31 Ağustos 2021 Salı

Meryem Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 98 âyettir. Bazı tefsir bilginlerine göre 58 ve 71. âyetler Medine döneminde inmiştir. Sûre, Meryem’in, oğlu İsa’yı nasıl dünyaya getirdiğini anlattığı için bu adla anılmıştır. Sûre de başlıca, tevhit inancını yerleştirmek amacıyla bazı peygamberlerin kıssaları ve kıyamet sahneleri konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada on dokuzuncu, iniş sırasına göre kırk dördüncü sûredir. Fâtır sûresinden sonra, Tâhâ sûresinden önce, Mekke döneminin 4. yılında inmiştir. 58 ve 71. âyetlerinin Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (İbn Âşûr, XVI, 57-58).

Konusu

Sûre genel olarak tevhid inancının doğruluğunu ve peygamberlik müessesesinin gerçekliğini ispatlamayı hedeflemektedir. Bu cümleden olarak sûrede yahudilerin Hz. Meryem ve oğlu Hz. Îsâ hakkındaki iftiralarının reddedilmesi, Zekeriyyâ aleyhisselâma –ihtiyar olmasına rağmen– oğlu Yahyâ’nın verilmesi, Hz. Meryem’in –Allah’ın bir mûcizesi olarak– Hz. Îsâ’yı babasız dünyaya getirmesi, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. Hârûn ve diğer bazı peygamberlerin hak dine davet yolunda harcadıkları çaba dile getirilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/19-meryem-suresi

30 Ağustos 2021 Pazartesi

Kehf Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 28. âyetin Medine döneminde indiği de rivayet edilmiştir. 110 âyettir. Sûre, adını; ilk defa dokuzuncu âyette olmak üzere,birkaç yerde geçen “kehf ” kelimesinden almıştır. Kehf, mağara demektir. Sûre de temel konu olarak, inançları sebebiyle öldürülmekten kurtulmak için bir mağaraya sığınan gençlerin mucizevî hâlleri, ayrıca Hz. Mûsâ ile Zülkarneyn konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada on sekizinci, iniş sırasına göre altmış dokuzuncu sûredir. Gāşiye sûresinden sonra, Nahl sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Ancak 28. âyeti ile 83 ve 101. âyetlerinin Medine’de indiği rivayeti de vardır.Nüzûl sebebi olarak tefsir ve siyer kaynaklarında şöyle bir olay anlatılmaktadır: Müslümanların sayısının çoğalması üzerine müşrikler, Resûlullah’ın peygamber olup olmadığını araştırmak için Nadr b. Hâris ile Utbe b. Muayt’ı Medine’deki yahudi âlimlerine gönderip kendilerine şu tâlimatı vermişlerdi: “Muhammed’in durumunu onlara sorun, vasıflarını ve söylediklerini anlatın; onlar kitap ehlidir, peygamberler hakkında bizim bilmediklerimizi bilirler.” Bu iki adam, Medine’ye giderek meseleyi yahudi âlimlerine anlattılar. Onlar da, “Muhammed’e, geçmiş zamanlarda mağaraya sığınmış gençleri; dünyanın doğusunu ve batısını dolaşmış olan adamı; rûhun ne olduğunu sorun; eğer bunları size bildirirse o bir peygamberdir, ona uyun; aksi takdirde bir falcıdır, ona istediğinizi yapabilirsiniz” dediler.

Nadr ile arkadaşı Mekke’ye dönüp bunları Hz. Peygamber’e sordular. O da “Sorularınıza yarın cevap veririm” dedi. Fakat “inşallah” demesi gerekirken bunu ihmal ettiği için o günden itibaren on beş gün vahiy gelmedi. Bunun üzerine Mekke halkı, “Muhammed bize, ‘Sorularınıza yarın cevap veririm’ diye söz vermişti. Ancak aradan on beş gün geçtiği halde hâlâ sorularımıza cevap vermedi” diyerek dedikoduya başladılar. Hz. Peygamber’e vahyin gecikmesi sırasında iyice bunaldığı bir sırada Cebrâil yukarıdaki soruların cevabını içeren Kehf sûresi ile İsrâ sûresinin 85. âyetini getirdi (İbn Âşûr, XV, 242-244).

Tefsir ve siyer kaynaklarından bu rivayeti nakleden İbn Âşûr, Ashâb-ı Kehf hakkında Hz. Peygamber’e soru sormaya Kureyşliler’i teşvik edenlerin, ticaret maksadıyla Mekke’ye gelen bazı hıristiyanlar veya Kureyş’in Suriye ticaret yolu üzerinde bulunan kiliselerdeki hıristiyan din adamları olabileceğini söylemektedir (XV, 259-260).

Elmalılı Muhammed Hamdi de yukarıdaki rivayeti geniş şekliyle naklettikten sonra, hadis tekniği açısından bu rivayetin zayıf olduğunu, buna dayanılarak sûrenin tefsir edilmesinin doğru olmayacağını ifade etmektedir. Elmalılı’ya göre sûrenin baş tarafındaki âyetler gösteriyor ki esas iniş sebebi, “Allah çocuk edindi” denilmiş olmasıdır. Sûre, bunun ilmî dayanağı bulunmayan büyük bir yalan olduğunu açıklamak, bu sözü söyleyenleri uyarmak ve onları tevhide davet etmek için indirilmiş, Zülkarneyn ile ilgili sorunun cevabı da bunun tamamlayıcısı olmuştur (V, 3220).

Konusu

Yüce Allah’a hamd ile başlayan Kehf sûresinin başlangıcında Allah’ın kutsiyeti ve kemal sıfatlarıyla Kur’an’ın üstünlüğü, müminlere verilecek mükâfatın müjdesi ve Allah’a çocuk yakıştıranların uyarılması konuları yer alır; kâfirlerin inatçı tutumları karşısında üzülen Hz. Peygamber’in durumuna da işaret edilir (1-8). Bundan sonraki âyetlerin büyük bir kısmının konularını şu üç ibretli kıssa oluşturur: 1. Ashâb-ı Kehf kıssası (9-26). Bu kıssada inançları uğruna canlarını ortaya koyarak yurtlarından çıkıp dağdaki bir mağaraya sığınan gençlerin durumu anlatılır. 2. Hz. Mûsâ ile Hızır’ın kıssası (60-82). Bu kıssada Hızır ile Hz. Mûsâ arasında geçen olağan üstü olaylar ve bunlarla ilgili açıklamalar yer alır. 3. Zülkarneyn kıssası (83-98). Bu kıssada takvâ ve adalet sahibi bir hükümdar olan Zülkarneyn’in batıya ve doğuya yaptığı seferlerle Ye’cûc ve Me’cûc’ün yeryüzüne yayılmasını önlemek için yaptığı set anlatılmaktadır. Sûrede ahlâk eğitimine yönelik temsilî anlatımlar da yer almaktadır.

Fazileti

Kehf sûresinin fazileti hakkında birçok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:

Berâ b. Âzib’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir adam Kehf sûresini okuyordu, yanında da iki uzun iple bağlı bir at vardı. Derken bir bulut adamın üzerine doğru inmeye başladı. Bulut yaklaştıkça yaklaşıyordu. At bundan dolayı ürktü ve huysuzlandı. Sabaha çıkınca o zat Hz. Peygamber’e gelerek olayı anlattı. Resûlullah, “O, sekînettir (huzur verendir), Kur’an okunduğu için inmiştir” buyurdular (Buhârî, “Fezâil”, 11; Müslim, “Müsâfirîn”, 240; sekînet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/248).Diğer hadislerde de Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Kim, Kehf sûresinin başından on âyet ezberlerse deccâlden korunmuş olur” (Müslim, “Müsâfirîn”, 257); “Kim, Kehf sûresinin son on âyetini okursa deccâlin fitnesinden korunur” (Müsned, VI, 446); “Kim, Kehf sûresini indirildiği gibi okursa sûre, kıyamet gününde onun için bir nûr olur (Beyhak^, Sünen, III, 249).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/18-kehf-suresi

29 Ağustos 2021 Pazar

Çalgılı müziklerin dinlenmesi hususunda hadisler ve İslam alimlerinin görüşleri nelerdir?


Soru detayı 

Tanbur, saz, zurna, klarnet gibi çalgı aletlerinin haramlığına ilişkin hadis ve içtihatlar var mıdır?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kur'ân-ı Kerim'de ses sanatı olarak "müzik" kavramını ifade eden özel bir kelime ve kavram bulunmamaktadır. Ancak müziğin muhtevası, icrası ve sonuçlarını ilgilendiren ve bu hususlarda temel ölçü sayılacak kurallardan söz eden birçok ayet-i kerime yer almaktadır. Bu kuralları şu şekilde özetleyebiliriz:

Hadis kaynaklarında Rasulullah (s.a.s)'den çeşitli yorum ve uygulamalar nakledilmektedir. Bunların bir kısmı sahih, bir kısmı zayıfdır. Sahih rivâyetlerde Rasulullah (s.a.s.)'in müziği Kur'ân-ı Kerim'de belirtilen ölçüler ışığında değerlendirdiği, dini açıdan sakıncalı gördüğü müzik icralarını yasakladığı, dini açıdan her hangi bir sakınca görmediği müzik icralarına da müsade ettiği, hatta bizzat kendisinin de bu gibi müzikleri dinleyip ashabını teşvik ettiği ifade edilmektedir.

Eserlerinde müzik konusuna yer veren alimler bu hususta farklı görüşler belirtmişlerdir. Bu meyanda kimi İslâm alimleri müziği bütünüyle haram sayma yoluna gitmiş, kimisi mekruh demiş kimisi de müziğin bütünüyle mübah olduğunu savunmuştur. Bütün bunların yanında müziği çeşitli yönleriyle tahlil ederek olumlu / mübah olanını, olumsuz / haram olanından ayıklamaya çalışarak, gerek muhteva gerekse icrasında dinin temel kurallarına aykırılık bulunmayan ve insanlarda olumlu sonuçlar doğuran müziğe cevaz verip, bu özellikleri taşımayan müziği haram sayanlar da olmuştur. Esasen kaynaklar dikkatli incelendiği zaman müziği haram, mekruh ya da mübah sayan alimlerin hemen bütününün konuyu bu açıdan ele alıp inceledikleri görülecektir. Bu da alimlerin müziği içinde yaşadıkları toplumların sosyo-kültürel yapısına göre değerlendiklerini göstermektedir.

İslam alimleri genel olarak müziği önce Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler açısından ele almış, sonra da bunun icra biçimi yanında faydaları ve zararları üzerinde de durarak yorumlar yapmışlardır. Bu yorum ve tutumları dört kısımda değerlendirmek mümkündür:

I. Genel olarak haram sayanlar,
II. Genel olarak helal sayanlar,
III. Genel olarak mekruh sayanlar,
IV. Her müzik çeşidini özel olarak değerlendirip yorumlarını bunların icra şekli, muhtevası ve sonuçlarına göre yapanlar.

I. Müziği Genel Olarak Haram Sayanlar

Bazı alimler türü ve muhtevası ne olursa olsun "müzik" kavramına giren her türlü ses sanatını haram saymışlardır. Bu husustaki bazı görüşler ve delilleri şöyledir:

      A. Kur'an-ı Kerim

"İnsanlardan öyleleri vardır ki, halkı fark ettirmeden ve hiçbir bilgiye dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve dini alaya almak için boş söz ve eğlendirici sözler (lehve'l-hadîs) satın alırlar. işte onlar için hor ve hakir edici bir azap vardır."(1)

Tirmizî'nin Ebu Ümâme el-Bâhilî'den naklettiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Şarkıcı kadınların alım ve satımı, onlar üzerinden para kazanmak ve onların karşılığında alınan ücretler helal değildir. Allah Teâlâ'nın şu sözü onlar hakkında nazil olmuştur: 'İnsanlardan öyleleri vardır ki..."(2)

İmam Kurtubi (ö. 671/1273), müfessirlerin bu konudaki görüşlerini nakletikten sonra: "Bu konuda en doğru görüş, "Lehve'l-Hadis"ten maksadın şarkı olduğunu ifade eden görüştür. Peygamber (s.a.v.) ve ashab-ı kirâmdan nakledilen görüşler de bunu gerektirir" demektedir. (3)

İbn Arabî (ö. 543/1148) "Lehve'l-Hadis"in yorumunda "şarkı ve çalgı aletleri", "batıl olan her şey" ve "darbuka" şeklinde üç ayrı görüş olduğunu söyledikten sonra, en doğru görüşün "Lehve'l-Hadis"ten maksadın "batıl olan her şey" olduğunu savunan ikinci görüş olduğunu ifade etmiştir. (4)

Muhamed Hamdi Yazır (ö. 1361/1942) ise konuyu şöyle özetlemektedir: "Tefsir alimlerinin bir çoğu "Lehve'l-Hadis"i şarkı ile tefsir etmişlerse de araştırmacıların tercihi ayetin zahiri gereği genel bir mana ifade etmesidir. Bununla beraber burada asıl azarlamanın hikmeti şununla anlatılmıştır: "Bilmiyerek Allah yolundan saptırmak ve onu alaya almak." Yani saptırdığını hissettirmeden, yaptığı işin akibetini sezdirmeden dini ve ahlakı bozmak ve Allah yolu ve onun hak diniyle eğlenmek için.(5)

Ayetin müziğin haramlılığına delil olarak ileri sürülmesine karşı çıkan İmam Gazzâlî bu konudaki görüşünü şöyle ifade etmektedir: "Din karşılığında, Allah yolundan saptırmak için "Lehve'l-Hadis" satın almak haramdır. Bu konuda tartışma yoktur. Her çalgı, dinin karşılığında satın alınmıştır ve Allah yolundan saptırıcıdır da denilemez. Ayetten maksat da budur. Bir kişi Kur'an-ı Kerim'i dahi Allah yolundan saptırmak için okusa haram işlemiş olur.(6)

      B. Hadis-i Şerifler

Her tür ve çeşidiyle müziğin haramlılığını savunanlar bu hususta bir çok hadis ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bir kısmı sahih, bir kısmı zayıf diğer bir kısmı da uydurmadır. Zayıf ve uydurma hadisler fıkhi konulara temel teşkil edemeyeceklerinden, burada bunlardan sahih olanların başlıcaları üzerinde durulacaktır.

Ebu Hureyre (r.a.)'den rivâyet edilmiştir:

"Peygamber (s.a.s.) köpek ticaretini ve şarkıcı kadının (Zemmâre) kazancını yasaklamıştır."(7)

Nâfi'den rivâyet edilmiştir: "İbn Ömer bir gün zurna sesi işitti. Parmaklarıyla kulaklarını tıkayarak yoldan çekildi ve "Ey Nâfi' bir şey işitiyormusun?" dedi. Ben "Hayır" dedim. Bunun üzerine parmaklarını kulaklarından kaldırdı ve "Ben Peygamber (s.a.s.) ile beraberdim. Bunun gibi bir şey işitti ve aynen böyle yaptı."dedi.(8)

Hanefi fakihlerinden İbn Abidîn(9) ile Hanbelî fakihlerinden İbn Kudâme(10) bu hadisleri çalgı aletlerinin haram olduğuna delil olarak zikretmiştir.

Başka bir rivâyet de şöyledir:

"Şüphesiz Allah ve Resulü (asv), içki, kumar, davul ve tamburu yasaklamışlardır."(11)

Hadislerin içerdiği konular dikkate alındığında müziğin genelini haram sayma konusunda delil kabul edilen bu hadislerin ana konusunu çalgı aletleri, şarkıcı kadınlar (kayne) ve ağıtın oluşturduğu görülecektir. Zeylai gibi kimi alimler bu hadisleri müziğin genelini yasaklayıcı mahiyette yorumlamışlarsa da, İmam Gazzâlî, Kemâlüddin İbn Hümâm (ö. 861/1457), Abdülganî Nablusî (ö. 1143/1731), İbn Âbidîn (ö. 1252/1836), Takiyyüddin Sübkî, Remlî, İbn Hazm ve Şevkânî gibi diğer bir kısım alimler bu gibi hadisleri yorumlamışlardır. Yapılan yorumlar özetle şöyledir:

Hadislerin ana konuları içkili, kadınlı, içinde birçok haramın işlendiği meyhâne eğlencelerinden (lehv) oluşmaktadır. Bu da gerek çalgı aletleri gerekse diğer müzik çeşitlerinin haram olması, aletlerin ve müziğin kendileri ile ilgili bir husus olmayıp, bunlarla haram işlenmesi ya da haram işlenen ortamlarda çalınmalarından dolayıdır. Dolayısıyla bu âletler helal ve mübah eğlencelerde, içine başka bir haram karıştırılmadan kullanılırsa caizdir. Beraberinde başka haramlar işleniyorsa, "Harama sebep olan şeyin kendisi de haram olur."(12) kuralı gereği caiz olmazlar.(13)

Ağıt konusunda ise hemen bütün alimler Rasulullah (s.a.s.)'den nakledilen bütün hadislerde saç-baş yolma, yüz göz tırmalama şeklinde icra edilen ve kadere isyan manası taşıyan ağıtların yasaklandığını ifade etmişlerdir.

II. Müziği Genel Olarak Mübah Sayanlar

Bazı alimler müziğin genel manada helal olacağı görüşünü ileri sürerek çeşitli deliller ileri sürmüşlerdir. Bu hususta ileri sürülen delilleri ve yorumlarını şöyle özetleyebiliriz:

      A. Kur'ân-ı Kerim

Müziğin genel manada mübah olduğunu ifade ettiği söylenen ayetlerin başlıcaları şunlardır:

          1. Kur'ân-ı Kerim'de müziğin bir cennet nimeti olduğu ifade edilmiş ve mü'minler buna özendirilmişlerdir. Dolayısıyla genel olarak müzik helaldır. Rûm, 30/15'de şöyle buyurulmaktadır:

"İman edip salih amel işleyenler, bir bahçede nimetlenir ve neşelenirler (yuhberûn)."(14)

Yahya b. Kesîr, Evzâî ve Vek'î, âyette geçen yuhberûn kelimesini "zevk ve şarkı" olarak tefsir etmişlerdir.(15)

Bazı alimler ayetin bu şekildeki yorumunu esas alarak müziğin genel manada mübah olacağını ifade etmişlerdir.

Benzer bir yaklaşım Yasin 55'de yer alan "Doğrusu bugün, cennetlikler eğlenceyle meşguldürler." mealindeki ayet-i kerimenin yorumunda sergilenmiştir.

           2. "O Allah yeryüzündeki her şeyi sizin için yaratmıştır."(16)

             "Allah size haram kıldığı her şeyi açıklamıştır."(17) mealindeki ayet-i kerimeler.

İbn Hazm bu ayetlerde yeryüzünde var olan bütün varlıkların insanın faydasına yaratıldığı ve hakkında özel bir yasaklayıcı nas bulunmadığı müddetçe de bunların helal olacağını; haklarında özel yasak bulundan şeyler arasında müzik diye bir maddenin bulunmadığını ifade etmiştir.(18) Daha sonra İbn Hazm konuyu doğrudan ya da dolaylı ilgilendiren diğer nasları da dikkate alarak şu yorumu yapmıştır:

"Bununla beraber, ameller niyetlere göredir. Kim müziği Allah'a isyan etmek için dinlerse o fasıktır. Bu kural müzikten başka şeyler için de geçerlidir. ibâdetini daha rahat edâ edebilmek ve hayır işlerinde daha faal olabilmek için dinlenme maksadıyla müziği dinleyen kişi ise, bununla Allah'a ihsan üzere itaat etmiş sayılır. Bu gibi kişilerin müzik dinlemesi ise haktır doğru bir iştir. Kim de ne ibâdet ne de günah maksadı olmaksızın müzik dinlerse o da fayda ya da zararı olmayan bir işle (lağv) meşgul olduğundan Allah tarafından bağışlanır. Bu çeşit müzik dinleme, dinlenmek için bahçeye çıkma veya kapısının önüne oturma, elbiseleri çeşitli renklere boyama gibi bir şeydir.”(19)

       B. Hadis-i Şerifler

            1. Aişe (r.a.)'den rivâyet edilmiştir: "Bir gün Ebu Bekir (r.a.) yanıma geldi. Ensardan iki kız benim yanımda Buas günü ensarın söylediği mersiyelerden söylüyorlardı. Fakat bunlar meslekten şarkıcı değildi. Ebu Bekir (r.a.) "Peygamber evinde şeytan düdükleri mi?" diye çıkıştı. O gün bayram günüydü. Peygamber (s.a.s.): "Ey Ebu Bekir! Her milletin bir bayramı vardır. Bu gün de bizim bayramımızdır." buyurdu. (Buhâri, Îdeyn, 2, 3; Müslim, Îdeyn, 16)

İmam Gazzâlî ve İbn Kudâme el-Makdisî bu hadise dayanarak müziğin esasen mübah olması gerektiğini ifade etmişlerdir.20

             2. Aişe (r.a.)'den gelen diğer bir rivâyet de şöyledir: "O, bir kadını Ensardan birisi ile evlendirdiği zaman Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştu:

"Ey Aişe! Düğününüzde eğlence yoktu. Halbuki Ensar eğlenceden hoşlanır."(21)

             3.Hakim'den gelen bir rivâyette: "Çünkü Ensar eğlenceği sever." buyurulmuştur.(22)

Hâkim hadisin Şeyhayn şartlarına göre sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de bu tespiti doğru bulduğunu ifade etmiştir.(23)

            4. Âmir b. Sa'd'den nakledilmiştir: "Bir düğün münâsebetiyle Karaza b. Ka'b ve Ebu Mes'ûd el-Ensârî'nin yanına gittim. Küçük bir kız çocuğu şarkı söylüyordu. Ben: "Siz Rasulullah (s.a.s.)'ın arkadaşları ve Bedir ashabından olduğunuz halde, sizin yanınızda bunlar (nasıl) yapılıyor?" dedim. Onlar: "İster bizimle kalırsın, istersen gidersin. Bize, düğünde eğlenmeğe, musibet anında da ağlamaya izin verildi." dediler.(24)

İbn Hacer hadisin râvîlerinin güvenilir kişiler olup isnadının sahih olduğunu ifade etmiştir.(25)

              5. Tirmizi rivâyeti ise şöyledir: "Nikahı ilan ediniz. Onu mescidlerde yapınız. Nikahda def çalınız."(26)

İbn Hacer Mühelleb'den şunu nakletmektedir:

"Bu hadis düğünlerin, def ve mübah olan şarkılarla ilanının caiz olduğunu göstermektedir. Toplumda önder sayılan bir kişinin mübahlık sınırını aşmadıkça, eğlenceli düğünlere katılması da bu hadise göre caizdir."(27)

Aynî, "Bu hadis düğünlerin, def ve mübah olan şarkılarla ilanının caiz olduğunu göstermektedir."(28) diyerek kendi görüşünü belirttikten sonra et-Tevdîh adlı eserden şunu nakletmiştir:

"Alimler düğün yemeğinde def vb. aletler eşliğinde eğlenmenin (lehv) caiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Hadislerde özellikle düğün üzerinde durulması ise, nikahın ilanı ve hukukunun sabit olması içindir."(29).

Beğavî (ö. 516/1122)'nin yorumu da şöyledir: "İmam der ki: Düğünü ilan etmek ve düğünde def çalmak müstehaptır."; "Ben de derim ki: Düğün ve sünnet düğünlerinde def çalmak bir ruhsattır."(30)

              6. Seleme b. Ekva'dan rivâyet edilmiştir: "Peygamber (s.a.s.) ile birlikte Hayber'e yola çıkmıştık. Gece gidiyorduk. Kafileden bir kişi Âmir b. Ekva'a -Âmir şairliğiyle bilinen bir kişi idi"Bize bildiğin şeylerden bir şeyler söyle, dinleyelim." dedi. Âmir devesinden inerek şu türküyü söylemeye başladı:

"Ey Allah'ım! Sen olmasaydın biz hidayet bulamazdık.
Sadaka verip, namaz kılamazdık.
Her şeyimiz sana feda olsun, bizi bağışla.
Düşmanla karşılaşırsak, ayaklarımız sabit kıl.
İçimize huzur ve güven ver.
Biz, çağrılınca gideriz.
Seslendikçe yardıma erişiriz."

Peygamber (s.a.s.) "Kim bu sürücü?" dedi. "Âmir b. Ekva'" dediler. Peygamber (s.a.s.) "Allah onu esirgesin." buyurdu.(31)

Bu hususlarla ilgili olarak alimlerin yorumları kısaca şöyledir: Normal zamanlarda şarkı dinlemenin hükmü:

Hadisler ve fıkıh kaynaklarının genelinde müzik dinlemenin bazı sebepler dolayısıyla ve belirli kurallar çerçevesinde caiz olacağı yönündedir. Ancak bu kaynaklarda belirtilen savaş, düğün, hacı karşılama, yolcu karşılama, bayram vb. sebeplerin dışında normal zamanlarda dinlenme ya da eğlenme amacıyla müzik dinlemenin caiz olup olmayacağı hususuna da yer verilmiştir. Bu hususta Hanefî alimlerinden Haskefî, Kâsânî, Zeylaî, Molla Hüsrev, Dâmâd ve İbn Âbidîn şöyle demişlerdir: "Kişinin gayri meşru eğlence (levh) maksadı gütmeksizin, yalnızlığını giderme gayesiyle, kendi kendine şarkı söylemesinde bir sakınca yoktur."(32) Yine İbn Âbidîn, düğün, gazi ve yolcu karşılama gibi gayri meşru eğlence (lehv) şeklinde olmadığı takdirde, davul ve def çalmak için davulcu ya da defçi kiralamada bir sakınca olmayacağını ifade etmektedir.(33)

III. Müziği Genel Olarak Mekruh Sayanlar

Müziği genel olarak, her çeşit ve türü ile haram ya da mübah sayanların yanında bir de onu mekruh sayanlar vardır.

Hanefi mezhebi alimlerinden Zeylâî, Dâmâd, Haskefî ve İbn Âbidîn eserlerinde müziğin genel olarak mekruh olduğunu ifade eden görüşlere yer vermişlerdir. Bu hususla ilgili adı geçen eserlerde yer alan ifadeler şöyledir:

 İmam Ebu Yusuf'a düğünlerin dışında, bir kadının, fasıklığı gerektirecek bir şey olmaksızın çocuğuna def çalmasının hükmü sorulduğunda onun, "Onu kötü görmem, ancak aşırı oyuna (la'bu'l-fâhiş) sebeb olan müziği hoş karşılamam." şeklinde cevap verdiği nakledilmektedir.(34)

IV. Müziğin Haram ya da Mübahlığını Şartlara Bağlayarak Yorumlayanlar:

Müziği temelde haram ya da helal kabul ederek değerlendiren alimlerin yanında, türüne, icra şekline ve icra edenler ile dinleyenler üzerindeki etkilerine bakarak değerlendiren alimler de vardır. Esasen yapılan tahliller dikkatle incelendiğinde hemen bütün alimlerin müziğin haram ya da helallığını belirli şartlar altında kabul ettikleri gözükecektir. Bu bölümde alimlerin bu husustaki tahlillerini ve üzerinde durdukları şartları nakletmeye çalışacağız.

Müziği temel prensip olarak haram sayanlar helal olabilmesi için şartlar ileri sürerken, temelde müziği helal sayanlar haram olabilmesi için şartlar ileri sürmüşlerdir.

Müziği Temelde Haram Sayanların Helallik için Şartları

         1. Zeylâi, Molla Hüsrev, Dâmâd, Haskefî, Kâsân ve İbn Abidin başta olmak üzere hemen bütün Hanefi alimleri, eğlence (lehv) maksadı gütmeksizin kişinin yalnızlığını gidermesi gayesiyle kendi kendine şartı söylemesinin caiz olacağını söylemişlerdir.(35)

         2. Zeylâî, Âlemgîr, Dâmâd, İbn Abidin vd. şiir kafiyelerini ve güzel konuşmayı öğrenme maksadıyla şarkıyla meşgul olmada bir sakınca görmemişlerdir.(36)

          3. Haskefî'ye göre düğünlerde(37), ve ziyafetlerde(38) şarkı söylemenin bir sakıncası yoktur.

Özet olarak Hanefî mezhebi alimlerinin görüşü şöyledir: Hanefî mezhebinin önde gelen muhakkıklarından

İbn Hümâm (ö. 861/1457), sonuç olarak:

"Haram olan müzik, sözlerinde, hayatta olan belirli bir erkek veya kadın tasviri, içki, meyhane vb. yerlere özendirici sözler, belirli bir Müslüman veya zimmî'yi kötüleyen ifadeleri hitiva eden müziktir."(39) derken;

Abdülgani en-Nablusî (ö. 1143/1731):

"Müzik, müzik olduğu için haram değildir. Böyle olacak olsa bütün coşturucu güzel seslerin de haram olması gerekir. Bu ise yanlıştır. Bilakis müziğin haram oluşu, eğlence (lehv) özelliği taşımasından dolayıdır. Çünkü müzikle ilgili nakledilen hadisler genelde eğlence (lehv) şartı ile kayıtlıdır. Bu kaydın bulunmadığı hadisler de, genel muhtevâya göre yorumlanır. Dolayısyla müziğin haram olabilmesi için, gerek şarkı gerekse çalğı aletlerinin eğlence (lehv) özelliği taşıması şarttır. Eğlence (lehv) özelliği taşımayan müzik haram olamaz."(40) açıklamasına yer vermiş;

İbn-i Abi­din (ö. 1252/1836) de:

"Çalgı aletleri (âletü'l-lehv) zatından dolayı haram (haram li aynihi) değildir. Bilakis ya dinleyendeki veya kullanandaki bazı özelliklerden dolayı haram olurlar. Haram veya helal oluşu bunlardan birisiyle tesbit edilir. Dikkat edilirse bu aletlerin çalınması, dinleyiş niyyetine göre bazen haram bazen de helal olmaktadır. Genel bir kaide de vardır ki: "İşler maksatları­na göredir." diyerek Nablusî ile aynı görüşleri paylaşmıştır.(41)

Bu gerekçelere göre Hanefi mezhebi, dini görev ve sorumlulukları engellemeyen, söz veya icrasında haramlara özellikle de zinaya teşvik ve tahrik unsuru bulunmayan, toplumsal itibar ve güveni zedelemeyen, ahlaksızlara, karşı cins (kadın-erkek) veya farklı din sahiplerine özenti içermeyen müzik çeşitlerinden istifade etmede bir sakınca görmemektedir. Hatta İmam Kâsânî insan üzerinde olumlu etkileri olan müziklerden istifade etmenin gereklilğine dikkat çekmiştir.(42) Ancak İmam Ebu Yusuf gereğinden fazla müzikle meşgul olmanın doğru olmayacağını belirtmiştir.(43)

Hanefî mezhebinde, hakim görüş, kadınların normal zamanlarda bile seslerini yükseltmelerinin (44), şarkıcılığı meslek edinmeleri ve yabancı erkeklerin işiteceği şekilde şarkı söylemelerinin haram olduğu, çocuklarına ninni söylemelerinin caiz olduğu yönündedir.(45)

Sonuç olarak, müziğin helal ya da haram olması yönünden şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. Müziğin, insanları Allah yolundan alıkoymaması.

2. Din ve dince mukaddes kabul edilen şeyleri alay konusu etmemesi.

3. Dini sorumluluk ve görevleri ihmal edecek seviyede olmaması.

4. Dini değerlere aykırı konularda propoganda özelliği taşımaması.

5. Söz veya icrâsında yalan, iftira, zinaya teşvik gibi dince yasaklanan hususların yer almaması.

6. İbadet gibi telakki edilmemesi.

7. Kur’ân okuma ve dinleme kültürünün önüne geçmemesi.

8. İnsanları nefsânî arzularına esir edecek bir icra, muhteva ve seviyede olma*ması.

9. İnsanları dini ya da dünyevî faydalardan tamamen uzak bir şekilde faydasız şeylerle meşgul etmemesi.

10. Maddi ya da manevi her hangi bir zarar unsuru taşımaması.

Bu prensipleri en kapsamlı bir şekilde A’râf, 7/33. âyet-i kerimesinde bulmak mümkündür:

“De ki: Benim rabbim ancak, açık ya da gizli yüz kızartıcı çirkin işleri (fuhş), günahı (ism), haksız yere başkalarının hakkına tecavüzü (bağy), Allah’a hiçbir delil indirmediği şeyi ortak koşmanızı (şirk) ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi yasaklar.”

Ayet-i kerimede yer alan “Fuhuş”, açık ya da gizli her türlü çirkin işler ile başkalarının namus ve haysiyetine tecavüzü; “ism”, genel manada günah, akıl ve mantığa aykırı her türlü davranış ve bilerek Allah’ın yasaklarını çiğnemeği; “Bağy”, haksız yere başkalarının can, mal, namus ve kişilik haklarına tecavüzü ifade etmektedir.(46)

Dipnotlar:

1. Lokman, 31/6.
2. Tirmizî, Buy'u, 51; Beyhakî, Sünen, IV, 14; Vâhidî, Esbâbü'n-Nüzûl, Beyrut, ts, 260.
3. Ahkâmu'l-Kur'ân, XIV, 53.
4. Ahkâmu'l-Kur'ân, III, 1481-1482.
5. Hak Dini Kur'ân Dili, V, 3839.
6. Gazzâlî, ihyâ, VI, 164.
7. Beyhakî, Sünen, VI, 126; Beğavî, Şerhu's-Sünne, VIII, 22-23.
8. Ebû Dâvûd, Edeb, 60, Beyhakî, Sünen, X, 222; Şuab, 5120.
9. İbn Âbidîn, Hâşiyetü Reddü'l-Muhtâr, V, 306.
10. Muğnî, XII, 41.
11. Beyhakî, Sünen, X, 222.
12-13. Gazzâlî, ihyâ, VI, 142-144; İbn Hümâm, Fethu'l-Kadir, VI, 482; Nablusî, Îdâhû'd-Delâlât, Süleymaniye Ktp., Esat Ef., nr., 1762/1, vr., 7a-b, 8a-b, 9a, 11a, 27a, 28a; İbn Âbidîn, Hâşiyet-ü Reddi'l-Muhtâr, V, 305, 307; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 113-119; Sübkî,Tekmile, XX, 230; Remlî, Nihâyetü'l-Muhtâc, VIII, 298; Muhallâ, VII, 567.
14. Rûm, 30/15.
15. Taberî, Câmi'u'l-Beyân, X, 173; Ebu Hayyân, Bahru'l-Muhît, VIII, 380.
16. Bakara, 2/29.
17. En'am, 6/119.
18. İbn Hazm, Muhallâ, VII, 559.
19. İbn Hazm, a.g.e., VII, 567.
20. Gazzâlî, ihyâ, VI, 153; İbn Kudâme, el-Muğnî, XII, 41-42.
21. Buhârî, Nikâh, 63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 269; Beğavî, Şerhu’s-Sünne, IX, 49
22. Hâkim, Müstedrek, II, 200, nr. 2749; Beyhakî, Sünen, VII, 288.
23. Hâkim, Müstedrek, II, 200.
24. Nesâî, Nikah, 80; Tahâvî, Şerhu Meânî'l-Âsâr, IV, 294; Beyhakî, Sünen, VII, 289; İbn Hacer, el-Metâlibü'l-Aliyye, II, 54.
25. İbn Hacer, Metâlib, II, 54; Cüdey', Ehâdîs-ü Zemmî'l-Gınâ, s., 50.
26. Tirmizî, Nikah, 6.
27. Fethu'l-Bârî, XIX, 244.
28. Umdetü'l-Kârî, XVI, 330.
29. age., XVI, 345.
30. Şerhu's-Sünne, IX, 47, 49.
31. Buhârî, Meğâzî, 38; Edeb, 90; Diyât, 17; Müslim, Cihad ve Siyer, 123; Beyhakî, Sünen, X, 227.
32. Zeylaî, Tebyînü’l-Hakâik Şerh-u Kenzü’d-Dekâik, Mısır, 1313, IV, 222; VI, 14; Molla Hüsrev, Dürer, II, 380; Dâmâd, Mecma’, II, 190; Haskefî, Dürrü’l-Muhtâr, IV, 591; İbn Âbidîn, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr, IV, 592; Kâsânî, Bedâ'î, VI, 269.
33. İbn Abidin, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr, V, 46.
34. Âlemgîr, Fetâvây-ı Hindiyye, Mısır, 1310, V, 351; Şilebî, Hâşiyet-ü Tebyîn, VI, 13; Aynî, Umde, V, 369.
35. Zeylaî, a.g.e., IV, 222; VI, 14; Molla Hüsrev, a.g.e., II, 380; Dâmâd, a.g.e., II, 190; Haskefî, a.g.e., IV, 591; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 592; Kâsânî, Bedâ'î, VI, 269.
36. Zeyla'î, a.g.e., IV, 222; VI, 14; Âlemgîr, Fetâvây-ı Hindiyye, V, 351-352; Dâmâd, a.g.e., II, 190; İbn Âbidin, a.g.e., IV, 592; V, 305.
37. Haskefî, a.g.e., IV, 591-592.
38. Dâmâd, a.g.e., II, 190; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 592.
39. İbn Hümâm, Fethü'l-Kadir, VI, 482; İbn Âbidîn, a.g.e., V, 305.
40. Îdâh, vr., 7a-b, 8a-b. 9a, 11a, 27a-28a.
41. İbn-i Abidin, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr, V, 307
42. Kâsânî, Bedâî, VI, 269
43. Âlemgîr, Fetâvây-ı Hindiyye, V, 351; Şilebî, Hâşiyet-ü Tebyîn, VI, 13; Aynî, Umde, V, 369.
44. Dürer, II, 380.
45. Tahâvî, Muhtasar Tahâvî, s., 435; Kudûrî, (Mukayyed), s., 177; Haskefî, Dürrü'l-Muhtâr, IV, 591-592; Serahsî, Mebsût, XVI, 132; Zeyla'î, Tebyîn, IV, 221-222; Mergînânî, Hidâye, III, 123; Molla Hüsrev, Dürer, II, 380; ibrahim Halebî, Mültekâ, s, 112; Âlemgîr, a.g.e., V, 351; Şilebî, a.g.e., VI, 13; Aynî, a.g.e., V, 369.
46. Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 2155.

(Behlül DÜZENLİ, İslam Açısından Müzik)


https://sorularlaislamiyet.com/calgili-muziklerin-dinlenmesi-hususunda-hadisler-ve-islam-alimlerinin-gorusleri-nelerdir-1?amp

28 Ağustos 2021 Cumartesi

45- El-Mucîb ism-i şerifi:


El-Mucib, dualara cevap veren, demektir.

İnsanların ihtiyaçlarının karşılanması için bilgilerinden faydalanmak üzere birbirlerine müracaatları ve yardımlaşma isteği doğrudur fakat, insan kudretinin üstünde bulunan işler için yine insanlara müracaat etmenin doğru olmadığını bilmek lazımdır. Çünkü, insan kudretinin üstünde olan her müşkülü ancak Allah açar ve böyle bir şeyi Allah’tan başkasından istemek onu Allah’a denk tutmak olur ki, bu küfürdür, şirktir.

Sebebi bilinmeyen, çaresi bulunmayan veya kimsenin karşılayamayacağı hacetler vardır ki, bu hallerde yalnız Allah’a iltica edilir ve yalnız O'ndan yardım istenir.

Böyle çaresizlik zamanlarında, "Mucib, Rahim, Kerim" olan Allahu Teala‘ya kalplerinin bütün samimiyetiyle yalvarırlar. Sonra da, metanetle ve soğukkanlılıkla Allah'ın hükmüne kendilerini teslim ederler. Nihayetinde böyle çaresiz hallerinde kendisine iltica edenler hakkındaki Allah’ın vaadi gelir, çok defa umulmayan yerlerden selamet kapıları açılıverir.

 İnsan hayallerine ulaşmak için bir çok yol dener, olmadık kapılar çalar. Şirk de çoğu zaman bu arayışların yanlış adreslerde aranmasından doğar. Oysa Yaratıcımızın Mucib ismi asıl istenilecek mercinin Yüce Allah olduğunu, çünkü her isteğe sadece O’nun cevap vereceğini bildirir. Bakara, 186.ayette buyurduğu gibi "Kullarım sana beni sorarsa, şüphesiz ki ben çok yakınım. Bana dua edince Ben o dua edenin duasına karşılık veririm.” Allah Teala kuluna, kulundan daha yakındır. Bundan maksat mekan veya cihet yakınlığı değildir. Çünkü bir mekanda veya cihette bulunduğunu kabul etmek, oradakilerine daha yakın, başka yerdekilere daha uzak gibi uluhiyete yaraşmayan batıl neticeler doğurur. Allah’ın her zerreye, her noktaya yakınlığı eşittir. Onun için kendisine yalvaran  herbir kişiyi bilir yalvarmalarını işitir.

Rabbimiz kullarının her vesileyle kendisine başvurmasını ister; her şeyi kendisinden istemelerinden hoşnut olur. (Mü’min, 40/60.) Hatta Furkan, 77.ayette “De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” buyurarak O’nun katındaki tüm değerimizin dualarımızdan kaynaklandığını söyler. Dua, Allah’ın yüceliği karşısında kulun çaresizliğini itiraf etmesini; sevgi, saygı ve tazim duyguları içinde O’nun lütuf ve yardımını dilemesini ifade eder. Dua, gücü ve imkânı sınırlı olanın sınırsız güce sahip bir kapıya yönelmesi demektir. Dua, temelde kavli ve fiili olarak ikiye ayrılır.

Kavli dua, sözle ve kalple yapılan duadır. Dil ile yapılan bu duada kul Rabbi ile konuşur, ihtiyacını ondan ister, ona yalvarır.

Fiili dua, olmasını istediğimiz şey uğruna gayret etmektir yani kişinin, haliyle Allah’tan bir şey istemesidir. Mesela, bir çiftçinin tarlayı ekmesi, fiili duadır. 

Bir öğrencinin ders çalışması fiili bir duadır. 

Yine bir hastanın doktora gitmesi, hal diliyle yapılan bir duadır. O halde, bir hasta elini açıp “Ya Rabbi, bana şifa ver.” dese, kavli dua, doktora gittiğinde de fiili dua etmiş olur.

Kısacası, fiili dua etmek, sebeplere yapışmak demektir. Kim, hangi işinde, hangi sebebe yapışıyorsa, neticeyi gösterdiği gayretle Allah’tan istiyor demektir. 

Hal dili ile birlikte yapılan dualara daha hızlı ve çabuk icabet edilir. Bu sebeple bizler, dilimizle yaptığımız dualara, fiili duaları da eklemeliyiz. Yani olmasını istediğimiz şeylerin sebebine de yapışmalıyız.

Duanın sürdürülebilmesi Rabbimizin Mucib ismi ile mümkündür. Eğer yakarışlarımızı bir işiten ve dikkate alan olmasaydı nasıl dua edebilirdik ki? Düşünün yakarıyorsunuz ama işitilmiyor, itibar edilmiyor ve karşılık verilmiyorsunuz. Bunun kadar acıklı ve vahim bir durum düşünülemez. Cehennemde ebedi kalmak üzere cezalandırılan kâfirlerin içinde bulunduğu durum işte tam da budur. 

Mucib ismi doğrudan doğruya dua edenlere tahsis edilmiş bir isimdir. Yani Rabbimiz bir ismini sadece dua edenlere ayırmış ve onların dualarına mutlaka icabet edeceğini bu şekilde garanti etmiştir. Bu ismin isim kalıbıyla Kur’an’da geçtiği tek ayet olan Hud suresi 61. ayette bu isimden önce "yakın" anlamındaki Karib ismi gelir. Buna göre Allah hem kullarına yakın hem de onların yalvarışlarına cevap veren bir Rab’dir. O yakın olup da elinden bir şey gelmeyen veya güçlü olup da yakın olmayanların faydasızlığından beridir.

Burada dikkate alınması gereken şey cevap vermenin illa ki duada istenen şeyin aynıyla kabul edileceği anlamına gelmediğidir. Duaya mutlaka cevap verilir, isterse talep edilen şeyin aynını, isterse daha iyisini verir. Dilerse o duayı ahiret için kabul eder, dünyada neticesi görülmez. Vermek istediğini bazen kulları vasıtasıyla bazen de akıl sır ermeyen yollarla verir. Kısacası, Allah’ın her kuluna ayrı bir muamelesi vardır. Kula yaraşan istemektir. Ondan sonra Hak kendisi hakkında ne muamele ederse ona memnuniyetle razı ve teslim olmaktır.

Burada insanın aklına şöyle bir soru gelebilir: Allah-u Teala bizim bütün ihtiyaç ve sıkıntılarımızı bildiği halde neden bizim dua etmemizi istiyor ve kendine yalvarılmasından hoşnut oluyor da vereceğini biz istemeden vermiyor? Tefsir ve hadis âlimi Kuşeyri rahmetullahi aleyh bunun bizim imtihanımızla ilgili olduğunu söylüyor. Çünkü Mucib "talepte bulunanın -karşılamaya kimsenin muktedir olamayacağı- arzularını yerine getiren” demektir ve kulun bunu idrak etmesi tevhit inancının olmazsa olmaz rüknüdür. Dua eden kul, kendi yetersizliğini idrak etmiş ve Allah Teala’nın isteklerini verecek en yüce makam olduğunu kabul etmiştir.

Ayrıca yine Kuşeyri’nin belirttiğine göre sabır ve şükürle kazanılacak nice dereceler vardır. Hele ümitlerin kesildiği anda samimi bir yakarmanın kulu ulaştıracağı makamlar duaların sonunda ulaşılacak lütufların en büyüğüdür. Ayrıca insanın her nimeti hazır bulması onun tekâmülü açısından elverişli bir durum değildir. Aksine hedefler koymak, bu hedefler için çalışmak, yetemediğimiz yerlerde alçakgönüllülükle duaya sığınmak hem inancımızın hem de karakterimizin kuvvetlenmesi için en doğru yoldur.

Gazali rahmetullahi aleyh, mucib isminin tecellisine mazhar olabilmek için kulun kendisinin de çağrılara icabet eden bir mucib olması gerektiğini kaydeder. Allah-u Teala kulların dua ederek gönderdikleri davete icabet ettiği gibi kullar da Allah’ın vahiy yoluyla gönderdiği davetine icabet etmelidir. (Enfal, 8/24; Ahkâf, 46/31.) Bu da Allah’ın emir ve nehiy biçimindeki davetlerine uymaya, gücü nispetinde ihtiyaç sahiplerine yardım etmeye, gücü yetmediği yerde nezaketle cevap vermeye, kim çağırırsa çağırsın davete gitmeye yönelik icabetlerle gerçekleşir. 

Mucib kısaca "icabet eden/cevap veren" olduğuna göre bu ismin zorunlu sonucu bir isteyen ve soranın olmasıdır. Rabbimiz isteyene icabet etmiş, sorana da cevap vermiştir. Kur’an’da pek çok ayet "sana soruyorlar…" diye başlayıp o sorulara cevap verilerek tamamlanır. Mucib ismi kullarının -ne kadar saçma ve gereksiz olursa olsun- sorularına cevap veren Yüce Allah’ın ahlakını ortaya koyar. Bu ismin tecelli ettiği kişiler de kendilerine soru soran, istekte bulunan hiçbir Allah kulunu küçümsememeli, sorularını önemsiz görmemeli, layıkıyla cevaplamalı ve istekleri de karşılamalıdır. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in kendisinden bir şeyler isteyen hiç kimseye "yok" demediğini, imkânı olmayan durumlarda ileri tarihte bir gün vererek o isteği mutlaka yerine getirdiğini biliyoruz. İşte böyle olur Mucib’in kulları…

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

27 Ağustos 2021 Cuma

44- Er-Rakîb ism-i şerifi:


Rakip, kontrol etmek ve muhafaza etmek demektir. Rakip ismi bu iki anlamı birden içerir ve kulun içinde bulunduğu duruma göre ya tehdit ya da müjde ifade eder. Bu da diğer pek çok esmada olduğu gibi celal-cemal dengesinin tecelli etmesinin kulun içinde bulunduğu duruma göre değişeceğini gösterir. İyilik ve doğruluğu amaç edinip o yolda yürüyenler için zorluklar ve yanlış değerlendirilmelerle karşılaşmaları durumunda "Allah’ın her şeyi gözetliyor olması" bir müjde iken niyetini bozan ve yoldan çıkanlar için bir tehdittir. (Maide, 5/117.)

Gerek kontrol gerekse muhafaza edebilmek her detayı hakkıyla bilmeyi, işitip görmeyi, her olanın iç yüzüne vakıf olmayı, gücünün her şeye yetmesini gerektirir. Bu nedenle bu isim esma-ül hüsnadan pek çoğu ile ilişkilidir. Aslında esma-ül hüsnanın tamamı böyledir. Hepsi birbirini destekler ve hepsi bir araya geldiğinde yücelerden yüce, her şeye kadir, âlemlerin Rabbi olan Allah Teala’nın vahdaniyetini (bir oluşunu) teşkil ederler.

Esma-ül hüsna üzerine çalışan ulema bu ismin “koruyup gözeten” manasını öne çıkarmışlardır. Kısaca Rakip, yarattığı şeylerin hiçbirinden gafil olmayandır. Onları hem kontrol eder hem de korur.

O, karanlık bir gecede, bir kayanın üzerinde bulunan karıncanın halini bilir, denizlerin diplerinde, ışığın olmadığı, gözün görmediği yerlerdeki mahlukatın her halini bilir ve onlardan haberdar olur.

Her an her halimizi; aldığımız nefesi, gönlümüzden geçenleri, fikrimize düşenleri, niyetlerimizi, amellerimizi, her şeyimizi bilir. Her an O’nun gözetiminde; muhafazasında ve her daim O’nun murakabesindeyiz. Hiçbir halimiz O’ndan gizli kalmaz.

Elmalılı rahmetullahi aleyh’in deyişiyle Rakip ismi Yüce Allah’ın üzerimizde bir gözcü oluşunu anlatır. Buna göre bütün hareketlerimiz Allah Teala’nın kontrolü altındadır. Davranışlarımız, konuşmalarımız ve hatta niyetlerimiz asla O’ndan gizli kalamaz. O halde takvaya, Rakip olan Allah'ımızın bizim iç dünyamızın her halini gördüğünü, her düşünce ve niyetimize vakıf olduğunu bilmekle ulaşabiliriz.

Rakip ism-i şerifinin tecellisiyle, Rabbimiz bizi bilmekle kalmıyor, bir de bizi koruyor, kolluyor, muhafaza ediyor. Eğer Rakip isminin tecellisi bir an kâinattan çekilse, sema üzerimize düşer, denizler taşıp yeryüzünü kaplar. Bizi bütün bu musibetlerden koruyan ve muhafaza eden, Rakip ism-i şerifinin tecellisidir.

Aynı kökten türeyen ve nefis terbiyesinde çok önemli bir yer işgal eden "murakabe" terimi kulun, sürekli olarak Allah Teala’nın gözetimi altında bulunduğunun şuurunda olması anlamına gelir. Bu farkındalık kulda bir iç disiplin sağlar. Bu isim bizi yalnızlıktan ve tek başına kalmaktan kurtarır. Her daim yanı başımızda, gözleri üzerimizde, her halimize vakıf, her daim bizim iyiliğimizi isteyen bir kollayanımız olduğunu bilmek bizi ümitvar yapar. 

Meşhur Cibril hadisinde Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ihsan halini "sürekli Allah’ın seni gördüğü bilinci içinde yaşamak" olarak tarif eder. İşte bu Rakip isminin tecellisi ve onun tabii sonucu olan murakabe hâlidir.

Murakabe hâlindeki kişinin aklı, nefsi üzerinde bir gözetleyici olur. Dışarıdan ve iç dünyasından gelen bütün etkilerin bilincindedir. Her hâlini Allah’ın gözetiminde olduğunu bilerek yaşar. Sadece davranışlarını değil, kalbini de korumaya çalışır. 

Bu ismin tecellisi kendi iç ve dış dünyamızı sürekli kontrol altında tutmayı sağlar.

Bu ismin Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in üzerindeki yansımasını da şöyle aktarabiliriz: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem sahabesini gece gündüz gözetip kollar, en ufak bir fitneye hemen müdahale eder ve büyümesini önler, her durumda yanlarında olur, onlarla birlikte sevinip üzülürdü. Böylece bu ismin tecellisinin nasıl olması gerektiğine de tanık oluruz. (Şuara, 26/217-219.)

Sonuç olarak Rabbimizin Rakip ismi bizi geliştiren ve kemale erdiren, kulluk yolunda her türlü takılmalara karşı bizi kollayıp gözeten lütuflar içerir.

Biz de bu kulluk yoldunda ilerlerken Rabbimizden en büyük isteğimiz kendi nefsini murakabe edebilen, iç disipline sahip, Rabbinin Rakip oluşunu kendi lehinde kullanabilen akıl sahiplerinden olmayı bize nasip etmesidir.

Rabbimiz bizi Rakib ism-i şerifiyle bizleri bu dünyada her türlü beladan ve musibetten koruduğu gibi, kabir azabından ve Cehennem azabından da korusun. Mahşerin ve hesabın bütün sıkıntılarından muhafaza etsin. Her vakit Rabbimizin murakebesinde olduğumuzu bilmeyi bizlere nasip et. Amin.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

26 Ağustos 2021 Perşembe

43- El-Kerîm ism-i şerifi:


Kerîm,“cömert, iyi, ahlaklı, asil ve değerli olmak” anlamındaki kerem kökünden türemiş bir sıfattır. Allah’a nispet edildiğinde kime ve ne verdiğine aldırmadan veren, kendisinden isteyenleri boş çevirmeyen, kendisine sığınanları terk etmeyen, bir yanlışlık gördüğünde onu açığa vurmadan düzelten, bir iyilik yapıldığında karşılığını fazlasıyla veren, eksiksiz ve kusursuz, övgüye layık ne kadar vasıf varsa hepsine sahip olan demektir. O’nun kereminin sayısız lütuflarının başında da sınırsız affı gelir.

Kerem sözcüğü, bütün iyilikleri, güzellikleri ve bağışları kapsayan bir sözcüktür. Bazıları onu cömertlik diye tanımlasalar da onun içerdiği ikramlar cömertlikten çok daha zengindir. Cömertlik, verilen kişinin istek ve ihtiyacını karşılamaya yönelik iken kerem, verilenin durumundan bağımsız olarak tamamen verenin ahlakının bir sonucudur. Kerim isteyene de istemeyene de, hak edene de etmeyene de ihtiyacından kat kat fazlasını verene denir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i andığımızda da "Rasûl-i Ekrem" (en kerim elçi) ifadesi de O’nda keremin nasıl ete kemiğe büründüğünü göstermek için O’na isim olmuştur.

Gazali rahmetullahi aleyh'in kerim ismiyle ilgili olarak kaydettiği manalar bu konuda söylenenlerin en kapsamlısıdır: “Kerîm muktedirken affeden, vaadini yerine getiren, kendisinden umulanın ötesinde ikramlarda bulunan, kime ne kadar lütufta bulunduğunun hesabını yapmayan, kendisinden başkasına başvurulmasına rıza göstermeyen, vefasızlığa sitemle mukabelede bulunup dostluğu bozacak bir karşılık vermeyen, kendisine sığınanı yüzüstü bırakmayan, aracı ve şefaatçilere muhtaç kılmayandır.”
Allah’ın kullarının işledikleri günahları gizlemesi, kusurlarını örtmesi ve yaptıklarını görmezden gelmesi O’nun kerem sahibi oluşunun bir sonucudur.
 Rabbimizin affının büyüklüğünü anlatan bütün isimleriyle birlikte Kerîm ismi de Allah ile aramızdaki ilişkide ümitsizliğe asla yer olmadığını gösterir.

Şunu hiç düşündünüz mü? Kötülüğe birebir ceza verilirken, iyiliğe en az 10 kat sevap veriliyor? Bazen bir iyilik yetmişe, bazen yedi yüze, bazen de binlere katlanıyor. İyiliğe yapılan bu katlamalar neden yapılıyor? Bilin ki bizim hak ettiğimiz için değil; Rabbimizin Kerim olmasındandır.

Hem şunu bir düşünelim! Kısacık bir hayattaki, kusurlu ve eksik ibadetlerimize karşılık, bize ebedi bir Cennet veriliyor. Bunun sebebi nedir? Hak ettiğimizden mi? Elbette hayır! Bunun sebebi Rabbimizin Kerim oluşudur.

Ya da şunu bir düşünelim: Bir ömür boyu işlenen yığınla günah, bir tövbeyle nasıl affediliyor? Hatta bu günahlar, sevaba nasıl çevriliyor? Bunun sebebi nedir? Sebep yine aynıdır: Rabbimizin Kerim oluşu.
Bir kul ne kadar kötülük işlemiş, ne kadar günahlara batmış olursa olsun asla Allah’ın af ve kereminden ümidini kesemez. Rabbimizin keremi bizim bütün hatalarımızdan daha büyüktür. Bunu bilmek ve buna yürekten inanmak kendimizden ve insanlardan ümidimizi kesmemek ve kendimizin de içinde olduğu insana saygımızı koruyabilmek için şarttır. Böylece kul, hatasını, eksiğini kabul ederek, alçakgönüllülük ile Kerîm olan Allah’a iltica eder. Rabbinin keremine güvenerek kendinde vehmettiği güç ile nankörlük yapmaz. Şeytanın insanı Allah’ın keremine güvendirerek hatalara sevk etmesine izin vermez.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

25 Ağustos 2021 Çarşamba

42- El-Celîl ism-i şerifi:


Celîl ism-i şerifini, Kur’an-ı Kerim’de sadece Rahman suresinin 27. ve 78. ayetlerinde "zü’l-celali ve’l-ikram" (azamet ve ikram sahibi) ifadesiyle görürüz.

Müminler Allah’ın ismini her anışlarında O’nun azametini vurgulayacak saygı ifadeleri ile birlikte anarlar. Bunlardan biri olan "azze ve celle" ifadesi Celil isminin fiil kalıbı olan "celle" ile "daima galip ve üstün” anlamındaki Aziz isminin fiil kalıbı olan azze kelimelerinden oluşur ve İslami metinlerde Allah’ı tazim için en çok kullanılan cümlelerden biridir.

El-Celil demek, bütün sıfatları nihayetsiz kemalde olan, yani sıfatlarında bir sınır olmayan zat demektir.

O halde şu âlemde Allah’ın sıfatlarının büyüklüğünü ve kemalini gösteren her varlık, el-Celil ismine aynadır. 

Mesela Samanyolu Galaksimizde her biri Güneş büyüklüğünde 300 milyar yıldız vardır. Bilim adamları 300-400 milyar civarında büyük galaksinin varlığından bahsetmektedir. Bir de bunların yanında cüce galaksiler vardır. Cüce galaksiler birkaç milyar yıldız içeren galaksilerdir. Bilim adamları 7-8 trilyon cüce galaksinin olduğunu söylemektedirler. Ve sonra da şöyle demektedirler: Belki de biz şu kâinatın milyonda birini keşfettik…

İşte bu galaksilerde Allah’ın kudretinin, hâkimiyetinin, ilminin ve diğer sıfatlarının büyüklüğü ve nihayetsizliği gözükür ve el-Celil ismine ayna olurlar.

Galaksilerde ve yıldızlarda tecelli eden el-Celil ismi, dağlarda, denizlerde ve büyüklük sahibi diğer mahlûklarda da tecelli etmektedir.

Görülüyor ki, celalet ve ululuk sadece Allah’a mahsustur. O'nun zatı da büyük, sıfatları da büyüktür, fakat bu büyüklük cisimlerdeki gibi hacim itibarıyla veya yaşlılık itibarıyla değildir. Allah’ın varlığı büyüktür. Zamanlarla ölçülmez; mekanlara sığmaz, bununla beraber her yerde, her noktada hazır ve nazırdır. Allah-u Teala'nın ilmi büyüktür; O'nun bilmediği, bilmeyeceği bir şey yoktur. Çünkü her şeyi yaratan O’dur. Kudreti büyüktür; her şeyi ve her zerreyi kudretiyle kuşatmıştır. Rahmet ve keremi büyüktür; affı büyüktür.

O halde büyüklüğün alameti; ilim, kudret, bütün kainatı kaplayan merhamet gibi sıfatlarla ölçülür. Bunlardan yalnız bir sıfatın bulunması bile kafidir büyüklük için. Zira, Allah’u Teala bildiğimiz, bilmediğimiz, bütün büyüklük sıfatlarının sahibidir. Mahlukatta gördüğümüz bütün büyüklük sıfatları da O'nun bir emanetedir. Dilediğine verir, dilediğinden alır. O’nun verdiği hükmü bozacak bir merci yoktur, emir ve yasak koyma yetkisi sadece O’na aittir. O halde sevilecek, emri her şeyin, her hatır sahibinin, her arzu ve hevesin üstünde tutulacak tek varlık sahibi de ancak Allah’u Teala'dır.

Esma-ül hüsna hakkında çalışanlar genel olarak Rabbimizin isim ve sıfatlarını "celal ve cemal" diye iki gruba ayırmışlardır. Celal ifade eden isimler Yüce Allah’ın izzet ve azametini, kahr ve gazabını anlatan isimlerdir. Bu kökten türeyen “Celil” ismi de “hiçbir kayıt ve kıyas söz konusu olmaksızın mutlak azamet sahibi, kadr u kıymeti ve mertebesi en yüce olan zat” demektir. Aslında hiçbir kayıt ve kıyas söz konusu olmayan bir azameti akıl tam manasıyla anlayamaz. Zaten "Celil"in bir anlamı da duyularla idrak edilmekten ve mahiyetinin akıl yoluyla kavranılmasından münezzeh olduğu için yüce ve aşkın olan demektir. Bu azamet ve heybet karşısında kulun hissedeceği şey küçüklük, çaresizlik ve yetersizliktir. Celil ismi Rabbin izzetinin son noktasını ifade ederek aynı anda kulun da zilletinin son noktasını vurgulamış olur. 

 Allah’ın cemal sıfatları nasıl hoş ve yerindeyse celal sıfatları da öyledir. 

Rabbimizi cemal isimleriyle sevip ümitlendiğimiz gibi celal isimleriyle de sevip gereken saygı ve korkuyu duymadıkça Allah inancımız bir dengeye kavuşmaz, hayatımızda istenen sonuçlar ortaya çıkmaz. Bunu hepimiz her gün etrafımızda görürüz. Kimileri Allah Teala’yı daha çok kahrı ve cezasıyla anlatıp hassas ruhları Allah sevgisinden uzaklaştırır, kimileri de sadece lütuf ve ihsanlarıyla, sevgi ve merhametiyle anlatır. Oysa bu dünyada var oluş sebebimiz imtihanları aşıp kemale ulaşmaktır. Bu çabada yeri geldikçe sevgiye de, o sevgiyi kaybetme ihtimalinden doğan korkuya da ihtiyacımız vardır. İçinde saygı ve azamet barındırmayan bir sevgi merhamet ve şefkat barındırmayan bir korku kadar işlevsizdir.

Rabbine celal ve cemal isimlerinin bütün muhtevasıyla iman eden kul sevgi ve saygıda, ümit ve kaygıda bir dengeye ulaşır. Ne sevgiye güvenerek yan gelip yatar; ne kaygıda boğularak iş yapamaz hâle gelir. Hem gayreti bırakmayacak dozda bir gelecek endişesi taşır hem de sonuçtan ümit kesmeyecek miktarda bir güven içinde ilerlemeye devam eder. Celal ve cemal isimlerinin birlikte tecellisinin sonucu işte bu denge hâlidir.

Kâmil insanlar Allah’ın celal ve cemal tecellilerini aynı derecede gönül rahatlığıyla karşılar, “Lütfun da hoş, kahrın da hoş” der, tam bir rıza ve teslimiyet hâli içinde bulunurlar. Zira bunların ikisi de Allah'tan gelir, onlar için hepsi birdir.

Kula yaraşan, böyle bir celalet ve ululuk sahibine intisap etmenin ne büyük kazançlar sağlayacağını idrak ederek emirlerini yerine getirmek, bunu yapmadığında uğrayacağı kayıpları düşünüp rızasına muhalif şeylerden sakınmaktır. İmam Gazali, Celil isminin tecellisini böyle açıklar ve der ki ahlakı Kur’an ahlakına uyan bir kimse Allah’ın bu isminden hissesini almış demektir.

Bütün esmayı düşündüğümüzde, kula düşen vazife şudur: Önce Allah’ın isim ve sıfatlarını bilmek; sonra bu isim ve sıfatları varlıklar üzerinde görebilmek; ve daha sonra da bu isim ve sıfatların kemalini ve nihayetsizliğini düşünerek Cenab-ı Hakk’ı el-Celil ismiyle zikretmektir.

Cenab-ı Hak cümlemize bu vazifeyi yapabilmeyi nasip etsin. Amin.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram

24 Ağustos 2021 Salı

Ahzâb Suresi,Nuzülü, Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 73 âyettir. Sûre, adını 20 ve 22. âyetlerde geçen “el-Ahzâb” kelimesinden almıştır. Ahzâb, gruplar, demektir. Sûrede başlıca Hendek ve Benî Kureyza savaşları ile aile hayatına dair bazı hükümler konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada otuz üçüncü, iniş sırasına göre doksa­nıncı sûredir. Âl-i İmrân sûresinden sonra, Mümtehine sûresinden önce Medine’de inmiştir. İbn İshak’a göre hicretten sonra nâzil olmuştur; geliş tarihi bakımından Medine’de nâzil olan sûrelerin dördüncüsüdür.

Konusu

1. Hz. Peygamber’e ve onun şahsında ümmetine takvâ, tevekkül ve ilâhî emirlere itaat tavsiyesi.

2. Ana baba ve çocuklar arasındaki meşrû ve hukukî bağ, evlât edinme âdeti.

3. Kan hısımlığı dışındaki velâyet bağı.

4. Ahzâb Savaşı, bu savaş vesilesiyle münafıkların psikolojileri ve davranışlarıyla ilgili açıklamalar.

5. Hz. Peygamber’in müstesna şahsiyeti, Allah nezdindeki durumu ve derecesi, aile hayatı; kendisine ve eşlerine mahsus evlenme, boşanma, örtünme, sosyal ilişkiler konularına ait hükümler, onun ailesiyle müminler arasındaki ilişki.

6. Kadın erkek farkı gözetilmeksizin bütün müminlerin ibadet, itaat ve erdemli davranışlara teşvik edilmesi.

7. Kadınların giysileri.

8. Emanet kavramı ve emanete riayet etmenin önemi.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/33-ahzab-suresi

23 Ağustos 2021 Pazartesi

Secde Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 30 âyettir. Sûre, adını mü’minlerin Allah’a secde etmelerinden bahseden 15. âyetten almıştır. Sûrede ayrıca Allah’ın kudretinden,ahiret gününden, kitaplardan, peygamberlerden ve insanın yaratılışından söz edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada otuz ikinci, iniş sırasına göre yetmiş beşinci sûredir. Mü’minûn sûresinden sonra, Tûr sûresinden önce Mek­ke’de inmiştir. 16-20 veya 18-20. âyetlerinin Medine’de nâzil olduğuna dair rivayetler de vardır.

Konusu

Önceki sûrenin (Lokmân) sonunda Allah’ın birliğinin delillerine ve dünya hayatından sonra gelecek âhiret gerçeğine değinilmişti. Bu sûreye de peygamberlere ve onların getirdiklerine iman konusuyla başlanmıştır. Başta olduğu gibi sonda da ilâhî kudretin delilleri üzerinde düşünme çağrısına temel teşkil eden örnekler verilmiştir. Öldükten sonra dirilmenin gerçek olduğuna dikkat çekilen sûrede hakiki müminlerin özellikleri ve kavuşacakları nimetlerle inkârcılıkta ısrar edenlerin karşılaşacakları cezalar üzerinde durulmuştur.

Fazileti

Hz. Peygamber’in geceleri Secde ve Mülk sûrelerini okumadan uyumadığına dair rivayetler bulunmaktadır (Dârimî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 19).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/32-secde-suresi

22 Ağustos 2021 Pazar

Lokmân Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 34 âyettir. Sûre, adını 12. ve 13. âyetlerde anılan Hz. Lokmân’dan almıştır. Sûrede başlıca, Hz. Lokmân’ın oğluna öğütleri çerçevesinde, tevhid, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve haşr konularına dikkat çekilmekte, kıyamet günü için hazırlıklı olunması öğütlenmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada otuz birinci, iniş sırasına göre elli yedinci sûredir. Sâffât sûresinden sonra, Sebe’ sûresinden önce Mekke döneminin ortalarında inmiştir. 27-28. âyetlerin veya 27-29. âyetlerin Medine’de indiği söylenirse de bu yöndeki rivayetler güvenilir bulunmamıştır (İbn Âşûr, XXI, 138).

Konusu

Konusu Lokmân’ın oğluna öğütlerini içeren âyetlerde özetlenen şirk inancının yasaklanması, ana babaya saygı gösterip meşrû buyruklarına uyma, sorumluluk duygusu, iyilik için çalışma, sabır, tevazu gibi dinî ve ahlâkî ödevlerdir. Daha sonra putperestleri şirkten vazgeçirmeyi ve onlara kurtuluş yolunu göstermeyi amaçlayan bilgiler, kanıtlar ve uyarılara yer verilmiştir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/31-lokman-suresi

21 Ağustos 2021 Cumartesi

Rûm Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 60 âyettir. Sûre, adını ikinci âyette geçen “erRûm” kelimesinden almıştır. Sûre de başlıca kıyametin hâllerinden, Allah’ın kudretine ve birliğine delalet eden kevnî meseleler ile Kureyş kabilesinin İslâm’a karşı olumsuz tutumu konu edilmiştir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada otuzuncu, iniş sırasına göre seksen dördüncü sûredir. İnşikak sûresinden sonra, Ankebût sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 17. âyetinin Medine’de nâzil olduğuna dair bir rivayet de vardır (nüzûl sebebi için bk. 2-6. âyetlerin tefsiri).

Konusu

Sûreye, Ehl-i kitap olan Bizanslılar’ın ateşperest olan İran­lılar’a –daha önce mağlûp olmuşken bir süre sonra– galip gelecekle­ri ve müslümanların sevinecekleri bildirilerek başlanmakta; geçmişteki inkârcı toplumların durumlarından ibret alınması öğütlenmekte; yüce Allah’ın varlığı, birliği, kudreti ve evrendeki mutlak egemenliğinin kanıtları, insan fıtratının önemi ve insanların yapıp ettikleri yüzünden ortaya çıkan olumsuzluklar üzerinde durulmakta; kıyamet günü inkârcıların karşılaşacakları bazı hallere değinilip Hz. Peygamber’in şahsında bütün müminlerden, tevhid inancına bağlı kalarak, âhiret hayatına hazırlığı ihmal etmeden, darlıkta da bollukta da Allah’a olan saygı ve itaatlerini devam ettirmeleri ve inançsızların tutumlarından etkilenmemeleri istenmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/30-rum-suresi

20 Ağustos 2021 Cuma

Ankebût Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 69 âyettir. Sûre, adını 41. âyette geçen “elAnkebût” kelimesinden almıştır. Ankebût, örümcek demektir. Sûrede başlıca, Allah’ın birliği, peygamberlik, öldükten sonra dirilme gibi temel inanç konuları ile Nûh, İbrahim, Lût ve Şu’ayb gibi peygamberlerin ibret dolu kıssaları konu edilmektedir. Yine Âd ve Semûd gibi kavimlerle Kârûn ve Hâmân gibi tarihin azgın liderlerinin başlarına gelenlere dikkat çekilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yirmi dokuzuncu, iniş sırasına göre seksen beşinci sûredir. Rûm sûresinden sonra, Mutaffifîn sûresinden önce –ağırlıklı görüşe göre– Mekke’de inmiştir. Tamamının Medine’de indiği de söylenmektedir. Bir rivayete göre büyük bir bölümü Mekke’de, baş tarafından on veya on bir âyeti de Medine’de inmiştir. Aksine ilk dokuz âyetinin Mekke’de, daha sonraki kısmının Medine’de indiği de söylenmiştir. Bu rivayetlerden çıkan sonuca göre tamamı hicretin hemen öncesine ve/veya sonrasına denk gelen bir zaman dilimi içinde inmiştir.

Konusu

Ankebût sûresinin ana konusu, doğru inanca sahip olmak ve bu minval üzere yaşamaktır. Sûre insanoğlunun başı boş yaratılmadığını, Allah karşısında sorumlu olduğunu, dolayısıyla bir imtihan hayatı yaşadığını bildiren âyetlerle başlar ve Allah’ın gerçek müminlerle münafıkları mutlaka birbirinden ayıracağını bildirir. Daha sonra Nûh, İbrâhim, Lût ve Şuayb peygamberlerle Âd ve Semûd kavimlerinin yanı sıra Mûsâ ile ilgili kıssaların ibret alınması gereken yönleri özetlenir. Namazın mahiyeti ve ahlâkî yararları hatırlatılır. Mekke putperestlerinin Hz. Peygamber ve Kur’an’la ilgili kuşkuları ve itirazları cevaplandırılır; onların iman konusunda içine düştükleri çelişkilere değinilir. Allah yolunda içtenlikle çaba gösterenlere Allah’ın destek ve yardımını müjdeleyen âyetle son bulur.

Fazileti

Dârekutnî’nin Sünen’inde (II, 64) nakledilen bir hadise göre Hz. Âişe, “Resûlullah aleyhisselâm, güneş ve ay tutulmalarında dört rükûlu, dört secdeli iki rek‘at namaz kılar, bu namazın ilk rek‘atında Ankebût veya Rûm sûresini, ikinci rek‘atında Yâsîn sûresini okurdu” demiştir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/29-ankebut-suresi

Başımıza gelenleri doğru okumazsak Cenabı Hakkın uyarısı git gide sertleşir

19 Ağustos 2021 Perşembe

Toplum Sağlığını Tehdit Eden Salgın Hastalıklara Karşı Aşı Yaptırmamanın Dini Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 9
Konusu: Toplum Sağlığını Tehdit Eden Salgın Hastalıklara Karşı Aşı Yaptırmamanın Dini Hükmü hk.
   

Din İşleri Yüksek Kurulu, 24.02.2021 tarihinde Kurul Başkanı Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. İktisadi Hayat ve Sağlık Komisyonu tarafından hazırlanan “Toplum sağlığını tehdit eden salgın hastalıklara karşı aşı yaptırmamak kul ve kamu hakkı ihlali olarak değerlendirilebilir mi?” başlıklı metin ve gerekçesi müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
KARAR
Dinimiz, insan hayatının korunmasını esas almış ve buna zarar verecek unsurların ortadan kaldırılmasını emretmiştir. Sağlığın korunması için önleyici tedbirlere başvurulması ve hastalandıktan sonra tedavi olunmasının gerekliliği de bu esas üzerine bina edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Tedavi olun ey Allah’ın kulları!” buyurarak tedavinin önemine dikkat çekmiştir (Buhârî Tıp, 1; Müslim, Selâm 26/69; İbn Mâce, Tıp, 1). Sağlıklı yaşamak ve hastalıklara zemin hazırlamamak için önleyici tedbirlere başvurulması ve hastalanınca tedavi olunması da bu kapsamdadır.
Dolayısıyla hastalık risklerine karşı dikkatli olunması ve özellikle bulaşıcı hastalıklara karşı gereken tedbirlerin alınması dinimizin bir emridir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), bu bağlamda “Bir yerde salgın hastalık çıktığını duyarsanız oraya girmeyin, bulunduğunuz yerde salgın hastalık varsa o bölgeden de ayrılmayın” buyurarak (Buhârî, Tıp 30; Müslim, Selâm 92-96.) karantina uygulamasına dikkat çekmiştir. Bir diğer hadis-i şerifinde de “Bulaşıcı hastalık taşıyanın taşımayanla aynı ortamda bulunmasını engelleyiniz” (Buhâri, Tıp, 53) buyurarak salgın hastalığa karşı tedbirli ve ihtiyatlı bir yol takip edilmesini vurgulamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.), bulaşıcı hastalığı olan bir kişinin biatını ona dokunmadan alarak bu konudaki hassasiyetini fiilen de göstermiştir (Müslim, Selâm, 126).
Bu itibarla; bilimsel usullere uygun olarak üretilen, alanında uzman hekimlerce salgın hastalıklara karşı koruyucu olduğu belirtilen aşıların kullanımı dinen de uygundur. Buna göre toplum sağlığını tehlikeye atacağı konusunda galip zan bulunan durumlarda gerekli tedbirlere uymamak, kul ve kamu hakkı ihlali olur.

GEREKÇE

  1. İslam dini insanın huzur ve güven içerisinde yaşayıp kulluğunun gereklerini yerine getirebilmesi için uyulması gereken temel ilkeler koymuştur. İslam âlimleri de bu doğrultuda can, din, nesil, akıl ve mal şeklinde sıralanan beş değerin (zaruriyyat-ı hamse) korunmasını insan ve toplum için hayati derecede vazgeçilmez görmüşlerdir. Bu noktada insan hayatının ve sağlığın korunması, en önemli konulardan biri kabul edilmiştir. Haksız yere bir cana kıymak yasaklandığı gibi (En‘âm, 6/151), bir insana hayat vermek bütün insanlara hayat vermek gibi değerlendirilmiştir (Maide 5/33). İnsanların kendilerini kendi elleriyle tehlikeye atmaması emredilmiş (Bakara, 2/195), kendi canına kıyması hatta bunu dil ile dahi temenni etmesi yasaklanmıştır (Buhârî, Merdâ, 19).

  2. İslam’a göre can, insana bahşedilen ve korunup kollanması gereken bir emanettir. Şu halde bir Müslüman, öncelikle ruh ve beden sağlığını birtakım hastalık ve rahatsızlıklara karşı korumalı ve bunun için elinden gelen her türlü önleyici tedbire başvurmalıdır. Gerek kendisinin gerekse diğer insanların sağlığını tehlikeye atacak tutum ve davranışlardan sakınması Müslüman bireyin önemli görevlerinden biridir. Nitekim Hz. Peygamber’in insanların çoğunun sağlık ve boş vakit nimetleri konusunda gafil davrandığı yönündeki uyarıları (Buhârî, Rikâk, 1), insanın hastalanmadan önce sağlıkla ilgili koruyucu tedbirleri alması konusunda çok önemli bir ikaz niteliğindedir.

  3. Sağlığın korunması için önleyici tedbirlere başvurulması ve hastalandıktan sonra da tedavi olunmasının gerekliliği “canın korunması” ilkesi üzerine bina edilmiştir. Her hastalığın mutlaka şifasının yaratıldığını bildiren Hz. Peygamber (s.a.s.) ayrıca “Tedavi olun ey Allah’ın kulları!” buyurarak tedavinin önemine de dikkat çekmiştir (Buhârî Tıp, 1; Müslim, Selâm, 69; İbn Mâce, Tıp, 1). Buna göre, öncelikle sağlıklı yaşamak ve hastalıklara zemin hazırlamamak için önleyici tedbirlere başvurulmalı, hastalanınca tedavi olunmalıdır. Tedavide meşru alternatiflerin olmadığı durumlarda -normal zamanlarda yasak olan- haram bir madde ile tedavi de caiz görülmüştür. Nitekim bu husus, İslam fıkhının temellerinden birini oluşturan “Zaruretler yasakları mubah kılar” (Mecelle, md. 21) kaidesinin bir yansımasıdır.

  4. Bir hastalığa duçar olan Müslüman bireye düşen en önemli vazifelerden biri kendisi ve çevresindekiler hakkında sorumluluk bilinciyle hareket etmek ve özellikle hastalığı bulaşıcı ise yayılmasının ve başka insanlara bulaşmasının önüne geçmektir. Bu konuda ihmalkâr davranıp kendimize ve başkalarına zarar vermek, kul ve kamu hakkının ihlal edilmesi olup büyük bir vebaldir. Zira dinimizde kişinin kendisine de başkalarına da zarar vermesi yasaklanmıştır (Muvattâ, Akdiye, 31; İbn Mâce, Ahkâm, 17).

  5. Hz. Peygamber’in veba olan yere girilmemesi ve veba olan yerden çıkılmaması (Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 92-100), cüzzamlı hastalardan uzak durulması (Buhârî, Tıb, 19) ve bulaşıcı hastalıklardan aslandan kaçar gibi kaçılması yönündeki emir ve tavsiyeleri (Buhârî, Tıp, 16) ile bulaşıcı hastalığı bulunan bir kişiyle musafaha etmeyerek geri göndermesi (Müslim, Selâm, 126), ayrıca hastalıklı olanla sağlıklı olanın bir arada bulundurulmaması gerektiğini belirtmesi (Müslim, Selâm, 104-105) salgın hastalıklara karşı gerekli tedbirlerin alınması gerektiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

  6. Sonuç olarak, sağlık otoritelerince “salgın” olarak ilan edilen bir hastalığa karşı gerekli tedbirlerin alınması ve gerekli tedavilerin uygulanması noktasında Müslümanlar üzerlerine düşen görevi yapmakla dinen mesuldürler. Bu itibarla bilimsel usullere uygun olarak üretilen, alanında uzman hekimlerce salgın hastalıklara karşı koruyucu olduğu belirtilen aşıların kullanımı dinen de uygundur. Buna göre toplum sağlığını tehlikeye atacağı konusunda galip zan bulunan durumlarda gerekli tedbirlere uymamak, kul ve kamu hakkı ihlali olur.