ve Hz. Peygamber (s.a.)'in en mühim fonksiyonunun çerçevesini şöyle çiziyor:
"Ki diri olanları uyarsın ve kâfirlere azap sözü hak olsun." Yani bu apaçık Kur'an, yeryüzünde yaşayan her canlıyı uyarsın nitekim: "Ki onunla sizi ve onun ulaştığı herkesi uyarayım." (En'âm, 6/19) kavl-i ilâhisi de böyledir. Ne var ki onun uyarmasından sadece kalbi diri ve basireti açık olanlar istifade edebilir- ve yine bu Kur'an'la kendisine inanmamakta inat eden kâfirler üzerine azap sözü sabit ve gerekli olsun diye. Bu, aynı zamanda müminlerin de söz konusu vasıfların mukabiline sahip olduğunu göstermektedir. Yani müminlerin kalbi diridir. Kâfirlere gelince, küfürleri, delillerinin geçersizliği ve Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmemeleri sebebiyle onlar gerçekte ölülere daha çok benzemektedirler. Çünkü onlar Kur'an'ın nasihatlerinden etkilenmezler, gerçeğe ve hidayete tabi olmak noktasında dikkat ve uyanıklıklarını kaybetmişlerdir.
Özetle bu ayet, Kur'an'ın müminler için bir rahmet ve kâfirler aleyhine bir hüccet olduğuna delâlet etmektedir...
Daha sonra Yüce Allah tekrar vahdaniyet konusuna dönmekte ve bu konu ile ilgili bazı deliller getirmektedir:
"Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar" Yani Allah'a şirk koşan ve gerek putlara, gerekse başkalarına kulluk eden bu müşrikler, Allah'ın kendileri için, kendilerinin emrine verdiği bu hayvanları yarattığını ve bunları, herhangi bir vasıta veya ortak söz konusu olmaksızın onlar için var ettiğini müşahede etmezler mi? Halbuki onları bu hayvanlara malik kılmıştır; onlar bu hayvanlar üzerine hakimdirler ve onları diledikleri gibi zabt ve tasarrufları altında bulundururlar, onlar da kendilerine boyun eğerler, itaatsizlik etmezler. Eğer Allah dileseydi bu hayvanları, kendilerine isyan edip karşı gelen, vahşi ve kendilerinden nefret eden varlıklar yapardı. Bu durumda onlar bu hayvanlardan istifade etme imkânı bulamazlardı. Ancak küçük bir çocuğun bile koca bir deveye -ve hatta yüz ya da daha fazla deveden oluşan bir kervana- hükmettiğini ve onları sevkü idaresinde bulundurduğunu görürsünüz...
Sonra Yüce Allah bu hayvanların insanlara verdiği faydaları açıklıyor ve şöyle buyuruyor:
"Onları kendilerine boyun eğdirdik. İşte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar." Yani bu hayvanları onlara boyun eğici, emirlerine amade ve itaat edici kıldık; onların isteklerini -hatta bu onları kesmek şeklinde bile olsa- yerine getirmekten imtina etmezler. Yolculuk yaparken üstüne bindikleri ve eşya yükledikleri binekleri de bu hayvanlardandır. Yine etlerini yedikleri hayvanlar da bunlardandır.
"Onlarda kendileri için daha birçok faydalar ve içecekler var. Halâ şükretmezler mi?" Yani bu hayvanlarda onlar için, üzerlerine binmekten ve etlerini yemekten başka faydalar da vardır. Yünlerinden, kıl ve tüylerinden eşya ve meta olarak belli bir süreye kadar istifade ederler. Yine bu hayvanlar onlar için içecektirler. Yani onların sütlerinden içerler. Hâlâ bütün bunları yaratıp emirlerine verene ve kendileri için bu nimetleri var edene -kendisine ibadet ve itaat ile başkasını Ona ortak koşmayı bırakmak suretiyle- şükretmezler mi?
Bu, yaratıcı ve nimet verici olan Allah'a -ki O, vefa borcunu yerine getirmek ve nimet ve ihsanı karşısında takdir duymak gereken bu lütufları en geniş şekilde insana sunmaktadır- kendisine ibadet ve itaat etmek suretiyle şükür vazifesini yerine getirmeye açık bir teşviktir. Karşılığında vefa borcu ödemek gereken şeyleri en geniş şekliyle veren ve lütfü ihsanı ile takdir edilmesi gereken nimetler veren Odur.
Ne ki kâfirler bu görevi inkâr ve Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmekte, dalâletlerinde devam ile Allah'a ibadeti terketmekte, ne bir zarar, ne de fayda verebilecek olan şeylere kulluğa yönelmekte ve onlardan yardım ummaktadırlar. Onların bu durumu hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'ı bırakıp başka ilâhlar edindiler." Yani o müşrikler put ve benzeri şeyleri ilâh edinerek Allah'ı bırakıp onlara kulluk ettiler ve böylece onların kendilerine yardım edip rızık vereceğini ve kendilerini Allah'a yaklaştıracağını umdular.
Ancak gerçekte o sahte ilâhlar herhangi birşey yapmaya kadir olmadıkları gibi, onlara ibadet etmekle hiçbir fayda da sağlanamaz. Bu sebeple Allah onların beklentilerinin boşluğunu açıklayarak şöyle buyuruyor:
"O ilâhlar kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri o ilâhlar için hazırlanmış askerlerdir." Yani bu ilâhlar kullarına yardıma muktedir değildir. Hatta onlar böyle birşeyi gerçekleştirmekten daha zayıf, zelil ve hakirdirler ve hatta kendi kendilerine bile yardım edemeyecekleri gibi, kendilerine karşı kötülük edenlerden intikam almaya dahi güç yetiremezler. Çünkü onlar duymayan ve düşünmeyen cansız varlıklardır. İşte bu sebeple o müşriklerin bunlardan umduklarının ve menfaat beklentilerinin batıl olduğu sabittir.
Müşrik kâfirler, putlara itaat eden askerlerdir. Onlar bu dünyada putları için müminlere gazap ederler. Oysa o sahte ilâhlar kendilerine yardıma muktedir değildirler. Ne kendilerine bir hayır verebilir, ne de kendilerinden bir şerri savabilirler. Onlar ancak birer puttur.
Bu ayetteki "hazırlanmış" kelimesi ya herhangi birşey yapmaya güç yetiremeyen ve yardıma kudreti olmayan bu ilâhlara hizmet eden, onları savunan ve onlara dil uzatanlara gazap eden anlamındadır; yahut da çekecekleri azap için hazırlanmış manasınadır. Çünkü o ilâhlar, müşriklerin cehennem ateşi için yakıt olmalarına vesiledirler.
Bu ayetin arkasından Yüce Allah, peygamberini müşriklerden gördüğü eziyet karşısında teselli etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz." Yani onların seni yalanlaması, Allah'a kâfir olmaları, sana verdikleri eziyet ve cefalar ve "İşte bizim ilâhlarımız bunlardır. Bunlar mabud olma vasfında Allah'ın ortaklarıdır." demeleri, ya da "Sen şair veya sihirbaz yahut kâhinsin" vs. demeleri seni kesinlikle kederlendirmesin.
Zira biz onların her şeyini; gizlideki şeylerini, açıktaki şeylerini ve sana karşı besledikleri gizli düşmanlığı biliyoruz. Biz onlara bunun karşılığını verecek ve kendilerini bu sebeple azaba duçar edeceğiz. [15]
40.
[12] el-Bahru'l-Muhît, VII/345.
[13] Arap şiirinin ölçülerinden biri olan ve altı satırdan oluşan "Recez Bahri"nin üç satırının çıkarılmasıyla üç satırdan ibaret kalan beyte "meştûr" denir, (çev.)
[14] Cahiliye döneminin yedi ünlü şairine ait olan ve Kabe'ye asılmış bulunan 7 şiirden (muallakat-ı seb'a) birisi. Diğer şiirler ise İmruu'1-Kays, Züheyr b. Ebî Sulmâ, Lebîd b. Rebî'a, Amr b. Kulsûm, Haris b. Hıllize ve Antara b. Şeddâd'a aittir, (çev.)
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/44-49.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder