29 Şubat 2020 Cumartesi

Namazda Kur'an'ı yüzünden bakarak okumak olur mu?


Soru:
Uzun okumayı sevdiğim için namazlarımda, Mushafı uygun bir yere koyup yüzünden okusam caiz olur mu?

Cevap:
Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre farz olsun nafile olsun namazlarda kıraati (Kur'an okumayı) Mushaf'a veya okunacak sure ve âyetlerin yazılı olduğu bir yere bakarak yapmak caizdir.
Mâlikîlere göre farz namazlarda Mushaf ve kâğıt gibi bir yerden okumak mekruh, nafile namazların baş tarafında okumak ise caizdir.
Ebû Hanîfe'ye göre Mushaf'a bakarak okumak namazı bozar.
Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre Ehl-i kitab'a benzemek kastı varsa mekruhtur.

Mezhepler arasındaki bu farklı görüşlerin gerekçeleri şöyledir:
Caiz diyenler, ashab ve tabiun zamanında böyle uygulamaların bulunduğuna dayanmışlardır.
Caiz değil diyenler ise "namazda bir başka şeyle fazlaca meşgul olma"nın namazı bozacağı kuralını uygulamışlardır.
Buna göre fazla meşgul olmadan okuyacak şekilde tedbir alınır, ona göre okunacak kısım uygun yere yeleştirilir veya yansıtılırsa namazda böyle bir yere bakarak okumak caiz olur.

(Aynı konuda farklı birinin sorusu:)


Soru:

Ben 4-5 gündür namaz kılmaya çalışıyorum ama dualar daha ezberimde değil, ayrıca yanlış olmasın diye kelimesi kelimesine okumak lazım, bu yüzden hep kitaba bakarak kılıyordum, ama bu namazı bozarmış, şimdi ben ne yapacağım, böyle alıştırmak için kabul olmayacağını bile bile öğrenmek için kılmalı mıyım, yoksa tam olarak ezberleyince mi kılmalıyım.

Cevap:

Öğreninceye kadar kitaba bakarak okuyabilirsin ve bu bakma fiili namazını bozmaz. Kesin olarak namazına devam et, "önce tam olarak okuyayım, sonra kılarım" deme.

28 Şubat 2020 Cuma

İstihare ve kader


İstihare rüya değil, duadır. Rüyada görülen önemli değildir. Kaderimizi bilmeyiz ve biz iyi olsun diye dua ederiz; bu dua da kaderin bir parçası -olacağın ezelde konmuş ve bizim irademize bırakılmış şartı- olabilir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00405.htm

22 Şubat 2020 Cumartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (41) :Doğru ve hak olduğuna tanık olmak- Prof. Dr. Halis AYDEMİR


-Allah’ın emirlerine olan çağrısına cevap vermemek ciddiye almamak yeterince kötüdür ve kişiyi felakete götüren bir süreçtir.

-Bazı ritüelleri(ibadetleri) sorgulamadan yapan hakikatinden kopuk taklit üzere yapan kişi, tahkike yaklaşmamış böyle kişi 
demek ki bir başka toplumda olsaydı oradaki ritüelleri yapıyor olabilirdi . 

-Eğer bazı amellerimiz olduğu halde Rabbimiz bize ağır musibetler veriyorsa ve ardı arkası kesilmiyorsa o zaman daha güçlü bir şekilde bizi kendine çağırıyor demektir. İlim boyutunu ihmal etmişizdir. Önce bilmek sonra amel etmek. Ben bilmeyeyim amel edeyim olmaz. Doğru ve hak olduğuna tanık olmamız lazım. "eşhedu" demeden ibadetlerini yapsa olmaz; çünkü bunu hak bir din üzere yaptığının bilincinde değil bu kişi.

-İlim öğrendiği halde Rabbimiz hala sert şekilde sınıyorsa o zaman amel etmede problem var demektir.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


TEFSİR DERSLERİ- ENBİYA Suresi 1.,2.,3 ayetlerin Tefsirinden kısa notlar

21 Şubat 2020 Cuma

KÜÇÜK NOTLARIM (40) : Mezhepler


-Mezhep imamları sünneti sahabe ve tabiin yoluyla alıp doğru ve sistematik şekilde aktaranlardır.

-Onlar bunu sistematik şekilde aktarmasalardı bu dini yaşayamazdık ve anlayamazdık.

-Bazen aralarında ihtilaf olmuştur ama aslında bu sahabenin ihtilafıdır. 


Örneğin İmam Hanife rahmetullahi aleyh Abdullah Bin Mesud radıyallahu anh'ın görüşünü, İmam Şafi rahmetullahi aleyh Abdullah ibni Ömer radıyallahu anh'ın görüşünü almıştır.

 İkisi de doğru, ikisi de sünneti aktarır; işte buradan mezhepler doğmuştur. 

-Bu dört mezhep olmasaydı ümmet binlerce parçaya ayrılmış olacaktı. Mezhep ümmeti tutuyor bu sahih dindir ve sahih sünnettir.

20 Şubat 2020 Perşembe

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-8-


SUFFA


 *SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISINI İYİCE ÖĞREN Kİ, O GÜN VERİLEN MÜCADELEYİ DOĞRU ANLAYASIN, BUGÜN YAPILMASI GEREKENİ DOĞRU KAVRAYASIN.

* TEVHİDİ HAYATINA HAKİM KILMA KONUSUNDA OLDUKÇA HASSAS OL Kİ, AFFEDİLMEZ SUÇ OLAN ŞİRKE, ASLA KAPI AÇMAYASIN. 

*TEVHİDİ SELİM BİR ŞEKİLDE MUHAFAZA ETME MESELESİNDE TİTİZ OL Kİ, UFACIK BİR SAPMA İLE TAHMİN EDEMEYECEĞİN NOKTALARA SAVRULMAYASIN. 

*PUTLARLA BAŞLAYAN KAVGANIN SADECE O GÜNE HAS OLDUĞUNU ZANNETME Kİ, BUGÜN ADI VE MUHTEVASI DEĞİŞEN PUTLARA ALDANMAYASIN.

* RABBİNİN SANA ŞAH DAMARINDAN DAHA YAKIN OLDUĞUNU UNUTMA Kİ, YANLIŞ VESİLE ANLAYIŞINA, RABBİNİ ŞAHISLAŞTIRMAYA VE KAVRAYAMAMA SAPKINLIĞINA DÜŞMEYESİN.


Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

19 Şubat 2020 Çarşamba

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-7-


...Uzak bir Allah inancı insanda şu üç temel problemi oluşturuyor: Yanlış vesile anlayışı, şahıslaştırma ve kavrayamama... Biraz açalım:

 YANLIŞ VESİLE ANLAYIŞI 
İnsanın yaratanını uzak ve ulaşılamaz olarak görmesi aracıları ihtiyaç olarak ortaya çıkardı. Allah katında kendisine şefaatçi olacak, Allah ile –hâşâ- arasını bulacak vesilelere kapılar açıldı. Bazen yardım görme ve şefaat umudu ile, bazen korku ve dünyevi menfaatler adına böyle bir sapma başlamış oldu. Uzaklarda olan Allah’ın bu putları kendilerine tanınmış bir imkan olarak görmeye başladılar ve bunları birer tapınma araçları olarak ittihaz ettiler. Onlara göre çok çok yücelerde olan ve ulaşma imkanı oldukça zor olan Allah, bazılarına uluhiyetinden pay vermiştir. Yani ikinci dereceden ilahlaştırmıştır. Bu ikinci dereceden aracı tanrılara kulluk etmedikçe ne Allah’a tam anlamı ile kulluk edilebilir, ne de Allah onların ibadetlerini kabul ederdi. İşte sapmanın temeli uzak bir Allah tasavvuru olunca, başka vesile, aracı ve şefaatçilere böyle ihtiyaç duyuldu. 

  ŞAHISLAŞTIRMA
 Uzak Allah tasavvuru, insanı büyük bir sapma olan Allah’ın (cc) müşahhaslaştırılmaya başlanması gibi tehlikeli bir noktaya da vardırdı. Bu sapmayı bazı bilginler, mukaddesin müşahhasa dönüşü 36 şeklinde de ifade etmişlerdir. Yani bazı eşya ve suretlerde, Allah’ın ruhunun varlığının olduğu zehabına kapıların açılmasıdır. Müşrik zihniyet, işin başında aslında taştan, topraktan, hatta acıkınca yedikleri helvadan yaptıkları cansız suretlerde bir üstünlüğün olmadığını çok iyi biliyorlardı. Dinler tarihi uzmanlarının ortaya koydukları temel ilke niteliğinde olan bir tespit vardır. Bu tespite göre; “Kainatta hiçbir varlığa sırf kendisi olduğu için tapılmaz.” 37 Şimdi ineği, buzağıyı kutsal sayanlar, aslında bir ineğe tapmıyor, inekte kendilerine göre mana bulan ruha tapıyorlar. İşte puta tapanlarda böyleydi. Önce o putu elleri ile yapar, sonra ona belli bir görev, misyon biçer ve Allah’ın bu putlarda muşahhaslaştığına/kişileştiğine inanır ve o putlarla olan münasebetlerinden sanki Allah ile iletişim kuruyormuş gibi olur ve onların sayesinde Allah’a daha yakın olacaklarına inanırlardı. 

  KAVRAYAMAMA 
Uzak Allah inancına sahip olanlar, kainattaki düzeni, nizamı, intizamı, işlerin çokluğuna rağmen her şeyin oldukça muntazam ve büyük bir ahenk ile yürümesi, kendilerini hayrete düşürüyor ve bu işi bir tek ilah yapamaz gibi, büyük bir sapmanın eşiğine onları getiriyordu. Bu düşünceye Kur’an bizzat değinmektedir. Müşrikler, Allah Resulü’ne (sas) şöyle karşı geliyorlardı: “Muhammed tanrıları bir tek tanrı mı yapmış! Doğrusu bu şaşılacak bir şey” diyorlardı. 38 Rabbimiz ise onların bu kuruntusuna şöyle cevap veriyordu: “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” 39 

İşte son vahyin ilk muhatapları uzak bir Allah tasavvurundan kaynaklanan böyle sapmaların kurbanları olmuşlardı. Bunun neticesinde de putlar hayatlarını kaplamış ve kendi uydurdukları kuruntularla bir din oluşturmaya başlamışlardı. İslam’ın dirilten sesi Mekke sokaklarında çağlamaya başladığı zaman, Rabbimiz bu muhatapların şahsında kıyamete kadar gelecek tüm muhatapların ortak hastalığı olan uzak Allah tasavvurunu gidermek için, kendisinin kullarına çok yakın olduğunu farklı ifadelerle beyan edecek, el-Karib şeklinde bir isminin bulunduğunu söyleyecek olduğunu 40 ve: “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını çok iyi bilmekteyiz ve biz insana şah damarından daha yakınız.”41 diye buyuracaktı...

Devamı bir sonraki yazıda.

36 Yıldırım, Suat; Kur’an’da Ulûhiyet, s. 4
37 Yıldırım, Suat; Kur’an’da Ulûhiyet, s. 5
38 Sâd Sûresi, 38/5 
39 Enbiya Sûresi, 21/ 22 
40 Bakara Sûresi, 2/ 186; Hûd Sûresi, 11/ 61; Sebe Sûresi, 34/51 
41 Kaf Sûresi, 50/16

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

18 Şubat 2020 Salı

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-6-


...Görüldüğü gibi Cahiliye Arapları kız çocuklarına değer atfetmezken, onları yararsız ve yük olarak görürlerken, bundan dolayı da diri diri gömdükleri vaki iken; taptıkları, kutsal gördükleri putlarına dişi isimler koyar, melekleri dişi suretinde görür ve bunları Allah’ın kızları diye nitelendirirlerdi. Biraz önce Necm Sûresi’ndeki ayette de geçtiği üzere; “Bu insafsızca bir taksim” değil miydi? Hem kız çocuklarını bir utanç vesilesi kabul edecekler, onlara yaşam hakkı vermeyecekler, hem de tanrı diye taptıklarının dişi olduğuna inanacaklar ve tanrılarını tanrıça olarak edineceklerdi. Bu büyük bir çelişki idi ve ne yazık ki Cahiliye Arabı pek de bu çelişkiyi izaha yanaşmadığı gibi, anlama noktasında da bir çaba ortaya koymazlardı. En azından Kur’an’ın birkaç yerde sorduğu bu soruları müşrikler cevapsız bırakacaklardı.30 


Peki, neden böyle bir mantık vardı müşriklerde? Aslında bunun cevabı çevre kültürlerde yatmaktaydı. Çünkü tanrıları dişi görme geleneği, kadim bir gelenekti. Gerek eski Mısır’da, gerek eski Mezopotamya’da, gerekse Babil’de tüm tanrılar dişi idi. Bunun sebebi ise, dişinin genellikle doğum, üreme, verimlilik, şehvet, güzellik, aşk vs. gibi şeyleri bünyesinde barındırmasıdır. Tüm bu dinlerde tanrılar müşahhaslaştırıldığı, yani kişileştirildiği için özellikle bir tanrının yaratabilmesini, birini var edebilmesini doğum yapabilme özelliğinde olmasına bağlamışlardı.31 Şimdi daha iyi anlıyoruz, Kur’an’ın “lem yelid velem yûled” ifadesini... 32 Yani ne O (cc) biri tarafından doğrulmuştur, ne de O (cc) doğurmuştur. Böyle bir ifade daha işin başında muhataplarına bu yanlış düşünceyi ve çarpık zihniyeti düzetme amacını taşıyordu.

 İşte Cahiliye Arabı aslında Hz. İbrahim’den beri özünde olmayan putçuluğu coğrafyasına ithal edince eski dinlerde var olan bu geleneği hiçbir sorguya tabi tutmadan aldı ve tanrılarını, tanrıçalaştırdı. Allah’tan bağımsız, işin içinde Allah’ın olmadığı akıl işte insanı böyle çıkmaza götürüyor; insanı gülünç duruma düşürüyor. Bu sapmaya farklı bir örnek daha verebiliriz. Kaynaklarımız, bize İsâf ve Nâile adında iki put ile alakalı bilgi verirler. Hz. Aişe’nin rivayetine göre; İsâf b. Bağy ile Nâile bint Dik, Cürhümiler kabilesinde iki gençtiler.

 Birbirlerini seven bu iki genç, bir gün şeytana uyarak Kâbe’nin yakınlarında zina ettiler. Allah da Beyti’nin mukaddesatını koruma adına bu iki genci taşa dönüştürdü. Daha sonra taştan heykeller Safa ile Merve tepelerine yakın bir yere konarak, kutsanmaya başlandı. Derken tapılan, vesileleri istenen iki puta dönüştü.33 İşte müşrik aklın vardığı nokta böyle sahibini gülünç duruma düşürüyordu.

 Bu putların, İslam bölgede hakim olduktan sonra ne olduğuna gelince, Hz. İbrahim’in soyundan gelen Efendimiz’in (sas) atası gibi, elindeki asa ile tüm bu sahte tanrıları yerle bir ettiğini görmekteyiz. Hicretin 8. yılında Mekke’nin fethi olunca Efendimiz, “Hak geldi, batıl zail oldu. Muhakkak ki batıl yok olmaya mahkûmdur”34 ayetini okuyarak, Kâbe ve Mekke içerisindeki tüm putları yerle bir etti. Allah Resulu istiyordu ki, bölgede tamamen tevhid hakim olsun ve şirk namına hiçbir şey kalmasın. Bunun içinde vakit kaybetmeden Huneyn savaşının hemen akabinde ashâbının arasından altı ismi seçti ve o gün için bölgede bulunan altı büyük putu kırmaları için onları görevlendirdi.

 Halid b. Velid’i Uzzâ putunu, Said b. Zeyd’i Menât putunu, Amr b. As’ı Süvâ putunu, Tüfeyl b. Amr’ı Zülkeffeyn putunu, Halid b. Said’i Urane bölgesindeki putu, Hişam b. As’ı Yelemlem bölgesindeki putu yok etmeleri için görevlendirdi. 35 Bu sahâbîler yanlarına bir grup asker alarak görev bölgelerine gittiler ve kendilerine verilen bu vazifeyi yerine getirerek, şirkin sembolleri olan bu sahte ilahları yerle bir ederek, Arap yarımadasını şirkten tevhide taşıdılar ve yıllardır tevhide hasret olan Hz. İbrahim’in topraklarını yeniden tevhide kavuşturdular. 

Burada önemli bir soruya cevap arayarak dersimizi toparlayalım. Nasıl olur da genelde tüm insanlık, özelde ise onlarca peygambere ve ilahi mesaja muhatap olan bölge insanı akla ve mantığa tamamen ters böyle bir putçuluğa kapı açar? Allah’ın ikramlar üzere yarattığı insan, nasıl cansız, kendisine bile fayda ve zararı olmayan taştan ve topraktan kendi elleri ile yaptıkları tabir caiz ise oyuncaklara taparlar? Bu önemli soruya doğru cevaplar bulmamız bize, şirkin tabiatını biraz daha tanımamızı sağlayacak ve aslında o zaman bizler Kur’an’da ister adı açıkça beyan edilen, ister beyan edilmeyen putlarla olan kavgasını daha iyi anlamış olacağız. İnsanlığın neden böyle bir yanlışa kapı araladığını
anlamamız için Kur’an’ın bu sapma ile mücadele ederken kullandığı üslup ve muhtevaya iyice dikkat etmemiz gerekmektedir. Kur’an’ın genel üslubu bu meseleyi anlamamızı sağlayacaktır. Bu nazarla ilgili ayetlere baktığımızda, sapmanın temelinde yatan etkenin uzak bir Allah tasavvuru olduğu anlaşılmaktadır. Yaratıcısı olan Allah’ı (cc) uzak görmek, O’na (cc) ulaşmanın mümkün olmadığını zannetmek, O’nun (cc) hayata müdahalesini imkansız görmek, böyle bir sapmaya insanı vardırıyor. İnsan böyle bir yanlış temelden hareket edince de, sapmalar ortaya çıkıyor. 

Uzak bir Allah inancı insanda şu üç temel problemi oluşturuyor: Yanlış vesile anlayışı, şahıslaştırma ve kavrayamama... Biraz açalım:... 

Devamı bir sonraki yazıda.

29 Cevâd, Ali, el-Mufassal, c. 6, s. 247
30 Nahl Sûresi, 16/57; İsra Sûresi, 17/40; Enbiya Sûresi, 21/26; Saffat Sûresi, 37/150-157; Zümer Sûresi, 39/4; Zuhruf Sûresi, 43/19, 20
31 Yıldırım, Suat; Kur’an’da Uluhiyet, s. 350,351
32 İhlâs Sûresi, 112/3
33 İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 123
34 İsra Sûresi, 17/81
35 İbnü’l-Kelbi, Kitâbu’l-Asnâm, s. 14, 16; Taberi, Tarih, c. 3, s. 307, 308

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

17 Şubat 2020 Pazartesi

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-5-


....Kur’an’ın isimlerini açıkça belirterek üzerlerinde durduğu üç putu biraz daha yakından tanımaya çalışalım: 


LÂT: Kureyş’in tazim edip, kutsallık atfettikleri tanrıçalardan biriydi ama Taif’te olduğu için Taifliler, buna daha fazla önem atfederlerdi. Taif’te bulunan bu puta Benî Sakif kabilesi bakardı. Dört köşe bir kaya parçasından ibaretti. Bu putun bölge Araplarının hayatlarında ne kadar önemli bir yer edindiğini Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye doğru geldiğinde Taiflilelerin yaptıkları davranışta görüyoruz. Tüm Taif halkı Lât’ın önünde toplanmış ve ondan yardım talebinde bulunmuşlardı.19 Lât isminin ne anlama geldiği konusunda alimlerimiz oldukça farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerden bir tanesi Lât’ın Allah lafzı celalinden ya da ilah isminden türetilmiş ve sonra dişilik verilmiş bir isim olduğu yönündedir.20 

UZZÂ: Kureyş kabilesinin en büyük tanrıçasıydı. Taif ile Nahle vadisi arasında Hüraz denen bir mıntıkada tapınakvari bir yapı içerisinde idi. Aslı üç küme dikenli dallardan oluşan ağaçtı. Kureyş bu puta büyük bir tazim ile yaklaşır ve bu putta gücün, izzetin, şerefin ve cesaretin kaynağı olduğunu vehmederlerdi. 21 Zaten Uzzâ ismi, aslında Esmâü’l-Hüsna içerisinde geçen elAziz isminin müennesleştirilmiş/dişil hali idi. Dolayısı ile Kureyş, Kur’an’ın elAziz ismine yüklediği manayı Uzza tanrıçasına yüklemişti.22 

MENÂT: Menat tanrıçası Mekke ile Medine arasında bulunan meşhur savaşçı Süreka b. Malik’in kabilesinin yaşadığı Kudeyd (Müşelşel) mevkiindeydi. Bölge ahalisi ve hususen Medineliler Menat’a çok saygı duyar, onun etrafında tavaf yapar ve ona kurbanlar adarlardı. Özellikle Hac mevsimlerinde onu ziyaret ederler, başlarını onun yanında traş ederek haclarını tamamlarlardı.23 Menat isminin de yine Allah’ın yüce isimlerinden biri olan Mennan isminin müennesleştirilmiş/dişil hali olduğunu görmekteyiz.24 Kur’an’da menne şeklinde mazi fiil olarak Allah’a izafe edilerek kullanılan,25 ama çeşitli hadislerde Efendimiz (sas) tarafından isim olarak Esmâü’l-Hüsna’dan sayılan Mennan ismi26 Allah’ın kullarına karşılıksız olarak bol bol nimet vermesi anlamını içermektedir. 27 Bu anlama uygun olarak bölge halkı Menat tanrıçasının bolluk tanrıçası olduklarına inanırlardı. Her ne kadar bazı kaynaklar Menat’a kader tanrıçası deseler de, 28 yaygın olan kanaate göre bir kader  tanrıçası yerine isminin anlamına uygun olarak bir bolluk tanrıçası şeklinde anlaşılmaktaydı.29

Devamı bir sonraki yazıda.

16 İbn Habib, el-Muhabber, s. 332 
17 İbnü’l-Kelbi, Kitâbu’l-Asnâm, s. 21 
18 Necm Sûresi, 53/19-23 
19 Ezrâkî, Ahbâru Mekke, c. 1, s. 126; Fakihî, Ahbâru Mekke, c. 5, s. 164 20 İbn Kesîr, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 3, s. 517
21 Ezrâkî, Ahbâru Mekke, c. 1, s. 126
22 İbn Kesîr, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 3, s. 517
23 Ezrâkî, Ahbâru Mekke, c. 1, s. 125
24 İbn Kesîr, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 3, s. 517
25 “Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta (mennallâhu) bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” Âli İmran Sûresi, 3/164
26 Tirmizî, Duâ, 108
27 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, c. 13, s. 197
28 Yakût, Mu’cemü’l-Büldân, c. 5, s. 205

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

16 Şubat 2020 Pazar

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-4-


...Hubel’in Mekke’ye gelişi, bölge insanın dini yapısının bir çok açıdan değişime uğramasına sebep olmuştur. Mekkeliler tüm işlerini Hubel’in önünde ve güya onun vereceği karar doğrultusunda yapmaya başlamışlardı. Yani Hubel, isminin anlamına uygun olarak halkın hayatına müdahil olan bir Rab ve ilah olmuştu. Mekkeliler ezlam denen fal oklarını Hubel’in önünde ve onun adına çekerlerdi. Bu oklar yedi tane idi ve her birinin üstünde bir şey yazıyordu: Evet, hayır, diyet, sizden, başkasından, mulsak yani saf değil, nesebi belli değil, Rabbim emir etti ya da nehy etti. Görüldüğü gibi yedi ok yedi farklı sonuç veriyordu. Böyle olunca Araplar tüm işlerini bu fal okların sonuçlarına göre yapıyorlardı. Mesela; Yolculuğa çıkmak, ticaret yapmak, herhangi bir işe başlamak, evlenmek, nesebi şüpheli bir çocuğun babasını tespit etmek, öldürülen kimsenin diyetini belirlemek ve daha nice işleri yani hayatlarının tüm işlerini Hubel’in önündeki bu fal merasimi ile belirliyorlardı. Tabi bu işe bakan görevli bunu bedelsiz olarak sırf hayır adına yapmıyor, o devrin imkanları çerçevesinde oldukça yüklü miktarda bir para, putlar adına kesilen kurbanlar ve ona takdim edilen hediyelerle bu işi yapıyordu.14 Nübüvvetin mesajı Mekke’de yankılanmaya başladığı zaman bu işi Cumuhoğulları’ndan Ümeyye b. Halef yürütüyordu.15 Özellikle bu ailenin nübüvvetin ilk yıllarında İslam’a karşı düşmanca tavır takınmalarının altında elde ettikleri büyük rantların kesilme endişesi yatıyordu. “La ilahe ilah” demenin, “Yok olsun Hubel!” demek olduğunu gayet iyi bildiklerinden bu ilahi mesaj ile artık Hubel’in sırtından geçinemeyeceklerinden dolayı büyük bir endişe içindeydiler. Böyle olunca da elbette Ümeyye karşı çıkıyordu. Bedir Gazvesi’nde Ümeyye öldürülünce, bu işi oğlu Safvan b. Ümeyye üstlenecek, Müslüman olacağı güne kadar da yürütecekti.16


Bu büyük sapmadan sonrada artık putçuluğun önü bir türlü alınamadı ve derken, Hz. İbrahim’in tevhid üzere inşa ettiği Kâbe başta olmak üzere, tüm Mekke ve civarı putlarla dolup taşmaya başladı. Öyle ki Kâbe’de bir çok put olduğu gibi, her yerde, her evde, her şahsın kendi özel putları da olmaya başladı.17 İşte Kur’an nazil olmaya başladığı zaman böyle bir alt zemini olan bir muhatap kitlesine hitap etmeye başladı. Kur’an, endad, esnam, evsan, temâsil, şüreka, ilah, alihe, şüheda, şufa, erbab, evliya, emsal, tağut, cibt, ensab, veled, sahibe ve daha nice isimlerle adlandırılan bu sahte tanrılar ile savaştı, yüzlerce ayette bu tanrıların boş birer iddia olduklarını söyledi. Burada geçen ifadeler ve Müşriklerin genel dini yapılarının muhtevası bize gösteriyor ki, bunlar mutlak bir inkar içerisinde değillerdi. Bilakis Allah yanında başka ortaklar, şerikler, kendi deyimleri ile vesileler edinmişlerdi. Bu genel ifadelerin yanında, Kur’an bölge insanın çok kutsal saydıkları büyük putların isimlerini vererek de onlarla savaştı. Necm Sûresi’nde; “Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, yani Menât’ı. Demek erkek size, dişi Allah’a öyle mi? Bu nasıl insafsızca bir taksim? Hayır, bu putlara taktığınız isimler ve onlara isnat ettiğiniz şeyler sizin kuruntularınızdır. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.”18 Kur’an’ın isimlerini açıkça belirterek üzerlerinde durduğu üç putu biraz daha yakından tanımaya çalışalım:....

Devamı bir sonraki yazıda.

14 İbnü’l-Kelbi, Kitâbu’l-Asnâm, s. 21
15 İbn Habib, el-Munammak, s. 331, 332
16 İbn Habib, el-Muhabber, s. 332 
17 İbnü’l-Kelbi, Kitâbu’l-Asnâm, s. 21 
18 Necm Sûresi, 53/19-23
Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

Her kişi kazandığının rehinesidir doğduğu ortamın mahkumu değildir

15 Şubat 2020 Cumartesi

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-3-


....“Ve dediler ki: Sakın ilahlarınızı bırakmayın. Hele Ved’den, Suvâ’dan, Yeğûs’tan, Yeûk’tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin.” 6


Burada açıkça isimleri sayılan beş put, Nuh kavminin suretler, timsaller önünde tazim ettikleri, onlarda bazı olağanüstü güçlerin toplandıklarına inandıkları kutsal varlıklardı. Bu beş isme dair tefsirlerimizin bize verdikleri bilgiler şöyledir: Bu isimler, ya Hz. Adem’in oğulları veyahut Hz. Nuh’tan önce yaşamış salih ve abid insanlardı. Halk bu salih insanlardan o kadar etkilenmişlerdi ki, onların ölümü, kendilerini çokça üzmüş ve sırf hatıraları, o güzel ahlak ve hayatları unutulmaması için her biri adına bir heykel yapmışlardı. İlk nesillerde sadece hatıralarını yaşatma gibi, masumane bir düşüncede olan insanlar, nesiller araya girdikçe sapmaya başlamış ve derken bu beş abid insanın hatıraları unutulmuş, heykeller birer tapınma aracına dönüşmüştü.7 İbnü’lKelbi’nin bize bildirdiğine göre yüzyıllar boyunca bu putların adı yaşamış hatta Mekke’de Efendimiz döneminde bile müşrikler bu putlara tazim etmeye devam etmişlerdir.8

Ayetin isimlerini açıkça beyan ettiği putlar hakkındaki diğer bir yorum ise şöyledir: İnsanlık kainatta var olan tüm idareyi tek bir tanrının otoritesinde toplanacağına bir türlü inanamadıkları için çok tanrıcılık inancı insanlar arasında yayıldı. Bunun içinde her işin bir faili olarak bir tanrı olduğu düşüncesi gelişti, hatta tanrının karısı, çocukları, akrabaları vs. oluştu ve bu tanrı ailesi aynen insan nesli gibi çoğalıp durdu. İnsanlarda gördükleri nice şeyleri bu tanrılara izafe etmeye başladılar. Derken bu izafet daha iyi anlaşılsın diye şekilli suretlere dönüştü. Nuh Sûresi’nde bahsi geçen beş putun isimleri; aslında güç, kuvvet, azamet, güzellik ve idare gibi beş önemli sembolü temsil etmekteydi. Ved: Erkek savaşçı, Suvâ: Güzel kadın, Yeğûs: Aslan, Yeûk: At, Nesr: Kartal…9

İşte görüldüğü gibi insanlık, ilk çağlardan itibaren bu tür eğilimleri ile putperestliğe yol açan sapmalara kapı açmıştı.

 Bu sapma ne yazık ki Hz. Nuh’tan sonra da devam etmiş, gelen tüm peygamberler de bu sapmayı düzeltmek için uğraşmışlardı. Ama gördüğümüz bir gerçek var ki, insanlığın bu çok tanrıcılık fikrinden ayrılmaları çok da kolay olmamıştır. Hz. İbrahim’in Harran’da verdiği mücadeleyi hatırlarsak, o günlerde Babil merkez olmak üzere Mezopotamya’nın genelinde putçuluğun nasıl yaygınlaştığını daha iyi anlarız. Hz. İbrahim o mücadelesinin sonunda ateşten kurtulup, Mısır’a geldiğinde, Mısır’da değişen bir şeyin olmadığını gördü. Firavun medeniyetinin dini yapısı da Babil gibi çok tanrıcılığa dayanıyordu. Hz. İbrahim, Mekke’ye ailesini getirip bıraktıktan bir müddet sonra, Hz. İsmail ile birlikte Kâbe’nin temellerini yükseltip, o çorak araziyi şenlendirip, insanların teveccühleri o bölgeye doğru yönelince bir müddet tevhidin o bölgede hakim olduğunu görüyoruz. Hz. İsmail’in Cürhümilerden bir hanım ile evlenmesi daha sonra Cürhümilerin o bölgenin idaresini ellerinde tutmalarını geçen derslerimizde görmüştük. 10Ama ne olduysa belli bir süreç sonrasında Hz.İbrahim’in dininden yüz çevirmeler yaşandı ve insanlar yavaş yavaş tevhidden, şirke doğru bir sapmaya başladı. Bu dönemdeki sapmanın altında da, yine çok masumane bir düşünce yatıyordu. İbn İshak’ın bize aktardığına göre, Mekkeliler bazen ticari veya başka sebeplerle Harem’in dışına çıkacakları zaman, yanlarında Harem’in toprağından bazı taşları götürürlerdi. Sırf Kâbe ve çevresine olan saygılarının bir işareti olsun diye o devirlerde hemen hemen herkes bu işi yapıyordu. Yıllar sonra bu uygulamalar, o toplumun genel bir adeti haline dönüştü. Tabi sapma bir başladı mı ne yazık ki başladığı noktada durmuyor, merkezden muhite doğru genişleyerek devam ediyordu. Bir müddet sonra Harem’den dışarıya çıkan insanlar, yanlarında götürdükleri taşların etraflarında Kâbe’nin etrafında döner gibi dönmeye yani tavafa başladılar. Bu sefer, onları gören bölge halkı o taşlar da bazı kutsallıklar olduğunu zannederek, Harem ehlinden olan insanlara döndükleri zaman, o taşları kendilerine bırakmalarını istediler. Bu istek tabii ki kabul gördü, derken bir anda Hicaz, kutsallık atfedilen bu tarz şekilsiz taşlarla dolmaya başladı. Böyle bir alt zeminle yavaş yavaş sapmaya başlayan Mekke ve Hicaz ahalisi ile birlikte o günlerde oldukça yakın ticari ve sosyal ilişkilerde bulundukları Şam, Mısır, Yemen ve İran gibi çevre bölgeler de yıllardır kendilerinde mevcut olan çok tanrcılığın da etkisiyle bu putçuluğu(paganizmi) kabullenmekte çok da zorlanmadılar. Derken Cürhümilerden sonra Kâbe’nin idaresini ele geçiren Huzâ’alıların reisi Amr b. Lühey, Şam topraklarına yaptığı bir ziyaret sırasında, bölge ahalisinin suretli putlara taptığını gördü. Bu putlar hakkında bilgiler alan Amr b. Lühey, oradan insan suretinde kırmızı akikten yapılmış bir put satın aldı ve bunu Mekke’ye getirdi. İşte bu put Mekke’ye giren ilk suretli puttu ve put, yüzyıllar boyu Mekke ahalisinin saygıda kusur etmedikleri Hubel isimli putları idi. O günlerde tarihler Milattan önce 3.yüzyılı gösteriyordu. Yani Hz. İbrahim’in ateşe atılmasına sebep olan putçuluk, şimdi Hz. İbrahim’in inşa ettiği Kâbe’nin hemen yanı başına kadar gelmişti.11 Hubel isminin ne anlama geldiği konusunda birkaç farklı yorum yapılmıştır. Bunlardan en isabetli gördüğümüz şudur: Hubel muhtemelen İbranice’deki Ha-bal’ın muharref şeklidir. Ha-Bal; ise aslında iki kelimeden oluşur: Ha İbranicenin harf-i tarifidir, yani Arapça’daki el takısı gibi... Bal ise, Rab anlamındadır – ki Kur’an’da bu ifade birkaç ayette Rab anlamında geçmektedir.12 Dolayısı ile Habel yani Hubel, aslında er-Rab demektir. 13

Devamı bir sonraki yazıda.

6 Nuh Sûresi, 71/23 
7 Kurtubî, el-Câmiu li, Ahkâmi’l-Kur’ân, c. 18, s. 56, 57 
8 İbnü’l-Kelbi, Kitâbu’l-Asnâm, s. 18 
9 Kurtubî, el-Câmiu li, Ahkâmi’l-Kur’ân, c. 18, s. 58, 59; Çelikkol, Yaşar; İslam Öncesi Mekke, s. 159, 160 
10 Bkz. 16. Ders
11 İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 155-165; Taberi, Tarih, c. 1, s. 140-150 12 Saffat Sûresi, 37/124-126 13 Günaltay, M. Şemseddin; Kable’l-İslam Araplar ve Tedeyyünleri, Darü’l-Fünûn İlahiyat Fakültesi, Mecmuası, Sayı. 3, s. 151


Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

14 Şubat 2020 Cuma

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-2-


...Bu dini yapıları, Efendimiz’in (sas) muhatap çevresini anlamamız açısından birer birer ele almakta fayda vardır. Öyleyse birinci dini yapı olan ve Kur’an’ın en fazla üzerinde durduğu Müşrikler ile başlayalım. 


Müşrikler, Allah’a bazı ortaklar, eşler ve O’na yakışmayan vasıflar isnat edenlerdir. Zaten Müşrik kavramından da anlaşıldığı gibi, Allah’ı inkâr edenler değil, Allah yanında bazı varlık ve cisimleri O’na eş koşanlardır. Müşrikler dediğimiz zaman hemen aklımıza Mekke’de puta tapan, taştan topraktan yapılmış cansız varlıklara kutsallık atfeden, bu yönü ile de Kur’an’ın dili ile necis ilan edilen bir zümre gelmektedir.3

 Burada şöyle bir soruyu sormaktan da kendimizi alamıyoruz? Hz. İbrahim’in ve oğlu Hz. İsmail’in şehri olan Mekke’de, nasıl olmuşta putperestlik bu düzeyde yaygınlaşmıştır? Bir tevhid abidesi olan Hz. İbrahim, putlara karşı Harran’da bir mücadele başlatmış, bunun yüzünden çok ağır imtihanlarla karşı karşıya kalmış, hicret etmiş ve oğlu İsmail’i bu bilinç ile yetiştirmiş, Mekke’de tevhid üzere yeryüzünün ilk mabedini ihya etmişti. Nasıl olmuşta Hz. İbrahim’in yıktığı putçuluk, onun beldesinde, onun ihya ettiği Kâbe’de yer bulmuş ve insanların hemen hemen hepsinin hayatlarına bu sapma girmişti? Nasıl oldu da genelde insanlık, özelde de Hz. İbrahim’in kenti olan Mekke ve çevresi böyle büyük bir sapma ile karşı karşıya kalmıştır? Bu önemli bir sorudur! Öyleyse bu noktada putçuluğun tarihini hatırlamamızda fayda vardır.

 İnsanlığın putlara tapması, Allah’ın yanısıra cansız varlıklara da tazim etmesi, insanlığın yaşı kadar eskidir. Bazı tarihi rivayetler bu işi Kabil’e kadar götürürler. Rivayete göre; Hz. Adem’in ilk çocukları Kabil ile kız kardeşi Lubud ikiz olarak doğar. İkinci ikizleri ise Habil ile kız kardeşi Iklima’dır. O zamanlarda Allah’ın emri ile kardeşler arasında ikizler birbiriyle evlenemezdi. Sadece çapraz evlilikler helal kılınmıştı. Yani Kabil Iklima ile Habil de Lubud’la evlenecekti. Ancak Kabil, Habil’in kız kardeşiyle değil kendi ikizi ile evlenmek istiyordu. Kabil bu isteğini Habil’e söyler, ama Habil bunu kabul etmez ve Allah’ın emrine karşı gelemeyeceğini söyler. Kabil ise: “Bu Allah’ın emri değil babamız Adem’in emridir” diyerek ısrarını sürdürür. Bu durumdan bir müddet sonra haberdar olan Hz. Adem, Allah’tan kendisine gelen emir üzerine oğullarına şöyle der: “Her ikiniz de Allah’a adakta bulununuz. Allah kimin isteğini kabul ederse onun adağını ateşle yakacaktır! Böylelikle kimin doğru olduğu anlaşılacaktır.”

 Habil davar sahibidir. Davarının en iyi, besili hayvanını seçerek Allah’a adar. Kabil ise çiftçidir; Habil’in aksine ekininin en kötüsünü Allah’a adar. Gökten inen ateş Habil’in kurbanının yakar, Kabil’in kurban olarak takdim ettiğini ise aynen bırakır. Kabil kurbanının Allah tarafından reddedilmesine çok kızar ve bir gün tuzak kurarak kardeşi Habil’i öldürür. Böylece insanoğlunun ilk cinayeti Kabil’in ihtirasının yüzünden gerçekleşmiş olur. 4 Hz. Adem oğlunun ölümüne çok üzülür ve Kabil’i yanından kovar. Kabil de kendisi ile birlikte doğan kız kardeşini de yanına alarak Yemen’e gider. Orada kendisinden çoğalan bir nesil oluşur. Bu nesil Şeytan’ın telkinleriyle de Kabil’in kurbanının kabul olunmamasının sebebini kendi sadakatsizliklerinde arayacakları yerde, kerametin ateşte olduğu vehmine inandırılırlar. Şeytan, onları Habil’in kurbanın kabul olmasını, onun ateşe yalvarması sonucunda olduğuna inandırır. Böylece onlar o günden sonra ateşe tapma, ateş içerisinde manevi bir gücün ortaya çıktığına inanmaya başlarlar.5 İnsanlığın bu ilk neslinde oluşan sapma daha sonraları daha da derinleşerek gelişir ve yavaş yavaş inandıkları Tanrıların suretlerini kendi elleri ile yapmaya başlarlar.

 Bu tarihi bilgilere yer vermeyen Kur’an-ı Kerim, Allah dışında başka varlıklara yönelmeyi insanlığın ikinci atası olan Hz. Nuh zamanına kadar götürür. Nuh Sûresi’nde; hüznün ve mücadelenin önemli bir ismi olan Hz. Nuh’un, kavmi ile olan diyalogları anlatılırken, 23. ayette kavminin Hz. Nuh’a şöyle söylediğini belirtir: “Ve dediler ki: Sakın ilahlarınızı bırakmayın. Hele Ved’den, Suvâ’dan, Yeğûs’tan, Yeûk’tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin.” 6

Devamı bir sonraki yazıda.

3 “Ey iman edenler! Kesinlikle müşrikler necistir (pisliktir)! Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir.” Tevbe Sûresi, 9/28
4 Kur’an-ı Kerim bu hadiseyi şöyle anlatır: “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), ‘Andolsun seni öldüreceğim!’ dedi. Diğeri de: ‘Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder!’ dedi (ve ekledi:) ‘Muhakkak ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.’ Maide Sûresi, 5/27, 28
5 İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 36, 37; Taberi, Tarih, c. 1, s. 69-72; Yakubî, Tarih, c. 1, s. 7
6 Nuh Sûresi, 71/23
Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

13 Şubat 2020 Perşembe

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-1-


 “Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir. Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun! Âlemlerin Rabbi olan Allah’a da hamd olsun!” 
(Sâffât Sûresi, 37/180-182) 

Hira 

 Son vahyin ilk muhatapları İslam’dan önce nasıl bir dini yapıya sahiptiler?
 Siyer Coğrafyası’nın sakinleri İslam öncesi nelere, nasıl inanıyorlardı? 
 Şirk, Cahiliye Arapları’nın dini hayatlarında nasıl yer edinmişti? 
 Son vahyin ilk muhataplarının Allah inancı ve tasavvuru nasıldı? 
 Mevcut dini yapıyla nazil olan ayetler üzerinden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) nasıl bir mücadele başlattı ve bunu hangi usul ve üslup ile yaptı? 

Siyer Coğrafyası’nda, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile başlayan o büyük değişim ve dönüşümü doğru anlayabilmenin önemli vesilelerinden biri de, devrin dini yapısını anlamaktan geçmektedir. Bu önemli konuya bir hususa dikkatlerinizi çekerek başlayalım. Bildiğiniz gibi, Kur’an’ın ilk nazil olduğu coğrafya Mekke, sonrasında ise Medine’dir. Mekke putperestliğin hakim olduğu bir mekân, Medine ise Yahudilerin ve yine Müşriklerin bulunduğu bir coğrafyadır. Dolayısı ile Kur’an Mekke’de söz söylemeye başladığı zaman muhatapları taştan, topraktan, tahtadan ve helvadan kendi elleri ile yapmış oldukları putlara tapan bir topluluktu. Böyle bir muhatap çevresine hitap eden ve nüzul sürecinin on üç senesini bu muhataplarla geçiren bir ilahî metin ile karşı karşıyayız. Peki, böyle bir durum sonrası için bir dezavantaj değil mi? İlk muhatap çevresi putperestlerden oluşan bir hitap nasıl evrensel bir muhtevada olabilir? Bugün paganizm denilen putçuluğun modern dünyada mensupları mı var ki Kur’an’ın içerisinde geçen ve oldukça büyük bir yekun tutan bu tarz ayetlerin bir anlamı olsun? Neden Kur’an işin bidayetinde şuan bile müntesipleri bulunan Ehl-i Kitap dediğimiz Yahudi ve Hırıstiyanları değil de, taşa toprağa tapan bir muhatap çevresini ilk muhataplar olarak karşısında bulmuştur? Bu soruları çoğaltabiliriz... Gerçekten de ilk bakışta bu muhatap çevrenin Kur’an’ın evrensel mesajına gölge düşürdüğünü zannedebiliriz. Çünkü bir metnin muhatap çevresi çok önemlidir; “söz yerinde ağırdır” derler ya; söz o ilk neşet ettiği çevrede anlamlıdır ve oradaki muhatap çevrenin yapısı, metinin muhtevasının şekillenmesi ile birebir bağlantılıdır. Arapçanın önemli bir bahsi olan belağatın üç ana dalından biri olan 1 Meânî’de, Muktezâ-yı hâl denen duruma ve yerine göre, yani muhatabın şartlarını gözönünde bulundurarak söz söyleme zorunluluğu vardır. Bu zorunluluktan dolayı, haber cümlesi meânîde üçe ayrılır: İbtidâî haber, talebî haber ve inkarî haber… Bu üç farklı haber cümlesi, muhatabın üç farklı haline göre oluşan cümle çeşididir. Diyelim ki, muhatap başlangıç noktasındadır ve söylenen her sözü itiraz etmeden kabul etmeye hazırdır. Ona mesela: “Cae ehuke/Kardeşin geldi” denir, o da bu sözü hemen kabul eder. Ama karşıdaki muhatap biraz şüphe içerisinde ise, bu sefer sözün sahibi olarak muhatabı ikna etme adına: “İnne ehake cae/Gerçekten kardeşin geldi” denir. Yok eğer muhatap bir inkâr durumunda ise ve ne söylenirse kabul etme noktasında sıkıntı yaşanacaksa bu sefer: “Vallahi innehu kad cae/Vallahi, muhakkak o geldi” denir. 2 Görüldüğü gibi muhatabın duruş hali anında hitaba etki etmekte, ya ibtidâî, ya talebî ya da inkarî haber cümlesine dönüşmektedir. 

Bu ön bilgiler ışığında asıl konumuza dönersek, özellikle bugünün dünyasında Mekke insanının kutsal saydığı, Lât, Uzzâ, Menât ya da Hubel gibi putların olmadığı ve kimsenin o günün insanı gibi açıkça cansız varlıkların/nesnelerin önünde tazim etmediği söylenebilir. Özellikle kendi yaşadığımız coğrafya itibari ile konuşursak yüzde 99’luk bir çoğunluğun La ilahe illallah deyip, imanlarını ikrar ettiklerini varsayarak, Kur’an’ın en fazla mücadele ettiği bir muhatap çevresi olan Müşriklerin ve şirkin olmadığı zehabına kapılarak -hâşâ- Kur’an mesajlarının devrinin geçtiğini ve şu an bizlere canlı bir şekilde hitap etmediğini düşünebiliriz. Peki, gerçekten böyle midir? İşte bu işin böyle olmadığını anlayabilmemiz için devrin dini yapısını ve o yapıyı oluşturan zihniyeti çok iyi anlamamız gerekmektedir. O günün dini yapısını anladıkça Kur’an’ın ne dediğini ve ne demek istediğini daha iyi anlayacağız ve daha iyi kavrayacağız. 

İşin önemini kısaca belirttikten sonra Siyer Coğrafyası’nın tamamını dikkate alarak, dini yapıları tanımak açısından bir sınıflandırmaya tabi tutarsak karşımıza şu oluşumlar çıkar: 

MÜŞRİKLER 
HANİFLER 
SABİLER 
YAHUDİLER 
HRİSTİYANLAR 

Bu dini yapıları, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) muhatap çevresini anlamamız açısından birer birer ele almakta fayda vardır. Öyleyse birinci dini yapı olan ve Kur’an’ın en fazla üzerinde durduğu Müşrikler ile başlayalım.

Devamı bir sonraki yazıda.

1 Belağat ilmi üç ana dala ayrılır: Beyân, Meânî ve Bedî. Detaylı bilgi için bkz: Bolelli, Nusreddin; Belağat, Kur’an Edebiyatı, s. 26- 29
2 Daha fazla bilgi için bkz: Bolelli, Nusreddin; Belağat, Kur’an Edebiyatı, s. 165 

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

12 Şubat 2020 Çarşamba

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -8-

SUFFA 

*ŞİRK KONUSUNDA KUR’AN’IN VE EFENDİMİZ’İN (sallallahu aleyhi ve sellem) BEYANLARINI İYİCE ANLA Kİ, BU KONUDA GEREKLİ HASSASİYETİ GÖSTERESİN VE HER TÜRLÜ SAPMAYA KARŞI TEYAKKUZ HALİNDE OLASIN.

* ‘CANIM BÖYLE İSTİYOR’ DİYE, CANININ HER İSTEDİĞİNİ MEŞRU GÖREREK, HUDUDULLAHA RİAYET ETMEDEN YAŞAMANIN HADDİ AŞMAK OLDUĞUNU UNUTMA Kİ; KAYMAYASIN, YANLIŞ YOLLARA SAPMAYASIN.

* ALLAH’IN KUTSAL SAYMADIĞINI KUTSAL SAYMAK, BATIL İNANÇ VE HURAFELERE KAPILAR AÇMAK VE EŞYAYI AMACI DOĞRULTUSUNDA KULLANMAYARAK, YA GEREĞİNDEN FAZLA YÜCELTMEK, YA HAK ETTİĞİNDEN DAHA AŞAĞI İNDİRGEMEK GİBİ SAPMALARA KARŞI DUYARLI OL Kİ, TEVHİDİ HAYATINDA HAKİM KILASIN.

* GERÇEK MANADA TEVHİDİN HAKİM OLABİLMESİ İÇİN, RUBUBİYETTE, ULÛHİYETTE VE UBUDİYETTE, GEREKEN BİLİNCİ HAYATINDA TESİS ET Kİ, RABBİN KATINDA MUVAHHİDLERDEN SAYILASIN.

* ESMAÜ’L-HÜSNA’NIN DEĞER VE KIYMETİNİ KAVRAYIP, SENİ ALLAH’A YAKLAŞTIRACAK EN ÖNEMLİ VESİLELERDEN BİRİ OLARAK GÖR Kİ, EN GÜZEL İSİMLERİN GÖLGESİNDE, RAZI OLUNACAK BİR HAYATA KAVUŞASIN.
Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

11 Şubat 2020 Salı

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -7-


RAHMAN

Her hayırlı işin anahtarı olan Besmele’nin isimlerinden biri olan Rahman ismi Kur’an içerisinde Besmeleler hariç tam 57 kere geçmektedir. 35 Kur’an’ın bu kullanımlarının büyük bir kısmının ise ilk nazil olan ayetler içerisinde olduğunu görmekteyiz. Hatta Hz. Osman mushafının üzerinden konuşursak iki kullanımın dışındaki 36 tüm Rahman isimleri Mekkî sûrelerde geçmektedir. İlk 6 yılda nazil olan ayetler içerisinde ise Rahman ismi 46 kez geçmektedir. Kur’an içerisinde geçen 57 Rahman isminin sadece ikisi Medine döneminde inen ayetler içerisinde yer aldığına göre, geri kalan 9 Rahman ismi de yine Mekkî süreler içerisinde ama ilk 6 yıldan sonra nazil olan ayetler içerisindedir.37 


İlahî kelamın bu yüce isme nüzûl sürecinin hemen başlarında bu düzeyde vurgu yapmasında ve diğer birçok isme rağmen bu ismi öncellemesinde tabii ki bazı hikmetleri vardı. Eğer Kur’an yüzlerce isim içerisinden bu isme böyle bir yer ayırmışsa bunun nedenleri üzerinde durmamız gerekmektedir. Öncelikle şunu söyleyelim ki, Besmele ve Fatiha sûresi ile gündeme giren Rahman ismine vahyin ilk muhatapları olan Mekke ahalisi oldukça sert bir tepki gösterdiler. Onların bu yüce isme nasıl karşı olduklarını Hicretin 6. yılında Hudeybiye’de yapılan anlaşma sırasında Mekke tarafının sözcüsü olan Süheyl b. Amr’ın itirazında görebiliyoruz. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) anlaşmanın kâtibi olan Hz. Ali’ye; “Yaz Ali! Bismillahirrahmanirrahim” deyince Süheyl hemen itiraz etmiş; “Biz Rahman nedir bilmeyiz. Bizim bildiğimiz bir şeyleri yaz. 
Bismikallahümme yaz!” demişti. Efendimiz’de (sallallahu aleyhi ve sellem) söylenen cümlede şirke dair bir iz bulunmadığı için Süheyl’in dediğini kabul etmiş ve böyle yazdırmıştı. 38 Gerek bu olaydan, gerek Kur’an içerisinde müşriklerin bu yüce isme karşı takındıkları tavrı gösteren ayetten 39 anladığımız kadarı ile onlar, Allah’ın ulûhiyetinin bir işareti olarak muhataplara sunulan bu isme karşıydılar. Peki, neden bu zihniyet aslında kulların tamamen lehlerinde olan o sınırsız rahmet ve merhametinin bir işareti olan böyle bir isme karşı çıkmışlardır? Bu çok önemli bir sorudur ve İslam tarihi boyunca bu soru bir çok İslam aliminin ilgisini çekmiş ve çok farklı yorumlar ortaya koymuşlardır. Bu yorumların hepsine burada değinemeyeceğiz ama merak edenler tefsirlerde özellikle Furkan Sûresi’nin 60. ayetinin geçtiği yerlere bakabilirler. Ama burada çeşitli kaynaklarda detayları ile belirtilen bu karşı çıkışın nelerden kaynaklandığına dair üç temel sebebe dikkat çekebiliriz: 

1. Mekke ahalisi Rahman ismine yabancıydılar. Bu yabancılık elMunzirî gibi bir kısım alimin belirttiği üzere kelimenin Arapça asıllı olmadığı iddiasından kaynaklanıyordu. Her ne kadar el-Munzirî ilk dönemlere ait bazı şiirlere dayanarak Rahman kelimesinin aslının İbranice olduğunu iddia etse de, bir çok alim bu görüşe karşı çıkmış ve kelimenin Arapça asıllı olduğunu ispat etmişlerdir. 40 O halde Mekkelilerin bu isme yabancı olduklarını söylerken neyi kastetmiş oluyoruz? Yabancılıktan kasdımız bu ismi Allah’a izafeten kullanmamalarıdır. Mekkeliler Rahman ismini biliyor, anlamını anlıyor ama bu ismi Yemenlilerin iki ilahından biri sanıyorlardı. Yemenlilerin ilahları için kullandıkları bu ismin Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından Allah için kullanılmasına ise karşı çıkıyorlardı. 

2. Uzak bir Allah tasavvurundan dolayı bu isme karşıydılar. Müşrik zihinler hayata müdahil bir Allah istemiyorlardı. Onların Allah inançları, erişilmez ve uzak bir ilah tasavvuruna dayanıyordu. Böyle olunca da aracılar devreye giriyor; onları Allah’a yakınlaştırma vesileleri oluyorlardı. Bu düşünceden dolayı sınırsız bir rahmet ve merhametin kaynağı olduğunun bir ifadesi olan Rahman ismine karşı çıkıyorlardı. Rahmeti her yeri kuşatan bir yaratıcıyı kabul etmek, hayata müdahil bir Allah’ı kabul etmek anlamına geliyordu. Bu ise onların temel inançlarını yerle bir ediyor, aracıların hepsinin devre dışı kalmasına neden oluyordu. Bundan dolayı Mekke, Rahman ismine karşı çıkıyor ve bu ismi bir türlü Allah’a izafeten kullanmıyorlardı. 

3. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) risaletine karşı çıkışlarını bu isim üzerinden yapıyorlardı. Hayata müdahil olmasını istemedikleri bir Allah inancına sahip olan Mekkelilere hayatın her alanında tevhidi dillendiren bir peygamber gelince, onlar bu peygamberin mesajlarını O’nun söylemi ile vurmaya çalışıyorlardı. İsra Sûresi’nin 110. ayetinde değinildiği gibi Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’a izafeten Rahman ismini kullanmasını yadırgadılar ve: “Muhammed bizi tek bir tanrıya çağırıyor, kendisi ise iki tanrıya dua ediyor” demeye başladılar. 41 Aslında onların bu itirazlarının hiçbir temeli olmadıklarını kendileri de biliyordu. Çünkü o güne kadar nazil olan ayetlerde geçtiği üzere Kur’an onlarca ismi Allah’a izafeten kullanmıştı. Bu isimlerin varlığı tanrıların çeşitliliği anlamına gelmiyordu. Zaten onların da başka hiçbir isme itiraz etmeyip, sadece Rahman ismine itiraz etmeleri aslında kendi çelişkilerini gösteriyordu. Onlar bu isim ile Efendimiz’in getirdiği mesajlara karşı çıkıyor, O’nu yalanlamaya ve O’nun Allah inancının sağlam olmadığı gibi temelsiz iddiaları dile getiriyorlardı. İşte bu üç temel noktadan dolayı Mekke, Rahman ismine karşı çıkıyor ve bu ismin Allah’a izafe edilmesini istemiyorlardı. Onların bu istekleri ise Kur’an’ın ısrarla bu ismi gündeme getirmesi ile geri çevriliyordu. Özellikle Mekke döneminde bu ismin çokça dile getirilmesi vahyin ilk muhataplarının zihin dünyalarında yer etmiş olan yanlış Allah tasavvurunu düzeltme amacı taşıyordu. 

Devamı bir sonraki yazıda.

35 Abdulbaki, Muhammed Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres, s.376-377 
36 Bakara Sûresi 2/163; Haşr Sûresi 59/22 
37 Rad Sûresi 13/30; İsra Sûresi 17/110; Taha Sûresi 20/90,108,109; Mülk Sûresi 67/3,19,20,29
38 Buhari, Şurut, 15; ed-Dimaşki, Subul el-Huda ve’r-Reşad fî Sireti Hayri’l-İbad, c.5, s.87 
39 Furkan Sûresi 25/60 
40 Yıldırım, Suat; Kur’an’da Ulûhiyyet, s.112, 113
41 Çetiner, Bedreddin; Fatiha’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl, s.576, 5

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

10 Şubat 2020 Pazartesi

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -6-


ALLAH 

Lafz-ı celal olan Allah, Kur’an içerisinde en fazla kullanılan bir isimdir. Kur’an bu yüce ismi tam 2697 kez kullanır. 31 Bu kullanımın fazlalığını ilk nazil olan Kur’an ayetlerinde de görürüz. Rab ismi gibi çokça kullanılan Allah lafz-ı celalî de tevhid bilincinin istenilen düzeyde inşa edilmesi amacı taşımaktadır. Rab ismi nasıl Rububiyyette Tevhid’i inşa etmeyi amaçlıyorsa, Allah ism-i şerifi de Ulûhiyette Tevhid’i inşa etmeyi amaçlamaktaydı.

 Nüzûl sürecini dikkate aldığımızda, Allah lafz-ı celalinin geçtiği tüm ayetlerde böyle bir çaba hemen kendini göstermektedir. Özellikle Uluhiyette Tevhid’in bir gereği olarak kutsiyet atfedilen putların yaratma kudretinde olmadığı, hak ve hakikatin kaynaklığı konusunda herhangi bir etkilerinin olmayacağını,32 rızık verenin mutlak adresinin neresi olduğunu,33 yapılan dualara ancak kimin icabet etme kudretinde bulunabileceğini 34 ve daha nice meseleyi hep Uluhiyette Tevhid’i istenilen bir düzeyde inşa etme amacı ile anlatır. Kur’an bu mesajları ile muhataplarının zihin dünyalarında var olan tüm yanlış algıları düzeltir ve doğru bir tevhid bilincinin oluşması için gerekli her sözü en etkin bir şekilde söyler. Bunu Allah lafz-ı celalini andığı ayetlerde yaptığı gibi, diğer tüm esma-i ilahiyeleri zikrettiği ayetlerde de yapar.

Devamı bir sonraki yazıda.

31 Abdulbaki, Muhammed Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres, s. 49-93
32 Yunus Sûresi 10/34,35
33 Ankebut Sûresi, 29/17; Rum Sûresi 30/40
34 Rad Sûresi 13/14; Fatır Sûresi 35/14

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

9 Şubat 2020 Pazar

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -5-


..... O’nun (cc) her ismi güzeldir ve önemlidir, ama özellikle vahyin iniş sürecinde varolan yaygın dini yapı ile mücadele ederken Kur’an’ın öne çıkardığı üç isim bizim için çok önemlidir. Bunlar, Rab, Allah ve Rahman’dır. Efendimiz’in (sas) şirk ile olan mücadelesini anlayabilmek için kısaca bu üç önemli isme değinmemizde fayda vardır.

RAB

Kur’an’ın tamamında Rab ismi tam 974 kez geçmektedir. 29 Bu yüce isme bu düzeyde bir vurgunun yapılması boşuna değildir. İnsanlık neyi en fazla ihmal etmişse ve edecekse, Kur’an onu gündeme taşımış ve ihmal edilen o alanı yeniden tesis etmenin yollarını aramıştır. İşte tevhidin üç önemli basamağından biri olan Rububiyyette Tevhid, ancak bu ismin doğru bir biçimde anlaşılması ile mümkündür. Bunun için de Kur’an işin başında bu ismi böyle bir düzeyde gündeme getirerek, ilk muhatapların zihin dünyalarında ve hayatlarında Rububiyyette Tevhid’in her boyutu ile inşa edilmesini sağlamıştır. Kur’an, muhataplarının zihin dünyalarına ve tabiî ki hayatlarına tevhid bilincini üç basamakta yerleştirmek istemektedir. 


1. Basamak: Rububiyette Tevhid 

2. Basamak: Ulûhiyette Tevhid 

3. Basamak: Ubudiyette Tevhid 

Bu üç basamağın Kur’an’ın nüzûl sürecinde yukarıdaki sıralama gözetilerek yapıldığına şahit oluruz. Çünkü Rububiyette Tevhid eğer Allah’ın istediği düzeyde bir bilinç ile oluşturulmaz ise, asla ulûhiyette bir tevhid sağlanamayacak, bu olmayınca da, ubudiyet yani ibadet sahasında da bir tevhid oluşamayacaktır. İşin başı Rububiyette Tevhid olduğu için Kur’an nüzûl sürecinde bu bilinci oluşturacak, en önemli isim olan Rab ismine bu düzeyde bir yer ayırmış, ilk nazil olan Alak Sûresi’nde iki kez bu isme vurgu yapmış, tedvinde ilk sırada yer olan Fatiha Sûresi’nde yine bu ismi öne almış, son iki sûre olan Felak ve Nas Sûreleri’nde bu yüce ismi anarak adeta kapanışı bile bu isim ile yapmıştır. 

İşin başında Rububiyetteki tevhid, Kur’an’a inanan ve İslamî daveti kabul edenlerle diğerlerini tamamen birbirinden ayırıyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke’de söz söylemeye başladığı zaman, Mekke putlarla donatılmış, her evde şahsi putlar olduğu gibi bir tevhid mabedi olan Kâbe içerisinde bile 360 put vardı. 360 put, çok çeşitli düşünce ve dinlerin figür ve temsillerinden oluşuyordu. Meryem ve İsa portreleri gibi Hırıstiyan inancını taşıyan ikonlar ve resimler olduğu gibi, Yemen, Şam ve Sasanilere ait kutsal figürler de vardı.30 Bu yönü ile Mekkeliler aslında din alanında oldukça çoğulcu ve müsamahalı bir yapıya sahiptiler. Peki, bu noktada şöyle bir soru sorsak; “Din alanından bu kadar çoğulcu ve hoşgörülü olan Mekke, neden aynı hoşgörüyü Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği dine karşı göstermedi? Neden bu davetin sesini kısmaya çalıştı?” Nedeni belli değil mi? Çünkü Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) dile getirdiği din, O’nun insanlara anlatmaya çalıştığı Allah, hayata müdahil oluyordu. Yani Rab’tı. Onlar ise Rablığı kendi aralarında taksim etmişlerdi. Eğer Muhammed’in getirdiği dinin rububiyet alanı olmasaydı, inanın Mekke ahalisi başta ekabir takımı olmak üzere, hiçbiri karşı çıkmaz, onu da bir zenginlik olarak görür, “Şimdiye kadar Kabe’de 360 put vardı, bir tane de –hâşâ- Muhammed’in tanrısının figürü olsun, 361 olsun ne olur ki” derlerdi. Ama Muhammed’in inandığı Allah Rabbü’l Alemin’de, elHak’tı. Hak gelince tüm batıl şeyler yok olurdu, yok olmaya mahkumdu. Bunun için onlar davete karşı çıktılar, bunun için onlar La ilahe illallah sözünü söylemekten çekindiler. Yoksa bugünün dünyasında olduğu gibi, Rububiyet temelinden yoksun bir din anlayışı o günün insanın dilinde olsaydı, en iyi Müslüman başta Ebû Cehil, Velid b. Muğire, Ümeyye b. Halef ve diğerleri olurdu. Bu gerçeklilikten dolayı Rab ismini çok iyi anlamak, kavramak ve hayatı Allah’ın rububiyetine uygun bir şekilde tanzim etmek gerekiyor. 

Devamı bir sonraki yazıda.

29 Abdulbaki, Muhammed Fuad; el-Mu’cemü’l-Müfehres, s. 350-367
30 Çelikkol, Yaşar; İslam Öncesi Mekke ,s. 150, 151

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

8 Şubat 2020 Cumartesi

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -4-


3. ŞÂRΠ


Şârî, “hüküm koyan, helal haram sınırlarını belirleyen” demektir. Elbetteki mutlak manada şârî olan sadece ve sadece Allah’tır.24 Bu konuda sınırları zorlayan Allah’ın (cc) ulûhiyetine ait vasıfları ihlal etmiş sayılmaktadır. Ne yazık ki tarih boyunca bu yanlışa kapı açanlar hep olagelmiş, kendilerini hüküm koyma makamında görenler olmuş, onların koydukları hükümleri Allah’ın hükümleri gibi zannedip, gereğini yerine getiren halk kitleleri de eksik olmamıştır. Bu şârîler; bazen din adamları, bazen cansız putlar, bazen otorite ve güç sahibi olan liderler veya devlet başkanları olmuştur.

 Bunun nasıl olduğuna dair Kur’an-ı Kerim’de pekçok örnek bulunmaktadır. Biz burada özellikle iki örnek üzerinden meseleyi daha iyi anlamaya çalışalım. İlk örneğimiz putların nasıl şârî olarak edinildiğine dairdir. Burada hemen zihnimize cansız putlar nasıl bir şeyleri helal ya da haram kılabilirler ki? diye gelebilir. Elbette kendilerine bile fayda ve zararları olmayan o cansız varlıklar bazı şeyleri helal ve haram kılmıyorlardı, kılmazlardı da ama onlar adına başkaları bunu yapıyorlardı. Nasıl mı? Kur’an’dan öğreniyoruz: “Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şeyi meşru kılmamıştır. Fakat hakikati inkara şartlanmış olanlar kendi uydurdukları yalanlarla Allah’a iftira etmektedirler. Çünkü onlar akıllarını kullanmazlar.” 25 

Burada ayette dile getirilen, bahîra, sâibe, vasîle ve hâm, müşriklerin inançlarında yer alan bazı hayvanlardı. Onlar kendi kuruntuları ile bunları ortaya çıkarmış, helal ve haram kılma gibi bir tehlikeli sonuca işi vardırmışlardı. Bu dört sınıf hayvanın ne olduğunu birer cümle ile izaha çalışalım:

 Bahîra: Cahiliye Arapları arka arkaya beş kez doğuran ve beşinci doğumu dişi olan deveye bahîra derlerdi. Böyle olan bir deve putlar adına salıverilir, tanınsın diye de kulağı ortasından ikiye ayrılır, ne sütünden, ne de etinden istifade edilirdi. Ayrıca hiçbir işe de sürülmez, bir nevi kutsallık atfedilirdi. 

Sâibe: Bir iş ya da adak sonucu yine putlar adına salıverilen develere denilirdi. Mesela; Cahiliye Arapları “Eğer şu işim istediğim gibi olursa bir deve adayacağım” der, o işi gerçekleştiği zaman da bir deve seçer ve onu putlar adına salıverirdi. O deve de kutsallık kazanır, dokunulmaz olur, ne sütünden ne etinden yararlanılır ve ne de herhangi bir iş için kullanılırdı. 

Vasîle: Eğer bir koyun ya da deve bir batında ikiz doğurursa ve bu ikizlerden biri erkek, diğeri dişi olursa bunlar da kutsal sayılır ve vasîle diye isimlendirildi. 

Hâm: Bir erkek deve on batın doğuracak kadar dişi deveyi döllerse yani onları gebe bırakırsa, ona da hâm denerek, kutsallık atfedilirdi.26 

İşte bu yaygın ve sapkın dini düşünceyi Kur’an yasaklıyor, böyle bir işin Allah’a iftira olduğunu söylüyor ve bunun Allah’a ait bir alanın ihlal edilmesi gibi büyük bir cürüm olduğunu ifade ederek, bir daha uygulama imkanı vermiyordu. Böyle bir düşünceyi taşıyan her müşrik aslında kendine şârî/hüküm ve kanun koyucusu olarak o putları ittihaz etmiş oluyordu. Kur’an da bunu hedef alarak, “Hayır mutlak şârî Allah’tır; helal ve haram kılma yetkisi sadece O’nun otoritesindedir” demiş oluyordu. 

Bu ayetin bugünün dünyasına bakan yüzü nedir? Yaşadığımız bu hayatta, bahîra, sâibe, vasîle ve hâm gibi nitelendirilen deve ve koyunlar var mı? Elbette ki yok. Ama onlarda var olan üç temel sapma, ne yazık ki bugünün dünyasında de vardır. Zaten Kur’an’ın savaşı da isimlerle değil, o isimlerle ifade edilen zihniyetlerledir. Nedir bu üç temel sapma? 

1. Allah’ın kutsal saymadığını kutsal saymak 

2. Batıl inanç ve hurafelere kapılar açmak 

3. Eşyayı amacı doğrultusunda kullanmayarak, ya gereğinden fazla yüceltmek, ya hak ettiğinden daha aşağı indirgemek.

 Bunların hepsi Allah’a ait alana müdahaledir ve bunu yapan farkında olarak ya da olmayarak kendisini veya bir başkasını şârî olarak edinmiştir.

İkinci örneğimiz ise insanın şârî olarak edinmesine dairdir. Bu konuda da şu ayeti verebiliriz: “Yahudiler Allah’ı bırakıp hahamlarını, Hristiyanlar ise rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolunmuştu. Çünkü Allah’tan başka ilah yoktur. O (cc) bunların koştukları her türlü isnaddan elbette ki münezzehtir.” 27 

Bu ayette Rabbimiz, çok açık bir beyan ile Ehl-i Kitap dediğimiz Yahudi ve Hristiyanların kendi din adamlarını rabler edindiklerini söylüyor. Peki, bunlar din adamlarına tapıyorlar mıydı ki, Kur’an onların rabler edindiklerini belirtiyordu. Rab olması için sadece tapması mı gerekiyor? Elbette ki hayır. Bu ayetin kaynaklarımızda geçen bir hatırası, mesajın daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. 

O gün için halen Müslüman olmamış, Tay kabilesinden cömertliği ile dillere destan olan Hatem-i Tay’in oğlu, Adiy b. Hatem boynunda gümüşten bir haç olduğu halde Medine’ye gelir. Efendimiz Mescid-i Nebevî’de, bu ayeti okumaktadır. Adiy b. Hatem ayeti duyar duymaz sarsılır ve hemen Efendimiz’e der ki: “Ya Resûlüllah! Kur’an, biz Hristiyanların rahiplerini ve Hz. İsa’yı Rab olarak edindiğimizi söylüyor. Ama biz onlara tapmıyoruz ki? Öyleyse neden Kur’an bize böyle bir isnatta bulunuyor?” Allah Resûlü bize durup saatlerce üzerinde düşünmemiz gereken, hayatlarımızı yeniden bu ayetin gölgesinde gözden geçirmemiz gereken bir söz söylüyor, diyor ki: “Siz Rahiplerinizin helal kıldığını helal, haram kıldığını ise haram kabul etmiyor musunuz? İşte Allah’tan başka kime bu yetkiyi verirseniz o sizin rabbinizdir.” 28 

İşte şârîlik, yani kanun koyma yetkisi bu kadar önemlidir ve insanın bu alanda çok dikkatli olması gerekmektedir. Yoksa bilerek ya da bilmeyerek, Allah’ın ulûhiyeti ve rububiyeti ile doğrudan alakalı olan bu alan/yetki, başkalarına paylaştırılabilir, böylece insanı şirke düşürecek yanlışlıklar ortaya çıkabilir ve iman bu virüslerle zedelenebilir.

 Demek ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), nazil olan ayetler doğrultusunda son vahyin ilk muhatapları olan o günün insanını müşahhas tanrılar konusunda uyardığı gibi, böyle mücerred tanrılar konusunda da uyarır ve onların şahsında bize de çok önemli mesajlar iletir. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu sapmalarla mücadele ederken açık bir şekilde Kur’an’da var olan ayetleri kullandığı gibi, mücerred tanrıların ittihaz edilmesinin baş sebebi olarak gördüğü uzak Allah tasavvurunu, yakın bir Allah tasavvuruna kavuşturma gayreti verdiğini de görmekteyiz. Allah’ın en güzel isimleri anlamına gelen Esmaü’l-Hüsna üzerinden böyle bir mücadele sürdürülmüştür. O’nun (cc) her ismi güzeldir ve önemlidir, ama özellikle vahyin iniş sürecinde varolan yaygın dini yapı ile mücadele ederken Kur’an’ın öne çıkardığı üç isim bizim için çok önemlidir. Bunlar, Rab, Allah ve Rahman’dır. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şirk ile olan mücadelesini anlayabilmek için kısaca bu üç önemli isme değinmemizde fayda vardır. 

Devamı bir sonraki yazıda.

24 “Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” Yusuf Sûresi, 12/40
25 Maide Sûresi, 5/103
26 Kurtubî, el-Câmiu li, Ahkâmi’l-Kur’ân, c. 6, s. 456-459; İbn Habib, el-Munammak, s. 328
27 Tevbe Sûresi, 9/31
28 Taberi, Câmiu’l-Beyan an Tevili’l-Kur’an, c. 10, s. 114


Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

7 Şubat 2020 Cuma

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -3-


2 DEHR 


“Mutlak zaman” anlamına gelen dehr, “Kainatın varlığının başlangıç ve bitişi arasında geçen zaman dilimine” denir.12 Dehr’in insanlar tarafından nasıl ilah olarak ittihaz edildiğine Kur’an açıkça değinir. Rabbimiz buyurur ki : “Dediler ki:‘Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız, bizi ancak dehr/zaman helak eder. Aslında bu hususta onların hiçbir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanna göre, yersiz tahmin ve kuruntularına göre hüküm veriyorlar” 13 

Ayette ifade edildiği gibi, Kur’an’ın nazil olduğu coğrafyada dehr’e inanan ya da daha doğru bir ifade ile zamana Allah’ın yüklediği anlam ve çizdiği sınırın ötesinde bir mana yükleyen bir kesim vardı. Daha sonraları ise bu düşünce, fikri bir akıma dönüşüp, Dehriyyun ya da günümüzde materyalizm gibi maddeyi kutsayan ve fiiliyatta tanrısızlık ihtiva eden bir hale dönüştü. Kur’an’ın nazil olduğu dönemlerde özellikle Mekke’de var olan bu anlayışı ne yazık ki her yönü ile bilemiyoruz. Ama bazı tarihi rivayetlerden öğrendiğimize göre, o günün dünyasında var olan dehrilik anlayışı mutlak bir inkardan ziyade, yaşayış planında fiili bir tanrısızlık olarak uygulanırdı. Bu düşünce Allah’ın yarattığı zaman kavramını Allah’tan bağımsız ele alır, zamanı bir özne olarak algılarlardı.14 Böyle olunca da iyi şeyler ortaya çıkınca bunu zamana bağlar tabir caiz ise, zamana teşekkür eder, kötü şeyler olunca da zamanı sorumlu tutar ve adeta zamana küfrederlerdi. Böyle bir anlayışı düzeltme adına Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) birçok hadis kitabında yer alan şu beyanı ifade buyurmuşlardır: “Dehr’e/zamana sövmeyin/kötü söz söylemeyin. Zira Dehr Allah’tır.” 15 

Hadisin nasıl bir zeminde söylendiğine baktığımız zaman, hem kastedilen şeyin ne olduğu anlaşılacak, hem de bugünün dünyasında bizlere de çok önemli mesajlar verecektir. Cahiliye Arapları başlarına kötü bir iş ve musibet geldikleri anda, bundan zamanı sorumlu tutar ve: “Ya haybete’d-dehr/ Kör olası zaman , harab olasın zaman” derlerdi. 16 Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) başa gelen her işin Allah’ın bir takdiri olduğunu ve hiçbir şeyin Allah’tan bağımsız olmadığını, dolayısı ile zamana söylenen her sözün aslında Allah’a söylenmiş olduğunu ifade etmek için dehri Allah ile özdeşleştirerek kullanmıştır.

 Oradan bugünün dünyasına geldiğimizde, benzer ifadelerin insanlar tarafından kullanıldığını görmekteyiz. “Zalim felek, kör olası felek, evin yıkılsın felek, kaderin gözü çıksın, kader mahkumu” ve daha nice sözler hepsi Cahiliye Arabının kullandığı ifadelere benzemekte, böylece zamanı Allah’tan bağımsız bir değer olarak görmenin sonucu ortaya çıkmaktadır. O halde Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) uyarısı gereği bu tarz sözlerden uzak durmalı ve zamanı Allah’ın iradesinde olduğunu unutmadan hareket etmelidir. 

Casiye Sûresi’nde geçen, “Bizi ancak dehr/zaman helak eder” 17 sözünü, kimin söylediği konusunda kaynaklarımızda çok açık beyanlar bulmak zordur. Ama içlerinde Alûsi gibi bazı müfessirlerin bulunduğu bir kısım müfessirimiz, bu sözün sahibi olarak, Mekke’nin tanınmış isimlerinden biri olan ve biraz önce hevâ bahsinde de ismini aktardığımız Hâris b. Kays es-Sehmî olduğunu söylerler. 18 Hâris b. Kays, diğer Mekke eşrafı gibi zengin, soylu ve toplum üzerinde etkili isimlerden biriydi. Mekke’deki sosyal organizasyon içerisinde bu şahsın görevi; Emval Muhaccere denen putlara sunulan hediyelere, kurbanlara ve mallara bakmaktır.19 Peki, burada bir çelişki yok mu? Hem tanrılara inanmayacaksın, bizi zaman helak eder diyeceksin, hem de tanrıların üzerinden geçinecek, buradan rant elde edeceksin. Evet, ciddi bir çelişki vardır. Ancak bu tarz adamlar, hevâlarını ilah edindikleri için, en büyük değerleri maddedir. Onların inanmak diye bir dertleri yoktur. Tüm dertleri elde edecekleri kazançlarıdır. Bu menfaat adamları, hayatlarını Allah yokmuş tezi üzerine kurar, yeri geldi mi Allah’a yakınlaşma vesilesi olan putlar üzerinden paralar kazanır, ama kendileri fiiliyatta tanrı tanımaz bir hayat düşüncesini taşırlardı. 

Bu düşüncede olanların Mekke’de var olması zihinlerimize şöyle bir düşünceyi de getirebilir. Demek ki, Müşriklerin hepsi aynı dini inancı taşımıyorlardı. Eğer Dehri düşüncesini taşıyanlar vardıysa, başka düşüncelerinde onlar içerisinde olması mümkündür. Elbette bu söz doğrudur. Tüm Müşrikleri aynı düzlemde değerlendirmek mümkün değildir. Özelde Mekke’de, genel de ise Hicaz’da müşrikler çok çeşitli din tasavvurlarına sahiptiler. Onlar, melek, cin, şeytan, şefaat, vesile ve putların çeşitliliği gibi meselelerde çok farklı uygulama ve inanışları vardı. Burada bunların hepsine değinmemiz mümkün değildir. Ama şu kadarını söyleyelim ki, o günün Müşrik akıl yapısı üç temel inanç üzerine kuruluydu. 

Bunlar sırası ile şunlardır: 

1. Dehriyyun: Tanrı tanımazlar. 

2. Ahiret hayatını inkâr edenler: Mekke ahalisi içerisinde ilk yaratılışı kabul eden ama sonrasında ahiret hayatını inkâr eden bir grupta vardı. Bunlar tüm hayatı sadece dünya ile sınırlı zan eder, çürümüş kemiklerin yeniden nasıl hayat bulacaklarını bir türlü anlamaz, anlamak istemez; söylenenlerden de ikna olmazlardı. Ahiret bilincinden yoksun bir Allah inancı taşır ve ölüm sonrası hayat üzerinde bazen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile tartışmalara girişirlerdi. Yasin Sûresi’nin 78. ayetinden 20 öğrendiğimize göre eline aldığı çürümüş kemikleri Efendimiz’e getirip: “Bunlar mı tekrar dirilecek?” diye alay eden, Ümeyye b. Halef ya da kardeşi Übey b. Halef’e verilen cevapla anlıyoruz ki 21 ahiret hayatına inanmayan bir kesim vardı.22 

3. Allah’a inanmakla beraber, putlara da inananlar: Bu üçüncü sınıf Mekke ahalisinin en fazla içerisinde bulundukları sınıftır. Çoğunluğu Allah’ın varlığını kabul eder, bazı eksikleri olsa da ahiret hayatının olduğuna inanır, ama bazı özellikler isnat ettikleri putların kendilerine şefaatçi olacaklarını iddia ederlerdi. 23
Devamı bir sonraki yazıda.

12 el-İsfahânî, Rağıb, el-Müfredat, s. 319
13 Casiye Sûresi, 45/ 24
14 Yıldırım, Suat, Kur’an’da Ulûhiyyet, s. 376, 377
15 Buhari, Tefsir, 45; Müslim, Elfâz, 1-2; Ebû Davud, Edep,169; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 5, s. 299
16 İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 7, s. 254
17 Casiye Sûresi, 45/ 24
18 Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, c. 11, s. 234
19 Şerif, Ahmed İbrahim; Mekke ve’l-Medine fi’l-Cahiliye ve Ahdi’r-Resûl, s. 136
20 “Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor.” Yasin Sûresi, 36/78
21 “De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.”Yasin Sûresi, 36/79
22 İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 6, s. 579; İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 361, 362
23 Yunus Sûresi 10/18; Zümer Sûresi 39/3



Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf