28 Şubat 2019 Perşembe

Erkeklerin, akraba veya yabancı bayan ve erkeklere karşı mahrem yerleri nerelerdir?


Kadın ve erkekte örtünmesi gereken yerlere avret denir. Dört çeşit avret vardır:

1. Erkeğin erkeğe nisbetle avreti: Diz ile göbeğin arasıdır. Diz ile göbeğin arasındaki yerlere bakmak haramdır. Cumhuru ulemaya göre böyledir. Malikîlerin bazılarına göre baldır avret değildir.

2. Kadının kadına nisbetle avreti: Kadının kadına nisbetle avreti, yine diz ile göbeğin arasıdır. Ne hamamda ne başka yerde diz ile göbeğin arasındaki kısma bakmak caiz değildir.

3. Erkeğin kadına nisbetle avreti: Erkeğin, hem erkeklere, hem de kadınlara göre avreti, göbeği ile diz kapağı arasıdır. Ancak bedeninin belden yukarısını (karnını ve sırtını) da kadınların yanında açması mekruhtur.

4. Kadının erkeğe nisbetle avreti: Şafiî ve Hanbeli'ye göre "yüz ve el dahil bütün vücut avrettir." Hanefi ve Malikî mezheblerine göre ise yüz ve el müstesna bütün vücut avrettir.

Avret olan yerlere bakmak haram olduğu gibi mes etmek, yani dokunmak da haramdır. Doğum ve tedavi gibi bir zaruret varsa, ihtiyaç nisbetinde müsamaha edilir.

(Geniş bilgi için bk. Prof. Hamdi Döndüren, Delilleriyle Âile İlmihâli, Erkam Yayınları, sh. 50-70; Dr. Faruk Beşer, Hanımlara Özel ilmihâl, Nûn Yayıncılık, sh. 221-246)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Halil Günenç


27 Şubat 2019 Çarşamba

Özel hayat sigortası caiz midir?


Sigorta, bir takım risk (tehlike)lerin zararlarından korunma müessesesidir ve Türkiye için "Sosyal sigortalar" ve "Özel sigortalar" diye ikiye ayrılır. Sosyal Sigortalar Emekli Sandığı, İşçi Sigortası ve Bağ-Kur olmak üzere üç birimden oluşur ve resmi bir kurumdur. Kâr düşüncesi yoktur, ideal şekliyle yardımlaşma (sosyal dayanışma) ve sosyal risklerin zararlarını daha çok kişiye dağıtarak azaltmayı hedefler. İslâm`da böyle bir müesseseye hiç ihtiyaç yoktur, ancak yardımlaşma esprisi taşıdığı için birçok çagdaş İslâm alimince caiz görülmüştür.

Soruda sözü edilen özel hayat, yangın, araba vb. sigortalar ise, bünyelerinde haram unsur taşıyorsa caiz olmaz. Örneğin, bu sigortalar "garar" (taraflardan biri için aldanma ve zarar) içeriyorsa, kumar, faiz, başkasının malını bedelsiz alma, lûzumlu olmayanı lûzumlu kılma, borcu borca karşılık satma, müşterek bahis ... gibi durumlar ihtiva ederse, sigorta işlemi de haram olur. (bk. Dr. Muhammed Biltacî, Ukûdût-Te`min min Vicheti`l-Fıkhıl1-İsâmî, 150)

Eğer bu sayılanlar veya başka haram yollar yoksa, sigortalar da caiz olur. Özellikle yardımlaşma maksatlı kurulan sigortaların caiz olduğunu söyleyebiliriz.

Günümüzde, özellikle Türkiye'de, sigorta öncelikle zorunlu ya da sosyal sigortalar, özel ticari sigortalar, özel dayanışma sigortaları (mütüel sigortalar, tekâfül sigortaları) diye üçe ayrılır.

Üçüncüsü tamamen bir yardımlaşama ve dayanışma örgütlenmesi olduğu için caizdir ve bunda pek farklı düşünen de yoktur.

Birincisi de aslında bundan farklı bir şey değildir ve bu nevi sigortaların amacı vatandaşın aralarında dayanışmalarını sağlayarak hayatın risklerini aralarında bölüşmelerinden ibarettir. Diğerinden farkı, sadece bunun zorunlu olmasıdır.

Tartışmanın olduğu sigorta türü ise ikincisi, yani özel ticari sigortalardır. Aslında işleyiş olarak diğerlerinden farklı olmayan bu sigorta türünde iki olumsuz yön vardır. Birincisi bu sigortaların, bankada bloke etmek zorunda oldukları meblağ sebebiyle, genellikle bir bankanın yan kuruluşu olup, topladıkları parayı faizde kullanmaları, ikincisi ise bazı hayat sigortası türlerini faizli bir özellikte uygulamalarıdır. Bunun dışında bu sigortaların mesela sosyal sigortalardan farkı sadece birini devletin, diğerini ise ticari bir şirketin organize etmesinden ibarettir. Bu ise hükmü değiştirmez.

Bu iki olumsuzluğun birincisi, akdin dışında bir durum olduğu için akdi fasit ya da batıl kılmaz. Sadece benim alışveriş yaptığım, mesela bir bakkalın kazandığı para ile haram işler de çevirmesi gibi bir şeydir. Böyle bir alışveriş haram olmaz, ama kötülüğe dolaylı destek anlamı taşıdığı için sakıncasız da değildir. Çünkü Allah (cc): “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” buyurmaktadır. Öyleyse bu kabil sigortaların, bu olumsuzluğu içermeyen alternatifleri varsa onlarla çalışmalı, bunlarla çalışmamalıdır. Ancak yoksa bunlarla çalışılabilir.

İkinci olumsuzluk ise doğrudan faiz işlemidir ve bu akdin bizzat kendisi haramdır. Sigortalı belli bir süre primini yatırır, bu sürenin sonunda, reel faiziyle birlikte parasını geri alır. Bu elbette faizdir. Bizce bu iki olumsuzluğu giderme imkânı bulunduktan sonra özel sigortaların da caiz olduğu söylenebilir. (bk. Faruk Beşer, Sosyal Riskler Sigorta ve İslam)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


26 Şubat 2019 Salı

Kadın sesi erkeğe haram mıdır? Kadının konuşma adabı nasıl olmalıdır?


Soru: Bir bayan yanında çocuğu olsa aynı anda tanıdığı bir erkekle konuşabilir mi ya da böyle bir durumda tanıdığı erkekle konuşmanın hükmü nedir?

Cevap:İslâmiyet kişiyi fitne ve fesada sürükleyen görüntü, davranış ve hâllere karşı koruyucu tedbirler alır. Çünkü İslâm'da insanın safiyet ve vakarının muhafazası ve bozulmaması esastır. Bu tedbir ve koruma hem erkek için, hem de kadın için eşit seviyede düşünülür.

Diğer yandan insana verilmiş olan özellik, kabiliyet ve farklılıklar bir başkasının vebal altına girmesine sebep olmamalı, yanlış duygulara kapılmasına meydan vermemeli, nefsini azdırmamalıdır. Yaratıcı tarafından kadına ihsan edilen sesi de bu çerçeve içinde düşünmek gerekir. Esas itibariyle başta insan olmak üzere hiçbir varlığın sesi mutlak olarak haram ve günah sınıfına sokulmaz. Çünkü yaratılışında bir haramlık mevcut değildir. Bunun içindir ki, hiçbir âyet ve hadis kadının sesini haram kılıcı bir hüküm bildirmez.

Başta Hanefi ve Şâfiî imamları olmak üzere, mezhep sahibi müçtehid imamlarımızın kanaatleri de bu merkezdedir. Hattâ bütün fıkıh kitaplarında şu hükmü görüyoruz:

"Cumhura göre kadının sesi avret değildir. Yani bütün müçtehidlere göre kadının sesi haram değildir."

Şâfiî mezhebi âlimleri ve diğer müçtehidler şöyle derler:

“Kadının sesi avret değildir. Çünkü kadın alışveriş yapar, mahkemede şahitlikte bulunur. Bunun için sesini yükselterek konuşmak zorunda kalır."1

Kadının sesinin avret olmadığının gerekçesi, İslâm'ın ilk uygulamalı devri olan Saadet Asrıdır. Yani Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ve sahabilerin uygulayış biçimidir. Bu uygulanış biçimi üç şekilde görülüyor:

Birincisi: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sahabi hanımlarla konuşması, onların sorularına cevap vermesi, şikâyetlerini dinlemesi, ihtiyaç ve taleplerini karşılamasıdır.

Bir örnek olması bakımından şu hadis-i şerifi nakledelim:

Amr bin Şuayb rivayet ediyor:

Bir kadın yanında kızı ile birlikte Resulullaha (a.s.m.) geldi. Kızın kolunda iki altın bilezik vardı. Resulullah (a.s.m.) kadına sordu:

“Bu bileziklerin zekâtını veriyor musun?”

Kadın, “Hayır, vermiyorum.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.) tekrar sordu:

“Peki, kıyamette bu iki bilezik yerine Allah’ın sana ateşten iki bilezik taktırması hoşuna gider mi?”

Kadın iki bileziği hemen çıkarıp Resulullaha (a.s.m.) uzattı ve “Bunlar artık Allah ve Resulüne aittir.” dedi.2

İkincisi: Sahabiler gerek Peygamberimiz (asm)'in hanımlarına, gerekse diğer hanım sahabilere hadis ve benzeri durumlarda soru sorarlar, konuşurlar ve bazı konularda bilgi alırlardı.

Üçüncüsü: Yine Sahabe döneminde kadınlar, halifelere şikâyetlerini dile getirirler veya dinî meselelerde diğer sahabilere bilmediklerini sorup öğrenirlerdi.

Bu mesele için de bir örnek verelim:

Kadının biri Hazret-i Ömer’e gelerek,
“Yâ Emîrelmü’minîn! Kocam geceleri ibadet eder, gündüzleri de oruç tutar.” şeklinde şikâyette bulundu.
Hazret-i Ömer,
“Ne demek istiyorsun? Kocanı geceleri ibadet etmekten ve gündüzleri oruç tutmaktan alıkoymamı mı istiyorsun?”
Bunun üzerine kadın başka bir şey söylemeden çıkıp gitti ve biraz sonra bir daha gelip aynı şikâyetini dile getirdi. Hazret-i Ömer, kadına yine aynı cevabı verdi. Bu durumu gören Kâ’b bin Sûr söze karıştı ve
“Yâ Emîrelmü’minîn, kadının hakkı var. Cenab-ı Hak erkeğe dört kadınla evlenebileceğine müsaade ettiğine göre, dördüncü gün kadının hakkıdır.” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer (ra) kadının kocasını çağırtıp dört günde bir oruç tutmamasını ve her dört gecede bir kadının yanında yatmasını emretti.3

Ancak diğer bütün mübah meselelerin mahiyet değiştirip mahzurlu bir hal almasında olduğu gibi, kadının sesi meselesinde de aynı durum söz konusudur. Kadının sesi mübah, masum ve meşru olmasına karşılık hangi sebeplerden dolayı “avret” olur, nasıl olursa yasak sınıfına girer, yabancı erkeklerin dinlemesi haram olur?

Kadının sesi yaratılışı icabı dikkat çekicidir. Özellikle ses normalin dışında bir tonda çıkarsa birtakım mahzurları beraberinde getirmektedir ve dinî tabiriyle “fitneye” sebep olmaktadır. Demek ki, haram olan sesin kendisi değil de, kontrol dışı bir mahiyet taşımasıdır.

Ahzab Sûresinin 32. âyet-i kerimesi bu husustaki ölçüyü Peygamber (a.s.m.) hanımlarının şahsında şöyle veriyor:

“Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer halinize layık bir takva ile korunacaksanız, yabancılarla câzibeli bir şekilde konuşmayın ki, kalbinde fesat bulunan kimse bir ümide kapılmasın. Konuşurken ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin.”

Müfessir Vehbi Efendi bu âyeti tefsir ederken, şöyle izah getirmektedir:

“Söylediğiniz söz fitneye sebep olmasın. Yani cazibeli ve ecânibi şüpheye düşürecek bir halde edalı ve naz ü istiğna ile söylemeyin.”

Elmalılı’nın ifadesiyle “Yayılarak, kırıtarak, sınık, yılışık” olduğunda “kalbi çürük, kötülüğe meyilli kimseler” bir ümide kapılırlar. Bundan dolayı da günaha girilmiş olur.

Vehbe Zühaylî bunu normal konuşmalardan ziyade dinî muhtevada da olsa aynı gerekçe ile mahzurlu görür:

“Kadının, Kur’ân şeklinde de olsa, coşkulu ve nağmeli olarak okumakta iken seslerini işitmek haramdır. Çünkü bunda fitneye sebep olma korkusu vardır.”4

İbni Âbidîn ise meseleye şu şekilde bir açıklık getirir:

“Tercih edilen görüşe göre kadının sesi avret değildir. Yalnız zekâsı kıt olanlar zannetmesinler ki, ‘biz kadının sesi avrettir demekle konuşmasını kasdetmiyoruz. İhtiyaç halinde ve benzeri durumlarda kadının yabancı erkeklerle konuşmasına cevaz veriyoruz. Yalnız kadınların yüksek sesle konuşmalarını, seslerini uzatmalarını, yumuşatmalarını ve nağmeli bir şekilde okumalarını caiz görmüyoruz. Çünkü bunlarda erkekleri kendilerine meylettirmek ve şehvetlerini tahrik etmek vardır. Kadının ezan okuması da bundan dolayı caiz olmamıştır.”5

Bizim de katıldığımız hükmü Faruk Beşer Hoca veciz bir şekilde şöyle dile getirir:

“Kadın her şeyiyle olduğu gibi sesiyle de çekici, büyüleyici ve tahrik edicidir ve aslında bu onun çirkin olduğunu değil, güzel olduğunu gösterir. Birer nimet demek olan çekici yönlerini, bu arada sesini fitneye sebep olmak ve tahrik etmek için kullanırsa, yani konuşmasını kırıla döküle ve kadınsı biçimde yaparsa, ya da nağmeli sözlerle normal konuşurken zaten tahrik edici olan sesini daha da etkileyici hale getirirse, sesi avret olduğundan değil de, fitneye sebep olacağından haram olur. Vakarlı ve karşısındakine ümit kestirici edayla konuşursa haram olmaz."6

Son olarak zamanımızın müfessirlerinden Muhammed Ali es-Sabûnî’nin yorumuna yer verelim:

“Açıkça görüldüğü gibi, eğer fitneden emin ise kadının sesi haram olmaz. Ancak, erkeklerin, kadınları fitne ve fesada götüren hallerden uzak tutmaları gerekir.”7

Sorudaki unsurlara gelince, şiir ve ilahide ses incelip kalınlaştığı, nağmeli olduğu ve câzip bir mahiyete büründüğü için, yabancı erkeklerin duyacağı şekilde söylemek beraberinde mahzurları taşımaktadır.

Hanımların sesli olarak zikretmeleri de şayet yabancı erkekler duyacaksa, yine aynı kategoriye girmekte ve birtakım yanlış duyguların uyanmasına sebebiyet vereceğinden, ezanda olduğu gibi müsaade edilmemektedir. Ancak kendi aralarında sesli olarak Kur’ân okumalarında ilâhi söylemelerinde ve zikretmelerinde haliyle mahzur olmaz.


Dipnotlar:

1 Tefsîrü Âyâti’l-Ahkâm, 2: 167.
2 Tirmizî, Zekât: 12.
3 Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 349.
4 İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 1: 467.
5 Reddü’l-Muhtar, 1: 272.
6 Hanımlara özel ilmihal, 314.
7 Tefsîrü Âyâti’l-Ahkâm, 2: 167.

(bk. Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


25 Şubat 2019 Pazartesi

Tesettürün Modası Olamaz mı?


Tesettür ya da hicab Hz. Âdem'den beri insanla beraber var olan hem bir ihtiyaç, hem bir nimet, hem de bir ibadettir. Hz. Âdem ve eşi Havva'nın yasak meyveden yemeleri sonucu çıplaklıklarını fark edip avretlerini cennet yapraklarıyla örtmeye çalışmaları, haramı işlemekle açılıp saçılma arasındaki ilişkiye işaret etmesi bakımından da anlamlıdır.

Kur'an-ı Kerim'de giyim kuşamla ilgili olarak; siyab/sevb, libas, ziynet, rîş/süs, humur/himar, cilbab, hicab, serabîl/sirbal, tezemmül, tedessür ve bunların zıddı olarak da teberruc, avrât, sev'ât gibi kelimeler yer alır. Bu ifade farklılığının bir anlamı da elbette giyinmenin çok farklı fonksiyonlarının olabileceğine işaret etmesidir.

Bizim kullandığımız tesettür kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de geçmez. Onun yerine hicab kelimesi yer alır. Onun için bizim dışımızdaki İslam ülkeleri bizim tesettür dediğimiz şeye hicab derler.

Giyinmenin en temel fonksiyonlarının şunlar olduğunu söyleyebiliriz;

- İnsanın avretini ya da Allah'ın bir emaneti olarak koruması gereken cinselliğini başkalarından saklamak,
- Sıcak soğuk gibi tabiat olaylarından korunmak,
- İffetini ve Müslüman kimliğini ilan ve izhar etmek ve süslenmek.

Bunların hepsi Allah'ın nimet olarak saydığı, insanoğlunun da en azından bir kısmını doğal olarak yapmak durumunda olduğu ya da yapmak istediği eylemlerdir.

Bu fonksiyonlardan ikisi tesettürde özellikle önemlidir: Avrâtı/cinselliği gizlemesi, ayrıca kişinin Müslüman ve iffetli olma kimliğini karşı tarafa göstermesi.

Ahzâb 59 Cilbab ayetindeki 'tanınsınlar da taciz edilmesinler' ifadesinden böyle bir şey anlaşılabilir. Bundan, kadın ya da erkek cinsel cazibesini başkalarına teşhir etme ya da bunun için namahreme cazip görünme hakkına sahip olmadığı manası da çıkar.

Kur'an-ı Kerim'de özellikle de kadın için ziynetin, yani süslenmenin mutlak anlamda yasaklanması söz konusu değildir. Ziynet, özellikle de kadının fıtratında var olan bir duygudur. Tabii ve fıtrî olan bir şeyin tamamen yasaklandığı hiç yoktur. Kur'an-ı Kerim kadının bu fıtratına işaret eder. Onu, “zinetler içinde yetiştirilen ama tartışmada meramını çok iyi anlatamayan…” (Zuhruf 18) diye niteler.

O halde ziynet kadının doğal hakkıdır, tesettür ise ziynetini yabancılardan saklamanın aracı olarak bir görev ve bir ibadettir. Öyleyse elbisenin bizatihi kendisinin ziynet olması bu fonksiyonuyla tezat oluşturabilir ve bu itibarla da tesettürün moda ile bağdaştırılması zorlaşır.

Aslında cennette avretlerinin açılması ve yapraklarla kapanma hem Âdem hem de Havva için söz konusu idi. Ama günümüzde tesettür denince daha çok kadın akla geliyor. Elbette erkek için de olması gereken asgari bir tesettür vardır.

Bunda cinsel cazibe açısından kadının erkekten daha ileri ve çekici olmasının da etkisi olmuş olabilir. Bu açıdan tesettür denince ilk akla gelen erkek değil de kadın olmuştur. Erkeğin elbisesinin süs olma özelliği de, fıtrat farklılığı sebebiyle kadınınkine göre daha az istenen bir şeydir.

İslam geleneğinde kadının tesettürünün şeklinden çok onda bulunması ya da bulunmaması gereken özelliklerden söz edilir.

Bu özellikleri kadın elbisesi için sayan âlimler şu şartlarda ittifak ediyor gibidirler:

- Kadının elbisesi bütün bedenini, Hanefilere göre eller ve yüz hariç, örtmelidir.
- Dış elbisesi bir süslenme ve teberruc aracı kılınmamalıdır.
- Vücut hatlarını belirtecek şekilde dar ve şeffaf olmamalıdır.
- Gayrimüslimlerin özel elbiselerine benzememelidir.
- Erkek elbisesi gibi olmamalıdır.
- Yabancı erkeklerin bulundukları ortamlarda çekici kokular taşımamalıdır.
- Şöhret elbisesi olmamalıdır.

Teberruc, burçlaşma çabasıdır, yani namahremler için kendini görünür ve bakılır kılma için yapılan her uğraştır.

Şöhret elbisesi ise erkek için de söz konusudur ve bir hadisi şeriften alınmadır. Resulüllah (sa) dikkat çekecek derecede lüks ve mutantan, yine dikkat çekecek derecede pılı pırtı ve pejmürde giymeyi yasaklamıştır.

Mesele bu şartları taşımakla beraber tesettürle modanın birlikte bulunup bulunamayacağı meselesidir. 


MODA İLE TESETTÜR BAĞDAŞIR MI?

Tesettürün ittifakla kabul edilen şartları ile modayı moda kılan özellikleri yan yana düşündüğümüzde moda ile tesettürün ne ölçüde bağdaşabileceğini, ya da bağdaşamayacağını anlayabiliriz:

Tesettürde namahreme bakmama ve baktırmama esastır. Yani tesettürlü bir kadın tesettürü ile 'bana bakma!' demiş olur. Oysa moda 'bana bak' demenin ifadesidir.

Tesettürde 'teberruc' haramdır. Teberruc, burçlaşma, yani görünür olma çabasıdır. Oysa moda baştan ayağa teberruçtur.

Tesettür ucu Hz. Âdem'e dayanan bir geleneğin devamıdır. Oysa moda eskiyi çöpe atmanın adıdır, yarın tekrar değişecek olan şu anı yaşamaktır.

Tesettürde şöhret, istenmeyen bir şeydir. Resulüllah (sav) 'şöhret libasını' lanetlemiştir. Şöhretin her iki ucu da yerilmiştir.

Tesettür israfın haram olduğu bir düşüncenin ve ihtiyacın ürünüdür. Oysa moda safi israftır.

Tesettür bir kişiliği, kimliği ve aidiyeti sembolize eder. Oysa moda özentinin ve öykünmenin ürünüdür.

Tesettürün asıl boyutu manevi yönüdür, o bir ibadettir, moda ise gösterişten, riyadan ve görünenden ibarettir.

Moda bir bakıma da 'karargâhınız evleriniz olsun' denen kadınların toplumsal hayatta ve aktif iş hayatında bir ihtiyaca bağlı olmaksızın, sırf ekonomik özgürlük adına arzı endam etmesinin kaçınılmaz bir sonucudur.

Moda ve gösteriş tarzındaki tesettür modernliğin ve dünyevileşmenin bir tezahürüdür.

Bütün bu sebeplerden ötürü moda ile tesettüre bağdaştırma imkânı gözükmemektedir. Ama Müslümanların kendi aralarında yaygın bir örf haline gelmiş bir giyim kuşam biçimine uymak da, ayrılıp dikkat çekmeme adına olması gereken bir şeydir.

Yazar:
Faruk Beşer (Prof. Dr.)


24 Şubat 2019 Pazar

Beyan ile davet farklı olmalıdır-Faruk Beşer


Beyandan maksadım dini açıklamaktır, davet ise insanları İslam’a çağırmak, Müslüman olmalarına yardımcı olmaktır.

Yazılı veya sözlü olarak İslam açıklandığında, tamamlanmış olan dinin değişmez hükümleri olduğu gibi açıklanmalı, kimsenin hatırı için eksik bir taraf bırakılmamalıdır.

İmanda ve amelde eksikli Müslümanları kâmil İslam’a davet ve Müslüman olmayanları İslam’a çağırma ve hidayetlerine yardımcı olma faaliyetine geldiğimizde tedriç, ehem-mühim, öncelik kurallarına riayet etmek maksada ulaşmak için gereklidir...



..İman konusunda şüpheleri olan bir kimseye bu şüpheleri ortadan kaldıracak ve iman etmesini kolaylaştıracak bir usul uygulanmalıdır; bunun yerine mesela İslam ceza hukuku anlatılmakla işle başlamak aklı başında bir Müslümanın yapacağı şey olmamalıdır.

Dine davet ve din eğitimi herkesin yapabileceği bir iş değildir; dinde marufu emir münkeri nehiy (iyi olanı emretmek kötü olanı yasaklamak) var diye usulsüz olarak bunu yapmaya kalkışanlar insanları ıslah etmekten ve İslam’ı sevdirerek hidayetlerine yardımcı olmaktan ziyade nefret etmelerine ve işi inada bindirmelerine sebep olurlar ki, dinin maksadı asla bu olamaz.

Peygamberimiz’in (s.a.) tebliği ile din tamamlanmış olsa da nasıl tamamlandığını bilmekte fayda olsa gerektir.

Önce Hz. Aişe’nin hikmetli bir ifadesine bakalım:

“Kur’an-ı Kerîm’in mufassal sûrelerinden ilk nâzil olanları, Cennet-Cehennem gibi konuların anlatılmış olduğu sûrelerdir. İnsanların kalbleri ısınıp İslâm’ın emir ve yasaklarını tâkibe başlayınca helâl ve haramla ilgili hükümler inmiştir. Eğer ‘içki içmeyiniz, zina yapmayınız’ gibi emirler, ilk inen hükümler olsaydı, mutlaka ‘içkiyi ve zinayı asla terketmeyiz’ derlerdi.”

Peygamberimiz (s.a.) hayatta iken fıkhın oluşumunun üç özelliği vardır: Tedrîc, kolaylık ve nesih.

Tedrîc hükümlerin zamana yayılarak, toplumun hazırlanması ve hazmı sağlanarak derecelerin ve parçaların bir araya getirilerek tamamlanmasıdır. Zaman açısından tedrîc yirmi üç yılı kaplamıştır. Hazım, hazırlanma, aşamalar halinde tamamlanma bakımından namaz, zekat, içki ve faiz yasağı, cihad örnekleri ilgi çekicidir.

Kolaylık yasamada, kural koymada, uygulamada insanın tabiatını, yaratılıştan gelen özelliklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak din ile muhatabı arasına zorluk engelini koymamak, tekamül eğitiminde tabii olan uygulamalar dışında sevdirme ve kolaylaştırmayı esas almaktır. İbadetlerin günün kısa sayılacak parçalarına dağıtılması, insanların tabiî ihtiyaçlarını karşılayan nesnelerin mübah kılınması, hastalık, yolculuk, baskı, yanılma, unutma gibi hallerin mazeret olarak kabul edilmesi ve darda kalma (zaruret) halinde haramların mübah hale gelmesi önemli kolaylaştırma örnekleridir.

İslâm alimleri arasında tartışma konusu olan nesih de alıştırma, kolaylaştırma hikmetine bağlı olarak bazı hükümlerin önce konup, sonra kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir.

Fıkhın füru kısmından Mekke dönemine ait olanlar arasında gusül, abdest, necasetten taharet, namaz, cuma namazı gibi önemli ibadetler vardır.

Medine döneminin birinci yılında hutbe, ezan, nikah, cihad, belediye nizamı; ikinci yılında oruç, bayram namazları, fıtır sadakası, kurban, zekat, kıblenin değiştirilmesi, ganimetler ve taksimi; üçüncü yılında miras hükümleri, boşanma; dördüncü yılında yolculukta ve tehlikeli durumlarda namaz, toprak ıktâ’ı, teyemmüm, iffete iftira (kazif) cezası, örtünme, evlere izinle girme, hac ve umre; beşinci yılında yağmur duası ve namazı, îlâ (kadına yaklaşmama yemini); altıncı yılında milletlerarası anlaşmalar, hac ve umre yolunda engellenme (ihsar), içki ve kumarın yasaklanması, zıhar (eşini anasına benzetme şeklinde bir yemin), vakıf, isyan ve haydutluğun cezası; yedinci yılında ehli eşeğin, dişi ve pençesiyle avlanan etoburların haram kılınması, zirai ortaklık; sekizinci yılında Mekke’nin kutsiliği ve dokunulmazlığı, kısas, içki satışının ve geçici nikahın yasaklanması, hukuk karşısında insanların eşitliği, kabir ziyaretine izin verilmesi; dokuzuncu yılında çıplak tavafın yasaklanması, mülâ’ane; onuncu yılında insan haklarının ilanı, vasiyet, neseb, nafaka ve borçla ilgili bazı hükümler, cezanın şahsiliği, faiz yasağı hükümleri gelmiştir.


Yazının tamamı için:


23 Şubat 2019 Cumartesi

İdrarın Yıkanması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

56. İdrarın Yıkanması

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kabir sahibi hakkında "İdrarından sakınmazdı" buyurmuş, insanların idrarından başkasını zikretmemistir.

217- Enes İbn Mâlik şöyle demiştir: "Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tuvalet ihtiyacını görmek için uzaklaştığında ben ona su getirirdim, o da su ile te­mizliğini yapardı."

Açıklama

İbn Battal şöyle demiştir: Buhârî bu konudaki rivayette yer alan "idrarından sakınmazdı" sözünün anlamının diğer canlılar değil, insanların idrarı olduğunu anlatmak istemiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hadisini, tüm canlıların idrarına hamledenler için bu hadis bir delil teşkil etmez.

İbn Battal bu sözü İle Hattâbî'yi reddetmek istemiş görünmektedir. Çünkü Hattâbî şöyle demiştir: Bu hadis, İdrarların tümünün necis olduğunu gösterir.

İbn Battal'ın Hattâbî'yİ reddi özetle şudur: Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir hadisindeki "idrar" şeklindeki genel ifadeden Özel bir şey kasdedilmiştir. Çünkü diğer bir hadiste "idrarından" denilmiştir. Ancak kişinin idrarına, hem­cinsleri olan diğer İnsanların İdrarı da dahildir, çünkü arada fark yoktur. Etleri yenmeyen hayvanların idrarı da böyle necistir. Etleri yenen hayvanlara gelince, hadiste onun idrarının necis olduğuna dair bir delil yoktur. Bunların idrarının temiz olduğu görüşünü kabul edenlerin başka delilleri de vardır.

218- İbn Abbas şöyle demiştir:

Hz. Peygamber
  (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) iki kabre uğrayarak şöyle buyurdu:

"Bu ikisine azap ediliyor. Büyük bir günahtan dolayı azap edilmi­yor. Birisi idrardan sakınmazdı. Diğeri ise insanlar arasında laf getirip götürürdü".

Hz. Peygamber daha sonra yaş bir hurma dalı alarak or­tasından kırdı ve her bir kabre bir parçasını dikti.

Hz. Peygamber'e Ey Allah'ın Resulü! Bunu niçin yap­tın?" diye soruldu.

O, "Bunlar kurumadıkça umulur ki azapları hafifletilir" buyurdu.

Açıklama


Bu hadis, idrarın yıkanmasına açık olarak delildir. Ancak taş ile istinca ya­pan kişi hakkında ruhsat söz konusudur.

Bu hadis, necasetin çıkış yerinin dışına taşması durumunda yıkanması ge­rektiğine de delildir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

22 Şubat 2019 Cuma

Kişinin İdrarından Sakınmaması Büyük Günahlardandır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

55. Kişinin İdrarından Sakınmaması Büyük Günahlardandır

216- İbn Abbas şöyle demiştir: Hz Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Medine'­deki (veya Mekke'deki) bahçelerden birine uğradı. Kabirlerinde azap gören iki insanın sesini duydu. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

"ikisi azap görüyorlar. (Kendilerince) büyük bir günah sebebiyle azap görmüyorlar. Oysa ki bu büyük bir günahtır. Birisi idrarından sakınmazdı. Diğeri ise insanlar arasında laf getirip götürürdü (koğuculuk yapardı)".

Sonra bir dal istedi. Dalı ikiye ayırarak her birinin kabrinin başına bir parça­sını koydu.

Ona: "Ey Allah'ın Resulü bunu niçin yaptın" diye soruldu. şöyle buyurdu: "Umulur ki bu dallar kurumadıkça onların azabı hafifletilir". 
[Hadisin geçtiği diğer yerler:218,1361,1378,6052,6055.]

Açıklama

Hadiste belirtilen günahlar, kabirdekilerin veya muhatapların inancına göre büyük günah olmadığı halde Allah katında büyük günahlardandı. Nitekim Yüce Allah Kur'an'da "Bunu basit bir şey olarak zannediyordunuz. Oysa ki bu Allah katında büyük (bir günah) idi [Nur 24/15] buyurmuştur.

Diğer bir görüşe göre bu iki günah, kaçınılmasında büyük zorluk bulunma­yan günahlardır. Bağavî ve İbn Dakîk el-id ve bir grup ilim adamı bu görüşü tercih etmişlerdir. Bir başka görüşe göre bu günahlar kendi başlarına büyük günah olmadıkları halde, sürekli yapılması halinde büyük günaha dönüşür. Ha­disin ifade tarzı da bunu göstermektedir. Çünkü Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) her iki kişinin de bu günahları tekrarladığını ve sürekli devam ettiğini göste­rir şekilde ifade kullanmıştır.

Hadisteki İfade tarzı, idrarın kabir azabına nisbetle bir özelliğinin bulundu­ğunu göstermektedir. Buradaki "idrardan sakınmazdı" ibaresi İbn Asâkİr'e göre "İstibra yapmazdı" demektir. İbn Huzeyme'nin Ebû Hureyre'den merfu olarak rivayet ettiği ve sahih gördüğü şu hadis de buna işaret etmektedir: "Kabir aza­bının çoğu idrardandır", yani idrardan sakınmamaktan dolayıdır.

İbn Dakîku'l-'îd şöyle demiştir: Nemime (koğuculuk) insanların sözlerini başkalarına taşımaktır. Hadiste, zarar vermek amacıyla yapılan koğuculuk kasdedilmiştir. Ancak bir iyiliği yapmak veya kötülüğü def etmek amacıyla laf taşı­mak dinde yapılması İstenen bir davranıştır.

Nevevî şöyle demiştir: Koğuculuk, zarar vermek amacıyla kişinin sözünü başkalarına nakletmektir. Bu kabahatlerin en büyüklerindendir. Bu konuda ge­niş açıklama Hadler bölümünün başında gelecektir.

Kabirlerin Üzerine Bitki Dikmek

Denildiğine göre Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) o söz konusu kabirler üzerine dikmek için özellikle hurma dalı istemesinin sebebi, bunun uzun süre kurumamasıdır.

el-Mâzirî şöyle demiştir: Dalın yaş kalacağı sürece onlara azabın hafifletile­ceği vahiy ile Hz. Peygamber'e 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bildirilmiş olabilir.

Hattâbî şöyle demiştir: Bu söz, Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) dal yaş kaldığı sürece onların azabının hafifletilmesi için dua etmesi anlamına gelir, hurma dalında bir özellik bulunduğu değil. Yine yaş dalda, kuruda olmayan bir özellik bulunduğu anlamına da gelmez. "Yaş dal, yaş kaldığı sürece Allah'ı teşbih ettiğinden bu teşbihin bereketiyle azap hafifler" denilmişse de bu durum ağaç vb. gibi yaş olan bütün bitkiler için söz konusudur. Ayrıca azap, zikir, Kur'an okumak gibi kendisinde bereket bulunan fiillerle haydi haydi hafifler.

Tîbî şöyle demiştir: Bu dal parçaları yaş olduğu sürece azabın hafifletilmesi, cehennem zebanilerinin sayısı gibi bizim için bilinmeyen bir durum olabilir.

Hattabî vb. âlimler bu hadise dayanarak kabirlerin içine yaş hurma dalı vb. şeyler koymayı yadırgamışlardır.

Tartûşî ise şöyle demiştir: Çünkü bu durum yalnızca Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) elinin bereketi ile olabilir.

Kadı Iyaz şöyle demiştir: Çünkü Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu dalları kabre dikmesinin gayptan bir emirle olduğunu "bunlara azap ediliyor" sözü ile belirtmiştir.

Kanaatimce bizim bir kabirde yatan kişinin azap görüp görmediğini bilme­memiz, azap görüyor diye kabul ederek bunu hafifletecek yollara başvurmamıza engel olmaz. Nitekim ölen kimsenin bağışlanıp bağışlanmayacağını bilmememiz, onun bağışlanması için dua etmemize engel değildir. Hadiste, Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu hurma dallarını kendi mübarek elleri ile kabirlere diktiğin­den açık olarak bahsedilmemektedir. Bunu yapması için başkasına emretmiş olabilir, ileride Cenaze bölümünde geleceği üzere sahabî Büreyde İbnü'l-Hasîb bu hadise uyarak kabrine iki hurma dalı konulmasını vasiyet etmiştir. [1361 nolu hadis] O uyulmaya başkalarından daha layıktır.

Önemli Bilgi

Kabirde yatanların ismi bilinmemektedir. Bunu, onların durumlarını örtmek maksadıyla hadisi rivayet edenlerin kasten belirtmedikleri anlaşılmaktadır. Bu güzel bir davranıştır. Kınamayı gerektiren bir durumu söz konusu olan kişinin ismini araştırmada aşırı gitmek uygun değildir.

Kurtubî'nin et-Tezkire isimli eserinde bazı kimselerden nakledip zayıf gör­düğü rivayete göre bunlardan biri Sa'd İbn Muaz'dır. Bu, batıl ve uyduruk bir görüş olup, ancak bunun uydurulmuş bir laf olduğunu ifade etmek için söyle­nebilir.

Ibnü'l-Attar Şerhu'l-Umde isimli eserde bunların kesin olarak Müslüman ol­duğunu belirterek şöyle demiştir: "Bunların kâfir olduğu söylenemez. Çünkü kâfir olsalardı, azaplarının hafifletilmesi için dua edilmez, bunun olması ümit edilmezdi. Şayet bu Hz. Peygamber'e 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) özel bir durum olsaydı o bunu açıklardı. Nitekim Ebû Talip ile ilgili özel durumu açıklamıştır". Kanaatimize göre bunun cevabı son olarak ifade edilen görüştür.

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

*Kabir azabı vardır ve bu hadis onu göstermektedir.

*İdrardan sakınma konusunda uyarı vardır. Beden ve elbisedeki diğer ne­casetler de idrar gibidir.

*Necaseti gidermeyi sadece namaz kılmak için kalkıldığı vakitle sınırlayan­ların görüşlerinin aksine, necasetin her halükârda giderilmesi gerekir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

19 Şubat 2019 Salı

EN'AM SÛRESİ 30.-32.ayetlerin tefsiri


Müşriklerin Rablerinin Karşısındaki Durumları Ya Da Kıyametteki Durumları İle Dünya Gerçeği

30- Sen onları Rablerinin huzurunda durdukları zaman bir görsen. "Bu hak değil miymiş?" buyuracak, onlar da "Rabbimize yemin olsun ki evet (hak­tır)" diyeceklerdir. "Öyleyse şimdi in­kâr ettiğiniz için azabı tadın" buyura­cak.

31- Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğramışlardır. Niha­yet kendilerine ansızın kıyamet gelip çattığı zaman, günahlarını sırtlarına yüklenerek "Orada yaptığımız kusur­lardan dolayı vah hasret bize!" diye­cekler. Dikkat edin, o yüklendikleri ne kötü şeydir!

32- Dünya hayatı bir oyundan, bir oya­lanmadan başka birşey değildir. Ahiret yurdu ise takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akletmez misi­niz?

Açıklaması

Sen meleklerin Rableri huzurunda onları durduracakları zaman müşrikle­rin hallerini bir görecek olsan, onların dehşetli bir azapta olduklarını görecek ve hiç bir şekilde açıklanması mümkün olmayan son derece tehlikeli ve dehşet­li bir durum ile karşılaşacaksın.

Ayetin zahirinden (Arapça ifadesinden) ilk olarak akla gelen, kesinlikle ayetin kastettiği şey değildir. Çünkü ondan ilk anda -hâşâ- Yüce Allah'ın zatı üzerine bir üstünlük sağlamak gibi mana anlaşılabilirse de, böyle bir şeyin im­kânsız ve batıl olduğu ittifakla kabul edilen bir husustur. Bu ifade mecaz kabilindendir. Bu ifade onların suç işlemiş bir kimsenin gereken bir şekilde sigaya çekilmek üzere hakimin huzurunda durdurulması gibi, sorgulanmak ve azar­lanmak üzere alıkonulmalarını mecazî bir üslûpla ifade etmiştir. Onlar bu hal­de melekler aracılığı ile Yüce Allah'ın onlar hakkındaki buyruklarına riayet ol­mak üzere durdurulacak, alıkonulacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve durdurun onları. Çünkü onlar sorgulanacaklardır." (Sâffât, 37/24). İşte bu buyruklarda da bu durum, "Rablerinin huzurunda durdurula­cakları zaman..." diye ifade edilmiş ki, onların işlerinin yalnızca Allah'ın emri­ne bağlı olduğunu, ondan başka hiç bir kimsenin onlar hakkında tasarrufta bu­lunamayacağını ifade etmek içindir. Daha sonra Yüce Allah kendilerine melek­ler aracılığıyla şöyle hitap edecektir: "Bu hak değil miymiş?" Yani şu öldükten sonra dirilip ahirete döndürülmek gerçek değil miymiş? Sizin zannettiğiniz gibi bu batıl bir şey değildir. Onlar şöyle cevap verecekler: Rabbimiz hakkı için evet. Yani hakkında hiçbir şüphenin söz konusu olmadığı bir gerçektir bu. On­lar söyleyecekleri sözleri Allah adına yemin ile pekiştirecekler ve kendileri aleyhine kâfir olduklarına tanıklık edeceklerdir. Maksat ise onların yemin ile birlikte öldükten sonra dirilişin gerçek olduğunu itiraf edeceklerini sağlamak­tadır.

Yüce Allah onlara şöyle cevap verecektir: O halde dünya hayatında iken ölünceye kadar bırakmadığınız, sürdürüp gittiğiniz küfür ve yalanlamanız se­bebiyle can yakıcı bir azabı tadınız. Burada "tadmak" kelimesinin kullanılması, onların her halükârda tad alan bir kimsenin tattığı şeyi ileri derecede hissetti­ği gibi bir his ile karşı karşıya kalacaklarını ifade etmek içindir.

Daha sonra Yüce Allah genel olarak şöyle bir haber vermektedir: Bu ise Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanların, kıyamet kendilerine ansızın geldi­ği takdirde, büyük bir zarar ile karşı karşıya kalacaklarını ve ahirette faydalı olacak işleri yapmak hususundaki kusurlarına duyacakları pişmanlıkları, söy­ledikleri çirkin sözler dolayısıyla duyacakları pişmanlıkları ifade etmektedir. Bu zararın sebebi ise, insan fıtratını bozan, kötülüğe ve günaha götüren, öldükten sonra dirilişi ve amellerin karşılığını görmeyi inkâr etmek düşüncesini ortaya koyan fikir ve fiillerdir. Çünkü böyle bir inkâr sebebiyle kâfirler, bütün çaba ve gayretlerini dünyanın zevk ve arzularından yararlanmaya, onun fay­dalarını elde etme uğrunda birbirleriyle yarışmaya, başkalarına karşı üstün­lük sağlamak, egemenlik kurmak yoluyla şeref ve şöhretle aldanmaya götürür.

Bu ziyana uğrayanlar kıyamet gününde hesaba çekilirler. Onlar hesaba gelecekleri vakit günahlarını, veballerini sırtlarına yüklenmiş olarak gelecek­lerdir. Onlar kendi yükleriyle birlikte başka bir takım yükleri de sırtlarında ta­şımış olacaklardır. Sırta vurulmuş olacak bu yükler ne kadar kötüdür! Onların taşıdıkları bu günah ve vebal yükleri ne kadar kötü yüklerdir! Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Ayetlerimizi yalanlayarak kendilerine zulmetmekte olanların hali ne kötü bir örnektir..." (A'râf, 7/177)

İbni Abbas der ki: Evzar (günah yükleri), küçük ve büyük günahlar de­mektir. Yüce Allah'ın "O yüklendikleri ne kötü şeydir!" buyruğunun anlamı ise, "Onların yük olarak taşıyacakları şeyler (günahları) ne kötüdür" demektir.

İbni Cerir et-Taberî ile İbni Ebi Hatim, es-Süddî'den şunu nakletmektedir­ler: Çirkin ameller zalim kimselerin işleri, yüzü son derece çirkin, kapkara ve oldukça kötü kokan bir adam suretinde müşahhaslaşacaktır. Kıyamet gününde de bu günah yüklerinin sahibi bu suretteki kişiyi taşıyacaktır. Amr b. Kays el-Mülâi'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Salih ameller de hoş kokulu, güzel suretli bir adam şeklinde müşahhaslaşacak ve kıyamet gününde o salih amelin sahibi o güzel suretliyi taşıyacaktır. [12]

Daha sonra Yüce Allah dünya hayatının amellerini, çoğunluğu itibariyle fayda vermeyen bir oyun, kişiyi gerçek manfaatinden alıkoyan bir oyalanma di­ye ifade etmektedir. Dünyanın metâı (faydası) azdır, geçicidir, kısa vadelidir. Ahiret için amel etmenin ise çok büyük faydaları vardır. Ahiret en hayırlı ve en kalıcıdır. Küfürden ve isyandan, günahlardan sakınan kimseler için daha ha­yırlıdır. Ahireteki nimetler sürekli nimetler olup dünyanın geçici nimetlerinden elbette hayırlıdır. O halde sizler bu gerçekleri akletmez ve anlamaz mısınız? Gerçek şu ki dünya hayatı bir oyun, bir oyalanmadır. Gelip geçicidir. Dünya ahiret için bir tarladır. Bunları akledip düşünün de imana gelin ve salih amel işleyin.

Yüce Allah'ın "Takva sahipleri için" buyruğu ise takva sahiplerinin takva­ya yaraşan amelleri dışındaki her şeyin bir oyun, bir oyalanma olduğunun deli­lidir. [13]


[12] Taberî.VH/114.


[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/173-174.

18 Şubat 2019 Pazartesi

EN'AM SÛRESİ 17.-19.ayetlerin tefsiri


Allah'ın Kudreti, Peygamber (S.A.)'in Doğruluğuna Şahitliği Ve Müşriklere Karşı Reddi

17- Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa ona da engel olacak kimse yoktur. İşte O her şeye hakkıyla Kâdir'dir.
18- O kulları üzerinde Kahir olandır. Hakîm'dir, Habîr'dir.

19- De ki: "Hangi şey şehadetçe en büyüktür?" De ki: "Benimle sizin ara­nızda Allah şahittir. Şu Kur'an bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları uyarıp korkutmak için vahyolundu. Acaba Allah ile birlikte başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi şahitlik ede­ceksiniz?" De ki: "Ben şahitlik etmem." De ki: "O ancak bir tek ilâhtır ve ben muhakkak ki sizin ortak koştukları­nızdan uzağım."


Açıklaması

Şanı yüce Allah fayda ve zarar vermeye malik olanın kendisi olduğunu, yarattıklarında dilediği gibi tasarrufta bulunduğunu, kimsenin O'nun hükmü­ne karşı çıkamayacağını, kimsenin O'nun verdiği hükmü geri çeviremeyeceğini haber vermektedir.

Şu anlamda buyuruyor ki: Ey insan! Acı, fakirlik, hastalık, keder ve buna benzer sana herhangi bir zarar ya da sıkıntı isabet edecek olursa, onu senden Yüce Allah'tan başka def edecek, giderecek kimse yoktur. Çünkü her şeye gücü yeten O'dur. Aynı şekilde sağlık, zenginlik, güç, kuvvet ve buna benzer herhan­gi bir hayra sahip olacak olursan bu da Allah'tandır. Çünkü O her şeye kemali ile kadirdir. Çünkü izzet, egemenlik ve azametin sahibi, gücü her şeye yeten ve her şeyin üstünde olan O'dur. Herkesin önünde itaatle boyun eğdiği, zorbaların dahi önünde zilletle alçaldığı, saygı ile itaat olunup bütün yaratıkların kanu­nuna, buyruklarına bağlandığı, her şeyi emir ve hükmü altına alan, bütün fiil­lerinde hikmeti sonsuz hakim ve eşyanın yer ve durumlarından bütün incelikleriyle haberdar olan O'dur. O ancak hak edene, lâyık olana bağışlar, vermeyip engellemesi de hak iledir.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Allah insanlara herhangi bir rahmet açacak olursa, onu tutacak olmaz, tuttuğunu da O'ndan başka bıraktıracak olmaz." (Fâtır, 35/2)

Sahih hadiste belirtildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Al­lah'ın verdiğini engelleyecek, vermediğini de verecek kimse yoktur. Zenginin zenginliğinin de sana karşı hiç bir faydası olmaz."

Daha sonra Yüce Allah peygamberini şahitliklerin en büyüğü, en üstünü, en doğrusu ve sağlıklısı ile desteklemektedir. Bu ise Yüce Allah'ın peygamberi Muhammed (s.a.) ile müşrikler arasındaki şahitliğidir. Bu öyle bir şahitliktir ki Resulullah (s.a.)'ın doğruluğunu göstermekte, düşmanlarının da halini, duru­munu açığa çıkarmaktadır. O bu Rasulün getirdiğini ve ona neler söyledikleri­ni çok iyi bilendir. Bu konudaki ifadenin takdiri şöyledir: Şahitliği en geçerli olan şahit kimdir? Buyrukta "şey" kelimesinin şahit yerine kullanılması, genel­leştirmedeki mübalâğa dolayısıyladır. Bu sorunun cevabı da şudur: Şahitliği en geçerli olan Allah'tır. İşte O benim ve sizin aranızda şahitlik edecek olandır. Yahut da benimle sizin aranızda şahit Allah'tır. Hz. Peygamber (s.a) ile onlar arasında şahitlik edecek olan Allah olduğuna göre, şahitliği en büyük ve geçerli olan işte Peygamberin lehine tanıklık etmektedir.

Ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'a, "Senin Allah'ın rasulü olduğuna dair le­hine kim şahitlik eder?" diyen müşriklere karşı kesin bir red ifade eder.

Daha sonra Yüce Allah Resulullah (s.a.)'ın görevini açıklamaktadır. Bu ise vahyi Allah'tan almak ve bütün insanlara tebliğ etmektir. Yüce Allah buyuru­yor ki: "Şu Kur'an bana .... vahyolundu." Yani ey Mekkeliler! Yüce Allah bu Kur'an-ı Kerim'i benim üzerime, onunla sizleri küfre sapmanız yahut isyan et­meniz halinde, Allah'ın azabı ile korkutayım, iman edip itaat ettiğiniz takdirde de cennetle müjdeleyeyim diye ve kendisine ulaştığı herkesi Arap olsun olma­sın aynı şekilde korkutmak ve müjdelemek üzere vahyolunmuştur. Bu Kur'an-ı Kerim kendisine ulaşan herkes için korkutucu ve uyarıcıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Artık güruhlardan herhangi biri onu inkâr ederse el­bette ona vaad olunan yer cehennem ateşidir." (Hûd, 11/17)

İbni Meydûne ve Ebu Nuaym, İbni Abbas'tan merfu olarak Hz. Peygambe­rin (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Bu Kur'an-ı Kerim kime ulaşırsa sanki onu ben ağızdan ağıza ona telkin etmişim, demektir." Sonra da: "Şu Kur'an bana, sizi ve her kime ulaşırsa onları uyarıp korkutmak için vahyolundu" buyruğunu okudu.

İbni Cerir de Muhammed b. Ka'b'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Kur'an-ı Kerim her kime ulaşırsa ona Muhammed (s.a.) tebliğ etmiş demektir.

Abdürrezzak da Katâde'den Yüce Allah'ın "Onunla sizi ve her kime ulaşır­sa onları korkutmak için" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'ın emirlerini tebliğ ediniz. Her kime Al­lah'ın Kitabından bir ayet ulaşırsa ona Allah'ın emri ulaşmış demektir."

İbnü'l-Münzir, İbni Cerir ve Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân el-Ensârî, Muhammed b. KaTî el-Kurazzî'den şöyle dediğini rivayet ederler: "Her kime Kur'an-ı Kerim ulaşırsa o kimse bizzat Resulullah (s.a.)'ı görmüş gibidir." Bu ifade aynı şekilde Said b. Cübeyr'den de nakledilmiştir.

Daha sonra Yüce Allah Hz. Peygamber (s.a)'in, birden çok ilâhın varlığını kabul eden müşriklerden uzaklığını ilân etmektedir. Bu arada açıklanması gerekenin, şanı yüce Allah'ın birliğini ilân etmek olduğunu da şöylece beyan et­mektedir: "Acaba Allah ile birlikte başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi şahit­lik edersiniz..." İnkâr ihtiva eden bu istifham, böyle bir şeyi uzak görme, azar­lama ve başa kakma anlamı taşımaktadır. Şüphesiz siz ey müşrikler, Allah ile birlikte başka ilâhların varlığını da kabul ediyorsunuz; ben ise sizin bu şahitli­ğiniz gibi şahitlikte bulunmuyorum. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer şahitlik edecek olurlarsa, sen onlarla birlikte şahitlik etme!" (En'âm, 6/150)

Ve açıkça şunu ilân ediyorum ki, mutlak ilâh bir ve tek olan, Aziz ve Celil Allah'tır. Ben sizin ortak koştuğunuz putlardan, heykellerden ve diğerlerinden uzak olduğumu ilân ediyorum. [8]

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/152-154.
http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

17 Şubat 2019 Pazar

Abdest Üstüne Abdest Almak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

54. Abdest Üstüne Abdest Almak

214- Enes 
(radıyallahu anh) "Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) her namaz için abdest alırdı" dedi.

Enes'e 
(radıyallahu anh): "Siz nasıl yapıyordunuz?" diye soruldu.

O şöyle dedi: "Bizden biri abdestini bozmadıkça abdesti ona yeterli olurdu."

Açıklama

Bu konuda kasdedilen abdesti tazelemektir.

Bölüm başında "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman..." âyetindeki ihtilaflar konusunda alimlerin çoğunun şöyle söylediğini belirtmiştik: Bu âyetin anlamı "Ey iman edenler abdestsiz iken namaz için kalktığınızda ..." şeklindedir.

Şafiî, karşılaştığı ilim ehli kişilerden âyetin "uykudan kalktığınız vakit" anla­mına geldiğini nakletmiştir.

Alimlerden kimi âyetin ilk anda anlaşılan anlamını esas alarak şöyle demiş­tir: "Her namaz için abdest almak farz idi." Sonra bu hüküm neshedilmiş midir, yoksa hükmü devam etmekte midir konusunda İse farklı görüşler ortaya koy­muşlardır. Ebû Davud'un rivayet ettiği, İbn Huzeyme'nin de Abdullah İbn Hanzala'dan rivayet ederek sahih gördüğü hadise göre Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) her namaz için abdest almayı emretmiş, bu ashaba zor gelince onlara her namaz için dişleri misvaklamayı emretmiştir.

Tahavî'nin kabul ettiği ve İbn Abdilber'in İkrime, İbn Sîrin ve diğerlerinden naklettiği gibi bazılarına göre her namaz İçin abdest almanın farziyeti devam etmektedir.

Nevevî bunu uzak görerek, şayet bu onlardan sabit olarak nakledilmişse te­vil yoluna gidileceğini ve her namaz için abdestin farz olmadığı konusunda icmanın bulunduğunu belirtmiştir. Nesih söz konusu olmaksızın âyeti ilk anlaşı­lan anlama yormak da mümkündür. Bu durumda âyetteki emir, abdestsiz kimseler hakkında farz, diğerleri hakkında mendupluk ifade eder. Bölüm hadisle­rinde olduğu gibi bu husus sünnet ile beyan edilmiştir.

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) her farz namaz için abdest alırdı. Tahavî şöyle der: Bunun yalnızca ona farz olması, sonra da Büreyde hadisi sebebiyle nesh edilmiş olması mümkündür. Müslim'de yer alan hadise göre Hz. Peygam­ber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) fetih günü bütün namazları bîr abdest ile kılmıştır. Hz. Ömer bunu ona sorunca "Kasten yaptım" demiştir. Hz.Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) müstehap olarak bunu yapmış olması, sonra da farz olduğu­nun zannedilmesinden korkarak, caiz olduğunu göstermek için bunu terk ettiği söylenebilir. Kanaatimce doğruya daha yakın olan görüş budur.

Hadisteki "siz nasıl yapardınız" sorusu Amr İbn Amir tarafından ashâb-ı kirâm'a yöneltilmiş bir soru idi. İmam Nesâî'nin rivayetinde ise; Şu'be'den o da Amr'dan naklettiğine göre Amr, Enes'e şöyle sordu: "Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) her namaz için mutlaka abdest alır mıydı? Enes (radıyallahu anh): "Evet" dedi. İbn Mâce rivayetinde de Enes'in cevabı şöyle olmuştu: "Beş vakit namazı bir abdestle kıl­dığımız olurdu."

215- Süveyd İbn Nu'man şöyle demiştir: "Hayber fethi için Resûlullah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile birlikte yola çıktık. es-Sahbâ' denilen yere gelince Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bize ikindi namazını kıldırdı. Namazdan sonra yiyeceklerin getirilmesini emretti, ancak kavuttan başka bir şey getirilmedi. Biz de yedik ve içtik. Sonra Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) akşam namazı için kalktı, ağzını çalkaladıktan sonra abdest almaksızın bize akşam namazını kıldırdı."

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

16 Şubat 2019 Cumartesi

Uyku Sebebiyle Abdest Almak, Uyuklama Ve Hafif Uykudan Dolayı Abdesti Gerekli Görmemek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

53. Uyku Sebebiyle Abdest Almak, Uyuklama Ve Hafif Uykudan Dolayı Abdesti Gerekli Görmemek

212- Âişe 
(radıyallahu anha) Resûlullah'ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dediğini söylemiştir:

"Sizden birinizin namaz kılarken uykusu gelirse, uykusu geçinceye kadar uyusun. Sizden biriniz uykulu olarak namaz kıldığında ne yaptı­ğını bilmez, istiğfar ettiğini zannederken kendisine söver (de haberi olmaz)".

Açıklama

"Uyku abdesti doğrudan bozan bir durumdur" diyen ve uyku ile uyuklamayı eşit kabul edenler, uyuklamadan dolayı da abdesti gerekli görürler.

Müslim Sahih'inde îbn Abbas'ın 
(radıyallahu anh) Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) İle birlikte gece namazı kılması olayını anlatırken İbn Abbas'tan şunu rivayet etmiştir: "Uyukladığımda Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (hafifçe) kulak yumuşağımdan tutuyordu". Bu, tamamen uykuya dalmayan kişinin abdest almasının gerekli olmadığını gösterir.

İbnü'l-Münzir, İbn Abbas'ın 
(radıyallahu anh) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir defa uyuklayan hariç her uyuyan kişiye abdest gerekli olur."

Nesâî, Eyyûb ve Hişâm yoluyla "namazdan çıksın" şeklinde rivayet etmiştir. Bu, namazda selam vermek anlamına gelir. Mühelleb bu ifadeden ilk anda anlaşılan anlamı esas alarak "uykunun bastırması durumunda namazı yarıda kes­meyi" emretmiştir. Bu, bundan az olan uykunun bağışlandığını gösterir. Hafif uykunun abdesti bozmadığında âlimler icma etmiştir. Müzeni ise muhalif görüş belirterek uykunun hafifi de ağırı da abdesti bozar, demiştir.

İbnü'l-Münzir ve diğer bazı hadisçiler, sahabe ve tabiinin bir kısmından, uy­kunun azının ve çoğunun abdesti bozduğu görüşünü rivayet etmişlerdir. Bu; Ebû Ubeyd ve İshak îbn Râhuye'nin de görüşüdür. İbnü'l-Münzir şöyle demiştir: "Safvan İbn Assâl hadisinin -ki İbn Huzeyme ve başka hadisçiler bu hadisi sahih görmüştür- genel ifadesi sebebiyle ben de bu görüşü kabul ediyorum. Bu hadis, "ancak dışkı, idrar veya uykudan dolayı..." ifadesi yer almaktadır. Hadiste ağır uyku ile hafif uykuyu hüküm bakımından birbirine eşit tutmuştur. Az ve çok uykudan kasıt, uyuma zamanının uzun ve kısa olmasıdır.

el-Mühezzeb de şöyle denilmiştir: Şayet kişinin abdest bozma yeri yani mak'adı yere yapışık olduğu halde otururken uyursa, abdestinin bozulmayacağı açık olarak belirtilmiştir. Buveytî ise "bozulur" demiştir. Buveytî'nin bu konudaki görüşünün açık olmadığı gerekçesi İle buna itiraz edilmiştir. Çünkü Buveytî şöyle demiştir: "Kişi oturarak veya ayakta uyur ve rüya görürse abdest alması gerekir." Nevevî "bu ifade tevile açıktır" demiştir.
[Bu meselede doğru şudur: Uyku abdesti bozma ihtimalinin söz konusu olduğu bir durumdur. Uyuklama ve az uyuma ile abdest bozulmaz. İnsanın bilincini tamamen kaldıracak şekilde uyuma durumunda abdest bozulur. Böylece konu ile ilgili hadisler de birleştirilmiş olur. (Abdülaziz İbn Bâz)]

Hadisteki "kendisine söver" ifadesi kendisine beddua eder, anlamındadır. Yasağın gerekçesinin, bunun duaların kabul edildiği saate denk gelme korkusu­dur, İbn Ebû Cemre bu görüştedir. Bu, ihtiyatı esas almaktır. Çünkü o muhtemel bir şeyi gerekçe olarak belirlemiştir.

Hadiste ibadet için huşu ve kalp huzuru bulunması gerektiğine, 

Taatlerde mekruhlardan kaçınmaya,

Namazda, belirli bir dua ile sınırlı olmaksızın, dua etmenin caiz olduğuna delil vardır.

213- Enes Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle dediğini belirtmiştir: "Sizden birisi namazda uyuklarsa, ne okuduğunu bilinceye kadar uyusun."

Açıklama


Mühelleb bunun gece namazı için söz konusu olduğunu söylemiştir. Çünkü farz namazlar uyku vaktinde kılınmamaktadır. Ayrıca bunu gerektirecek şekilde uzun da değildir. Daha önce belirttiğimiz gibi bu hadis bir sebebe dayalı olarak söylenmiş olmakla birlikte, bakılması gereken lafzın genel olmasıdır. Bu du­rumda böyle bir şey farz namazlarında olursa, vaktin yeterli olduğundan emin olunursa hadiste belirtildiği gibi amel edilir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

14 Şubat 2019 Perşembe

***İSLAMDA SEVGİLİLER GÜNÜNÜ KUTLAMAK NEDEN CAİZ DEĞİL?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Her yılın 14 Şubat'ı, dünyanın dört bir tarafında aşıkların birbirlerine sevgilerini sundukları bir gün, ve en bilinen adıyla Aziz Valentine'in Günü olarak kutlanıyor. Peki, Sevgililer Günü'nün hikayesi nedir? Ve dünya aşıklarına bu günü armağan eden Aziz Valentine kimdir? 


Sevgililer Günü'nün başlangıç tarihi, eski Roma İmparatorluğu zamanına uzanıyor. Eski Roma'da 14 Şubat günü, bütün Roma halkı için önemli bir gündü. Çünkü bu günde Roma tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi olan Juno'ya duyulan saygıdan ötürü tatil yapılırdı. Juno, ayrıca Roma halkı tarafından kadınlık ve evlilik tanrıçası olarak da biliniyordu. Bu günü takip eden 15 Şubat gününde ise Lupercalia Bayramı başlıyordu.

Bu bayram halkın genç nüfusu için büyük önem taşıyordu. Bunun nedeni ise, yaşantıları kesin kurallar ile sınırlandırılmış, bunun doğal sonucu olarak bir birliktelik yaşama şansı olmayan bu gençler, sadece bu bayram süresince birbirlerinin partneri olabiliyorlardı. Hangi genç bayanın, hangi genç erkek ile bir çift oluşturacağı, eski bir gelenek olan ve Lupercalia Bayramı'nın arefe günü yapılan bir çekiliş ile belli oluyordu. Romalı genç kızlar isimlerini küçük kağıt parçalarının üzerine yazıp, bir kavanoza koyuyorlardı. Romalı genç erkekler ise, kavanozdan bu kağıtları çekerek, üzerinde hangi kızın ismi yazıyorsa, o kızla bayram eğlenceleri boyunca beraber oluyorlardı. Bu birliktelikler, birbirine aşık olan çiftler için bayram süresinin dışına taşıp, genellikle evlilikle sonlanıyordu.

İmparator II. Claudius, Roma'yı kendi katı kuralları ile zalimce yöneten bir hükümdardı. Onun için en büyük problem, ordusunda savaşacak asker bulamamaktı. Ona göre bu durumun tek sebebi, Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleriydi. İşte bu yüzden Roma'da tüm nişan ve evlilikleri yasakladı.

Aziz Valentine de, Claudius'un hükümdarlığı zamanında Roma'da yaşayan bir papazdı. Kendisi gibi papaz olan Aziz Marius ile birlikte, Claudius'un yasağına rağmen gizlice çiftleri evlendirmeye devam etti. Ancak İmparator, bu durumu bir süre sonra öğrendi. Aziz Valentine, insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Milattan Sonra 270 yılının 14 Şubat'ı Hıristiyan şehitliğine gömüldü.

Aynı zamanlarda Roma'daki putperestler, şubat ayı içinde kutlanan Lupercalia Bayramı'nı kendi putperest tanrıları için kutluyorlardı. Bayram öncesi yapılan geleneksel çekilişi ise, seremoniye bağlı kalarak kendileri için uygulamaya başladılar. Hıristiyan Kilisesi'nin ilk kurulduğu yıllarda hizmet veren papazlar bu törenlerin, özellikle de evlenmemiş gençlerin, putperestler ile birlikte anılmasından rahatsızlık duydukları için bir çözüm yolu buldular. Papa Gelasius, ölümünden 226 yıl sonra Aziz Valentine'i onurlandırmak adına 14 Şubat Lupercalia Bayramı'nı, Aziz Valentine'in Günü olarak ilan etti. (14 Şubat 496)

Zaman içinde 14 Şubat, aşıkların birbirlerine mesajlar ve hediyelerle sevgilerini sundukları özel bir gün halini aldı. Buna paralel olarak Aziz Valentine de, tüm aşıkların koruyucu azizi haline gelip, böyle anılmaya başladı. 1800'lü yıllarda Amerikalı Esther Howland'ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasının ardından Sevgililer Günü, günümüzde artık geniş kitlelerce kutlanan toplumsal bir olay haline geldi. Bunun sonucu olarak da, Sevgililer Günü'nün ticari yönü çok gelişti. Zamanla sevgililer, birbirlerine olan aşklarını en güzel hediyelerle dile getirmeye başladılar.


Bu hikayeyi okuyan herkesin anlayacağı üzere bir papazın gençleri buluşturmasını kutlamak ve ölümünü anmak anlamına gelen "sevgililer günü kutlamaları" dinimizde  caiz değildir ama yine de bu konuya açıklık getirmeye  çalışalım inşallah.

"Her kim, bir topluluğa (kavme) benzerse (onların giyindiği gibi giyinirse, gittiği yolda giderse ve onların işlediği fiilleri işlerse, günah ve sevap bakımından) o da onlardandır." 
((İmam Ahmed;hadis no: 2/50. Ebu Davud; hadis no: 4/314.)

Sevgililer Günü, yukarıda zikredilen cinstendir. Çünkü bu bayram, putperest hıristiyanlığın bayramlarından birisidir. Bu sebeple Allah Teâlâ'ya ve âhiret gününe îmân eden bir müslümanın, "Sevgililer Günü"nü kutlaması veya onu kabul etmesi caiz değildir.
Ayrıca günümüzde, sevgili denince nikahsız olan sevgili kastedildiği için bu asla caiz değildir ayrıca haram olan birşey de kutlanmaz. Âdette olan şey caizdir, ama o âdet dine aykırı ise kutlanamaz. Hatta bu bir bayram ilan edildiğine göre, onların bayramlarını kutlamak daha tehlikelidir. Ayrıca, bu âdeti Türkler bile çıkarsa, gayrimeşru sevgiyi meşru gibi gösterme gayreti tasvip edilemez.

Bir başka açıdan da ele alırsak;
Gerek sevgililer günü gerekse de yılbaşı, takvim, tarih, tatil, eğlence, şenlik ve bunlarla ilgili âdetler bir milletin kültürüdür.

Kültür, din ve ideolojinin bedenlenmesi, ete kemiğe bürünmesidir. Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Eğer birileri din ile kültürü birbirinden ayırmaya, aralarındaki bağı koparmaya kalkışırsa kültür ile beraber dîni de değiştirme yoluna girmiş olur. Bedenini parça parça kaybeden din gider (milletin hayatından çıkar) onun yerine yeni kültürün dîni veya dinsizliği gelir.

Kültür ile din arasında böyle bir bağ bulunduğuna göre; kültürün değişmesi dîni yakından ilgilendirir.

İslâm'ın beş temel amacından biri dîni (Müslümanların hayatında İslâm'ı) korumaktır. İslâm'ın korunmasını olumsuz etkileyen bir davranış, bir kültür değişimi, bir kültür taklidi asla caiz değildir, bazen bununla da kalmaz dinden çıkma sonucunu doğurur.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'ye göçünce, burada öteden beri iki bayramın bulunduğunu ve bu bayramlarda kutlama yapıldığını öğrendi. Bayramlar, dînin etkilenmesi bakımından önemli kültür unsurları olduğu için bunları değiştirdi ve yerlerine Ramazan ile Kurban bayramlarını tebliğ etti.

Daha pek çok hadîste, başka dinlerle ilişkisi veya sembolik değeri bulunan âdet ve uygulamaları Müslümanlara yasakladı.

İslamî düşünceye göre varlık ile güzellik, iyilik ve sevgi arasında sıkı bir münasebet vardır. Allah mutlak kemaldir, mutlak güzelliktir, O bu güzelliğin bilinmesini istemiş ve bu sebeple varlığı yaratmıştır.

Varlık da onun varlığının (dolayısıyla kemal ve cemalinin) tecellîsinden başka bir şey değildir. Çirkinlik, şer, eksiklik "yokluk " demektir, nerede ilâhî tecellî yoksa orada kemal ve cemal de yoktur.

İnsanın dünya hayatında vazifesi, kemal ve cemal tecellîsine layık olmaya çalışmaktır. İnsan kemali ve cemali sever; şu halde bütün sevgiler kemale ve cemale yöneliktir; bütün kemal ve cemaller de Allah'tan (O'nun varlığının tecellîlerinden ibaret) olduğuna göre bütün sevgilerin -şuurlu veya şuursuz- hedefi ilâhî sevgidir.

Haramlarda, yasaklarda, Allah rızasına aykırı olan davranışlarda kemal ve cemal (güzellik) yoktur; bu sebeple fıtratı bozulmamış olanlar onlara sevgi duymazlar, aksine nefret duyarlar. Bir erkekle bir kadının beraberlikleri nikah bağı ile olursa burada güzellik ve kemal vardır, nikahsız (zina) olursa burada eksiklik ve çirkinlik vardır; çirkin ve eksik olanla sevgiyi bir araya getirmek çelişkidir, fıtrat kaymasının alametidir.

İnsan karşı cinsten birine aşık olabilir, ona karşı sevgi duyabilir, ama bizim kültür ve medeniyetimizde bu bazen yalnızca aşıkın kalbinde ve üstü kapalı ifadelerinde (mesela şiirlerinde) kalır, bazan da karşı tarafla ve bazı sırdaşlarla paylaşılır, ama ilişkiler ilâhî rıza sınırını aşmaz, cemiyete taşmaz, çirkinliklerin alenileşmesine, bir çeşit meşruluk kazanmasına asla meydan verilmez.

Başka kültürlerin bir kısmında -daha çok da günümüzde- bazen cins farkı bile gözetilmeden insanların birbirine aşık olmaları, bu aşkı açıklamaları ve toplum önünde yaşamaları (çeşitli davranışlarla açığa vurmaları) meşru sayılmakta, âdet haline gelmiş bulunmaktadır.

Bizim kültürümüze aykırı olan bu davranış bu noktada da kalmamış, aşk ve sevgi adına çirkinlikleri meşrulaştıranlar bunu, aynı zamanda güzelin ve güzel olduğu için sevgiyi de ihtiva edenin yerine koymaya, evlilik ve aile yerine birbirini sevdiklerini söyleyenlerin beraberliklerini ikame etmeye yönelmişlerdir.

Bu çirkin ve yıkıcı yönelişe prim vermemek gerekir.


İlmî Araştırmalar ve Fetvâ Dâimî Komitesinin "Sevgililer Günü" kutlamaları için verdiği fetvâyla bitirelim inşallah:

Kitap ve Sünnet'ten gelen açık deliller, -İslâm ümmetinin ilk âlimleri bunun üzerinde ittifak etmişlerdir- İslâm'da bayramların iki tane olduğuna, bunların da Ramazan bayramı ile Kurban bayramı olduğuna delâlet etmiştir. Bu bayramların dışında, ister herhangi bir şahıs ile ilgili olsun, ister bir cemaat (topluluk) ile ilgili olsun, ister bir olay ile ilgili olsun veya isterse herhangi bir anlam ifâde eden bir bayram olsun, bütün bunlar, dînde sonradan çıkarılan bayramlardır.Müslümanın bu bayramları kutlaması,kabul etmesi,bu bayramlarla sevinç duyması, bu bayramların kutlanmasına herhangi bir yolla yardımcı olması, asla câiz değildir.Çünkü bu davranış, Allah Teâlâ'nın çizdiği sınırları aşmaktır. Kim de Allah Teâlâ'nın çizdiği sınırları aşarsa, nefsine zulmetmiş olur.Eğer kâfirlerin bayramlarından olması sebebiyle sonradan çıkarılan bir bayrama iştirak ederse (katılırsa), günah üstüne günah kazanmış olur. Çünkü bu davranışta onlara benzeme, onlara sevgi ve dostluk besleme sözkonusudur. Oysa Allah Teâlâ, azîz kitabı Kur'an-ı Kerîm'de mü'minleri, kâfirlere benzemekten, onlara sevgi ve dostluk beslemekten şiddetle yasaklamıştır.


M.Talu'nun bir yazısından ve Sorularla İslamiyet'ten alıntılar vardır.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.



EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Hepimiz sebeplerin çocuğuyuz-Faruk Beşer


İşi bilenler tabiatta tesadüfün, düzensizliğin, hatta fazlalığın ve eksikliğin olmadığını söylerler. Gazali’nin ifadesiyle, kâinatta var olandan daha güzeli olamaz. Tabiatta israf da yok. Hiçbir şey boşa yaratılmadığı gibi, gereğinden fazla ya da eksik de yaratılmamış.


Gereksizmiş gibi gördüğümüz şeylerin aslında ne büyük faydalar sağladığını zamanla öğreniyoruz..

..Doğada muhteşem bir geri dönüşüm sistemi var. Yaprak düşer, çürür gübre olur. Gübre yeni bitkilere can verir. Bir hayvan ölür, başka hayvanlara, kuşlara böceklere yem olur. Kısaca doğadaki geri dönüşümle sağlanan tekrar üretim, mükemmeldir, muhteşemdir. Tabiatta bozulan ne varsa hepsini insanoğlu bozuyor. Allah insanların yaptıkları sebebiyle karada da denizde de fesat/bozulma olacağını duyurmuştu..

Arılar olmasa dört yıl ömrümüz kalırmış. Dünyada hiçbir böcek kalmasa dünya yetmiş yıl içinde çöle döner, hiçbir canlı ve yeşillik kalmazmış. Aksine elli yıl hiç insan yaşamasa dünya tekrar ilk tazeliğine, yeşilliğine ve güzelliğine dönermiş. Demek ki insan dışındaki her varlık görevini eksiksiz yerine getiriyor, yani Allah’a itaat ediyor. Kendisine yapıp yapmama serbestisi yani kısmi irade verilen tek varlık insan. İradesinin ulaştığı yere kadar isyan eden de sadece o. Ve isyanı ölçüsünde bozgunculuğa sebep oluyor, kendine, hayvanlara, bitkilere zarar veriyor. Harsı da nesli de helak ediyor. Allah’a itaat etmeyen insanın bilimsel bilgisi arttıkça bozgunculuğu da artıyor. Bugün dünyanın başına asıl bela olanlar, bilimi teknolojiye çevirenler değil mi? Bundan büyük terör var mı?

Bütün bunlar zincirleme sebeplere bağlı. Her şeyin bir değil bin bir sebebi var. Varoluş adeta bir sebepler ağıyla örülerek var oluyor. Biz bu sebeplerin belki en son ve en basit halkasını görebiliyoruz,.

Bir insanın kabiliyet derecesi, maddi ve manevi varlıklarının toplamı muhtemelen Hz. Âdem’e kadar varan sebepler zincirinin sonucudur. İnsan bu sebeplerin pek çoğunu annesinden babasından miras alır. Onlar da kendi anne babalarından ila ahir. Ta Âdem’e (sa) kadar. Yani hiç kimse diğeriyle aynı noktada ve eşit değerlerle doğmaz. Birinin doğuştan zeki, diğerinin gabi olmasının sebepleri onun elinde değildir. Ama bu asla rast gele de değildir, her bir sebep diğer sebeplerin sonucudur. Allah’ın herkesi eşit yaratma zorunluluğu yoktur, ama adil davrandığı kesindir. İnsanoğlu sahip olduğu değerler açısından birisi yüz üzerinden doksan beş, diğeri de sadece beş değerle yaratılmış olabilir. Bunda insanın ne sorumluluğu ne de bir hak edişi vardır. Onun sorumluluk ve hak ediş alanı akil baliğ olduğu noktadan başlar. Doksan değerle doğandan sorumluluk olarak doksan değerin karşılığı, beş değerle doğandan da beş değerin karşılığı istenir ve herkes kendisinden istenileni yerine getirdiği oranda değer kazanır. Yani burada adalet vardır. Beş değerle doğan birisi doksan beş değerle doğandan daha kazançlı ve Allah katında daha değerli çıkabilir.

Zenginlik, mal mülk ve dünyalık kazanımlar da böyledir. Onların da bir değil bin bir sebebi vardır. Kimisi doğarken milyarder, kimisi de beş parasız doğar. Ama beş parasız doğan diğerinden daha varlıklı hale gelebilir. Burada da hem insanı aşan hem de onun elinde olan sebepler vardır. Miras kalma, çok çalışma, akıllı olma, işi bilerek yapma hep mülkiyeti sağlayan sebeplerdir. Ama cimrilik, hasetlik, haram harcamalar ve benzeri pek çok kötü duygular da kaybetmenin sebepleridirler. Bu sebeple nice az zekâlının, dâhilerden daha zengin olduğunu görürüz. Sebebi, işte hesaplayamadığımız bu sayısız faktörlerin harmanlanmasından çıkan sonuçtur.


12 Şubat 2019 Salı

EN'AM SÛRESİ 59.-62.ayetlerin tefsiri


Yüce Allah'ın İlminin Kemali Ve Tartışılmaz Hakimiyeti
59- Gaybın anahtarları O'nun yanında­dır. Kendinden başkası onları bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. Düşen her bir yaprağı dahi mutlaka O bilir. Yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane yaş ve kuru müstesna olma­mak üzere, hepsi apaçık bir kitaptadır.

60- Geceleyin sizi vefat ettiren (uyutan ) O'dur. Gündüzün ne kazandığınızı bi­len, sonra muayyen bir ecel tamamla­nıncaya kadar onda yine sizi dirilten­dir. Sonra dönüşünüz yalnız O'nadır. Sonra O işlediklerinizi size haber vere­cektir.

61- O kullarının üzerine kahir olandır. Üzerinize koruyucular gönderir. Niha­yet birinize ölüm gelse elçilerimiz onun ruhunu alırlar. Onlar eksik bir şey yapmazlar.

62- Sonra gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülürler. Bilin ki hüküm, ancak O'nundur ve O en süratli hesap gören­dir.


Açıklaması

Gaybın hazineleri de anahtarları da Allah'ın yanındadır. Onlarda tasar­rufta bulunan O'dur. Gizliyi de açığı da O bilir. O'ndan başka hiç bir kimse gaybı bilmez. O hikmetine uygun olarak uygun gördüğü zamanda bunlardan dile­diğini uygulamaya koyar.

Yüce Allah'ın kendisine tahsis ettiği gaybî hususlar beş tanedir. Buharî, İbni Ömer'den, o Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Gaybın anahtarları beş tanedir. Allah'tan başka onları kimse bilmez: "Muhak­kak kıyamet saatinin bilgisi Allah'ın yanındadır. Yağmuru O indirir, rahimler­de olanı O bilir. Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç bir kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden ha­berdar olandır." (Lokman, 31/24).

Rivayette kaydedildiğine göre bu ayet-i kerime nazil olunca, onunla birlik­te on iki bin melek nazil olmuştur.

Müslim'in Sahih'inde Hz. Aişe'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.)'ın yarın neler olacağını haber verdiğini kim iddia ederse şüp­hesiz Allah'a karşı çok büyük bir iftirada bulunmuş olur. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "De ki: Göklerde ve yerde olanlar arasında gaybı hiç kimse bil­mez, ancak Allah bilir." (Neml, 27/65).

Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu anlamı ifade etmektedir: "O gaybı bilendir. Gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz, meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola."(Cin, 72/26-27)

Şanı yüce Allah kişinin içinden geçirdiklerini, gizli ve sır olan her şeyi de bilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz senin Rabbin kalplerinin giz­lediklerini ve açığa vurduklarını da bilir. Gökte olsun yerde olsun, gizli ne varsa mutlaka apaçık bir kitaptadır." (Neml, 27/74-75); "O gözlerin hain bakışını da kalplerin gizlediklerini de bilir." (Mü'min, 40/19).

"Kendinden başkası bunları bilmez" cümlesi bir önceki cümleyi tekit et­mektedir.

Daha sonra Yüce Allah özetle ifade ettiği hususu genişçe açıklamakta ve bilgisinin kuşattığı bir takım alanları şöylece saymaktadır: "Karada ve denizde ne varsa O bilir." Yani gayba ait şeyleri bildiği gibi, tarafınızdan görülen eşyayı da bilir. Karada, denizde ne varsa onu bilir. O'nun bilgisi karada ve denizde olanıyla bütün varlıkları kuşatıcıdır. O'na bunların hiç birisi gizli değildir. Gök­te olsun yerde olsun zerre ağırlığı kadar bir şey O'na gizli kalmaz. Hangi me­kân ve zamanda olursa olsun, karada olsun denizde olsun, ağaç yaprakların­dan bir tanesinin dahi düşmesi O'nun bilgisiyledir. O cansızlar da dahil olmak üzere -canlılarınki de öncelikle- bütün varlıkların hareketlerini bilir. Bilhassa canlılar arasında mükellef bulunan cinlerin ve insanların da hareketlerini bi­lir. Kişileri ilgilendiren her türlü hali de bilendir O.

Yerin karanlıklarında ister çiftçi gibi insanın fiiliyle olsun, ister karınca gibi hayvanın fiiliyle olsun isterse de yerin yarıklarına düşen bitki gibi insanın fiili olmadan yerin karanlıklarına düşen her bir taneyi bilir. Dalından düşen meyveyi, yaş olsun kuru olsun, canlı olsun cansız olsun bilir. İşte bu şekilde bü­tün varlıklara dair bilgi, asla silinmesi söz konusu olmayan ve muhafaza altın­da bulunan açık seçik bir kitap olan Levh-i Mahfuz'da tespit edilmiştir. Orada her şeyi Yüce Allah tescil edip kaydetmiştir. Her şeyin sayısını, zamanını, var oluşunu ve yok oluşunu kaydetmiştir.

Kitabın apaçık olması Allah'ın bütün mahlûkatı yaratmadan önce onda bulunan şeylerin doğruluğunu açıkça ortaya koymasındandır. Bu ez-Zeccâc'ın görüşüdür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İster yeryüzünde ister nefislerinizde vuku bulan her bir musibet mutlaka onu yaratmamızdan evvel bir kitaptadır." (Hadid, 57/27). Râzî ise Kitâb-ı Mübîn'den (apaçık kitaptan) kastın Yüce Allah'ın bilgisinden başka bir şey olmadığı görüşünü doğru bulup tercih etmiştir.[32]

Özetle, Yüce Allah gizliyi de açığı da, görüleni de görülmeyeni de, yaşı da kuruyu da, gizliyi de ondan gizli olanı da, kâinattaki her bir şeyi, geneli, özeli bütünüyle eksiksiz olarak bilir.

Daha sonra Yüce Allah kudretinin bir takım tecellilerini, kâinattaki ve in­sanın yaşarken, ölürken, öldükten sonra diriliş, ahiretteki hesaba çekilme gibi geçtiği bir takım merhalelerdeki ilâhî tasarruflarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Geceleyin sizi vefat ettiren O'dur..." Yani geceleyin uyurken, kullarının canını, uykuda iken alan (uyutan) odur. İşte bu, küçük ölümdür. Ni­tekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah ölümleri vaktin­de ruhları alır. Ölmeyeninkini (ruhunu) de uykusunda alır. Üzerine ölüm hük­münü verdiğini tutar, diğerini ise belli bir vakte kadar salıverir. Muhakkak bunda iyice düşünen bir topluluk için ayetler vardır." (Zümer, 39/42). Böylelikle bu iki ayet-i kerimede Yüce Allah önce küçük sonra da büyük iki ölümün hük­münü söz konusu etmektedir.

O gündüzün neler kazandığınızı bilir. Bu cümle Yüce Allah'ın bütün mahlûkatının gece ve gündüz yaptıklarını ilmiyle kuşattığını gösteren bir ara cümlesidir. Hareket halinde iken, hareketsiz iken her hallerini bilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İçinizden kim sözünü gizler veya açıklar, gece giz­lenir gündüz yoluna giderse (O'nun için) birdir." (Ra'd, 13/10)

Uyku şeklindeki vefatınızı ve gündüzün yaptıklarınızı da bilmesinden baş­ka, gündüzün sizi uykunuzdan uyandırır. Yani gündüzün sizi serbest bırakır. İbni Kesir"in tercih edip daha üstün kabul ettiği görüş budur. Aynı zamanda bu Katâde, Mücahid ve es-Süddf nin de görüşüdür.

Gece ve gündüzün bu şekilde hareket etmesi, Yüce Allah'ın sizden her bi­riniz için ilimde belirlemiş olduğu belli sürenin tamamlanması ve yerini bul­ması içindir. Çünkü bütün eceller, ömürler önceden takdir edilmiş, sınırlanmış ve yazılmıştır. Bundan sonra kıyamet gününde ecellerin tamamlanmasından sonra Allah'ın huzuruna döneceksiniz. Sonra da O, dünyada yapmış olduğunuz amellerinizi size bildirecek ve amellerinizin karşılığını hayırsa hayır, şer ise şer olarak verecektir.

Allah kulları üzerinde kahir olandır. Yani her şeyi kendi güç ve egemenliği altında tutan O'dur. Her şey O'nun celâline, azamet ve kibriyasına zilletle bo­yun eğmiştir. O, öldükten sonra diriltmeye kadir olandır. Çünkü uyuyarak ve­fat edeni (küçük ölümle öleni) harekete getirip diriltmeye kadir olan, ölümle vefat edeni de diriltmeye kadirdir. O kulları üzerinde tasarrufta bulunandır. Var etmek, yok etmek, hayat vermek ve öldürmek suretiyle onlara dilediğini yapandır.

Gece ve gündüz insan bedenini koruyacak amellerini tespit edecek ve bu hususlarda görevlerinde hiç bir eksik bırakmayacak şekilde koruyucu melekler gönderen gerçek koruyucu (el-Hâfız) O'dur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Şüphesiz üzerinizde koruyucular vardır. Kirâmen katibin (şerefli yazıcılar)'dir bunlar. Yaptıklarınızı bilirler." (İnfitâr, 82/10-12); "Sağında ve solun­da oturan, yaptıklarını tespit eden iki (melek) vardır. O (insan) bir söz söyleme­ye dursun mutlaka onun yanında görüp gözetlemeye hazır bir (melek) vardır." (Kaf, 50/17-18). Yüce Allah'ın şu buyruğu da ayet-i kerimenin anlamını ifade etmektedir: "Önünden de arkasından da kendisini Allah'ın emriyle gözetleyen izleyicileri vardır." (Ra'd, 13/11).

Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre'den Hz. Peygambere merfu olmak üzere şunu rivayet etmektedirler: "Gecenin ve gündüzün melekleri sizin aranızda ar­dı arkasına gelirler. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında bir araya gelir­ler. Sonra sizinle birlikte geceyi geçirmiş olanlar semaya çıkar. Rabbi onları en iyi bilen olduğu halde onlara sorar: "Kullarımı ne halde bırakıp geldiniz?" On­lar da, "Namaz kılarken bırakıp geldik, yanlarına gittiğimizde de namaz kılıyorlardı" derler.

Hafaza meleklerinin Yüce Allah'ın her şeyi bilmesine rağmen insanın amellerini yazmalarındaki hikmet, insana karşı delil ortaya koymak için mad­dî bir delilin getirilmesi, ortaya konulması içindir. Çünkü kişi amellerinin ya­zılmakta olduğunu bilirse, kendisi için yasaklanan şeylerden uzak durur, itaat olan işlere yönelir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kitap konul­muş olacaktır. Günahkârları onun içindekilerden dolayı korkuya kapılmış göre­ceksin: "Eyvah bize, bu kitaba ne olmuş! Küçük büyük hiç bir şey bırakmayıp sayıp dökmüş" derler. Onlar işlediklerini de hazır bulmuş olacaklardır. Rabbin hiç bir kimseye zulmetmez." (Kehf, 18/49).

O amellerinizi tespit etmek için üzerinize koruyucu melekler gönderir. Ni­hayet her insanın eceli gelince bu iş için tarafımızdan görevlendirilen melek elçilerimiz ruhunu alırlar. Bu elçiler ölüm meleğinin yardımcılarıdırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği ruhu­nuzu alacaktır, sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz." (Secde, 32/11). İbni Abbas ve başkaları der ki: Ölüm meleğinin diğer meleklerden yardımcıları vardır. Bunlar ruhu cesetten çıkartırlar. Ölüm meleği nihayet ruh boğaza gelip daya­nınca onu kabzeder.

Bu melekler ölenin ruhunu muhafaza etmekte herhangi bir kusur işlemez­ler. Aksine onlar bu ruhu gereği gibi korur ve Yüce Allah'ın dilediği yere bırakırlar. Eğer bu kişi iyi kimselerden ise İlliyyîne, kötü ve günahkârlardan ise Siccîne bırakırlar. Bundan Allah'a sığınırız.

Daha sonra elçi meleklerin canlarını aldığı bu kimseler mevlâlarına yani işlerini çekip çeviren mutlak malikleri olan Allah'a döndürülür; hak olan mev­lâlarına yani haktan başka hiç bir hüküm vermeyen, gerçek adaletli olan mevlâlarına. Şunu bilin ki, o günde hüküm yalnız O'nundur, O'ndan başkasının hükmü yoktur. Kimse O'nun hükmünü geri çeviremeyecektir, O'nun hükmüne karşı çıkamayacaktır. O en çabuk hesap görendir. Herkesi en kısa bir süre zar­fında hesaba çeker. Birisinin hesabını görmesi ötekinin hesabını görmesine en­gel değildir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: 

"Şüphesiz Allah herkesi bir koyunun sütünün sağılması kadar bir zamanda hesaba çekecektir."

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Şüphesiz Rabbin aralarında hükmü gereğince hükmeder. O Azîz'dir, her şeyi bilendir." (Neml, 27/78); "Ve Allah hükmeder, kimse O'nun hükmünü reddedemez. O hesabı çabu­cak görendir." (Ra'd, 13/41); "Hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylere dair kullarının arasında sen hüküm vereceksin." (Zümer, 39/46). [33]


[32] Râzî, XIII/11.


[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/220-223.