31 Ağustos 2022 Çarşamba

FITRAT HADİSİ


“Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.”

(Buhâri, Cenâiz, 92)

Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre, Resulüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: “Her çocuk ancak fıtrat üzere dünyaya getirilir. Bundan sonra annesi babası (Yahudi ise) onu Yahudi yapar, (Hristiyan ise) onu Hristiyan yapar, (Mecusi ise) Mecusi yapar. Nitekim kusursuz doğan bir hayvan yavrusunda siz kulağı, burnu, ayağı kesik olanını hiç görüyor musunuz? Bundan sonra Ebu Hureyre şu ayeti okudu: “Sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak doğruca dine çevir; Allah’ın yaratma yasasına (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm, 30/30; Mâlik b. Enes, I, 241; Ahmed b. Hanbel, II, 275; el-Buhârî, I, 456; IV, 1792; Müslim, IV, 2047; İbn Hibbân, I. 336- 337, 339–341)

Hilkat halk kökünden geldiği gibi, fıtrat da fatr kökünden hâl ismidir. Sonra hak dini kabul etme istidadını ifade etmek için, “Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir.” meşhur hadisinde geldiği üzere özel isim yapılmıştır.

“Yaratılış, belli yeteneklere ve yatkınlığa sahip olma” manasına gelen fıtrat, insanın özündeki cevheri ve insanın kendisi için gerekli bütün vasıflarla mükemmel bir şekilde donatılmasını, Allah’ın insan tabiatına bahşettiği yaratanını tanıma eğilimini, ruh temizliği gibi olumlu yetenek ve yatkınlığını ifade eder. Buna göre fıtratla “Hakkı benimseme istidadı, Allah’ı tanımayı (marifetullah) insanların gönüllerine yerleştirme” kastedilmektedir.

İnsanın fıtrat üzere doğması, her çocuğun mükemmel bir yaratılışla dünyaya gelmesi, yaratılış özelliği itibariyle ve isteyerek hakkı kabul etmeye hazır hâlde yaratılmış olmasıdır. Bu bağlamda her çocuk günahsız, tertemiz doğar ve iyiliğe yönelme eğilimindedir. Kendisine aksi bir yönlendirme bulunmadığı takdirde tevhide, eşi ve benzeri bulunmayan yüce yaratıcısına inanmaya her daim hazırdır.

İnsan temiz ve selim yaratılmıştır. Fıtrat, insanların yaratılıştan getirdikleri safiyettir. İslam bu safiyeti maddi ve manevi temizlikle korumaya çalışır. Kendisine emanet olarak verilen görüntüsünün güzelleşmesi veya vücudunun temizlenmesi için yapacağı her türlü temizliğin karşılığında aynı zamanda manevi bir karşılık da söz konusudur İslam’da. Bunlar aynı zamanda ahlakın da güzelleşmesine vesile olan maddi ve manevi temizlik kaideleridir.

Allah’ın güzel surette yarattığı insanoğlu, bu hasletlere riayet ettiği ölçüde kendisine lütfedilen yaratılışının güzelliğini koruyabilir.

Fıtrat bir tohumdur. Fıtrat tohumunu küfür toprağına ektiğinizde onun karanlığında gömülü ve örtülü kalır; filizlenip meyve vermek istediğinde gerekli ısı, ışık ve yağmuru alamaz. Burada şunu belirtelim ki bu fıtrat bozulmadığı, tahrip edilmediği ve yanlış bir yönlendirme olmadığı takdirde, kişiyi hakka ulaştıracak bir cevherdir. İşte bu nezih fıtrat, doğru bir eğitim, iyi bir terbiye ve güzel bir çevre ile insanı rıza ufkuna doğru terakki ettirecektir.

İnsan belirli bir çevrede doğar, bütün tavır ve hareketleri, inancı ve yaşantısı bu çevre içinde şekillenir. Bu bağlamda Hz. Peygamber (s.a.s) “Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan ve Mecusi yapar.” buyurarak çocuğun, içinde doğduğu ailenin inancıyla ve yönlendirmesiyle yetişeceğini belirtmektedir. Ayrıca hadiste anne ve babanın dinî yaşantısındaki etkin rolüne işaret edilmekte, din eğitimi ve öğretimi konusunda anne babaya büyük görevler düştüğünün de altı çizilmektedir.

Hadisteki “Yahudi, Hristiyan ve Mecusi yapar.” ifadesinin geniş anlamı ise, bunlardan her birinin çocuklarını kendi eğitim sistemiyle gelenek, görenek ve inanışlarına uygun bir biçimde yetiştirmeleri ve kişiliklerini kazandırmalarıdır. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s), çocukların fıtratlarının çevreleri ile bütünleşmeye müsait ve kabiliyetlerinin, kendilerini etkileyen kültüre göre şekillenebilecek esneklikte olduğunu vurgulamaktadır. Bu ifade, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocukluk yıllarında çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu göstermektedir.

Son olarak İslâm dininde tertemiz ve hakka yönelmeye meyyal bu fıtratın korunmasının ehemmiyetine işaret edilmektedir. Allah Resulü de fıtratın korunması gerekliliğini vurgulamış, yatmadan önce şu duanın yapılmasını tavsiye etmiştir: “Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. İşimi sana havale ettim. Azabından korkup, sevabını umup sırtımı sana dayadım. Senin azabından korunmanın ve güvende olmanın tek yolu, ancak sana, rahmetine sığınmaktır. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin Nebi’ye inandım. Beni öldürürsen (bozulmamış) fıtrat üzere öldür. Bu kelimeleri son sözlerim eyle.” (Buhârî, Deavât, 6).

Dr. Emine Demil

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

30 Ağustos 2022 Salı

ADALET: TAKVAYA EN UYGUN HASLET


“…Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaletli olun.”

(Müslim, Hibe, 13.)

Genç sahabilerden biri olan Numan b. Beşir şöyle anlatmaktadır: “Babam malının bir kısmını bana bağışladı. Fakat annem, ‘Bu bağışına Allah Resulü’nü şahit tutmadıkça ben razı olmam.’ dedi. Bunun üzerine babam bu bağışa tanıklık etmesi için benimle birlikte Hz. Peygamberin yanına gitti. Hz. Peygamber (s.a.s.), ‘Bundan başka çocuğun var mı?’ dedi. Babam ‘Evet.’ diye cevap verdi. Bu sefer Allah Resulü ‘Hepsine buna yaptığın kadar bağışta bulundun mu?’ diye sordu. Babam ‘Hayır.’ cevabını verince Allah Resulü (s.a.s) şöyle buyurdu: ‘Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaletli olun.’ (Başka rivayete göre: ‘O hâlde beni şahit tutma! Zira ben adaletsiz bir şeye tanıklık yapmam.’ Bir başka rivayette ise: ‘Zulmüne beni şahit tutma!’ diye buyurmuştur.) Bunun üzerine babam yaptığı bağıştan vazgeçti.” (Müslim, Hibe, 13-16.)

Adalet; dinî, hukuki ve ahlaki bir kavram olup her şeyi yerli yerine (layık olduğu yere) koymak demektir. Zulmün ve haksızlığın panzehri olan adalet, insanların birbirleriyle olan ilişkisini düzenleyen ve toplumları ayakta tutan, olmazsa olmaz bir niteliktir. Böylesine önemli bir vasıf olduğu için olsa gerek Allah’ın “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder…” (Nahl, 16/90.) şeklindeki ilahi fermanı her hafta cuma günleri minberlerden zihinlerimize ve gönüllerimize adaleti nakşetmektedir. Her hafta yapılan bu bilinç tazelemesi bizi bir sonraki cumaya kadar diri tutmakta ve adaletten sapmaya karşı kulaklarımızda âdeta bir küpe gibi durmaktadır. Bunun yanı sıra Kur’an-ı Kerim’de pek çok kez adalete vurgu yapılmış; iman edenlerin adaleti titizlikle ayakta tutmaları istenmiş (Nisa, 4/135.) ve adaletin takvaya en uygun davranış olduğu şu şekilde ifade edilmiştir: “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Maide, 5/8.)

Yaşayan Kur’an olan Hz. Peygamber (s.a.s.) de hayatı boyunca adaletten şaşmamış; “Hırsızlık yapan kızım Fatıma bile olsa cezasını vermekten geri durmazdım.” (Buhari, Hudud, 11.) diyecek kadar adalet timsali olmuştur. Çocuklar arasında adaletli olmayı emreden yukarıdaki hadis-i şerif de Hz. Peygamberin (s.a.s.) bu adalet duygusundan neşet etmiş ifadelerdir. O, bu hadisiyle adaletin ilk önce ailede olması gerektiğini göstermiştir. Zira aile toplumun temelidir. Ailedeki adaletsizlik, adalet duygusundan yoksun bireylerin yetişmesine ve zamanla toplumda adaletsizliğin yaygınlaşmasına sebep olacaktır. Diğer taraftan ailede adaletsizliğin olması, Allah hakkından hemen sonra gelen ana baba hakkının ihlal edilmesine de zemin hazırlayacaktır. Dolayısıyla her alanda adalete riayet önemli olmakla birlikte aile bireyleri arasında adalet, özellikle de anne babanın çocukları arasında ayrım yapmaması, her konuda onlara karşı adaletli olması ailenin, adaletin öğrenileceği ve içselleştirileceği ilk basamak oluşu bakımından son derece önem taşımaktadır. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Allah, bir öpücüğe varıncaya kadar çocuklarınız arasında adaletli olmanızı sever.” (Tirmizi, Ahkâm, 30.)

Çocuklar arasında adaletin sağlanmaması, birinin daha az diğerinin daha çok sevilmesi, mal paylaşımında bir tarafın kayırılması gibi adalet duygusunu zedeleyen durumlar, çocukların hem ebeveynine hem de birbirlerine karşı nefret duygularının oluşmasına zemin hazırlayacaktır. Hatta bu nefret duygusu bazen çok daha ileri boyutlara taşınabilmekte; en yakın akrabaların birbirlerine sırt çevirmelerinden tutun cinayete kadar varan vahim durumlar ortaya çıkabilmektedir. Bu itibarla çocukların anne babalarına hürmetlerinin daim olması, kardeşler arasında sevgi ve saygı bağlarının sürekli diri kalması adına adalet ilkesinden zerre kadar taviz verilmemelidir.

Ne yazık ki günümüzde gerek sevme gerekse mal paylaşımı açısından erkek ve kız çocuklarına bakış açısında cahiliye kalıntısı birtakım davranışlar görülmektedir. Ülkemizin pek çok kesiminde hâlen kız çocuklarının mirastan payları tam olarak verilmemekte; anne baba hayattayken malları taksim ederek erkek çocuklara fazla pay vermekte ya da onların ölümünden sonra erkek çocuklar, kız kardeşlerinin paylarını verme hususunda gereken hassasiyeti göstermemektedirler. Bu tutumlar, Peygamberimizin ifadesiyle “zulüm” olup hem anne babaya hem de kardeşlere karşı olumsuz duygu ve düşüncelerin ortaya çıkmasına, kırgınlık ve dargınlıkların artmasına neden olmaktadır. Anne baba hayatta iken mal paylaşımı yapacaklarsa -konu hakkında fıkhi ihtilaflar bulunmakla birlikte- eşit paylaşım yapılması daha hakkaniyetli olacaktır. Normal şartlarda adalete uygun paylaşım, her bir bireye eşit pay vermekle olabilirken bazı olağandışı durumlarda adalet daha farklı bir paylaşım yapmayı da gerektirebilmektedir. Örneğin yoksulluk, hastalık, işsizlik gibi önemli bir mazeret dolayısıyla çocuklardan birine fazla pay vermek gibi bir durum söz konusu olabilir. Ancak bu durumda bile sıla-i rahme zarar verilmemesi ve gönül köprülerinin yıkılmaması adına gerekli önlemler alınmalıdır. Böylesine özel durumlarda anne baba bu hususu diğer çocuklarına uygun bir şekilde izah ederek onların da gönüllerini almayı unutmamalıdır.

Sonuç olarak, aile bireyleri arasındaki ilişkilerin sağlam temeller üzerine inşa edilebilmesinin en temel yolu adalettir. Çocuklardan birini diğerine tercih etmek veya aralarında ayrım yapmak, ailedeki sıcak ve samimi ortamın yerini haset ve kıskançlığın, kardeşliğin yerini de düşmanlığın almasına neden olacaktır. Bu tarz tutum ve davranışlar, Müslümanların ancak ve ancak birbirlerinin kardeşleri olabileceklerini bildiren ilahi buyruğun (Hucurat, 49/10.) ihlal edilmesine ve kardeşliğin -bırakın toplumu- daha ailede bile gerçekleşmemesine zemin hazırlayacaktır. Öyleyse hakkı titizlikle ayakta tutmakla vazifeli olan Müslümanlar, inançlarının bir gereği olarak, öncelikle çocuklarına sonra da bütün insanlara karşı adaletli olmalıdırlar.

Hadisten öğrendiklerimiz

1. Adaletin ilk uygulanması gereken yer ailedir. Zira adaletin ihlal edilmesi, sıla-i rahmin de ihlal edilmesine neden olacaktır.

2. Çocuklar arasındaki her türlü adaletsiz paylaşım zulümdür; caiz değildir.

Halil Kılıç

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

29 Ağustos 2022 Pazartesi

DUA: EN KIYMETLİ AMEL



"“Allah Teâlâ katında duadan daha kıymetli bir şey yoktur.” 
(Tirmizi, Deavât, 1; İbn Mâce, Dua, 1)

Allah Resulü (s.a.s.), ashabını eğitmek ve bilgilendirmek için her fırsatı değerlendirir; hem dünyada hem de ahirette mutlu ve huzurlu olmanın yollarını onlara aktarmaya çalışırdı. Dikkatleri toplamak, meselenin ciddiyetine işaret etmek, konunun anlaşılmasını sağlamak gibi amaçlarla bazen onlara sorular sorar ve cevabını yine kendisi verirdi. 
O (s.a.s.), bir gün ashabıyla oturmuş sohbet ederken “Amellerinizin en hayırlısını, Allah katında en değerlisini altın ve gümüş dağıtmaktan daha hayırlı ve derecelerinizi daha yükselten, düşmanla karşılaşıp savaşmaktan daha hayırlı bir şeyi size haber vereyim mi?” diye sordu. Orada bulunan sahabe: “Evet, haber ver ey Allah’ın elçisi!” deyince Hz. Peygamber (s.a.s.): “Her zaman ve her zeminde Allah’ı devamlı hatırlayıp gündemde tutmaktır.” dedi. (Tirmizi, Deavât, 7.)

Attığı her adımı Allah rızası için atmak, alıp verdiği her nefeste Allah’ın hakkını gözetmek, sevmeyi de kızmayı da Allah için yapmak; kısaca Allah’ı her zaman ve zeminde hatırlamak, kulluk vazifesini hakkıyla yerine getirmek olacağından son derece önemlidir. Bunun içindir ki her gün düzenli kıldığımız farz namazlar, tek seferde değil beş ayrı zaman diliminde kılınmaktadır. Bu da dünyalık koşuşturmalarımız esnasında esas vazifemiz olan kulluğun unutulmaması amacına matuftur. İşte dua da kulun her zaman ve zeminde Yüce Allah ile bağ kurmasını sağlayan ve O’nu hatırlatan bir ibadet olduğundan -yukarıdaki hadiste ifade edildiği üzere- Allah katındaki en kıymetli amel olarak nitelenmiştir.

Dua, kulun âlemlerin rabbiyle iletişiminin en aktif ve sürekli hâlidir. Bu aktif ve sürekli iletişim hâlinde kul, acizliğinin ve zayıflığının farkında olup güvenli bir limana sığınmanın huzur ve mutluluğunu yaşar. Ellerini her şeyi yapmaya gücü yeten (el-Kadîr) ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (es-Samed) Yüce Allah’a açar; gönlünden kopup gelen arzu ve isteklerini diline döker; yalvarır, yakarır; af, mağfiret ve yardım diler; dünyada da ahirette de iyilik ve güzellik ister… 

Dua, kulun haddini ve mesuliyetini bildiğinin bir ilanıdır. Dua, boyun eğilecek ve istenilecek yegâne makamın Yüce Allah olduğunu bildirmesi boyutuyla tevhidin sancağı, zaman ve mekânla kayıtlı olmadan Allah’a bir yöneliş hâlinin olması boyutuyla da -Peygamber Efendimizin nitelemesiyle- ibadetlerin özüdür (Tirmizi, Deavât, 1.) Dua, kimsesiz ve sahipsiz olmadığımızın, âlemlerin rabbi olan Allah’ın hemen yanı başımızda olduğunun, bizi duyduğunun ve dualarımıza icabet ettiğinin bilincinde olmaktır. Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifade edilmektedir:
“Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben (onlara çok) yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin duasına icabet ederim. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler.” (Bakara, 2/186.)
Ayette ifade edilen “duanın icabeti”, çoğu zaman eksik veya yanlış anlaşılmaktadır. Yukarıdaki ayete atıf yaparak “Dua ettim ama duam kabul olmadı.” diyen pek çok kişi duanın icabetini, duasının olduğu gibi gerçekleşmesi olarak anlamaktadır. Hâlbuki duanın icabeti, farklı şekillerde olabilmektedir. Duanın icabeti, istenilen şeyin bizatihi verilmesiyle olabileceği gibi istenilen şeyin yerine (daha hayırlı) başka bir şeyin verilmesiyle de olabilir. Hatta yapılan duaya karşılık dünyada hiçbir şey bile verilmeyebilir. Peki, bu durumda icabetten bahsedilebilir mi? Cevabımız kesinlikle “evet” olacaktır. Zira duaların icabeti sadece dünya ile sınırlı olmayıp ahirete de bırakılabilir. Örneğin yapılan dua hürmetine kulun günahlarının silinmesi ve cennette derecesinin yükseltilmesi duanın icabet şekillerindendir. Ayrıca kul, dua etmekle Allah’ı andığı ve zikrettiği için “Beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara, 2/152.) ayetinde ifade edildiği üzere Allah katında anılma şerefini elde etmiş olacaktır. Bu şeref ise dünyalık pek çok payeden katbekat daha değerlidir. Yine duanın icabeti, başa gelecek muhtemel kaza ve belaların def edilmesi veya hafifletilmesi şeklinde olabilir. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Dua, başa gelen ve gelmeyen belaya karşı fayda sağlar. Ey Allah’ın kulları, duaya sarılınız!” (Tirmizi, Deavât, 101.) Dolayısıyla duanın hangi şekilde icabet olunduğunu tam olarak bilme imkânımız olmadığından “Dua ettim ama duam kabul olmadı.” demek doğru değildir. Nitekim bununla alakalı Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz, ‘Ben (Rabbime) dua ettim de duam karşılık görmedi.’ deyip acele etmediği müddetçe, duası karşılık bulur.” (Müslim, Zikir ve Dua, 91.)

Duanın icabet olunması için riayet edilmesi gereken ve duanın adabı olarak nitelenen bazı hususların da göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Örneğin yapılan duaların icabet olunacağına inanarak içten bir şekilde dua edilmelidir. Bu hakikat, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) lisanıyla şu şekilde ifade edilmiştir:
“Allah’a, kabul edileceğine gerçekten inanarak dua ediniz. Biliniz ki Allah, ciddiyetten uzak ve umursamaz bir kalp ile yapılan duaları kabul etmez.” (Tirmizi, Deavât, 65.)
İşte bu bilinçle; varlıkta ve darlıkta, hastalıkta ve sağlıkta, akşam yatarken ve sabah kalkarken, yayayken ve araçtayken, işe giderken ve eve dönerken, nimete kavuşunca ve bir musibetle karşılaşınca; kısaca her zaman ve şartta yapılacak dualar ile Yüce Allah’a yönelmek ve O’nu her daim hatırda tutmak, hem Allah katındaki değerimizi arttıracak hem de en temel vazifemiz olan kulluğun canlı kalmasını sağlayacaktır. 

Hadisten öğrendiklerimiz
1. Dua, her zaman ve zeminde Allah’ın hatırda ve en temel gündemimiz olmasını sağlayan bir ameldir. 
2. Dua ile kul, hem Allah katındaki değerini arttırmış hem de en temel vazifesi olan kulluğun canlı kalmasını sağlamış olacaktır."

Halil Kılıç

28 Ağustos 2022 Pazar

***SAFER AYI ve BELALARIMIZ-Faruk Beşer


Safer ayı girdi. Yine Peygamber Efendimizin sas söylemediği sahabe efendilerimizin yapmadığı, İmam-ı Azam'dan başlayıp Ahmet bin Hanbel'de biten dönemde de yapılmamış, söylenmemiş -bu ay bela(?)ayıdır denip- bir çok dua ve namaz  cep telefonlarımıza ve sosyal medyaya düşecek maalesef.


 Faruk Beşer'in bu konuyla ilgili yazısını okumanızı tavsiye ederim. 

...Gazeteler telefon açıp soruyor, televizyonlar görüş bildirmemizi istiyor. Safer Ayı uğursuz mudur, bela ayı mıdır?Duyanlar da önemli bir olayın bulunduğunu sanacaklar. Önce ciddiye almadım ve cevap verme gereği duymadım. Sonra baktım ki, koca koca insanlar konuyla ilgileniyorlar. Demek ki, işin esasını bilmeyenler var. O halde birkaç kelam etmeliyiz dedim.
Evet, mesele ciddi bir mesele değil ama oluşturulan edebiyat ciddi sorunlar doğuruyor...


..Önce prensibimizi belirleyelim:

İslam’ın asıl bilgi kaynağı vahiydir, yani Kur'an-ı Kerim’dir.

Sünnet, yani Hz. Peygamber’in sözleri, fiilleri ve onayları Kur'an-ı Kerim’in yanlışsız uygulanmasından ibarettir, Müslümanların vahyi doğru anlayabilmelerinin garantisidir. Onu bilmeden vahyi anlayamazsınız.

Hadis ise, sünnetin sözlü olan kısmıdır.

Ve Sünnet bize çok ciddi ilmi çabalarla intikal ettirilmiştir, Müslümanlar bu konuda başka hiçbir millete nasip olmayan muhteşem bir ilim ortaya koymuşlardır. İsnad ilmini geliştirmişlerdir.

Bununla birlikte bazen bilmeden bazen de kasıtlı olarak Efendimiz adına hadisler uydurulmuş, aslı olmayan kıssalar anlatılmış ve bu alanda da müthiş bir edebiyat oluşmuş. Aslında bu durum bile Sünnet'in gücünü anlatmaya yeter. Çünkü kötü niyetli insanlar bile düşüncelerini ancak hadis diye söylerlerse kabul göreceğini biliyorlardı.

...hadis âlimleri vakti zamanında bunların hepsini tek tek ayırmışlar ve her şeyi zapta geçirmişler. Birazcık ilmi olan neyin sahih, neyin zayıf, neyin uydurma olduğunu şimdi üç saniyede anlayabilir. Çünkü zamanında muhaddislerin ayıklayıp hükmünü verdiği yüz binlerce hadis ya da söz, günümüzde programlar haline getirilmiş ve iki tuşa basmakla neyin ne olduğunu hemen anlayabilirsiniz.

Şimdi de Safer Ayı için böyle bir giriş yaptım ve kelimenin kaynaklarda 196 kez geçtiğini gördüm ve her birini tek tek okudum. Tamamı iki sözün tekrarından ibaretti. Bu iki sözün birisi Hz. Peygamber’in şerefli sözü, yani hadisi şerif, diğeri ise onun adına uydurulmuş, hadis diliyle mevzu bir sözdür. Geriye kalanlar bunların farklı kanallarla rivayetlerinden ibaretti. Daha sonra uydurulan hikâyelerin ise haddı hesabı yok.

Şerefli söz şu: “İslam’da hastalığı bulaştıran manevi bir gücün olduğunu sanma, uğursuzluk, baykuşun ötmesinden mana çıkarma ve Safer Ayı'nı uğursuz bilme diye bir şey yoktur”. Bu sözü nakleden raviler, Efendimiz'in bunu böyle cahiliye inançlarını reddetmek için söylediğini anlatırlar. Hadis pek çok kaynakta vardır ve sahihtir...

...Onun adına uydurulan söz ise şudur: “Kim bana Safer Ayı'nın çıktığını müjdelerse ben de ona cenneti müjdelerim”. Bu söz sadece uydurma hadisleri toplayan kaynaklarda vardır ve uydurmadır, aslı yoktur kaydıyla zikredilir. Safer Ayı'nın uğursuzluğu da bu uydurma sözden çıkarılmıştır...

..Safer elbette bela ve musibet ayı değil, ama asıl bela ve musibet İslam adına uydurulmuş sözleri ve hikâyeleri İslam diye nakletmektir. Böyle olunca işin esasını anlamayanlar ya da anlamak istemeyenler de bütün hadislerin uydurulmuş olduğunu söyleyip, Hz. Peygamber’in örnekliği olmadan Kur'an-ı Kerim’i anlayabileceklerini sanırlar ve ikinci bir bela ve musibetle karşılaşmış oluruz.


***SAFER AYI BELA AYI MIDIR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Dinimizde böyle bir inanışın kesinlikle yeri yoktur. Bu inanış cahiliye adetlerinden kaynaklanan, asılsız bir hadisedir.

Safer, kameri ayların ikincisinin adıdır. Resmi vesikalarla hususî mektuplarda ve takvimlerde “Saferu'l-hayr” şeklinde yazılır ve (s) rumuzuyla gösterilirdi. Bilindiği gibi kamer (ay)ın doğuş ve batışına tabi olan ay hesabına “kamerî aylar” denilmektedir ki şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîu’l-evvel, Rebîu’l-ahir, Cemaziye’l-evvel, Cemaziye’l-ahir, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Hakikatte ayların sayısı ALLAH katında, ALLAH’ın kitabında -ta gökler ve yeri yarattığı günden beri- on iki aydır. Onlardan dördü haram olanlardır. İşte bu, en doğru hesaptır. O halde bilhassa bunlarda, o haram aylarda nefislerinize zulmetmeyin. Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topyekûn harb ederlerse, siz de onlarla topyekûn harb ediniz. Bilin ki ALLAH, haramlardan, fenalıklardan sakınanlarla beraberdir.”
1

Ebû Bekre (R.A.)den rivayete göre, Veda haccında okuduğu hutbesinde:

Takvim düzeni açısından zaman, ALLAH’ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki ilk durumuna dönmüştür. Artık sene on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Ve üçü peşi peşinedir ki, Zilkade, Zilhicce ve Muharremdir. Bir de Cemaziye’l-âhir ile Şaban arasında yer alan Müdar’in Receb’idir.”
2 buyuran Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz haram ayların: “Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb” ayları olduğunu belirtmiştir. Araplar daha İslâmiyet gelmeden önce Haram ay denilen bu ayları kutsal tanır ve bu aylarda savaştan, yağmacılıktan kaçınırlardı. Çünkü müşrik de olsalar, inanç ve yaşantılarında “Hak Din”den kalıntılar vardı. Haram aylara hürmet, Kâbe’yi tavaf etmek ve hac yapmak gibi. Tabii bütün bunlar da tahrif edilerek, aslından uzaklaştırarak yapıyorlardı. Aslında bütün batıl dinler, hep “Hak Din”den uzaklaşma neticesinde oluşmuşlardır. Hiçbir batıl din, birileri tarafından kurulmamıştır. Bu bakımdan dinimizi, olduğu gibi dosdoğru öğrenmek ve yaşamak mecburiyetindeyiz.

Araplar her yıl kendi adetlerine göre gelip hacceder, ALLAH’a iman ile putlara tapmayı birbirine karıştırıp içinden çıkılmaz garip bir inanç sistemi meydana getirirlerdi. Ama her şeye rağmen mal ve can güvenliği yoktu. Mekke’ye hac mevsiminde gelebilmek bile başlı başına bir problem idi. O yüzden kabile reisleri hac aylarından olan Zilkade ile Zilhicce’de bir de onu izleyen Muharrem’de savaşmayı kaldırırlar ve bu ayları hürmetli sayıp kesinlikle uyulmasında ısrarla dururlardı. Böylece uzak yerlerden hac için gelenler bu üç ayda hem ibadetlerini yerine getirirler, hem de güven içinde evlerine dönme imkânı bulurlardı.

Cahiliyye devrinde, birbiri ile çarpışmaya ve talana alışmış olan Araplara fasılasız üç ay güvenlik ve sulh içinde yaşamak çok ağır geliyordu. Onun için Hz.İbrahim (A.S.) ve Hz.İsmail (A.S.)dan beri devam ede gelen bu tertibi canlarının istediği gibi bozmaya, mesela Muharrem ayındaki haramlığı Safer ayına çevirmeye, diğer haram ayları da ileri geri götürmeye başladılar ve hadis-i şeriflerde de belirtildiği üzere:

“Muharrem ayını Safer diye isimlendirerek”3, Muharrem’i haram ayı olmaktan çıkarıyorlar, haram ayındaki yasakları işliyorlardı. Böylece, Muharrem’in haramlığını Safer ayına tehir ediyorlardı. Maksatları ardı ardına gelen üç haram ayı ikiye indirmek, üçüncüyü bir ay geriye bırakmaktı. Çünkü üç ay üst üste, savaşmak, yağmalamak ve öldürmek gibi alışkanlıklardan uzak kalmak onlara zor geliyordu. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de:

“Haram ayları ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. ALLAH’ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O’nun haram kıldığını helal kılmak için haram ayını bir yıl helal sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Böylece onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. ALLAH kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”4 buyurarak, onların bu nesi’ tatbikatlarını “küfürde artış” olarak değerlendirmiştir.

Bu hal hicretin 10.yılına kadar devam etti. Veda Haccında Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz ayların o sene tam yerini bulduğunu açıkladı.

Binaenaleyh, Safer ayının uğursuzluğu hakkında söylenenlerin asıl menşei işte bu cahiliyye devri davranışlarıdır. Öyle ya! Bir adamın yurdunda ve ailesi yanında rahatça oturmasını ve dağda, bayırda serbestçe gezip-dolaşmasını değiştiren, şehirlileri gurbete çıkarıp bedevilerden bir kısmını savaşa gönderen, bir kısmını da sakınmaya, korunmaya, korkmaya mecbur eden bir ay; uğursuz sayılmaz da ne yapılır? İşte Arabistan çöllerinde meydana gelen bu hadiseler, Safer ayının “Saferu'l-hayr” diye vasıflandırılmasına rağmen uğursuz sayılmasına sebep olmuştur.5

Safer; ayrıca cahiliyye devri Araplarının inandığı bir uğursuzluk çeşididir. Hz.Peygamber (S.A.V.)Efendimiz bunu reddetmiştir. Ebû Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz:

“Hastalığın, sahibinden bir başkasına kendi kendine sirâyeti yoktur, eşyâda uğursuzluk yoktur. Ükey ve baykuş ötmesinin tesîri ve kötülüğü de yoktur. Safer ayında uğursuzluk yoktur. Bunlar Cahiliyet hurafeleridir. Fakat ey mümin! Sen cüzzâmlıdan, arslandan kaçar gibi kaç!”6 buyurdu.

Hadis-i şerifte geçen “Safer” iki şekilde tevil edilmiştir. Birinci yoruma göre bundan maksat: “Safer ayı”dır. Yukarıda da izah edildiği gibi, cahiliyyet devrinde Araplar Nesi’ usûlüne göre, Muharrem ayının haram ay oluşunu Safer’e naklederlerdi. Ve bu suretle Safer, haram aylardan sayılırdı. Resûlü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz bunu da men edip: "Artık Safer ayı için hürmet yoktur!" Buyurmuştur.

Asr-ı Saâdet’ten zamanımıza kadar devam edip gelen halk inanışına göre, bu ayda akdedilen nikahı devamsız sayarlar. Hatta halk arasında bu aya boş ayı derler. Çünkü “Safer” lûgatta boş demektir. Dilimizdeki Sıfır kelimesi de buradan gelir. Araplar bu ayda birbirlerine yağmada bulunurlar ve evlerini eşyadan hâli ve boş (Safer) bırakırlardı. Bu sebeple yağma ayına Safer denmiştir. İşte bu hadis-i şerif ile Safer ayının uğursuz kabul edilmesi men olunmuştur. Çünkü Safer ayının diğer aylardan hiçbir farkı yoktur. Diğer aylar zamanın bir dilimi olduğu gibi Safer ayı da zamanın bir dilimidir. Bu batıl akide cahil halk arasında yaşamakta ve Safer ayında nikâh yapmanın uğursuzluk getireceğine inanılmaktadır. Bu batıl inancı yıkmak için İslâm âlimleri mücadele etmişler, hatta pek çok âlim özellikle bu ayda nikâh kıymışlardır. Buharî’nin bir rivayetine göre, Hz.Âişe (R.Anha) validemiz: Benim nikahım da, zifâfımda Safer ayında idi, buyurduklarına göre, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz bu hurâfevi fikrin izâlesine fiilen de çalışmıştır.7 Bu bakımdan safer ayında evlenilmez, yoksa devam etmez; safer ayında doğan çocuklar uğursuz olur v.b. inanışlar tamamen batıldır, hurafedir.

İmam Malik’e, hadis-i şerifte geçen: “La safere” sözünün manası soruldu da: Cahiliye halkı Safer ayını helâl aylardan sayarlardı. Sonradan onu bir sene helâl, bir sene de haram saymaya başladılar. Hz. Peygamber (S.A.V.)Efendimiz de onların bu âdetini kaldırmak için:“ Böyle bir sene helâl, bir sene de haram sayılan bir Safer ayı yoktur” buyurdu, cevabını verdi.8

İkinci yoruma göre Safer, karında yaşayan bir takım kurtlardır. Câhiliyet devri itikatlarından biri de budur. Araplar karın boşluğunda yılana benzeyen bir hayvanın yaşadığına, insan acıktığı zaman o hayvanın heyecanlanıp, çok defa sahibini ısırıp öldürdüğüne inanırlardı. Hatta bunu uyuz hastalığından daha bulaşıcı sayarlardı. Bunun, insan veya hayvan karnında bulunup, bulaşıcı bir hastalık olduğuna da inanırlardı.

Cahiliyye devrinde bulaşıcı hastalıkların ilâhî bir tesire tâbi olmaksızın bizatihi, yani kendi kendilerine sirayet edip geçtiklerine inanılırdı. Hâlbuki her şeyde hakikî müessir, ALLAH’ın iradesidir. Bu irade de hastalıkların geçmesinde bir takım sebepleri vasıta kılar. Bunlardan biri, hasta olan kimselerle temastır. Hadisteki “Cüzâmlıdan kaç!” emri, hastalığın başkasına geçme sebeplerinden birini en açık şekilde belirtmiştir.

İşte Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, “Yok” diye buyurmakla her iki manaya gelen Safer’in batıl ve asılsız olduğunu belirtmektedir.

Binaenaleyh, Davud u Antakî’nin, Tezkire isimli eserinde yazılı olan şu hususlar kesinlikle doğru değildir:

“Gökten inen bütün belâlar Safer ayının son çarşambasında iner. Bundan dolayı o gün insanlar üzerine çok zor gelir, işte o gün selâm ayetlerini okuyan, bir daha seneye kadar selâmette olur. Safer ayı namazı: Safer ayının ilk ve son çarşamba gecesi gece yarısından sonra, yeryüzüne nazil olacak, inecek belâlardan biiznillahi Teâlâ muhafaza olmak için sabah namazından evvel dört rekat nafile namaz kılıp birinci rek'at da Fatiha'dan sonra on yedi Kevser sûresi, ikinci rek’at da Fatiha'dan sonra beş ihlâs-ı şerif, üçüncüde Fatihadan sonra bir Felâk sûresi dördüncüde bir Nas sûresi okuyup selâm verilip dua edilecektir. Keza Safer ayının son çarşambasının gecesi veya gündüzü iki rek'at namaz kılıp birinci ve ikinci rek'at da Fatiha'dan sonra on bir ihlas-ı şerif okunacak, namazdan sonra yedi defa istiğfar edip el kaldırıp on bir defa Salât-ı Münciye)okunacaktır.”

Evet, bu bilgilerin kaynağını bulmak, mümkün olmamıştır. Yukarıdaki ayet-i kerime ve hadis-i şerifler bu inancı kesinlikle reddetmektedir. Aslı yoktur. Hurafedir.

Safer ayının; bazı felâketlerin sıklaştığı bir zaman dilimi, binaenaleyh uğursuz bir ay olduğu hakkında:

“Bundan dolayı biz de, dünya hayatında zillet azabını kendilerine tattırmamız için,uğursuz uğursuz günlerde üzerlerine çok gürültülü, kavurucu soğuk bir rüzgâr, kasırga, fırtına gönderdik. Ahiret azabı ise elbette daha çok horlayıcı, daha çok rezil rüsvay edicidir. Onlara hiç bir şekilde yardım da edilmez.”9

“Gerçekten biz haklarında uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü, kavurucu soğuk bir rüzgâr, kasırga, fırtına gönderdik.”10


Ayet-i kerimeleri delil olarak ileri sürülmektedir. Halbuki:

a- Bu iki ayet-i kerime; ibret alınması için, Hûd (A.S.)ı yalanlayan Âd kavminin nasıl helâk edildiğini bildirmektedir. Ayet-i kerimede geçen: “…uğursuz uğursuz günlerde…;… uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde…” ifadeleri, tamamen Âd kavmi ile alakalıdır. Bütün tefsirlerde “aleyhim = uğursuzluk onlara” kaydı bulunmaktadır. “Uğursuz günler” gönderilen şiddetli fırtınanın ardı arası kesilmeden devam ettiği ve bu yüzden kavmin helâk olduğu günlerdir. Yoksa bizzat günlerin kendisinde uğursuzluk diye bir şey yoktur. Ayrıca uğursuzluğu, onların helak olmaları ile son bulmadı da, kıyamete kadar kabirde azap gördüler.11 Dolayısıyla bazı müneccimlerin zannettiği gibi o uğursuzluk, günün kendisi ile ilgili değildir. Yani o gün, herkes ve her şey için uğursuz olmayıp, sadece onlar hakkında uğursuz olmuştur.

Müneccimler buradan bazı günlerin uğursuz olduğuna delil getirmişlerdir. Fakat Kelâm uleması demişlerdir ki, günlerin "uğurluluk" ve "uğursuz"lukla nitelenmeleri zatî değil, izafîdir. Yani gün bir adama göre uğursuz, diğer bir adama göre de uğurlu olabilir. Elem gören bir adam için uğursuz, nimet gören bir adam için uğurlu olur. Mesela bu günler Hûd (A.S.)ı yalanlayan Âd kavmine, kâfirlere, bozgunculara uğursuz, fakat Hûd (A.S.)a ve O’na iman edenlere rahmet günleri ve hayırlı olmuştur. Çünkü kâfirlerden kurtulmuşlardır.

b- Kur'an-ı Kerim’de geçmiş peygamberlere ve milletlere dâir kıssalar mevcuttur. Kur'an-ı Kerim’deki bu kıssalardan maksat, geçmiş peygamberlerin ve milletlerin başına gelenlerden bir ibret dersi almamız kast olunmaktadır. Kur'an-ı Kerim hâdiselerin teferruatını değil, kendi gayesine uygun ve insanların müşterek dertleri olan yönlerini seçer, ibret alınacak ince noktaları vererek, hayatın tanzim etme yollarını gösterir. Sözün kısası, Kur'an-ı Kerim’deki kıssaların asıl gayesi ahlâki ve terbiyevi oluşudur.

Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssaların tarihi gerçekleri yansıtan ibret levhaları olduğuna inanıp bunların sebepleri üzerinde düşünerek hayata müspet yön vermek durumundayız. Çünkü bu kıssalarda kötü ve yanlış yoldakilerin de cezalandırıldığı bildirilip öğretilmiştir. Bu arada geçmiş Peygamberlerin ve toplumların başına gelenler anlatılmış ve sonunda hakkın galip geldiği açıklanmıştır. Yoksa ilgili kavimlere ait bu kıssaları, Fıkıh Usûlü ilmindeki “Şer’u men kablena = Geçmiş şeriatler” kısmına girdirip, buradan bize ait bağlayıcı, kesin hükümler çıkartmak mümkün değildir.

c- Ayet-i kerimede geçen: “…uğursuz uğursuz günlerde…;… uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde…” ifadeleri hakkında tefsirlerde denilir ki: Bu günler, Şubat'ın sonundan "Berdü'l-acûz = kocakarı soğuğu” denilen günleri idi. Şevval'in sonunda çarşambadan çarşambaya olduğu da rivayet edilmiştir. Safer ayı ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.12

Bir de ayet-i kerimede geçen “uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde…” ifadesinden genel manada her Çarşamba günü hakkında uğursuzluk söz konusu olduğu ileri sürülmekte ve şu hadis-i şerif de delil olarak gösterilmektedir:

“Çarşamba günü, uğursuzluğu sürekli olan bir gündür”13


Bu ise, kesinlikle doğru değildir. Çünkü gerek bu hadis-i şerif ve gerekse bu konuda rivayet edilen diğer bütün hadis-i şerifler, senedlerinde “metrûk, kezzab” raviler bulunması sebebi ile muhaddisler tarafından zayıf kabul edilmiştir, sahih olmadıkları vurgulanmıştır.14 Hatta İbnü’l-Cevzî, uydurulmuş olduğunu belirtir. Zayıf hadisle itikadî konularda asla amel olunmaz. Sadece amellerin faziletleri konusunda, usûl kitaplarında belirtilen özel şartlarına bağlı olarak amel olunur.

Ayet-i kerimede geçen: “…uğursuz uğursuz günlerde…;… uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde…” ifadelerinin tamamen Hûd (A.S.)ı yalanlayan Âd kavmine, kâfirlere, bozgunculara aid olduğunu yukarıda belirtmiştik. Dolayısıyla bu günler, Hûd (A.S.)a ve O’na iman edenler ve salihler, iyiliğe çalışanlar için, müminler için her zaman rahmet günleri ve hayırlı olmuştur. Nitekim Cabir b. Abdullah (R.A.) den rivayete göre: Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz Hendek savaşı sırasında Fetih Mescidinde kâfir ordularına karşı üç gün: Pazartesi, Salı ve Çarşamba günü beddua etmişti. Çarşamba günü iki namaz arasında, ikindiye yakın bedduası kabul oldu. Ayrıca Cabir b. Abdullah (R.A.): Her ne zaman, bana zulüm olan bir hadiseyle karşılaşsam, mutlaka o saati kollarım, bedduamı yaparım, kabul edildiğini anlarım, demiştir.15 İbn Abbas (R.A.) da: Hiçbir kavme Çarşamba günü dışında azap edilmemiştir, demiştir.16

Bütün bunlar gösteriyor ki: Çarşamba günü zalimler, kâfirler için azap günüdür, amma müminler için kurtuluş günüdür. İyiliğe çalışanlar hakkında Çarşamba gününün bir uğursuzluğu söz konusu değildir. Nasıl olabilir ki? Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz:

“…. ALLAH Teâlâ, nûru Çarşamba günü yaratmıştır…” buyurmuşlardır.17 Bu sebeple ilim ehli, derslere Çarşamba günü başlamaya özen göstermişlerdir. Çünkü ilim bir nurdur. Çarşamba günü, ağaç dikmek de iyi görülmüştür. Çarşamba günü, zeval vaktinden sonra duaların kabul olacağı ifade edilmiştir. Alış-veriş dâhil dinen meşru her iş yapılabilir. Unutmayalım ki:

Kula belâ gelmez ALLAH yazmadıkça,
ALLAH belâ yazmaz, kul azmadıkça.

M.Talu-Dini meseleler


dipnot
(1) Tevbe Sûresi: 36
(2) Buhari, Tefsir (9) 8, Bed’ül’l-Halk:2, Megazi:77, Edahi: 5, Tevhid: 24, Müslim, Kasame: 29, Ebu Davud, Menasik: 67, Ahmet b. Hanbel,4/37,73
(3) Bak. Buhari, Hacc:34, Menakıbu’l-ensar: 26, Müslim, Hacc:198, Ebu Davud, hacc: 80
(4) Tevbe Sûresi: 37
(5) Geniş bilgi için bak. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 3/89-90
(6) Buhari, Tıp:19
(7) Tecrid-i Sarih Tercemesi, 12/86
(8) Ebu Davud, Tıp:24, No:3914
(9) Fussilet sûresi:16
(10) Kamer sûresi:19
(11) Bak. Nesefî, Tefsir, 4/91,203; Kazî Beyzavî, Tefsir,2/447; Kurtubî, Tefsir, 17/135; Alûsî, Ruhu’l-Meânî, l5/139; Rûhu’l-beyan,9/274; İbn-i Kesîr, Tefsir, Elmalı’lı M.Ham-di Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 7/4643
(12) Alûsî, Ruhu’l-Meânî, l5/139; Rûhu’l-beyan,9/274; Elmalı’lı M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 7/4643,
(13) Taberani, el- Mu’cemu’l-Evsat ; 1/444, No: 801; Ebu Avane Müsned; Eyman: 12; No: 6022: 4/57; Deylemi, Firdevs, 5/532, No: 8997; Münavi, Feyzu’l-kadir; 1/64; İbn Adiyy, El-Kamil fi Zuafairrical; 1/387; İbn Hacer, Lisanü’l-Mizan; No: 8439 6/42; Acluni, Keşfül-Hafa; 1/ 12; İbn Hacer, Telhisul-Habir, 4/1590, No: 2133;Beyhaki, Sü-nen-i Kübra; Şehadat, 15/208, NO: 21248
(14) Taberani, el- Mu’cemu’l-Evsat ; 1/444, No: 801; Ahmed Sıdık el-Gamarî, el-Müdavî Şerhun li’il-Münavî,1/23-29; İbn Arrak, Tenzihu’ş-şeria, 1/53-56, NO:19-24; İbnü’l-Cevzî, el-Mevzûat, Bab:89, No:917-919,
(15) Buhari, Edebü’l-Müfred, 293; No: 725; Beyhaki, Şuabu’l-İman, Sıyam: No:3874
(16) Kurtubî, el-Câmiu'l-Ahkâmi'l-Kur'an, 15/333, Âlûsi, Rûhu'l-Meânî, 13/173
(17) Müslim, Sıfetü’l-münafikın:27, No:2789, 4/2149

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

SİRET: BİR GÜZEL AHLAK YÜRÜYÜŞÜ


"Güzel ahlakın en özlü tariflerinden birisidir: Kötü huylardan arınmak, iyi huylarla bezenmek. Aslında bu tarif başlı başına “iki adımda ahlak” olarak ifade edilebilecek bir ahlak felsefesi özetidir. Ahlaki olgunlaşma süreci insanın önce kötü davranış ve alışkanlıkları bırakmasını, ardından hayatın her alanına dair değerleri edinip benimsemesini öngörür. Bu sıralama, birey için olduğu gibi toplum için de aşağı yukarı böyledir.

Peygamber Efendimizin (s.a.s.) siretinde gözlemlenen durum da aslında pek farklı değildi. Kötülüğün âdeta standart olduğu ve ahlaksızlığın ahlak, kanunsuzluğun da kanun hâline geldiği bir ortamda çirkinliklerden uzak durmakla ve güzel ahlakı aramakla başlamıştı her şey. Erdemi aramak için toplumdan kopan, toplumun oldukça uzağında kutsalla buluşan, elinde bir fazilet meşalesiyle topluma dönen ve toplumu bir bütün olarak ahlakın aydınlığına çağıran bir insanın hikâyesiydi siret.

Elbette kilit kavram vahiydir. Ve elbette nübüvvettir. Allah Resulü’nün (s.a.s.) hayatındaki ahlak örgüsü ve her keskin dönemeçteki güçlü ahlak vurgusu, kesinlikle rastlantısal olmayıp ilahi bir rahmetin tecellileri niteliğindedir. Tıpkı Hz. Musa’nın ilk bakışta sıradan gibi algılanabilecek bir vakanın ardından toplumun dışına çıkarılması ve erdem arayışına koyulması gibi. Yine tıpkı Hz. Meryem’in Hz. Cebrail ile yüz yüze gelip elinde mucizevi bir fazilet timsali ile topluma dönmesi gibi. Ve tıpkı Hz. İbrahim’in, Âzer’den Nemrut’a kadar bütün bir toplumu en büyük ahlaki kabul olan tevhide davet etmesi gibi.

Hira: Toplumun uzağında ahlak arayışı
Ahlak, fıtratla özdeştir. Var oluşundan itibaren insanın anlam arayışını karşılayan, eksildiğinde ikmali için manevi unsurların (melek, kitap, peygamber) seferber edildiği temel bir yaşam desteğidir. Bi’setin hemen öncesinde oluşan tabloya bu açıdan bakıldığında, inanç temelleri ortadan kaldırılmış bir toplumda yaşamaktan bunalan insanın, kendisini şehrin dışına taşıyan anlam arayışında ulaştığı veya mazhar olduğu ilahi öğreti, tam da ahlaka tekabül edecektir. Bunun içindir ki yüklendiği misyonu tek cümleyle özetleyen Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ben, ahlaki güzellikleri tamamlamak üzere gönderildim.” (Mâlik b. Enes, el-Muvatta, I-II, Kâhire 1993, Husnü’l-Huluk, 1/8.)
Güzelliklerin tamamlanması, çirkinliklerin elenmesiyle başlayan bir süreçti. Alak ve Müddessir surelerinin ilk ayetlerinden itibaren vahiy insanı adım adım yönlendirecek, cehalet ve tanrıtanımazlıktan kirli elbiselerle dolaşmaya ve pis işlerle uğraşmaya kadar bir dizi maddi/manevi kirden toplumu sistematik biçimde arındıracaktı.

İlk vahiy: Topluma erdemle dönüş
Toplumun uzağında ve tek başına erdemi edinmek zordu. Ama daha da zor olanı, o erdemi sırtlayıp şehre getirmek ve ahlaki değerlerle ilişkisini neredeyse bitirmiş olan bir topluluğa takdim etmekti. Diğer taraftan, taşradaki erdem, şehirde tek başına sonuç vermemekteydi ve sonuç vermesi için bizzat bir erdemlinin üstünde temsili ve tecellisi gerekmekteydi.
Bu temsilin hangi ölçüde gerçekleştiği Hz. Hatice’nin ilk vahiy olayında söylediklerinden anlaşılabilir. Henüz risaletin ilk gününde, belki de imanını ilk açıklayan kişi olarak Hz. Hatice, üzerini örttüğü eşine teselli sadedinde şu hakikatleri ifade etmişti:
“Hiç korkma; gözün aydın olsun! Sen akraba ilişkisine önem veren, yalan söylemeyen, aile geçindirme yükünü üstlenen, misafir ağırlayan, darda kalanların yardımına koşan bir insansın; Allah seni hiç yolda bırakır mı?” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXXIII/112-114 / 25959.)

Açık tebliğ: Toplumu erdeme çağırış
Allah Resulü (s.a.s.) güzel ahlakın temsil edilmesi gibi son derece ağır bir vazifeyi sünnetiyle ve bizzat gerçekleştirmiştir. Hadis metinleri, erdemin topluma hatırlatılışına ve yeri geldiğinde bu uğurda haykırılışına dair sayısız örnekle doludur. Nitekim Allah Resulü’nün (s.a.s.) peygamberliğini ilan ettiğini haber alan Ebu Zerr el-Ğıfârî’nin kardeşini Mekke’ye durumu araştırmaya gönderdiği ve dönüşte kardeşinin kendisine durumu şu cümleyle özetlediği bilinmektedir: “Onun, ahlaki güzellikleri emrettiğini gördüm.” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 28/6362.) Bu cümle, tebliğe şahitlik etmek bağlamında “gördüm; bunu yapıyordu” vurgusuyla da anlaşılabilir; “önceliğinin ahlak olduğu kanaatine vardım” tarzında bir izlenim özeti olarak da okunabilir. (Nevevi, Yahyâ b. Şeref, Şerhu Sahihi Müslim, Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut 1995, XVI/28-29.) İkisi birlikte düşünüldüğünde ise şu ortak sonuç ortaya çıkacaktır: Güzel ahlak şehre getirilmiş ve toplumla açıkça paylaşılmaya başlanmıştır.

Abdullah b. Selâm’ın, hicrette Medine’ye giriş sırasında yaşananları anlatışı da bu bakımdan kayda değerdir. O, şehrin yetişmiş bir insanı ve ehlikitabın bir âlimi olarak kalabalığa karıştığını anlatmakta, âdeta “kurak toprağın suya kavuşması” gibi şehrin erdeme kavuştuğu o anda Peygamber Efendimizin (s.a.s.) ağzından duyduğu “ahlakı ısrarla önceleyip vurgulayan” ilk cümleleri aktarmaktadır:
“Ey insanlar! Selamı yayın! Akrabalarınızı ziyaret edin! Yemek yedirin! İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılın! Selametle cennete girin!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXIX/201-202 (23784); Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyâme, 42/2485.)

Hicret: Ahlak üzerine bir toplum inşa ediş

Yeni bir toplumda “olmayan” bir ahlaki düzeni sıfırdan kurmanın elbette birden fazla boyutu söz konusuydu. Siyasi, ekonomik, tarihî ve kültürel boyutların detaylı tetkiki İslam tarihi kaynaklarında mevcuttur. (Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), Ankara 2003, I/175-213.) Ama genel olarak ahlakın temellendirilmesine odaklanıldığında hicrete zemin hazırlayan Akabe görüşmelerindeki maddeleri hatırlamamak mümkün değildir. “Toplumun temsilcisi” olan nakiplerle “Ahlakın temsilcisi” Hz. Peygamber’in (s.a.s.) üzerinde anlaşmaya varıp el sıkıştıkları konular şunlardı: Şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, yalan söylememek, meşru emre karşı gelmemek.
İtikadi, ekonomik, cinsel, ailevi, iletişime veya yönetime dair temel ahlaksızlıkları dışlayan böylesine kapsamlı bir sözleşmenin oturtulduğu temel ise elbette iman olmaktadır. Hadiseyi aktaran Ubade ibnü’s-Samit (r.a.), biat şartlarının nasıl uygulanacağıyla ilgili olarak Allah Resulü’nün (s.a.s.) yaptığı şu açıklamaları da nakleder: “İçinizden kim sözünü tutarsa, karşılığını Allah verecektir. Kim bu suçlardan birisini işler de o suçtan dolayı kendisine ceza uygulanırsa, bu ceza onun günahını siler. Kim de bu suçlardan birisini işlediği hâlde Allah onun yaptığını örtüp gizlerse, onun durumu Allah’a kalmıştır. Allah isterse onu bağışlar, isterse ona azap eder.” (Buhari, Tefsir, (Mümtehine) 3 (4894); Müslim, Hudûd, 41/4461.)
Öyleyse meselenin bir eğitim hamlesi olduğunun, henüz hicret gerçekleşmeden Kur’an öğreticisi Mus’ab b. Umeyr ve diğer sahabilerin elinde şekillendiğinin altı yeniden çizilmelidir. Mekke döneminde on üç yıl boyunca atılan kalbî temelin ve verilen zihinsel eğitimin ardından kısa sürede kurulan hukuki yapı, ibadetler de dâhil olmak üzere dini ve ahlakı topluma sağlıklı bir zeminde sunmuştur. Bunun hiç de şaşırtıcı olmayan sonucu erdem üzerine kurulan bu şehirde zina yapan bir bireyin bile gelip itirafçı olması, “Ben bu suçu işledim, bana cezamı uygulayın da temizleneyim, ahirete kalmasın!” diye yalvarmasıdır. Bu, her türlü hukuki düzenlemeye rağmen şiddetten tutun da hak ihlaline giren birçok suç işlemeye devam eden bireylerin, güzel ahlakı önceleyen bir eğitim modeline duydukları ihtiyacı göstermektedir.

Veda haccı: Güzel ahlakı topluma emanet ediş
Her denemenin bir sonu, her örnekliğin bir hitamı vardır. İnsanlara toplu hâlde ve kurallı bir biçimde nasıl yaşayabileceklerini öğreten Allah Resulü’nün (s.a.s.) veda haccında söyledikleri de sürecin o günü ve geleceğine dair yaklaşımlar açısından dikkat çekicidir. Ahlakla toplumu bütünleştiren, insana her yaşta ve şartta mükerrem olduğunu hatırlatan nebevi üslubun bu nihai hitaptaki görünümü evi toplayıp düzenleyen, giderken de bozmamaları ve dağıtmamaları için evlatlarını uyaran bir annenin içten seslenişini andırmaktadır:
“Benden sonra birbirinin boynunu vuran kâfirlere dönmeyin!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXI/504-505, (19167); Buhari, Meğâzî, 78/4405.)
Kadınların “Allah’ın emaneti” olarak değerlendirilmesi, insana ırkından dolayı değil sırf insan olma niteliğinden ötürü saygı duyulması ve benzeri yönlerdeki nebevi çağrılar “Bütün bunları size ilettim mi?” sorusuyla bitmekte, yıllarca türlü emeklerle sağlanan büyük bir ahlaki değerler birikimi de topluma böylece emanet edilmektedir.
Vefat-ı Nebi’den (s.a.s.) kısa süre sonra yaşanan tarihî gelişmeler, bu uyarıların önemi kadar insan-toplum-ahlak üçgeninde dengenin muhafazasının zorluğunu da belgelemektedir. O günlerdeki kargaşayı tartışıp durmanın ötesinde, benzer bir sorumluluğun, içinde bulunulan çağda nasıl ifa edilebileceği üzerinde düşünmek daha mantıklı olacaktır.
Bugün: Emaneti/ahlakı koruyabilmek
Sünnet-i seniyyenin bizlere bıraktığı miras; takva, sabır, hayâ, dürüstlük, şükür gibi onlarca ahlaki değerden örülmüş paha biçilemez güzellikte bir elbiseydi. Ve bu elbise, bünyesinde sadece belirli renk ve desenleri değil kendine özgü apayrı bir manevi ruhu da barındırıyordu. Temel mesele, ibadetlerin de teşekkülüne birinci dereceden katkı sağladığı bu büyük manevi ruhu özümseyebilmekti.

Dinin en az davranış boyutu kadar önemli ve derinlikli bir düşünce/zihniyet boyutu olduğunu hatırlayarak… İnsanın insana değer vermediği herhangi bir ahlaki modelin kalıcı olamayacağını öngörerek… Yaşanan bireysel ve sosyal imtihanlardan gerçek ibretler çıkarıp geleceği onlardan hareketle tasarlayarak… Ve bütün bunların ancak, Kur’an-ı Kerim’e imanın hemen yanında Resul-i Ekrem’e (s.a.s.)koşulsuz tabi olmayı da nefsine kabul ettirebilenlere nasip olacağını unutmayarak.

Doç. Dr. Ahmed Ürkmez

27 Ağustos 2022 Cumartesi

İHSAN: ALLAH’I GÖRÜYORMUŞÇASINA YAŞAMAK


"“Allah (c.c.) her şeyde ihsanı farz kılmıştır…”

(Müslim, Sayd, 56.)

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün ashabıyla oturmuş sohbet ederken üzerinde hiç yolculuk emaresi olmayan, bembeyaz giyimli, simsiyah saçlı, hiç kimsenin tanımadığı birisi çıkageldi. Peygamberimizin yanına oturdu, dizlerini dizlerine değdirdi, İslam nedir ve iman nedir diye sorular sormaya başladı. Hz. Peygamber (s.a.s.), her bir sorusuna cevap verdikçe bu yabancı adamın “Doğru söyledin.” demesi sahabenin iyice garibine gitti. Hz. Peygamber (s.a.s.) “O Cebrail’di; size dininizi öğretmeye geldi.” diyerek kimliğini deşifre ettiği bu yabancı adamın sorduğu sorulardan birisi de “İhsan nedir?” idi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu soruya verdiği cevap, bu zamana kadar ihsan kavramının en şümullü tanımı olup Müslümanların hayat felsefesini özetleyen bir mahiyet arz etmekteydi. Allah Resulü’nün bu soruya verdiği cevap şu şekildeydi: “İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu göremesen de O seni görmektedir.” (Buhari, İman, 36.)


Buradan öğreniyoruz ki ihsan, dinin mütemmimi olan hasletlerden bir tanesidir. Zira dini öğretmek için gelen Cebrail’in Hz. Peygamber’e sorduğu üç temel unsurdan biridir ihsan. İhsan, iman ve İslam’ın ideal seviyede yaşanmasının yegâne yolu olup bu kavramın hem Allah hem de kullar için bir anlam dünyası bulunmaktadır. Allah için kullanıldığında ihsan, O’nun bütün mahlûkata ikramda bulunması, rızık vermesi, dünya hayatında kâfir yahut mümin, insan yahut hayvan ayrımı yapmadan rahmetiyle muamele etmesi gibi anlamlara gelmektedir. Kullara bakan yönüyle ise ihsanın dört mertebesinden bahsedebiliriz:

Kişinin kendisine karşı ihsan

Hem yaratılış hem donanım hem de yetenek bakımından kişinin kendisini bilmeden ve tanımadan Yüce Allah’ı bilmesi ve mutlak doğruya ulaşması mümkün değildir. Nitekim bu hakikati ifade etmek üzere “Nefsini bilen rabbini de bilir.” sözü bir kelâm-ı kibar olarak söylenegelmiştir. Kendini bilip tanımanın en önemli yolu da kişinin kendisine karşı ihsan üzere olmasıdır. İnsanın yaratılış gayesini bilmesi ve yaptıklarının hesabını vereceğinin bilincinde olması, kendisine karşı en büyük ihsanıdır. Zira bu bilinç, kişinin dünyada huzuruna, ebedî âlemde de kurtuluşuna vesile olacaktır.

Yüce Allah’a karşı ihsan

Yukarıda zikredilen Cibril hadisinde de görüldüğü üzere ihsanın en temel anlamlarından biri, Allah’ı görüyormuşçasına yaşamaktır. Aynı şekilde ihsan, “Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (Hadid, 57/4.) ayetini düstur edinip ona göre davranmaktır. Bu yönüyle ihsan, kulluk bilincinin zirvesidir. Zira alıp verdiği her bir nefeste Allah’ı görüyormuş gibi davranan, attığı her bir adımda Rabbin huzurunda olduğunun bilincinde olan bir Müslüman’dan hem kendisine hem de başkalarına zarar verecek bir iş sadır olmayacaktır.

Diğer insanlara karşı ihsan

İhsan, karşılıksız iyilik yapmak, güzel davranışlar ortaya koymak gibi anlamlara da gelmektedir. Kişinin kendisi için sevip istediği şeyi Müslüman kardeşi için istemesi de ihsandır. Bu doğrultuda; insanlara iyilik ve ikramda bulunmak, dertlere derman, gönüllere şifa, yolunu kaybedenlere kılavuz olmak; kısaca insanlığın hayrına olacak her türlü güzel davranış ihsandır. İlim ve fende çığır açmış nice Müslüman ilim adamının yaptığı gibi yeni buluşlar ortaya koymak, bilişim ve teknoloji başta olmak üzere hayatın her alanında Müslümanların ve bütün insanların işlerini kolaylaştıracak icatlar yapmak, ihsanı hayatının merkezine yerleştiren müminlerle mümkün olacaktır. Hiç şüphe yok ki başkasına faydası olmadan çokça nafile ibadetle geçen bir ömürdense başkalarına faydalı olup sadece farz ibadetlerle meşgul olmak çok daha hayırlıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) bu hakikati şu sözüyle dile getirmiştir; “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanıdır.” (Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, VI/58; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, X/115.) 

Canlı cansız bütün varlığa karşı ihsan

Canlı cansız bütün varlığa karşı güzel muamelede bulunmak da ihsandır. Nitekim dergimizin bu ayki sayısı için belirlediğimiz hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.), Yüce Allah’ın her işte ihsanı farz kıldığını bildirmektedir. Hadisin devamında Allah Resulü savaş hâlindeyken düşmana bile işkence edilmemesini, kurban edilirken hayvana eziyet edilmemesini ve onun rahatlatılmasını isteyerek ihsanın hangi alanlarda olabileceğinin örneklemesini yapmıştır. (Müslim, Sayd, 56.) 

Bunların yanı sıra ihsan, bir işi en güzel şekilde yapmak diye de tarif edilebilir. Bu manadan hareketle, mümin bir bireyin ibadetten ticarete, tarım ve hayvancılıktan sanayiye, kısaca hayatın her alanında ihsan üzere olması ve buna göre davranması gerekmektedir. Bilim insanının araştırmalarında insanlığa/canlılara faydayı hedeflemesi; gıda üreticisinin ürettiği gıdada helal ve zararsız içerik bulundurması; mühendisin yaptığı binayı sağlam ve estetiğe uygun inşa etmesi; müteahhidin dere kenarlarına bina yapmaması, zemini sağlam olmayan yerlerde yüksek binalar inşa etmemesi gibi hususların hepsi ihsan kavramının bir gereğidir. Ayrıca İslam’ın üzerinde titizlikle durduğu adaletle muamele, emaneti ehline verme, liyakati önceleme vb. ilkeler de ancak ihsan kavramıyla ayakta kalacaktır.

Özetle ihsan; Allah’ın gördüğünü bilerek her işi en iyi ve en güzel şekilde yerine getirmek ve her şeyin hakkını vererek yapmaktır. İhsan bilinci kaybolduğunda insandaki şuur, ibadetteki huşu da kaybolur gider. Bu yüzden mümine düşen ister toplum içindeyken ister yalnız başınayken olsun ibadetinde veya dünyalık bir meşgalesinde ihsan üzere yaşamaya ve bu hâl üzere ruhunu teslim etmeye gayret etmektir.

Hadisten öğrendiklerimiz

1. İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi yaşamak, yapılan her bir işi/ameli en iyi, en güzel ve en sağlam şekilde yapmak demektir.

2. İhsan bilincinin yitirilmesi, adaletin yerini zulmün, huzurun yerini kaosun almasına zemin hazırlayacaktır.

Halil Kılıç

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

26 Ağustos 2022 Cuma

ANNE BABA RIZASI: CENNETE GÖTÜREN KESTİRME YOL

 

Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yönelik saldırılarını iyice arttırınca Allah Resulü (s.a.s.), şehrin ileri gelenlerini İslam’a davet etmek ve desteklerini almak amacıyla Taif’e gitmişti. Ne var ki Taif halkı, hidayet mesajına kulak tıkamışlar; Hz. Peygamber’i ve yanında bulunan Zeyd b. Harise’yi taşlamışlar, yollara attıkları dikenlerle ayaklarını kan revan içinde bırakmışlar, pek çok ağır söz söyleyip hakaretler etmişlerdi. Bu elim hadiseden sonra Mekke’ye dönüşte karşısına çıkan Cebrail’in, Taif’in başına dağları geçirip ahalisini helak etme talebini geri çevirmiş; bu halde bile onların hidayetini düşünmüş ve onlara beddua etmemişti. (İbni Hişâm, Sîre, II/60-63). Ama gelin görün ki âlemlere rahmet olarak gönderilen ve hayatı boyunca bedduayı ağzına almamaya çalışan Hz. Peygamber (s.a.s.), söz konusu anne baba hakkı olunca meselenin ehemmiyetine vurgu yapmak, bu konuda ihmalkârlık yapılmasını önlemek adına şu ağır sözleri sarf etmişti:

“Yazıklar olsun! Bir kez daha yazıklar olsun! Ve bir kez daha yazıklar olsun!” ‘Kime yazıklar olsun ey Allah’ın elçisi?’ diye sorulunca Hz. Peygamber (s.a.s.) şu cevabı vermişti:

“İhtiyarlık zamanlarında anne-babasından birine yahut her ikisine yetişip de (kendilerine gereken hürmeti göstermediği için) cennete giremeyen kimseye…” (Müslim, Birr, 9.)

Bu hadiste geçen ve “yazıklar olsun” diye çevirmeyi uygun gördüğümüz “ ” tabiri meşhur muhaddis ve Buhari şârihi İbn Hacer’e göre rezil rüsva olma anlamında bir nevi bedduadır. (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, I/124.) Bu ifade, beddua anlamına geldiği gibi anne babaya iyilik ve ihsanda bulunulmadığı için cenneti kaçırmak suretiyle gerçek manada rezil rüsva olma anlamına da gelmektedir. Nitekim anne babaya hürmet gösterip onların rızasını kazanan, Yüce Allah’ın da rızasını kazanacak ve ebedi mutluluğa kavuşmuş olacaktır. Ancak anne babasının kadr ü kıymetini bilmeyip onların rızasını kazanamayan, Yüce Allah’ın rızasına da nail olamayacak ve cennetten mahrum olmak gibi büyük bir hüsrana duçar olacaktır. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s.) “Allah’ın rızası, anne babanın rızasında, gazabı da anne babanın gazabındadır.” buyurmuştur.

Yüce Allah ise Kur’an-ı Kerim’de “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve anne babanıza iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de gönül alıcı güzel sözler söyle.” (İsrâ, 17/23.) buyurmak suretiyle hem anne babaya söylenecek en ufak incitici bir söze bile müsaade etmemiş hem de anne baba hakkını, kendisine kulluk edilmesinden hemen sonra zikrederek onlara hak ettikleri değeri vermiştir. Esasında insanın, kendisini yaratan Allah’ı inkâr etmesi, O’na başka varlıkları eş koşması (şirk) Allah nezdinde ne kadar kötü bir tutum ise dünyaya gelmesine vesile olan, büyütüp yetiştirilmesinde sayılamayacak kadar emekleri olan anne babasına hürmetsizlik ve itaatsizlik etmesi de aynı şekilde kötüdür ve her iki tutum da nankörlüktür. 

Dinimizde anne babaya verilen değer, ayetlerde ve hadislerde açıkça görülmekle birlikte Allah’a itaat her şeyden ve herkesten önce gelmektedir. Bundan dolayıdır ki Hâlik’a isyan konusunda -anne baba da dâhil- hiçbir mahlûka itaat olmaz. Bu ve benzeri hâller dışında imkân dâhilinde anne-babaları kıracak ve üzecek her türlü söz ve davranıştan uzak olunmalıdır. Zira biz Müslümanlar olarak inanmayan babasına bile “babacığım” diye hitap eden (Meryem, 19/42) nezaket timsali Hz. İbrahim’in (a.s.) milletindeniz; yaşlı anne babaya bakmayı Allah yolunda cihattan daha faziletli gören (Buhari, Cihad, 1; Müsned, XI/102) Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ümmetindeniz. Bu itibarla herhangi bir konuda haksız olsalar bile evladın anne babasına küsmeye, onlarla irtibatını koparmaya hakkı yoktur. Ne var ki çoğu kez anne babayla evlatlar arasında incir çekirdeğini doldurmayacak meseleler yüzünden küslükler olabilmektedir. Evlatlar genelde “Bana az, kardeşime çok verildi.”, “Ona alındı, bana alınmadı.” gibi parayla ve malla ilgili dünyalık konularda böylesine tavırlar sergileyebilmektedirler. Fakat evlatların göz ardı ettikleri husus şudur: Sırf dünyaya gelmelerine vesile olmaları, anne babanın hukukunu gözetmeyi ve onlara hürmet göstermeyi zorunlu kılmaktadır. Şayet anne baba, çocukları arasında ayırım yapar veya onlara gerektiği gibi annelik babalık yapmazlarsa elbette bu davranışının hesabını Yüce Allah’a verecek ve ahirette evlatlarıyla hesaplaşmak zorunda kalacaklardır. Ancak onların bu yanlış tutumu evlatlara da yanlış yapma hakkı tanımamaktadır.

Üzülerek belirtmemiz gerekir ki günümüzde yaygınlaşmaya başlayan uygulamalardan biri de anne babaların, evlatlarına en çok ihtiyaç duydukları düşkünlük çağlarında evlatların, “Meğer vefa İstanbul’da bir semt adıymış!” ifadesini haklı çıkaracak mahiyette bir vefasızlık yaparak onları kendi başlarına bırakmaları veya huzur (!) adı verilen evlere terk etmeleridir. Hazine dolu bir sandığın üstünde oturup da o sandığı açmadığı için yoksulluk çeken kişi nasıl içler acısı bir hâldeyse yaşlanmış anne babasını yüzüstü bırakıp Allah’ın rızasından mahrum olan kişinin hâli de aynıdır. Bu kişiler, dünyalık geçici hazları önceleyip anne babalarını kendi hâllerine bırakmakla, kendilerine altın tepside sunulan cennet anahtarını reddettiklerinin ne yazık ki farkında değillerdir.

İşte bu hakikati unutmayalım diye günde beş defa kıldığımız namazda “Rabbenâ” dualarını okuyarak “Rabbim, beni, anne babamı ve bütün müminleri bağışla.” diye onlar için niyazda bulunuyoruz. Namazında bu niyaza yer vermesine rağmen anne babasını yalnız ve kimsesiz bırakarak cennet yoluna bariyer koyan bir müminin, hiç şüphesiz önce imanını sonra ahlakını daha sonra da namazını gözden geçirmesi isabetli olacaktır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Anne babanın rızasını almak, Rabbin rızasını ve cennete giden yolu kolaylaştıracaktır.

2. Anne babadan yüz çevirmek ve onları kendi hallerinde çaresiz bir şekilde bırakmak tıpkı kendisini yaratanı inkâr etmek gibi büyük bir nankörlüktür.

Halil Kılıç

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#

25 Ağustos 2022 Perşembe

GÜZEL AHLAK: İMANI KEMALE ERDİREN VASIF


“Mümin; tan edip ayıplayan, lanet eden, çirkin söz söyleyen ve hayâsız bir kimse değildir.” (Tirmizi, Birr ve Sıla, 48; Müsned-i Ahmed, VI, 390.)

Din, dünya hayatında insanın kendisiyle, Rabbiyle ve bütün mahlûkatla olan iletişimini düzenleyen ilahi kurallar bütünüdür. İnsanın hem dünyada hem de ahirette mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmesini amaçlamayan bu ilahi kuralları üç başlık altında toplamak mümkündür: iman, ibadet ve ahlak. Aralarında kopmaz bir bağ bulunan bu üç başlığa dair dinin pek çok emir, yasak ve tavsiyeleri bulunmaktadır. Özellikle de iman ve ibadetin pratik bir sonucu olan ahlak, dinin özünü teşkil etmektedir. Nitekim “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Muvattâ, Husnü’l Huluk, 8; Müsned, XIV/513) hadisinde, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gönderiliş gayesi olarak ahlaka vurgu yapılmaktadır.

İşte yukarıdaki hadis, İslam ahlakıyla imanlarını süslemeleri ve kemale erdirmeleri noktasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Müslümanlara verdiği pek çok eşsiz mesajdan sadece bir tanesidir. Hadiste insanlar arasında kin ve nefret tohumları ekecek olan özellikle de dilden kaynaklı olumsuz tutumların Müslümanda bulunamayacağı etkili bir biçimde ortaya koyulmuş ve müminde bulunmaması gereken dört hususa yer verilmiştir. Buna göre mümin:

Tan edici değildir
Hadiste zikri geçen “tan edici” ifadesinden maksadın insanları sürekli ayıplayan kişi olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca tan etmek, başkalarının onur ve haysiyetine dil uzatmak, onları karalamak veya kınamak anlamlarına da gelmektedir. Oysa akıllı mümin, eksik ve kusurlarından dolayı başkalarını ayıplamak, karalamak veya kınamak yerine kendi eksiklerine bakmalı; Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Akıllı kişi kendini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır.” (Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyâme, 25.) buyruğundan hareketle kendi ayıp ve kusurlarıyla ilgilenmelidir. Bu noktada mümince duruş, Mevlâna’nın “Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.” düsturuna sarılmakla olacaktır.

Lanet edici değildir
Allah’ın bağış ve merhametinden uzak bırakılmayı ifade eden lanet kavramı, bir önceki maddede yer alan tan etmekten daha kötü bir davranıştır. Zira bir kimsenin, mümin kardeşine lanet etmesi, onun Allah’ın rahmetinden uzak olmasını istemesi anlamına gelmektedir. Oysaki müminlerin, kendileri için sevip istedikleri şeyleri mümin kardeşleri için de istemeleri icap ederdi. Yine müminlerin, bir bedenin uzuvları mesabesinde olup birini rahatsız eden şeyin diğerlerini de huzursuz etmesi gerekirdi. Bu duyguları taşımak bir yana, ilahi rahmeti bile mümin kardeşine çok görmek, onu diri diri ateşe atmaktan pek de farklı değildir. Tam bu noktada Peygamberimizin “Mümine lanet etmek onu öldürmek gibidir.” (Müslim, İman, 110.) sözü çok daha anlaşılır hâle gelmektedir. Çünkü bir kişiyi öldürmek onun dünyevi nimetlerden nasıl mahrum olmasına neden oluyorsa lanet okumak da müminin uhrevi nimetlerden mahrum olmasını temenni etmek olduğundan onu öldürmekle eş tutulmuştur.

Lanetin müminlere yönelik olması yanlış olduğu gibi diğer insanlara hatta tüm canlılara yönelik olması da aynı şekilde yanlıştır. İstisnai bazı hâlleri bir tarafa koyacak olursak gayrimüslim biri için lanet yerine hidayet ve istikamet talebinde bulunarak ebedî âlemde onun da sonsuz rahmetten nasibdâr olmasını arzulamak, yüce gönüllü müminlere daha çok yaraşır bir davranış olacaktır.

Dili hayâsız değildir
Hadiste zikri geçen “fâhiş” kelimesinden maksadın yalan, alay, sövme, hakaret etme gibi dilden sadır olan her türlü çirkin sözler olduğu ifade edilmiştir. Üç günden fazla küs durmaları helal olmayan müminlerin kırgınlığa ve küskünlüğe yol açacak ve aralarındaki gönül köprülerini yok edecek her türlü yalandan, alaydan, kaba ve çirkin sözden uzak durmaları İslam ahlakının olmazsa olmazlarındandır. Müminler, “Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapt ederler.” (Kaf, 50/17-18.) ayetini kendilerine rehber edinip ağızlarından çıkan her bir sözün huzur-i divanda hesabı olduğu bilinciyle yaşarlar ve bilerek veya bilmeyerek ağızlarından Hakk’ın razı olmayacağı hiçbir şey çıkmaması için gayret sarf ederler.

Davranışları hayâsız değildir
Bundan önceki üç madde, müminin sözlü davranışlarında dikkat etmesi gereken hususlarla alakalı iken bu son madde (el-bezî’), söz ve eylemlerinin tamamını kapsayan ve “hayâ” olarak çevrilmesi daha uygun olan bir kavramdır. İmanın en güzel tezahürü olan hayâ, insana insan olduğunu hatırlatan, onu irade sahibi olmayan diğer canlılardan ayıran en önemli haslettir. Bu hasleti kaybeden toplumlarda ahlaksızlık kasırgaları bütün sınırları yok etmekte; hayâ duygusunu yitiren insan da yaratılış gayesine aykırı pek çok eylem ve söylemde bulunabilmektedir. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s), “İnsanların tâ ilk nübüvvet (peygamberlik) mesajından öğrenegeldikleri bir şey de şudur: Eğer utanmazsan dilediğini yap!” (Buhari, Edeb, 78.) buyurmuş ve hayânın kötülükler/ahlaksızlar karşısında en önemli perde olduğuna işaret etmiştir.

Öyleyse iman ve ibadetlerle kuşanan mümin bir bireye düşen en temel vazife, hem dinde kardeşi olan kişilerle hem de hilkatte (yaratılışta) dengi olan bütün insanlarla iletişiminde ve etkileşiminde İslam’ın özü olan güzel ahlaktan ve ahlaki değerlerden uzak olmamaktır. Bu noktada mümin, muhatabı her kim olursa olsun diline ve bütün bedenine hayâyı egemen kılarak hayatının her alanında İslam ahlakını ve güzelliğini yansıtmaya çalışmalıdır.

Hadisten öğrendiklerimiz
1. Gerçek mümin, iman ve ibadetlerin yanı sıra güzel ahlak ve övgüye layık vasıflarla donanmış kişidir.
2. Ayıplama, kınama, lanet etme, yalan söyleme, sövme, alay gibi her türlü çirkin söz ve davranışlardan müminler uzaktır.
3. Mümin, her türlü davranışını Yüce Allah’ın gördüğünü, sağ ve sol taraftaki meleklerin kayıt yaptığını bilip hayâ zırhıyla imanını korumaya alan kişidir.

Halil Kılıç

24 Ağustos 2022 Çarşamba

Türkçe İbadet meselesi

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 1997 - Karar No: 103
Konusu: Türkçe İbadet meselesi
   

 Din İşleri Yüksek Kurulu, Kurul Başkanı İsmail ÖNER'in başkanlığında toplandı. Son günlerde medyada Türkçe ibadet ve özellikle Kur'an-ı Kerim'in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına dair tartışmaların yoğunluk kazanması üzerine konu Kurulumuzda görüşüldü. Yapılan inceleme ve müzakere sonunda:
       1- Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen Peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) Arabistan da araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O'nun tebliğ ettiği Kur'an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir.
       Ancak Yüce Rabbimizin bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur'an-ı Kerim, sadece araplar ve Arapça'yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir. Nitekim Kur'an- Kerim'de:
       "Bu Kur'an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür." (Al-i İmran, 3/138)
       "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun..." (Maide 5/67)
       "Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur'an'ı indirdik…" (Nahl, 16/44)
      "Bu Kur'an, ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler, tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır.” (Sad 38/29)
buyurulmuştur.
      İfade edildiği üzere Kur'an-ı Kerim Arapçadır. Cenab-ı Hakk'ın yüce kelâmı kutsal kitabımızın dilinin her Müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de âdeten mümkün değildir. 0 halde Kur’an-ı Kerim'in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların yüce Kitapta bildirilen ilahi gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç, hatta zaruret vardır. Nitekim, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri gelenlerinden Selmân-ı Fârisi'nin İran'lı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha Sûresini Farsçaya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda (bk.Serahsi, el-Mebsut, I, 37, Beyrut, 1398/1978) yer almıştır. Günümüzde Kur'an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meâl, terceme ve tefsiri bulunmaktadır.
       2- Kur'an-ı Kerim'in namazda Türkçe tercemesinin okunmasına gelince:
       Kur'an-ı Kerim'de "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun" (Müzzemmil, 73/20) buyurulduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.) de bütün namazlarda Kur'an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahâbiye namaz kılmayı tarif ederken "....sonra Kur'an'dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku." (Müslim, Salat, 45) buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, kitap, sünnet ve icma ile sabit bir farzdır.
      Bilindiği üzere Kur'an, Cenab-ı Hakk'ın Hz. Muhammed’e (s.a.) Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel'in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Rasulüllah (s.a.)'in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur'an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk'ın kelâmı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur'an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, Bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. Nitekim:
        "Şüphesiz o, âlemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu'l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi." (Şuara 26/192-195)
        "Böylece biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik." (Tâhâ, 20/113)
        "Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur'an indirdik." (Zümer, 39/28)
        "Bu bilen bir toplum için, âyetleri Arapça bir Kur'an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır." (Fussilet, 41/3) gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra'd, 13/37; Nahl, 16/103; Şûra, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkâf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça ifade eden âyetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur'an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercemesine Kur'an denilemeyeceği ve Tercemesinin Kur'an hükmünde olmadığı konusunda İslâm bilginleri görüş birliği içindedir.
      Bilindiği üzere tercüme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, uslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebi ve hissi yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiç bir terceme aslının yerini tutamaz ve hiçbir tercemede, her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. 0 halde Kur'an-ı Kerim gibi, ilahi belâğat ve i'cazı hâiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah'ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun âciz beyanı. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelâmının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?
       Kaldı ki, İslâm dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün Müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir.
       Herkesin kendi konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulanagelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz birtakım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise, böyle bir uygulamanın dışarda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak birtakım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.
       Diğer taraftan, yüzleri aşan tercüme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve bunu herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.
       Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah'tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.
         Diğer taraftan, Kur'an-ı Kerim'in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i'câzın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine, onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun" anlamındaki tehaddî (meydan okuma) âyetlerinden (Bakara 2/23-24; Yunus, 10/37- 38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tûr, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden âyet-i kerime (İsra, 17/88) den de, Kur'an'ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin kelâmullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyla namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, 1926 yılında İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi'nin cuma namazında Kur'an-ı Kerim'in Türkçe tercemesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğü'nün 20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında Atatürk tarafından göreve getirilen ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi'nin imzası bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey'eti kararında:
         "Namazda kırâet-i Kur'ân bi'l-icma farz, ve Kur'ân'ın hangi bir lügat ile tercemesine Kur'ân itlakı kezalik bi'l-icmâ gayr-ı câiz ve namazda kırâat-i Kur'ân mahallinde terceme-i Kur'ân'ın adem-i cevâzı da bi'l-umum mezâhib fukahasnın icmâı ile sâbit olduğundan, hilâfına mücâseret, namazı vaz'-ı şer'îsinden tağyîr ve emr-i dini istihfaf ve mel'âbe şekline vaz'ı mutazammın olduğu gibi, beyne'l-müslimîn iftirak ve ihtilâfa ve memlekette fitne hudûsuna bâis olacağından, fiil-i mezbûre mücâsereti sâbit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezâif-i ilmiye ve diniyenin ref'i, emr-i zaruri halini almış olmakla ol veçhile tebligat icrâsı..." denilmiştir. 
          Şüphesiz bir Müslümanın en azından namazda okuduğu Kur an-ı Kerim metinlerinin anlamlarını bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir. Ancak manasını anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için Kur'an-ı Kerim'i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini okumanın hükmü başka; bu tercemeleri Kur'ân yerine koymanın ve Kur'ân hükmünde tutmanın hükmü yine başkadır.
        Namazda ve ibadet olarak Kur'an-ı Kerim aslî lafızları ile okunur, Yüce Rabbimizin bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını öğrenmek, onun irşadından yararlanmak maksadıyla ise terceme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla Kur'an-ı Kerim'in tercüme, meal ve açıklamalarını okumak da çok sevaptır ve genel anlamı ile ibadettir.
           Keyfiyetin, kamuoyuna duyurulmak üzere, Başkanlık Makamına arzına karar verildi.

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/2610/turkce-ibadet-meselesi

23 Ağustos 2022 Salı

Medyada Tartışması Yapılan Bazı Konular

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 1998 - Karar No: 4
Konusu: Medyada Tartışması Yapılan Bazı Konular
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 22.01.1998 tarihinde Kurul Başkanı İsmail Öner’in başkanlığında toplandı. 
Son günlerde medyada çoğu yetkisiz ve yeterli bulunmayan kişiler tarafından tartışmaya açılan; 
a) Kadınların Cuma, Bayram ve Cenaze Namazı Kılıp Kılamayacağı ve Bunların Saftaki Durumları,
b) Kur’an’da Beş Vakit Namaz Olup Olmadığı,
c) Kadınların İmameti,
d) Hayızlı ve Lohusa Kadınların Namaz Kılıp Kılamayacağı, Oruç Tutup Tutamayacağı, Kur’anı Kerim’e El Sürüm Süremeyeceği, Tavaf Yapıp Yapamayacağı ve Camiye Girip Giremeyeceği,
e) Teravih Namazının Rek’at Sayısı,
konularında, kamuoyunu aydınlatmak üzere başkanlık görüşünün kurul kararı olarak belirlenmesine dair ilgili yazı incelenmiş ve bu konularla ilgili olarak hazırlanana ilişik yazıların (11 sh.) Diyanet aylık Dergisi’nde neşrine ve uygun görüldüğü takdirde acilen basımı sağlanarak yurtiçi ve yurtdışı teşkilatımız ile halkımıza dağıtımının uygun olacağına karar verildi. 
Kadınların Cuma, Bayram ve Cenaze Namazı Kılıp Kılamayacağı ve Bunların Saflardaki Durumu 
Cuma namazı farz-ı ayın, bayram namazları vacip, cenaze namazı ise farz-ı kifayedir. Bunlardan cuma ve bayram namazları, ancak cemaatle kılınır. Cenaze namazının cemaatle kılınması şart olmadığı gibi; ister erkek, ister kadın olsun tek bir müslümanın kılmasıyla kifai farz yerine gelmiş olur. Görüldüğü üzere, gerek mükellefiyet gerek hüküm bakımından cenaze namazında kadın ile erkek arasında hiç bir fark yoktur.  
Cuma namazının farziyyetiyle ilgili ayetin (Cum'a, 62/9) kadın ve erkekleri içeren umumi hükmü sünnetle tahsis edildiği için, cuma namazı ile sadece hür, mukim ve (cuma namazına katılmaya engel olacak derecede hasta ve yaşlı olmayan) sağlıklı erkek Müslümanlar mükelleftir. Nitekim ayetin umumi hükmünden hür, mukim ve sağlıklı olmayanlara da cuma namazının farz olduğu anlaşılmakta ise de, ayetin hükmü bu yönden de tahsis edilmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte, "Hürriyetine sahip olmayan köle, kadın, çocuk ve hasta .müstesna olmak üzere, cemaatle cuma namazı kılmak, her müslüman üzerinde vacip bir haktır." (Ebu Davad, Salat, 168, Hadis No:1O67; Beyhekı, III, 172) buyurulmuştur. Bu itibarla kadınlar cuma namazı ile yükümlü değildir. Cuma namazının kadınlara farz olmadığı konusunda icma vardır. Asr-ı saadetten beri hiçbir İslam müçtehit ve alimi bunun aksini söylememiş, bütün İslam ülkelerinde, her dönemde uygulama da böylece devam ede gelmiştir.  
Vakıa, cuma ve bayram namazları ile yükümlü olmadıkları halde kadınlar isterlerse bu namazlara katılabilirler. Bu takdirde, kendisine cuma namazı farz olmayan (mesela dinen misafir sayılan) bir kişinin cuma namazını kıldığında o günkü öğle namazını kılmasına gerek olmadığı gibi, cuma namazına katılan kadınların da ayrıca öğle namazını kılmaları gerekmez. Nitekim günümüzde beş vakit namazda ve özellikle teravihte olduğu gibi, gerek asr-ı saadette, gerek sonraki dönelerde kadınlardan çok sayıda cuma ve bayram namazlarına katılanlar olmuştur. Ancak ne Hz. Peygamber (s.a.) döneminde ne de müteakip asırlarda beş vakit namazla mükellef kadınların tamamının cuma ve bayram namazlarına katıldığı sabit değildir. Günümüzde de isteyen hanımların cami adabına uyarak camilerin kendilerine ayrılan bölümlerinde,cuma ve bayram namazı kılmalarında hiçbir sakınca yoktur.  
Safların düzenlenmesine gelince:  
İslami hükümlere göre, sadece namaz kılarken değil, ihtiyaç ve zaruret bulunmadıkça kadınların erkekler arasına karışmayıp, uygun olan ayrı bir yerde bulunmaları uygun olur. Bu itibarla ister cuma, ister bayram, ister cenaze, hangi namaz olursa olsun, kadınlar erkeklerle birlikte namaz kıldıkları takdirde, erkeklerden ayrı, uygun bir yerde namaza durmaları gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) namaz saflarını önce erkekler, sonra erkek çocuklar en arkada da kadınlar olmak üzere düzenlemiş; "namazda erkek saflarının en faziletlisi en önde olanı, fazileti en az olanı ise en arkada bulunanıdır. Kadın safların en faziletlisi ise en arkada kalanı, en az faziletlisi ise en önde olanıdır." (Müslim, Salat , 132;Ebu Daud, Salat, 97. Tirmiz.i, Mevakıt, 52; Nesai, İmame, 32; İbn Mace, İkame, 52) buyurmuştur. Sünnet olan safların böyle olmasıdır. Sünnete uymayarak, kadınlar erkek safları arasına karışarak imama uyarlarsa, Hanefi mezhebine göre rüku ve secdeli namazlarda kadınların arkasında ve hizasında kalan erkeklerin namazları fasit olmuş sayılır. bu duruma sebep olan kadınlar da günah işlemiş olurlar. Bu durum, rüku, ve secdesi bulunmayan cenaze namazında meydana gelirse, erkeklerin namazı fasit olmazsa da, sünnete (yani Hz. Peygamber (s.a.) 'in düzenlemesine) aykırı hareket edildiği için mekruh olur. 
 
b. Kur'an-ı Kerim'de Beş Vakit Namazın Bulunup Bulunmadığı  
 
Belirli şartları taşıyan Müslümanlara günde beş vakit namazın farziyeti Kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Beş vakit namazın eda edileceği vakitlere ve ne şekilde eda edileceğineKur'an-ı Kerim'in bir kısım ayetlerinde mücmel olarak işaret olunmuş, bu işaretler Rasalül1ah (s.a.)'in kavli ve fiili sünnetiyle açıklık kazanmıştır. Bilindiği üzere Kur ' an-ı Kerim ' deki mücmel emir ve hükümleri açıklama yetkisi, Onu insanlara tebliğle görevli olan Peygamber (s.a.) Efendimize aittir. O namazı bizzat kılarak ve Müslümanlara imam olup kıldırarak nasıl kılınacağını öğrettiği gibi bunların vakitlerini de göstermiştir. Gerek kılınış şekli, gerek vakitleri ile ilgili bu uygulama ameli tevatür o1arak, günümüze kadar devam etmiştir.  Kur'an-ı Kerim' de beş vakit namaza mücmel olarak işaret eden ayetlerden Taha Süresinin 130 uncu ayetinde: "...Güneşin doğmasından önce de, batmasın dan önce de Rabbını övgü ile tesbih et. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, rızaya ulaşasın." buyurulmuş; güneşin doğmasından ve batmasından önce, gece saatlerinde ve gündüzün iki ucunda olmak üzere beş ayrı vakitte Cenab-ı hakk' ı tesbih yani namaz kılmak emredilmiştir.  
Bakara Süresinin 238 inci "namazlara ve ayrıca orta namaza devam edin" mealindeki Ayet-i kerimede "namazlar" anlamındaki "salâvat" kelimesi çoğuldur. Arapça da çoğul üçten başlar. "İki'' ye tesniye denir ve ''iki namaz'' sözü "salateyn'' şeklinde söylenir. Demek oluyor ki, ayetteki ''salavat'' sözünden en az üç namaz anlaşılır. Ayrıca bir de "orta namaz" var. Çünkü matuf, matuf aleyhten (üzerine atıf yapılandan) ayrıdır. Bu sebeple "orta namaz", "namazlar'' ifadesine dahil olmadığı gibi, her iki yanında eşit sayı bulunmadığı için, üç namazın arasında yer alacak bir namaza ''orta namaz'' denilmesi de mümkün değildir. O halde, ayetteki "salavat" kelimesi, en az dört namazı ifade eder. Orta namaz buna eklendiğinde beş vakit namaz ortaya çıkar. Orta namazın ikindi namazı olduğu bazı hadislerde açıklanmıştır.  
Hud süresinin 114'üncü ayetinde ise, "Gündüzün iki ucunda ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl..." buyurulmaktadır. 
Ayet-i celilede ''gündüze yakın saatler" anlamındaki "zülef" kelimesi, "zülfe" nin çoğuludur. Yukarıda belirtildiği üzere en az üç adedi ifade eder. demek oluyor ki, bu ayete göre gecenin gündüze yakın saatlerinde, (akşam, yatsı ve sabah namazı olmak üzere) en az üç namaz var. Ayrıca gündüzün iki ucunda da iki vakit var. Böylece bu ayet-i kerimeden de namazın beş vakit olduğu anlaşılmaktadır.  
Bunlardan başka Nisa, 4/103. Hud, 11/114; İsra, 17/78; Rum, 30/17-18; Nur, 24/36; Kaf, 50/3940; Dehr (İns8n) , 76/25-26 ayet.-i kerimelerinde de beş vakit namaza veya vakitlerine mücmel o1arak işaret eden ifadeler bulunmaktadır. Bu mücmel ifade ve işaretler, Rasulüllah ( s.8. ) , in söz ve uygulamalar ile açıklanmış, onun açıkladığı ve uyguladığı şekilde bütün Müslümanlar tarafından ameli uygulama olarak günümüze kadar devam ettirilmiştir. Asr-ı Saadetten beri her asırda Müslümanlar beş vakit namaz kılmış hiç kimse bunun aksini söylememiştir. Bu itibarla "Kur'an' da beş vakit namazın bulunmadığı iddiasının ilmi hiç bir değeri yoktur. 
c. Kadının İmameti 
Kadınların namazda imamlık yapması , bir kadının hemcinsleri olan diğer kadınlara imamlığı ve kadın-erkek karışık cemaate veya sadece erkeklere imamlığı olarak iki kısma ayrılır. 
Kadının hemcinsleri olan diğer kadınlara imamlığı konusunda, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarından Ümmî Seleme ve Hz. Aişe' nin kadınlara imam olarak namaz kıldırdıklarına, bu durumda öne geçmeyip ilk safın ortasında durduklarına ait ilk devir hadis kaynaklarında bilgiler vardır. Kadınların günlük beş vakit namazda olduğu gibi, teravih namazında da diğer kadınlara imamlık yapmaları ls1am fakihleri tarafından caiz görülmüştür . 
Bir kadının, erkeklere veya kadın-erkek karışık cemaate imamlık yapması ise, ilk hadis kaynaklarından Ahmed b. Hanbel' in Müsned' inde, Ebu Davud'un Sünen' in de, İbn Huzeyme' nin Sahih ' inde, Beyhaki ' nin Sünen-i Kebir ' inde , Hakim ' in Müstedrek ' inde ve muahhar pek çok kaynakta yer alan bir habere göre Hz. Peygamber (s.a.v.) istisnai olarak Ümmî Varaka isimli hafız-ı Kur'an bir sahabiyye hanımın kendi ev halkına imamlık yapmasına izin vermiştir. Ümmî Varaka' nın ev halkı ise, ölümünden sonra azad olmaları kaydıyla hür kıldığı biri erkek diğeri hanım iki köleden ibaretti. 
Bu rivayete dayanarak İmam Ahmed, Ebu Sevr, Müzeni, Taberi, 1bn Teymiyye gibi alimler, kadının zaruret halinde erkeklere de imamlık yapabileceğini söylemişlerdir. 
İmam-ı Azam Ebu Hanife, Şafii gibi müctehidler ile Cumhur-ı fukaha ise, kadının erkeklere imamlığını caiz görmemişlerdir. 
d. Kadınların Özel Hallerinde Yapamayacakları ibadetler 
Dinimiz müslümanları ibadet etmekle yükümlü kılmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da kadın ile erkek arasında bir ayırım yapmamıştır. Çünkü erkeğin olduğu kadar kadının da ibadete ihtiyacı vardır. Erkek, yapmakla yükümlü olduğu ibadet görevini yapmadığı zaman Allah'a karşı sorumlu olduğu gibi kadın da aynı şekilde sorumludur. 
Ancak kadınlarda, ayhali (hayz), lohusalık (nifas) ve istihaza (özür akıntısı) denilen, kendilerine özel bazı haller vardır. 
Kadınların ayhali dönemlerinde, -temizleninceye kadar,- cinsî ilişkide bulunmaları Kur'an-ı Kerim'de (Bakara, 2/222) yasaklanmış; namaz, oruç ve Kabe'yi tavaf da, sünnetle bu yasak kapsamına alınmıştır. Nitekim, Fatma binti Ebî Hubeyş'in: 
-Ben istihazalı bir kadınım; hiç akıntım durmuyor. Namazı bırakayım mı? şeklindeki sorusuna Hz.Peygamber (s.a.): 
-"Hayır, o hayız akıntısı değil; damardan gelen hastalık kanıdır. Adet gördüğün günler sayısınca namazı bırak. (Bu sayı dolunca) yıkan ve namaz kıl" (Müslim, Hayz, 14; Ebû Davûd, Taharet, 109; Tirmizi, Taharet, 96; Nesaî, Hayz, 2) buyurmuştur. Bu istihazalı durumda olan kadınlar, 
taharet yönünden özürlü kimseler gibi, her vakitte abdest alarak namazlarını kılarlar. Nitekim Tirmizi'nin rivayetinde: "vakit gelince her namaz için abdest al" ziyadesi de yer almıştır. 
Kadınların ayhali dönemlerinde namaz kılamayacakları, oruç tutamayacakları ve Kabe'yi tavaf edemeyecekleri ayrıca bu günlerde kılamadıkları namazlarını kaza etmeleri de gerekmediği konusunda İslâm müctehid ve fakihleri arasında icma vardır. Sözüne itibar edilen hiçbir İslâm bilgini bunun aksini söylememiştir. Nitekim: 
- Neden, âdet gören bir kadın (temizlendikten sonra âdet günlerinde kılmadığı namazları kaza etmiyor da tutmadığı oruçları kaza ediyor? diye soru soran Muaze adlı hanıma Hz.Aişe: 
- Sen (hanımların ay halinden kılamadıkları namazların da kazası gerekeceğini söyliyen) Haruriye'den misin? demiş; 
- Hayır, Haruriye değilim, ama (öğrenmek için) soruyorum, cevabı üzerine: Hz.Aişe: 
- "Vaktiyle bu iş bizim başımıza geldiğinde, orucu kaza etmekle emrolunduk, namazın kazasıyle emrolunmadık, (Müslim, Hayz, 15) demiştir. 
Ayhalinde iken kadınların Kâbe'yi tavaf edemeyecekleri konusunda da Hz.Aişe; veda haccı esnasında yolda Serif denilen yerde âdet görmeye başlaması üzerine, Rasûlüllah (s.a.)'in: 
- "Bu Allah Teâlâ'nın, Hz.Adem'in kızları üzerine yazdığı bir şeydir. (senin elinde olan bir şey değildir). Hacıların, hacla ilgili yaptıklarını sen de yap. Ancak âdet gördüğün sürece Kâbeyi tavaf etme, buyurduğunu" (Buharî, Hayz, 1) nakletmiştir. 
Nifas (lohusalık) hali de hayız gibidir. Hayız ile ilgili hükümler aynen nifas için de geçerlidir. Nitekim bazı hadis-i şeriflerde "nifas" kelimesi "hayız" anlamında da kullanılmıştır. İbn Hazm diyor ki, Peygamberimizin "nifas" kelimesini "hayız" anlamında da kullanmasından, bunların hükümlerinin aynı olduğu anlaşılır.(El-Muhalla, I, 273) İslam âlimleri, nifasın hükmünün, hayız gibi olduğu hususunda ittifak halindedir.(Neylü'l-evtar, I, 333) 
Âdet gören veya lohusa olan kadınların Kur'an-ı Kerim'i okumalarına gelince; bu konuda İslâm âlimlerinin farklı görüşleri vardır. 
İmam Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel'e göre hayızlı veya lohusa olan kadınların el sürmeyerek ezbere veya yüzünden Kur'an-ı Kerim'i okuyabilirler.(Fethu Babi'l-İnaye, I,217) İmam Mâlik bu durumdaki Kur'an öğretici ve öğrencilerinin Kur'an-ı Kerim'i tutmalarını da öğretme ve öğrenme zaruretine binaen câiz görmüştür. (Fethu Babi'l-İnaye, I, 217-218) 
Zahiri mezhebi fakihlerinden İbn Hazm ise hayız ve lohusa olan kadınlarla cünüp olan kimselerin hem Kur'an-ı Kerim'i tutmaları ve hem de okumalarının câiz olduğunu söylemiştir.(el-Muhallâ, I, 94) 
Hanefi ve Şafiîler ise Tirmizî, ile İbn Mâce'nin İbn Ömer (r.a.)den rivâyet ettikleri: 
"Ayhali olan kadın ve cünüp olan kimse Kur'an'dan hiçbir şey okuyamaz."(Tirmizi, Tahare, 98; İbn Mâce, Tahare, 105) anlamındaki hadis-i şerifini esas alarak, hayız veya lohusa olan kadınların Kur'an-ı Kerim'i okumalarının caiz olmadığını söylemişlerdir. 
Görüldüğü üzere, Kur'an-ı Kerim'de yasaklanmadığı için, kadınların âdet günlerinde namazlarını kılıp oruçlarını tutabilecekleri sözü isabetli değildir. Bu iddia, bu konudaki hadisi şeriflere ve peygamberimizden günümüze kadar ki icma haline gelmiş uygulamaya aykırıdır. Yukarda belirtildiği üzere, sözüne itibar edilen hiç bir İslâm âlimi böyle görüş ileri sürmemiştir. Konuya kadın erkek eşitliği açısından bakmak da yanlıştır. Bunun kadın erkek eşitliğiyle bir ilgisi yoktur. Peygamberimiz hanımların bu halleri devam ettiği sürece namaz kılamıyacaklarını, oruç tutamıyacaklarını ve Kâbeyi tavaf edemiyeceklerini bildirmiştir. Şüphesiz her konu Kur'an-ı Kerim'de detaylı olarak yer almamıştır. Kur'an-ı Kerim'den sonra İslâmî hükümlerin ikinci kaynağı da sünnettir. Kur'an-ı Kerîm'de: 
"Kim Peygambere itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. (Nisa, 4/80); "Peygamber size ne verdi ise onu alın ve size neyi yasakladı ise ondan sakının."(Haşr,59/7) buyurulmuş; peygamberimizin emir ve tavsiyelerine uyulması emredilmiştir. 
Sünnette yer alan ve tarih boyunca da sünnete uygun olarak uygulanan bir konu hakkında aykırı bir görüşte bulunmanın bir değer taşımıyacağı açıktır. 
e.Teravih Namazının Kaç Rekat Olduğu 
Teravih ramazan ayına mahsus bir gece namazıdır. Yatsı namazından sonra kılınır. Kadın erkek her müslüman için sünnet-i müekkede bir namazdır. Kılınmadığı takdirde kazası gerekmez. tek başına kılınabildiği gibi cemaatla kılınması kifai sünnettir. peygamberimiz cemaatla namaz kılmaya olan iştiyakına rağmen farz namazları dışında sadece teravih namazını cemaatla kılmışlardır. (1) 
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bu namazın kılınmasını ümmetine tavsiye ve teşvik etmişlerdir: "Kim inanarak ve sevabını umarak Ramazan namazını kılarsa geçmiş günahlarından bir kısmı bağışlanır." (2) buyurmuşlardır. 
Buhari teravihin önemine binaen bu hadisi "nafile olan Ramazan Namazını kılmak imandandır" başlığı ile açtığı bir babda zikretmiştir.(3) 
Toplumumuzda her kesimin ilgisini çeken bu çok sevimli ve ruhlara ferahlık veren neşeli ibadetimiz ülkemizde büyük bir huşu ve huzur içerisinde yerine getirilmekte toplumumuzda birlik beraberliği ve uzlaşıyı da beraberinde getirmektedir. 
Teravih namazını ilk olarak Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir ramazan gecesi ashabı ile birlikte kılmışlardır. Ertesi gün duyulunca cemaat artmış yine teravih namazı beraber kılınmıştı. Üçüncü gece cemaat daha da çoğalmış yine Rasullüllah hanesinden çıkıp teravih namazını ashabıyle kılmışlar ancak dördüncü gece cemaat mescide sığmayacak derecede çoğalınca Peygamberimiz yalnız yatsı namazını kıldırarak hanesine çekilmiş teravih namazı için çıkmamış ve sabah namazına kadar bekleyen cemaata namazdan sonra "teravih için beklediğinizi biliyordum fakat üzerinize farz olur da edasından aciz kalırsınız diye korktum." (4) buyurmuştur. O günden sonra herkes teravih namazını evinde veya mescidde kendi kendine kılmaya devam etmiştir. Hz.Ömer devlet başkanlığı sırasında teravih namazı kılmadaki dağınıklığı görmüş bunu önlemek için cemaati bir imam arkasında toplayıp tekrar cemaatla kılmanın daha hoş olacağını arkadaşlarına söylemiş ve ashabın ileri gelen hafızlarından U'bey İbn-i Kâ'bı imam tayin ederek teravih namazının cemaatla kılınmasını başlatmıştır. Hz.Ömer halkın dini bir vecd ile namaz kıldıklarını görünce "bu ne güzel bir adet oldu" diye sevincini belirtmiştir. Gerçi teravih namazı zamanı saadette vardı. Birkaç gece de olsa bizzat Rasulüllah'ın beraberinde cemaatla kılınmıştı. Dinde olmayan birşey dine sokulmamıştı. Bu bakımdan Hz.Ömer'in "şu ne güzel bir bid'at oldu" sözündeki bid'at ifadesi dinde olmayanı dine sokma anlamında değildir. Belki cemaatla kılınmasının yeniden ihdas edilmiş olması anlamındadır. Bunun da bir sakıncası yoktu. Çünkü Hz.Peygamber farz sayılacağı endişesiyle teravihin cemaatla kılınmasını bırakmıştı. Onun irtihalinden sonra artık böyle bir endişe de kalmamıştı. Teravihin tekrar cemaatla kılınması şariin maksadına aykırı değildi. 
Nitekim bilahire Hz.Ali (r.a.) da bu namazı teşvik etmiş ve "Ömer mescidlerimizi teravihin feyziyle nurlandırdığı gibi Allah'da Ömer'in kabrini öyle nurlandırsın" diye memnuniyetini belirtmiştir. 
Hz.Ömer zamanındaki cemaatla kılınan teravihin kaç rek'at olduğu hakkında iki rivayet vardır: Vekî'ın malik İbn Enes'den onun da yahya İbn Sa'd'dan rivayetine göre Hz.Ömer görevli birisine cemaatına yirmi rek'at kıldırmasını emretmişti.(5) 
Hz.Aişe'den Hz.Peygamber'in ramazanda ve sair gecelerde, bir rivayette onbir, diğer rivayette onüç rek'attan fazla namaz kılmadığı hakkındaki sahih rivayete ilaveten Hz.Ömer'in de Muvatta'daki rivayete göre onbir rek'at kıldırması için U'bey İbn Kâ'b'a emir verdiği hakkındaki rivayetleri karşısında Beyhakî'nin Said İbn Yezid'den Hz.Ömer döneminde teravihi yirmi rek'at kıldıklarına dair rivayetini İmam Nevevî te'lif etmiş ve Hz.Ömer'in onbir rek'at emri, döneminde ilk kılınan teravih gecelerine aitti. Sonra teravih yirmi rek'at olarak yerleşmişti. Şimdiye kadar devamedegelen de budur. "(6) demiştir. 
Teravih namazının asrı saadette ve ondan sonraki dönemde rek'atlarının adedi hususunda daha geniş malumat edinebilmek ve sağlıklı bir sonuca kavuşmak için Allame Bedreddin Aynî'nin Umdetü'l-kârî isimli eserindeki malumata kısaca bir göz atma ihtiyacını duymaktayız. 
Bu İslâm aliminin verdiği bilgiye göre Resûuli Ekrem'in gece namazının gerek kemiyet ve gerek keyfiyeti hakkındaki haberleri Hz.Aişe ile İbn-i Abbas'tan başka daha birçok sahabiden gelmektedir. Bu husustaki rivayetlerin özeti şunlardır: 
Tirmizi `nin Medine'lilerin uyguladıklarını söylediği teravih namazı vitirle birlikte kırkbir rek'attır. 
İmam Mâlik'den meşhur olan otuzaltı rek'at teravih, üç de vitir'dir.... 
Tirmizi ekseri ilim ehline göre teravih yirmi rek'attır, zira Hz.Ömer, Hz.Ali (r.a.) ve daha başka sahabilerden rivayet edilen de budur. Bizim Hanefi ekolünün görüşleri ve sözleri de budur.......demiştir. 
Saib İbn Yezid'den Ömer İbn-i Hattab'ın U'bey İbn-i Kâ'b ile temimi Dari'ye ramazan imamlığı verirken yirmi bir rek'at kıldırmalarını söylediği yüzer âyet okunarak kılınan bu namazdan cemaat dağılırken nerdeyse tan yeri ağaracağı rivayet edilmiştir. 
İbn-i Abdilberr demiştir ki Haris İbn-i Abdirrahman İbn-i Ebî Zübab'ın Saib İbn-i Yezid'den rivayetine göre de teravih namazı Hz.Ömer zamanında yirmiüç rek'attı. Bunun üçü vitir namazıydı. 
Hz.Ali'den gelen bu husustaki rivayete gelince Vekî'in, Hasan İbn-i Salih kanalıyla Ebu'l Hasna'dan, gelen rivayetine göre de Hz.Ali görevli bir adama teravih namazını yirmi rek'at kıldırması için emir vermişti..... 
A'meş, Abdullah İbn-i Mes'ud'un da ramazan ayında yirmi rek'at teravih üç de vitir kıldığını söylemiştir. 
Bedreddin Ayni Tabiinden bu görüşte olanların isimlerini de verdikten sonra diyor ki İbn-i Abdilberr de demiştir ki cumhur-i Ulema'nın kavli de budur. Kufe uleması, İmam-ı Şafii'yi ve birçok fukaha da bu görüştedirler. Sahabe'den bu hususta bir ihtilaf da sözkonusu olmamıştır. U'bey İbn-i Kâ'b'dan sahih nakledilen de budur. 
Allame Aynî teravih namazının rek'atlarıyle ilgili başka rivayetlere de şöyle temas etmektedir: 
Ebu Mucliz'den gelen rivayete göre bu zat cemaata onaltı rek'at kıldırır her gece kur'an'ın yedide birini okurdu..... 
Teravihin onüç rek'at olduğunu Saib İbn-i Yezid söylemiştir ve demiştir ki: Biz Hz.Ömer zamanında onüç rek'at kılardık. Ama yeminle söyliyeyim ki mescidden ancak sahaba karşı çıkabilirdik. Her rak'atında elli-altmış âyet okunurdu. İbn-i İshak diyor ki, bu hususta duyduklarımın en sağlamı ve uygunu budur. 
Bedreddin Aynî bu onüç rek'at Hz.Ömer'in döneminde işleme koyduğu ilk gecelere ait teravih namazıydı. Sonra bunu yirmi üç'e çevirmişti, diyor. (7) 
Bu hususta İbn-i Ebî Şeybe'nin el-kitab-ül Musannefinde: Hz.Ömer yirmi rek'at teravih kılınmasını emrettiği tasrih edilmiş, Abdülaziz bin Refîin U'bey bin Kâ'b'ın ramazanda Medinede yirmi rek'at teravih, üç rek'at da vitir kıldırdığını söylemiştir.(8) 
Saib bin Yezid diyor ki biz Hz.Ömer zamanında yirmi rek'at teravih ve ayrıca vitir kılardık. Nevevi Hûlâsada bunun isnadı sahihtir. diyor. Muvattadaki onbir rek'at rivayeti başlangıca aitdi, sonradan yirmi üzerinde istikrar etmiştir, tevarûs eden de budur...(9) 
Mezhep İmamlarının görüşüne gelince: 
İmam Malik'den otuz altı rivayetine karşılık öteki üç mezhep imamı da teravih için yirmiden noksan bir sayıyı benimsememişlerdir. Bu hususta Tahavî Cessas'ın telhîs ettiği "İhtilâf'ü Ulema" isimli eserinde bu hususda sadece şu bilgiyi vermiştir. 
Hanefiler ve İmam Şafiî vitirden başka yirmi kılınır. demişlerdir. 
İmam Malik vitirle beraber otuz dokuz kılınır, otuz altısı teravih üçü vitirdir demiş. Ve insanların kadimden uygulayageldikleri budur. diye de ilave etmiştir. 
Saib İbn-i Yezid Hz.Ömer zamanında biz ramazanda yirmi kılardık. Fakat yorulur değneklere dayanma ihtiyacı duyardık demiştir. 
Hasan İbn-i Hayy, Amr İbn-i Kays'dan, o da Ebul Hasna'dan rivayet etmiştir ki: Hz.Ali (r.a.) bir kişiye ramazan da cemaata yirmi rek'at kıldırmasını emretmiştir.(10) 
İbn-i Rüşd bu hususta şu bilgiyi veriyor: Ramazanda kılınan namazın rek'atları sayısında Alimler ihtilaf etmişlerdir. İmam-ı Malik iki görüşünün birinde, Ebu Hanife, İmam Şafii ve İmam Ahmed ve Davud bu namazın vitir namazından başka yirmi rek'at olduğunu söylemişlerdir. İmam Malik'den İbn-i Kasım'ın anlattığına göre İmam Malik, teravihin otuz altı, vitir namazının da üç olduğunu ve bunu güzel gördüğünü nakletmiştir. 
Rek'atların adedindeki ihtilaf bu husustaki naklin ihtilafına bağlıdır. Şöyleki Malik, Yezid İbni Ruman'dan Hz.Ömer zamanında insanlarımız yirmi üç rek'at kılırlardı diyor. 
İbn-i Ebi Şeybe Davud İbn-i kays'dan tahricine göre davud İbn-i kays demiştir ki insanlarımız Ömer İbn-i Abdülaziz ve Eban İbn-i Osman zamanında Ramazanda Medine'de üç rek'at vitir namazı olmak üzere otuz altı rek'at namaz kılarlardı. 
İbn-ül Kasım'ın İmam Malik'den anlattığına göre ötedenberi uygulanagelen bu idi. Yani ramazan namazı otuzaltı rek'attı.(11) 
İLK TERAVİH 
Peygamberimizin ashabına kıldırdığı ilk teravih namazından bahseden muteber hadis kaynaklarının verdikleri hadislerde teravih namazının rek'atları ile ilgili bir sayı yoktur. Bu sayı, Hz.Aişe'den rivayet edilen, Peygamberimizin gece namazları hakkındaki varid olan soruya Hz.Aişe'nin verdiği cevapla tesbit edilmeye çalışılmıştır. Hz.Aişe'den Rasulüllah'ın ramazandaki gece namazından sorulduğunda Hz.Aişe "Rasulüllah (s.a.v.) ne ramazanda ne de ramazandan başka gecelerde onbir rek'at üzerine ziyade etmiş değildir." (12) karşılığını vermiştir. Başka bir rivayette bu sayı onüç rek'at olarak hadiste yer almıştır. (13) 
Ancak Hz.Aişe'nin Hz.Peygamberin gece namazları ile ilgili belirttiği bu sayının kesin olarak teravihle ilgili olduğu şüphelidir. Zira Hadisin Sûret-i Sevkinden de anlaşılıyor ki Rasulüllah'ın devamlı kıldığı bir gece namazı vardı. Acaba ramazan münasebetiyle her ibadetinde olduğu gibi Peygamberimizin bu namazında da bir değişme, bir artış olur muydu? şeklinde bir yaklaşımla sorulmuş olabileceği variddir. Hz.Aişe'nin, Rasulüllah'ın gece namazını övmesinden de anlaşılıyor ki soru sadece ramazandaki bu gece namazı hakkında idi. Hz.Aişe soranın bir şüphesi kalmasın diye Rasulüllah'ın hem ramazandaki hem de ramazandan başka gecelerdeki namazını kapsayacak şekilde cevap vermiştir.(14) Hz.Aişe'nin bu cevabî cümlelerinde teravih namazını veya kıyam-ı Ramazanı iş'ar eden bir tasrih ve tabir de yoktur. Ayrıca Hz.Aişe'ye bu soru ne zaman sorulmuştur? sorunun sorulduğu günlerde teravih namazı biliniyor muydu? Hz.Ebu Zerr-i ElGıfari diyor ki Rasulüllah'ın ilk olarak ashabıyla kıldığı teravih namazı o yılın ramazanının yirmiüçüncü, yirmidördüncü, yirmibeşinci, gecelerinde idi. Demek ki o güne kadar böyle bir namazı henüz kimse bilmiyordu. Rasulüllah'ın gece namazları hakkında sorulan bir soruya Hz.Aişe'nin cevabı ilk teravih namazından önce miydi, sonramıydı? Bu sorunun cevabını tam olarak verebilmemiz için, Buhari'nin bu hadisi teravih hakkında açtığı babda zikretmesinden başka elimizde natık bir delil yok gibidir. 
Nasslardaki şumûllülük, konusunda kesin hüküm ifade edemiyeceğine bakılırsa sadr-ı İslâmda teravih namazı sekiz rek'attı. diye kesip atmanın isabetli olmayacağı anlaşılır. 
Fakat şu bir gerçektir ki: Hz.Ömer döneminde başlayıp, Hz.Ali ve Hz.Osman dönemlerinden beri İslâm aleminde teravihin yüzyıllarca yirmi rek'at olarak kılanagelmesi onu, böylece bütün İslâm toplumunun üzerinde ittifak ettiği bir üne ve özelliğe kavuşturmuştur ki Rasulüllah, ümmetinin yanlış bir iş üzerinde toplanmıyacağını bildirmiştir.(15) 
İmam Ebu Yusuf, üstadı Ebu Hanife'den, teravih namazının hükmünü ve Hz.Ömer tarafından ne gibi bir delile istinad edilerek bu namazın yirmi rek'at olmak ve cemaatle eda edilmek suretiyle ortaya konulduğu sormuştu. İmam A'zam, cevaben demişti ki: Teravih namazı hiç şüphesiz bir sünnet-i müekkededir. Hz.Ömer bu namazın cemaatla yirmi rek'at kılınması ne kendi ictihadıyle ne de sırf kendi düşüncesinden çıkartmıştır. O, Asr-ı Saadette carî olmayan bir din meselesini ihdas edip ortaya koyan bir bid'atçı değildir. Elbette Hz.Ömer bunu kendisine malum olan dinin bir asıl kaynağına ve Rasullüllah'ın bir tavsiyesine dayandırmıştır.(16) 
Hakkı batıldan, sünneti bid'atdan ayırmak hususunda müstesna kudreti ve din hususunda üstün deredeki dikkati, isabetli görüş ve ictihadı, müsellem olan Hz.Ömeru'l-Faruk şer'i bir konuda kaynak olmaya değer bir kabiliyettir. Bu bakımdan gerek Hanefi fukahası, gerek Şafii fukahasının büyükbir kısmı teravih namazının yirmi rek'at olarak sünnet kılındığını söylemişlerdir.(17) 
Görüldüğü üzere Hz.Ömer, Hz.Ali ve Hz.Osman dönemlerinden başlıyarak günümüze kadar uygulandığı biçimiyle teravih namazı yirmi rek'attır. Bütün fıkıh kaynaklarımızda da teravih yirmi rek'at olarak ele alınmış ve işlenmiştir. Şu anda başta ülkemiz olmak üzere bütün İslâm ülkelerinin camilerinde cemaatla teravih namazı yirmi rek'at olarak kılınmaktadır. Bu mübarek rahmet ayında büyük bir zevk ve iştiyakla, kadını-erkeği, genci-yaşlısı, hatta çoluk-çocuğu ile tam bir kaynaşma, sevgi, saygı, huzur ve sükun içerisinde dolup taşan mabetlerimizde eda edilen bir ibadetimizin rek'at sayısını tartışma konusu yaparak toplumumuzda dine karşı şüphe uyandırmak ve toplumumuzu sebepsiz yere bir fikir kargaşasına sürüklemek iyi niyetli hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Aksine yokyere toplumumuzda tedirginlik, huzursuzluk ve sitresin artmasına sebep olur ki, bu ibadetlerin ruhuna da aykırıdır. 
-------------------------------------------------------------------------------- 
(  1) İmam-ı Muhammed'in Ziyâdâtı 
(  2) Muvatta C.1, Sh.113; Buhari, C.1, Sh.251; Müslim C.1 Sh.523 
(  3) Buhari, İman 25,27 C.1, Sh.14 
(  4) Buhari 2/252; müslim 1/524 
(  5) El-Kitabu'l Musannef Li İbn-ı Ebi Şeybe 2/163-164 
(  6) İbn-ü'l-Hümam Fethu'l-Kadir C.1 Sh.334 
(  7) Aynî C.5, Sh.357 Neylü'l-Evtar C.3, Sh.61 
(  8) El-Kitab-ül Masannef 2/163-164 
(  9) Feth-ûl Kadir (İbn-i Hümam) 1/336 
(10) İhtilafü'l-Ulema, C.1, Sh.312 Madde:271 
(11) İbn-i Rüşd, Ö.595 H. Bidayetü'l Müctehid ve Nihayetü'l Muttasıd.Darûl Hılafeti'l-Aliyye 1333H.bkz.Neylü'l-Evtar metni münteka C.3, Sh.60, rakam.5 
(12) Muvatta 1/120 
(13) Muvatta, 1/121, Müslim, 1/508-510 
(14) Bkz.Tecrid Tercemesi, C.4, S.119 
(15) Tirmizi, 4/466 No:2167. Mekasıdü'l-Hasene rakam 1288, Pezdevî 3/439, Keşfü'l-Hafa: rakam 1179. İbn-i Hanbel 6/396 
(16) Bahr-ı Raik, İhtiyar 1/68 
(17) Bkz.Tecrid tercemesi, 4/85-86