30 Kasım 2019 Cumartesi

Hayızdan Çıkmak İçin Gusül Abdesti Alan Kadının Saçlarının Örgüsünü Çözmesi

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
6. BÖLÜM HAYIZ

16. Hayızdan Çıkmak İçin Gusül Abdesti Alan Kadının Saçlarının Örgüsünü Çözmesi

317- Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Zilhicce ayının hilalinin görünme­sine yakın bir zaman kala Medine'den yola çıktık. Rasûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem Umre için telbiye getirip ihrama girmek isteyenler, bunu yapsın. Eğer ben hedy kurbanı sevk etmeseydim ben de umre niyetiyle telbiye geti­rip ihrama girerdim." buyurdu. Bunun üzerine, ashabın bir kısmı umre için, diğer bir kısmı da hac için yüksek sesle telbiye getirip ihrama girdi. Ben de um­reye niyet edenlerdendim. Derken Arafat'a çıkılacak gün gelip çattı. O esnada hayızlı idim. Bu durumumu Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem anlatıp halimden şikayette bulundum. Bana "Umreden vazgeç! Örgülerini çözüp saçını tara ve hac için telbiye getirip ihrama gir!" dedi. Ben de öyle yaptım. Hasba'da gecelendiği zaman, benimle birlikte kardeşim Abdurrahman'ı Ten'im'e gönderdi. Burada yapamadığım umremin yerine telbiye getirip yeni bir umre için ihrama girdim." Hadisin ravilerinden Hişâm şöyİe dedi: "Bundan dolayı keffâret olarak, ne kurban, ne oruç, ne de sadaka gerekti."

Açıklama

(Hayızdan Çıkmak İçin Gusül Abdesti Alan Kadının Saçlarının Örgüsünü Çözmesi) Bu bâb, hayızdan çıkmak İçin alınan gusül abdestinde saçların çözül­mesinin farz olup olmamasıyla alakalıdır. Hadisten ilk etapta akla gelen manaya göre bu, farzdır. Hasan-ı Basrî ve Tavus'a göre hayızlı kadının saçlarını çözmesi farzdır. Ancak cünüp biri için bu, farz değildir. Ahmed İbn Hanbel de aynı gö­rüştedir. Ancak Hanbelİ mezhebinden bazılarına göre bu, hem hayızlı hem de cünüp için müstehaptır. Bu hususta İbn Kudâme şöyle demiştir: "Abdullah İbn Ömer'den başka bunun, hayızlı ve cünüp kimseler için farz olduğunu söyleyen birini bilmiyorum." İbn Ömer'in bu görüşü, İmam Müslim tarafından nakledil­miştir. Ancak yine İmam Müslim'in rivayetine göre, Hz. Âişe 
radıyallahu anha, İbn Ömer'in bu görüşünü reddetmiştir. Gerçi onun açık bir şekilde örgünün çözülmesini farz kabul ettiğini gösteren bir ifade de yoktur. Bu konuda Nevevî şöyle demiştir: "Bizim mezhebimizden bazı âlimler bu görüşü Nehâî'den nakletmiştir. Ancak çoğunluk, Ümmü Seleme'den nakledilen şu hadise dayanarak bunun farz olma­dığını savunmuştur: "Ürnmü Seleme radıyallahu anha Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem 'Ey Allah'ın elçisi! Saçla­rım çok örgülü, cünüplükten kurtulmak için gusül abdesti alırken onları çözeyim mi?' diye sordu. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem, 'gerek yok.' diye cevap verdi." Bu hadisi İmam Müslim nakletmiştir. Yine onun rivayet ettiği bir hadiste "hayızlıktan ve cü­nüplükten temizlenirken" ilavesi vardır.

Her iki hadis arasındaki çelişkiyi gidermek için, Buhârî'nin bu bâbda zikret­tiği hadiste yer alan emrin, müstehap bir hüküm için olduğu söylenmiştir. Bazı­ları da suyun ulaşıp ulaşmamasına göre ayrıntıya gitmek suretiyle iki hadis ara­sında var gibi görünen çelişkiye son vermiştir. Onlara göre, saçlara su ulaşmı­yorsa örgünün çözülmesi gerekir. Ulaşıyorsa buna gerek yoktur.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

29 Kasım 2019 Cuma

HUD SÛRESİ 18.- 24. ayetlerin tefsiri


Müminlerin Ve Kâfirlerin Amellerinin Ahiretteki Karşılığı


18- Allah'a yalan uydurandan daha za­lim kim olabilir? Onlar Rablerine arz edilecekler. Şahitler 'İşte bunlar Rable­rine karşı yalan söyleyenlerdir" diye­cekler, iyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.
19- Onlar (halkı) Allah yolundan alıkoyarlar. Bu yolu eğri bir yola çevirmeye çalışırlar. Bunlar ahireti de inkâr ederler.

20- Onlar yeryüzünde Allah'ı aciz bıra­kamazlar. Onların Allah'tan başka hiç­bir yardımcıları da yoktur. Onlara kat kat azap verilir. Çünkü onlar hakkı dinleyemez ve göremezlerdi.

21- Kendilerini zarara sokanlar bunlar­dır. Uydurdukları şeyler kendilerinden uzaklaşmıştır.

22- Gerçekten ahirette en çok zarara uğrayacak olanlar da bunlardır.

23- Şüphesiz ki, iman edip salih amel iş­leyen ve Rablerine boyun eğenler işte onlar cennetliktirler. Onlar orada ebe­dî kalacaklardır.

24- (Kâfir ve mümin) iki topluluğun ha­li, kör ve sağırla, gören ve işitenin hali­ne benzer. Hiç bu iki topluluk bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?


Açıklaması

Cenab-ı Hak kendisine iftira edenlerin "insanların en zalimi" olduklarını ve ahirette bütün mahlûkat huzurunda rezil olacaklarını beyan etmekte, ayrı­ca kendi nefsine ve başkasına, Allah Tealâ'nın sıfatı, hükmü ve vahyi hususun­da veya Allah'ın izni olmadan şefaat edecek kimselerin bulunması hususunda veyahut Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri süren Araplar, Üzeyr'in Al­lah'ın oğlu olduğunu ileri süren Yahudiler ve Mesih'in Allah'ın oğlu olduğunu ileri süren Hristiyanlar gibi ve Allah'ın meleklerden evlat edindiğini iddia etme gibi hususlarda Allah hakkında yalan uydurandan, ona iftira edenlerden kendi nefsine ve başkasına daha zalim bir kimse olamayacağını belirtmektedir.

"Onlar Rablerine arz edilecekler." Yani küfür, şirk ve Allah'a iftira günah­larına gark olanlar Rablerine arz edilecekler. Yani Allah onları şiddetle hesaba çekecek ve yüce meleklerden şahitler de "işte bunlar Rablerine karşı yalan söy­leyenler, iftira edenlerdir" diyecekler. İyi bilin ki bunlar Allah'ın rahmetinden koyulmuşlardır.

Bu arz olunma bütün kullar hususunda umumi bir kaide olmakla beraber, buradaki arz olunmadan murad hususidir. Bu da onların rezil olmaları maksa­dıyla yapılan bir arz olunmadır. Böylece onlar rezil rüsvay olup en kötü bir şe­kilde işkenceye tabi tutulmuş olacaklardır. Bu arz olunma hesap ve sual için hazırlanan yerlerde veya Allah'ın emriyle mahlûkatından dilediği kimseler hu­zurunda, yani melekler, Peygamber ve müminler huzurunda olacaktır.

Bu ayet şu ayet gibidir: "Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edeceği kıyamet gününde mut­laka yardım edeceğiz. O gün zalimlere mazeretleri hiç bir fayda sağlamayacak­tır. Lanet onlaradır. En kötü yurt da onlarındır." (Gafir, 40/51-52).

İmam Ahmed, Buharı ve Müslim İbni Ömer'den şöyle rivayet ediyorlar: Rasulullah (s.a.)'tan kıyamet günündeki sual sorma hakkında şu hadis- i şerifi işittim: "Allah (c.c.) mümini kendine yaklaştırır. İnsanlardan ayrı tutar ve gü­nahlarını ona ikrar ettirir ve der ki: Şu günahı biliyor musun? Şu günahı bili­yor musun? Şu günahı biliyor musun? Nihayet günahlarını ikrar edince ve ken­disinin helak olduğu kanaatine varınca "Ben dünyada bu günahlarını örttüm. Bu gün de onları senin için bağışlıyorum" der ve ona hasenat defterini verir. Kâfirlere ve münafıklara gelince: Şahitler derler ki: İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir. İyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir."

"O zalimler..." insanları hakka, imana ve itaate tabi olmaktan ve Allah'a ulaştıran doğru yola girmekten alıkoyarlar ve insanlarla cennet arasında engel olurlar. İnsanları Allah'ın yolundan şirk ve günahlara döndürürler. Onlar yollarının doğru değil eğri olmasını isterler. Aynı zamanda onlar ahireti inkâr ederler, yalanlarlar.

Allah'ın yolunu engelleyen o zalimler Rablerinin başkalarına yaptığı gibi helak edip ve yerin dibine geçirerek onları cezalandırmasına engel olamazlar. Bilakis onlar Allah'ın ezici gücü ve hakimiyeti altındadırlar. Allah ahiretten önce dünyada onlardan intikam almaya kadirdir. Onların Allah'tan başka ken­dilerine yardım edecek, azap görmelerini engelleyecek hiçbir yardımcıları da yoktur. Kendileri sapıttığı gibi, başkalarını da saptırdıkları için onlara kat kat azap verilir. Onlar hakkı dinlemeyen sağırlar, hakkı göremeyip tabi olmayan körlerdir.

Bu ayet manasında Cenab-ı Hakkın şu ayetleri de vardır: "... Allah onla­rın cezalarını gözlerin yerlerinden fırladığı o zor güne bırakır." (İbrahim, 14/42).

"İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları se­bebiyle hak ettikleri azabı kat kat artırırız." (Nahl, 16/88).

Peygamberimiz (s.a.) Buharî ve Müslim'deki hadis-i şeriflerinde "Allah za­lime mühlet verir. Nihayet onu yakaladığı zaman da bırakmaz" buyurmaktadır.

Böylelerine azabın kat kat verilmesine sebep Kur'an'ı düşünüp öğüt alma gayesiyle dinlememeleri, hayır ve hak yolunu görmemeleri, Kur'an'ın ayetleri­ne ve vahyin doğruluğuna delâlet eden kâinat ayetlerine bakmamalarıdır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İnkâr edenler birbirlerine şöyle de­diler: Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Okunurken gürültü yapın. Belki de bu yolla ga­lip gelirsiniz." (Fussüet, 41/26).

"Onlar insanları Kur'an'a iman etmekten alıkoyarlar ve kendileri de on­dan uzaklaşırlar..." (En'am, 6/26).

Ayetteki "dinlemez" ve "görmezler" ifadelerinin manası işitme ve görme duyularının olmaması değil, bilakis onların görünüşte işitmelerine ve görmele­rine rağmen bu iki duyuyu bilgi edinmek ve sağlam inanç sahibi olmak gibi ye­rinde ve doğru bir şekilde kullanmamalarıdır. Aşırı inatları, isyanları, hak ve hidayetten hiç hoşlanmamaları sebebiyle onlar Kur'an ayetlerini işitmeye ve Allah'ın kâinattaki kudretinin ayetlerini görmeye bile tahammül edememekte­dirler.

İşte yukarıda belirtilen özelliklere sahip olan bu kimseler kendilerini bü­yük bir zarara ve hüsrana sokmuşlardır. Çünkü bunlar alevi gittikçe artan kız­gın bir ateşe atılacaklardır: "Onların varacağı yer cehennemdir. Cehennemin ateşi hafifledikçe onun ateşini artırırız." (İsra, 17/97). Artık orada ne ölürler, ne de gerçek anlamıyla hayat sürerler.

Allah'tan başka uydurdukları eş ve ortaklar, putlar, kendilerinden uzakla­şırlar. Bunlardan hiçbir fayda elde edemezler, bilakis kendilerine son derece zararları olduğunu anlarlar.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar (kıyamet günü he­sap vermek üzere) toplandıkları zaman dünyada tapındıkları putlar kendilerine düşman kesilir ve onların kendilerine tapındıklarını inkâr ederler." (Ahkaf, 46/6).

"Kâfirler kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Hayır, bilakis tapındıkları putlar onların kendilerine tapındıklarını inkâr ede­cekler, onların karşısında olacak ve düşman olacaklardır." (Meryem, 19/81-82).

Gerçekten ahirette insanlar arasında malında en çok zarara uğrayanlar bunlardır. Çünkü bunlar cennet nimetleri ve derecelerini verip cehennem aza­bını ve onun düşük derecelerini almışlardır. Bunlar cennet nimetlerine karşılık kaynar sular, misk kokulu cennet şarabı yerine zehirleri ve yakıcı içecekleri, irinden yapılan yiyecekleri, muhteşem cennet villaları yerine cehennem çukur­larını, Rahman'a yakınlık yerine Deyyan (Kahhâr)'ın gazabını ve cezasını ter­cih etmişlerdir.

Cenab-ı Hak bedbaht olanların durumunu anlattıktan sonra bunun ardın­dan saadete nail olanların durumunu anlattı. Saadet ehli Allah'a ve Rasulüne iman eden, dünyada amel-i salih işleyen, kalben iman eden, ibadet ve taat işle­me, münkerleri terk etme hususunda azami gayret eden, Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen kimselerdir. Elbette böyleleri için sayılamayacak, hesabı yapıla­mayacak kadar çok ve çeşitli, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşer kalbine doğmayan nimetlerin bulunduğu Cennâtu'1-ulâ (Yüksek Cennetler) vardır. Onlar bu cennetlerde ebedî, daimi bir şekilde kalacaklar, ne ölecek, ne yaşlanacak, ne de hastalanacaklardır. Onlardan pis ve kirli hiçbir şey çıkmayacak, sadece misk kokulu ter boşanacaktır.

Allah daha sonra da kâfir ve müminler hakkında bir misalle benzetmede bu­lundu. Şöyle buyurdu: Daha önce vasıfları zikredilen şekavet ehli kâfirler ile sa­adet ehli müminler grubunun misali kör ve sağır ile gören ve işiten kimse gibidir.

Kâfir dünya ve ahirette hakkın yüzünü görmediği, hayrın yolunu bulama­dığı ve hayrı bilemediği için kör gibi, açık hüccetleri duymadığı ve kendisine faydalı olacak şeyleri dinlemediği için de sağır gibidir.

Mümin ise dinlediği Kur'an ve gördüğü kâinattan istifade ettiği için gözü ve kulağı açık kimse gibidir. Göz ve kulak ilim ve hidayet vasıtaları, aklın ve düşüncenin geliştirilmesinin araçlarıdır.

Bu iki grubun durumları da sonuçları da bir olmayacaktır. Siz bu ikisinin arasındaki farkları anlayıp ibret almaz mısınız? Hiç düşünmez misiniz? Birbi­rine zıt olan bu sıfatları nasıl birbirinden ayıramıyorsunuz?

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir. Kurtuluşa erenler sadece cennetliklerdir." (Haşr, 59/20).

"Kör ile gören bir olmaz. Karanlıklarla aydınlık bir olmaz. Gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz ki, Allah dilediğine işittirir. Sen kabirde olanlara işittiremezsin." (Fatır, 35/19-22).

Bu ayette (Hûd, 24) "Hiç düşünmez misiniz?" ifadesinin kullanılması, kör­lüğün ve sağırlığın tedavi edilmesinin mümkün olduğuna uyarıda bulunmak içindir. [9]


[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/298-300.

28 Kasım 2019 Perşembe

HUD SÛRESİ 8.- 11. ayetlerin tefsiri


Mümin Ve Kafir İnsanın Nimet Ve Sıkıntı Karşısındaki (Farklı) Tavırları

8- Yemin olsun ki, eğer onlardan azabı sayılı bir zamana kadar ertelesek "Onu bizden alıkoyan nedir?" derler. İyi bilin ki, (azap) onlara geldiği gün o kendile­rinden uzaklaştırılmayacaktır. Onları alay ettikleri (azap) kuşatacaktır.

9- Yemin olsun ki biz, insana tarafımız­dan bir rahmet tattırıp sonra onu ken­disinden alırsak şüphesiz ki insan, bü­yük bir ümitsizliğe düşer ve çok nankörleşir.

10- Yemin olsun ki, biz insana uğradığı zarardan sonra tekrar nimetler tattırsak "Kötülükler başımdan gitti" der. Şüphesiz insanoğlu çok şımarık ve çok gururludur.

11- Ancak sabredenler ve iyi amel işle­yenler bundan müstesnadır. İşte onlara günahlarından bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.


Açıklaması

Yemin olsun ki biz kâfirlerden veya müşriklerden Rasulullah'ı onları uya­rıp korkutmasından sonra azabı "Her şeyin vadesi yazılıdır." (Rad, 13/38) aye­tinde belirtilen sünnetimize (ilâhî kanuna) ve hikmetimize uygun olarak bir müddet geciktirsek onlar azabın acil olarak gelmesini ister tarzda yalanlama kasdıyla ve alay ederek "Buna engel olan nedir?" derler.

"Bu azabın gecikmesine sebep nedir?" derler. Buradaki "ümmet" kelimesi müddet, zaman manasındadır.

Allah Tealâ da onlara, bu alay konusu ettikleri azabın inmesi için bir en­gel olamayacağı, vaktinden önce azabın inmesini ister tarzda alay etmelerine karşılık bir ceza olarak o gün azabın kendilerini tamamen kuşatacağı şeklinde cevap verdi.

Nitekim bir başka ayet-i kerimede "Şüphesiz ki, Rabbinin azabı mutlaka gerçekleşecektir. Ona karşı koyacak hiçbir kuvvet yoktur." (Tur, 52/7-8) buyurul-maktadır.

Bundan sonra Allah Tealâ Allah'ın kullarından rahmet eylediği kimseler hariç insanların kötü sıfatlarını bildirdi:

Allah bir insana kendisinden bir rahmet olarak sağlık, rızık, emniyet içi­nde yaşama, itaatkâr evlat gibi bir nimet verir de, sonra da bu nimeti çekip alırsa ve bunun yerine hastalık, fakirlik, korku, ölüm, felaket gibi bir musibet verirse insan Rabbinin rahmetinden büyük bir ümitsizliğe düşer, çok nankör olur, geçmişi ve içinde bulunduğu diğer nimetleri inkâr eder. O durumda gele­ceği için ümitsizlik duyar; ayrıca sanki hiçbir iyilik görmemiş gibi geçmişini ve şu an içinde bulunduğu nimetleri inkâr eder. Bunun sebebi ise o kişinin sabrın ve şükrün faziletine sarılmamasıdır.

Eğer Allah ona hastalıktan sonra şifa, zayıflıktan sonra kuvvet, zorluktan sonra kolaylık gibi sıkıntılardan sonra nimetler verirse "beni üzen musibetler benim başımdan gitti. Bu günden sonra da bana hiçbir sıkıntı ve kötülük gel­meyecektir der" ve nimet sebebiyle yahut elindeki bu imkân sebebiyle böbürle­nerek, başkalarına karşı gururlanarak, kendisinden düşük olanları da hakir görerek son derece şımarık ve kibirli olur.

İşte böyle bir kimse böyle bir durumda nimete şükürle karşılık vermemek­te, bilakis kibirlenip insanlara karşı böbürlenmekte, fakir ve yoksullara yar­dımcı olmamaktadır.

Dikkati çeken bir husus da şudur: Nimet verme durumunda en az vasfıyla nimet verildiğine delâlet etmek için "ezakna {tattırdık)" yani lezzetini idrak et­tirdik ifadesi kullanılırken, sıkıntı verme durumunda musibetin en az derecesi ile bir zarar dokunduğunu bildirmek için "messethu (ona dokundu)" yani pek az zarar hissetti, ifadesi kullanılmıştır.

Yine bu ayette lezzet alma ve imrenme manasındaki "ezakna (tattırdı)" kelimesiyle nimete sıkı bir şekilde bağlılığı ve hırslı olduğuna işaret eden "neza'naha (o nimeti çekip aldık)" kelimeleri arasında "mukabele" sanatı vardır.

Bütün bunlar insanoğlunda kötü tabiatlar ve hastalıklar bulunduğuna de­lâlet etmektedir. Bu hastalıklar Allah'ın rahmetinden ümit kesme, nimetine nankörlük etmek, böbürlenmek, gururlanmak ve kibirlenmektir. Bunların ilâcı ise sabır, iman, kaza ve kadere razı olmaktır.

"İnsan" denilince anlatılmak istenen mutlak manada insanoğludur. Çünkü sabreden ve salih amel işleyenler "Ancak sabredenler ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır." (Hûd, 11) ayetiyle bundan hariç tutulmuştur. İstisna, bunlar olmasaydı dahil olacak olan şeyleri hariçte bırakırdı. Bununla sabit ol­muştur ki ayetteki "insan" kelimesiyle kastedilen mümin ve kâfirdir. O zaman insan kelimesi hem mümine, hem kâfire şamil olmaktadır. Buradaki istisna "istisna-i muttasıl"dır. Kurtubî "Bu doğru bir görüştür" demektedir.

Bir başka görüşe göre ayetteki insan daha önceki ayette geçen ifadelere havale edilerek "Bu ayetteki "insan"dan murad, kâfirdir" denilmiştir. Çünkü bu ayette insan için zikredilen sıfatlar tam olarak kâfire yakışan sıfatlardır. Bunlar "yeis (çok ümitsiz)" ve "kefûr (çok nankör)" sıfatları, "kötülükler başım­dan gitti" sözü, "ferîh (çok şımarık)" ve "fahur (çok gururlu)" sıfatlarıdır. Bun­lar dindar kimselerin değil, kâfirlerin sıfatlarındandır. Buna göre buradaki (Hûd, 11) istisnanın istisna-i munkati olarak kabul edilmesi gerekir. Bu du­rumda bu mahzurlar meydana gelmez.

Bundan sonra Cenab-ı Hak insan cinsinden sabreden ve salih amel işle­yenleri istisna ederek şöyle buyurdu:

"Ancak sabredenler ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır..." Yani ancak cihad, fakirlik ve musibet gibi zorluk ve sıkıntılara karşı sabredenler ve refah, nimet ve afiyet içerisinde iken bile farzları eda etmek, nimetlere şükret­mek, hayırları işlemek, insanlara iyilikte bulunmak, salih amellerle Allah'a yaklaşmak gibi faydalı, hoş salih amelleri işleyenler bundan müstesnadır.

Böyle kimselerin salih amelleri işlemeleri veya kendilerine isabet eden sı­kıntılar sebebiyle günahları bağışlar ve onlara yaptıkları hayır ve iyiliklere ve refah zamanında işlediklerine karşılık olarak ahirette en azı cennet olmak üze­re büyük bir mükâfat vardır.

Bu ayetle aynı manada şu ayetler vardır: "Asr'a yemin olsun ki, insan mutlaka hüsrandadır. Ancak iman edenler, salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır." (Asr, 103/1-3).

Yine aynı manada şöyle bir hadis-i şerif vardır: "Nefsim (kudretinin) elinde olan Allah'a yemin ederim ki, mümine isabet eden endişe, keder, yorgunluk, hastalık, üzüntü hatta ayağına batan diken sebebiyle dahi Allah onun hataları­nı bağışlar."

Buharî ve Müslim'in Sahihinde yer alan bir hadis-i şerifte "Nefsim (kudretinin) elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah mümine hiçbir şey takdir etmemiştir ki o onun için hayırlı olmasın. Mümine bir iyilik isabet eder şük­rederse, bu onun için hayırlı olur. Mümine bir sıkıntı isabet eder, sabrederse bu onun için hayırlı olur. Bu derece müminden başka hiçbir kimseye nasip olmaz." [4]


[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/280-282.

27 Kasım 2019 Çarşamba

Hayız Kanının Yıkanması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
6. BÖLÜM HAYIZ

9. Hayız Kanının Yıkanması

307- Hz. Ebu Bekr'in kızı Esmâ'dan 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Bir kadın Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem 'Ey Allah'ın elçisi, bizden birinin elbisesine hayız kanı bulaşırsa ne yapması gerekir? Bu konuda ne buyurursunuz? diye sordu. Rasûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem da şöyle cevap verdi; 'Eğer sizin elbiselerinize hayız kanı bula­şırsa, onu çitileyip üzerine su döküp yıkayın. Daha sonra o elbiseyle namaz kılın."

Bu hadise göre, hayız kanı diğer kanlar gibidir. Dolayısıyla yıkanması farz­dır. Ayrıca kurumuş kirlerin yıkanmasını kolaylaştırmak için önceden çitilemek müstehaptır.

308- Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Bizden biri hayız olurdu, temizlen­dikten sonra elbisesine bulaşan kanı çîtilerdi. Daha sonra elbisenin kan bulaşan kısmını su ile yıkardı. Sonra elbisesinin geri kalan kısımlarına su döker ve onunla namaz kılardı." 

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

26 Kasım 2019 Salı

Özür Kanı (İstihâze)

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
6. BÖLÜM HAYIZ

8. Özür Kanı (İstihâze)

306- Hz. Aişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: Fâtıma binti Hubeyş Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem"Ey Allah'ın elçisi, ben temizlenemiyorum. Namazı bıra­kayım mı?" diye sordu. Bunun üzerine Rasulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle bu­yurdu: "Bahsettiğiniz şey, damar (kanamasıdır). Hayız değildir. Adetin başladığı zaman namazı bırak. Âdet müddetin dolunca, üzerindeki kanı yıka ve namaz kıl."

Açıklama

(Özür Kanı) Adet dönemi dışında kadının cinsel organından gelen kana özür kanı denir.

(ben temizlenemiyorum.) Fâtıma'ya göre hayızlı kadının temizlenmesi, ka­nın kesilmesi ile anlaşılırdı. Bundan dolayı kinaye yoluyla temizlenemediğini belirterek kanın devamlı geldiğini ifade etmiştir. Hayızlı kadının namaz kılamayacağını biliyordu. Bu hükmün, kadının cinsel organından kan geldiği sürece geçerli olduğunu zannetmişti. Bu yüzden "namazı bırakayım mı?" diye sormuş­tur.

(üzerindeki kanı yıka ve namaz kıl.) Bu durumda olan bir kadın, gusül ab­desti aldıktan sonra üzerindeki kanı yıkar ve namaz kılar.

Bu hadis şuna delil teşkil eder: Kadın hayız kanı ile özür kanını birbirinden ayırt edebiliyorsa, hayız kanını esas alır ve onunun başlaması ile sona ermesine göre davranır. Hayız süresi sona erince, temizlenmek için gusül abdesti alır. özür kanının hükmü İse, abdesti bozan diğer şeylerin hükmü gibidir. Yani özür kanı gören kadın, bundan dolayı her namaz için abdest alır. Ancak aldığı abdest ile, ister zamanında kılman isterse kaza edilen olsun sadece bir farz namazı kılabilir. Çünkü Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem özür kanı gören kadın hakkında "Her namaz için abdest al!" buyurmuştur. Çoğunluk bu görüştedir. Hanefîlere göre ise abdest, namaz vaktiyle İlgilidir. Bundan dolayı özür kanı gören kadın, aldığı abdest İle zamanı girmiş farz namazı ve o namazın vakti çıkmadığı sürece dile­diği kadar kaza namazı kılabilir. Onlara göre "her namaz için abdest al!" hadisi her namaz vakti için abdest al! manasına gelir. Bu hadiste hazif şeklinde tezahür eden mecaz vardır. Ancak bunun böyle olduğunu gösteren delile ihtiyaç vardır.

Malikîler'e göre özür kanı gören kadının her namaz için abdest alması müstehaptır. Abdesti bozan başka bir durum meydana gelmediği sürece abdest alması farz değildir. Ahmed ve İshâk'a göre ise, özür kanı gören kadının her farz namaz için gusül abdesti alması daha ihtiyatlıdır.

Ayrıca bu hadis, kadının kendisiyle alakalı konularda fetva istemesinin, ka­dınlara özgü meselelerde erkeklerle karşılıklı konuşmasının ve ihtiyaç anında sesini duyurmasının caiz olduğunu gösterir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

25 Kasım 2019 Pazartesi

TEVAZU


Alçakgönüllülük, Kibirlenmenin, büyüklük taslamanın zıttı.

Tevazu, beğenilen bir özelliktir. Ancak, sınırı çok iyi ayarlanmalıdır. Kişinin şahsiyetini ortadan kaldıran hafifmeşreplik tevazu değildir. İnsan, büyüklük taslamamakla birlikte, zamanın ve yerin gerektirdiği davranışı göstermelidir. Yoksullar, düşkünler ve çocuklarla ilgilenmek, onların hal ve hatırlarını sormak tevazudur. İnsan, mevkîsi ne olursa olsun Allah'ın kulu olduğunu unutmamalıdır.

İslâm tevazu'a büyük önem vermiştir. Peygamberimiz bu özelliği hem bizzat üzerinde taşımış, hem de sözleriyle tavsiye etmiştir. Bir gün kendisine bir adam getirilir, gelen şahıs korkudan titremeye başlar. Bunu gören Allah Resulu: "Sakin ol, ben bir melik değil, Kureyş 'ten, kuru et yiyen bir kadının oğluyum" buyurmuştur (Gazalî, İhyâu Ulûmi'd-din, Kahire, 1954, II, 483, 484).

Tevazu, alçakgönüllü olmak demektir. Böylelerine, mütevâzi insan denilir. Tevazu sahipleri kendilerinden aşağıda olanlara küçük muamelesi yapmaz, onları hor ve hakir görmezler. Arkadaşları arasında büyüklük taslamazlar. Vakar ise, ağırbaşlı olmak demektir. Vakûr kişiler mevki ve haysiyetlerinin hakkını gereği gibi korumasını bilen insanlardır.

İnsan hem mütevazi, hem vakûr olmalıdır. İslâm tevazu ve vakar sahibi olmayı teşvik etmekle beraber, bu hususta aşırı gitmeyi yasaklamıştır. Çünkü, tevazuda aşırı gitmek insanı zillet ve meskenete düşürür, herkesin maskarası haline getirir ki bu doğru bir şey değildir. Mütevazi olacak başkalarına karşı alçakgönüllülük gösterecek diye herkesin hakaretine, âdice davranışlarına tahammül göstermek, aşağılamalarına razı olmak ahlâkî bir fazilet sayılmaz. Vakarda aşırılık ise insanı kibirli yapar.

Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor: "Allah katında en değerliniz en çok Allah'tan korkanınızdır" (Hucurat, 49/13). Öyleyse insanların kendilerini üstün görmeleri yanlış bir davranıştır. Başka bir ayette de Allah Teâlâ: Siz nefislerinizi övmeyiniz, kimin müttakî olduğunu Allah daha iyi bilir" (Necm, 53/32) buyurarak yine bize mütevazi olmamızı emretmiştir.

Bu konuda Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur; "Muhakkak Allah Teâlâ, bana, sizin mütevazi olmanızı vahyetti" (Rizazu's-Salihin, II, 37). "Her kim Allah için alçakgönüllülük yaparsa, Allah muhakkak onun derecesini yükseltir" (Müslim Bir ve's Sıla, 69; Tirmizî, Birr, 82).

Hz. Lokman oğluna şöyle tavsiye etmişti: "Kibirlenip insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde çalımla yürüme; çünkü Allah kurulup öğünenlerin hiç birini sevmez" (Lokmân, 31/18). Peygamber (s.a.s)'in aşağıdaki sözleri de tevazu ve vakarın insan için önemini göstermesi bakımından dikkat çekicidir: "Allah için alçakgönüllülük edeni Allah yükseltir, Allah 'a karşı böbürleneni de Allah alçaltır" (Feyzü'l-Kadîr, VI, 108-109).

Görülüyor ki tevazu ve vakar sahibi olmak dinin emridir ve insan haysiyetine yakışan da budur.

Hz. Peygamber: "Eğer paça yemeğine çağırılsaydım icabet ederdim ve bana paça gönderilseydi kabul ederdim" (Riyazü's-salihin, II, 41) buyurmuştur. Bu hadis, "mütevaziyim" demekle tevazu sahibi olunmayacağını, tevazuun bir davranış biçimi olduğunu göstermemektedir.


24 Kasım 2019 Pazar

Kolay doğum için okunacak sureler


Fâtıma radıyallahu anha diyor ki:

Doğumum yaklaşınca Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Ümmü Seleme ile Zeynep binti Cahş’a, bana gelip yanımda  Âyete’l-Kürsî, A'raf suresinin 54. ayetini, Felâk ve Nâs sûrelerini okumalarını buyurdu. (İbn Sünnî, s.232, No: 625)

A'raf suresi,54

"İnne rabbekümüllahüllezi halekas semavati vel erda fi sitteti eyyamin sümmesteva alel arşi yuğşil leylen nehara yedlübühu hasisev veş şemse vel gamera ven nücume müsehharatim bi emrih ela lehül halku vel emru tebarakellahü rabbül alemin."

(Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir!)
(A'raf, 7/54)

23 Kasım 2019 Cumartesi

Hayvanlarda akıl var mıdır?


Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı batıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırır. Akıl sadece insanda, cinde ve melekte vardır. Bunlara akıl verildiği için yaptıkları işlerden sorumlu olur. İnsanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliği, aklı ve konuşmasıdır. Hayvanlarda akıl yok, zeka vardır. 

Zekaları sayesinde birbirleriyle anlaşırlar. Allahü teâlâ, hayvanlara akıl vermediği için, onlara hiç bir şeyi yasak etmemiş, dilediklerini yiyip içmekte, diledikleri gibi yatıp kalkmakta serbest bırakmıştır. Hayvanları yaptıkları işlerden sorumlu tutmamıştır. Hayvanların şehvetlerine uymaları suç olmaz. 

İnsanlara akıl verildiğinden nefislerine uymaları, doğru yoldan sapmaları suç olur. İpek böceğinin ipek, arının bal yapması gibi hayvanlardaki harika işler, içgüdü denilen ilham sayesinde olur. Hayvanı aşırı soğuk veya sıcaktan uzaklaştıran basit reaksiyon veya temas neticesi olan daha hızlı refleks hareketleri hep bu ilham iledir. Sevgi veya nefret, yavru bakımı ve yılın bazı mevsimlerinde göç etmek mecburiyeti gibi daha girift hisler de ilhamdır. 

İlham, bir kuşa yuvasını ne zaman ve nerede kuracağını haber verir. Fakat aslında kuşun, yuvasını nerede kurduğundan haberi yoktur. Yuva içindeki ötücü kuş yavruları bir yabancı gördüğünde korkup, kaçmaya kalkmazlar. Fakat tüylenmiş ve yuvayı terk etmeye hazır olan aynı yavrular, korkma kabiliyetini ve tehlikeden kaçma hissini de elde etmiş olurlar. Yeni doğmuş memeli hayvan yavrusuna annesinin göğsünden süt emzirten, yeni yumurtadan çıkmış ördek yavrusunu suya çeken de bu ilhamdır. İlham, hayvanı bulunduğu şartlara gerektiği gibi karşı koyacak şekilde hazırlıklı tutar. Mesela, aniden düşmanıyla karşılaşan hayvan, kaçmak gibi rasgele bir teşebbüs yerine, bütün avantajlarını en iyi şekilde kullanacağı bir metot tatbik eder. Bütün bunları yaparken hayvan, niçin böyle hareket ettiğini bilmediği gibi, hareketinin neticesini de kestirebilmekten acizdir. Çünkü aklı yoktur. 

22 Kasım 2019 Cuma

Hayızlı kadının tavafı ve mescide girmesi


Hacca ve umreye giden kadınlarımız, farz olan tavafı yapamadan Mekke''den ayrılmaları gerekiyorsa, kalma ve bekleme imkanları yoksa ne yapacaklarını, bir de hayızlı iken namaz kılmasalar bile K''abe mescidine girip onu seyretmelerinin caiz olup olmadığını hep sorarlar.

Bu iki konuda müctehidler arasında ihtilaf vardır. Kesin olarak tavaf yapamaz diyenlere karşı İbn Kayyim el-Cevziyye şu farklı görüşü savunuyor:

"...Allah kullarını, güçlerinin yetmeyeceği, kendilerine çok zor gelen ibadetlerle yükümlü kılmaz. Ayakta namaz kılamayan oturup kılar, su bulamayan teyemmüm eder, elbise bulamayan çıplak kılar, kıbleyi bilemeyen tahmin ederek bir tarafa yönelir... Hayızlı kadın da temizlenmeyi bekleyemiyorsa öylece tavâfını yapar ve kasten bir kuralı ihlal etmediği ve yasağı çiğnemediği için ceza da gerekmez... (Bak. İbn Kayyim, İ''lâm, Mısır, 1955, , 25, 34 vd.)

Bu görüşe alim olanların itiraz hakları vardır, ama sıradan Müslüman, başka çaresi yoksa bunu da uygulayabilir.

İbn Rüşd, "mescide girme" konusunda özetle şunları kaydediyor:

Fıkıh âlimlerinin, cünüp ve hayızlı olanların mescide girmelerinin cevazı konusunda üç farklı ictihadları vardır: 1. Malik (Hanefîler de bu görüştedirler) "girmeleri caiz değildir" diyor. 2. Şâfi''î "orada oturmak üzere giremezler ama mescide bir kapısından girip diğerinden çıkarak yollarına devam edebilirler" diyor. 3. Dâvûd Zâhirî ve onun yolundan gidenler ise "cünüp ve hayızlının mescide girmeleri, orada oturmalar caizdir" diyorlar.

Bu konuda farklı yorum ve ictihadların bulunmasının sebebi, ilgili âyetin farklı anlaşılması, hadisin de sahih olup olmadığı konusundaki farklı değerlendirmedir.

İlgili âyetin meali şöyledir: "Ey iman edenler! Ne söylediğinizi bilir hale gelinceye kadar sarhoş iken namaza yaklaşmayın, guslünüzü edinceye kadar da -yoldan geçmeniz dışında- cünüp iken (namaza yaklaşmayın)" (Nisâ: 4/43).

Mealde geçen "namaza yaklaşmayın" cümlesi iki şekilde anlamaya müsaittir: a) Namaz kılmayın. b) Namaz yerine (mescide) yaklaşmayın; yani girmeyin. Ayeti birinci şekilde anlayanlar, "hayızlı ve cünüp iken namaz kılınmaz ama mescide girilebilir" demişlerdir.

Hadis de "Cünüp ve hayızlı için mescidi helal kılmıyorum" mealindedir. Bu hadisi sahih bulmayan müctehidler onu delil olarak kullanmamışlardır.

Zâhiriyye mezhebinin güçlü âlimi İbn Hazm de el-Muhallâ isimli fıkıh kitabında, "cünüp ve hayızlı olanların mescide giremeyeceklerini" savunan alimleri tenkit ediyor ve özetle şu delillere dayanıyor: İleri sürdükleri âyeti "mescide yaklaşmayın" şeklinde anlamak doğru değildir. Hadis de sahih değildir. Hz. Peygamber zamanında Suffe ashâbı mescidde kalırlardı ve elbette ihtilam olurlardı. Azat edilen bir siyah cariyeyi Peygamberimiz uzun zaman mescidde oturttu; bu esnada onun da âdet görmüş olması tabîîdir... (İbn Hazm, el-Muhallâ, II , 77, , 184; İbn Rüşd, Bidayetü''l-müctehid, Beyrut, 1987, , 29 vd.).

Bu bilgiye ulaşan veya buna uygun fetva alan bir kadının bunu uygulama hakkı vardır. Herhangi bir ictihadı ve mezhebi müminlere dayatma hakkımız yoktur. Müslümanlar, çocukluktan itibaren öğrenip uyguladıkları mezhepte devam edebilirler, ama ihtiyaç duyduklarında bilgi sahibi oldukları, fetva aldıkları başka ictihadlara da uyabilirler.


21 Kasım 2019 Perşembe

Secde ayetinin mealini okumakla da tilavet secdesi yapmak gerekir mi?


Secde ayetinin mealini okumakla da tilavet secdesi yapmak gerekir mi? Meal okumanın da sevabı var mıdır?

Kur'an'daki bir secde âyetini okuyan veya dinleyen akil baliğ bir Müslümanın, bir defa secde yapması vacibtir. Secde âyetinin tercemesini okuyan veya dinleyen kimse de secde yapmalıdır.

Okuyan kimse mânasını anlamasa, duyan kimse dinlemek kasdı ile duymasa bile, yine secde vâcib olur. Secde âyetinin Türkçe veya Farsca meâlini okumak da secdeyi vâcib kılar. Hayız-nifas hâlindeki kadına tilâvet secdesi lâzım gelmez.

Teyp ve plâktan dinlenen âyetler, aks-i seda (yankı) hükmünde olduğu için tilavet secdesi vâcib olmaz. Amma secde yapılsa daha güzeldir. Radyo ve televizyondan naklen yayında ise secde âyeti okunacak olsa, dinleyene secde vâcib olur. Zira bu, aks-i seda değil, nakl-i sedadır.

Kur'an meali okumanın da elbette sevabı vardır. Ancak Kur'an'ı aslından okumanın sevabı ayrıdır, mealinin sevabı ayrıdır.

Allah yolunda yapılan en küçük bir iş ve amel bile neticesiz kalmaz. Hele Kur’an okumak gibi kainatın en büyük bir hadisesi hiç sevapsız kalmayacaktır. Kur’an'ın yüzüne bakmak bile sevap olursa, Kur’an’ın anlamını veren bir kitabı okumanın elbette sevabı vardır.

Fakat Kur’an’ı aslından okumak ile mealinden okumak arasında fark vardır. Esas olan Kur’an okumayı aslından öğrenmek ve manasını anlamak için de mealden okumaktır. Ancak hiçbir Kur’an meali aslının yerini tutmayacağından, namazda Kur’an yerine okunmaz. Namazımızda mutlaka Kur’an-ı Kerimi aslından okumalıyız. Allah kelamı olan Arapça olandır. Bunun yeri ve sevabı ayrıdır. Her harfine kat kat sevap verilir.


20 Kasım 2019 Çarşamba

Bazı şirketlerin düzenediği çekilişlere, kampanyalara katılmak ve bunların verdikleri hediyeyi / ödülleri kullanmak caiz midir?


Bazı şirketlerin düzenediği çekilişlere, kampanyalara katılmak ve bunların verdikleri hediyeyi / ödülleri kullanmak caiz midir? Mesaj atarak katılmak mesaj parası ödemek kumara girer mi?

Verilen hediyeleri alan kişiler bunun için ayrıca bir para ödemiyorsa, verilenler hediye hükmünde olur. Çekilen bu mesajların mahiyeti de önemlidir. Sadece katılım için mi mesaj çekilmekte? Yoksa çeklilen bu mesajlardan ayrıca bir gelir mi elde edilmektedir? Gelir amaçlı mesaj çekilmişse bu da bir nevi piyango olmuş olur. Şüpheli olan şeyleri terk etmek takva sahibi insanların özelliğidir.

Bir şeyin kumar olması için karşılıklı şart olması gerekir. Mesela, bir kişi, “Bilirsen sana şunu veririm, bilemezsen senden şunu alırım.” şeklinde ikili şart koşması halinde kumar olur. Burada, “Bilirsen sana şunu veririm, bilmezsen senden şunu alırım.” şartı yoktur. Böyle olunca tek taraflı bilene verilen ödül oluyor. Böyle tek taraflı verilen değerler alınabilir, kumara girmez. Çünkü veren bir şey talep etmiyor. “Bilirsen şu miktarı alırsın, bilmezsen bir şey vermek zorunda değilsin.” diyorsa, konu kumar olmaktan çıkar..

Bir de, üçüncü bir şahıs çıkıp da:

"Bir yarış tertipliyorum, başaranlara şu kadar ödül vereceğim, başaramayanlardan ise bir şey istemiyorum." derse; yarışı kazananlar verileni alabilirler. Bu da meşru bir yarış olur, faydalı bir teşvik manasına gelen bir hizmet sayılabilir. Çünkü yarışı kazananlara veriyor, kazanamayanlardan ise bir şey almıyor. Üçüncü sahsın ikramı oluyor.

Buraya şöyle bir misal daha ilave edebiliriz. Bir kahvehanede oyuna başlarken:

"Yemekler, çaylar oyunu kaybedenden..." derlerse, kazananların kaybedenden yiyecekleri yemek, içecekleri çay kumar olur. Çünkü karşılıklı şart vardır. Oyunu sen kazanırsan yemek, çay benden.. Ben kazanırsam yemek, çay senden.. şartını koymuşlardır.. Ama böyle iki taraflı şart olmaz da biri:

"Kazansanız da kaybetseniz de çaylar, kahveler benden arkadaşlar."diyebilirse, bunda bir mahzur söz konusu değildir. Bu bir tarafın ikramı sayılır.

Bir alışveriş merkezinde mal alanların rakamı belli miktara çıkınca, mağazanın kendiliğinden verdiği hediye de alınabilir, kumara girmez. Ama Spor toto, loto, piyango gibi şans oyunları kumar cinsinden sayılmaktan kurtulamazlar. Onlarda kazanırsan alırsın, kazanamazsan verirsin, şartı geçerlidir. Buna göre bir ticaret veya zenaat ile meşgul olan kimse müşterilerini arttırmak için onlar arasında kura çekerek veya belli bir miktarda alım yapanlar, iş verenleri tespit ve tercih ederek hediyeler verebilir, bir şeyler bağışlayabilir; bunda sakınca yoktur.

Piyango ve benzerleri böyle değildir. Piyango idaresi başka bir iş yaparak ve o işten kazandığının bir kısmını ayırarak müşterilerine dağıtmıyor (hibe etmiyor, bağışlamıyor); bilet alanların paralarını topluyor, çekiliş yaparak (bir nevi kura çekerek) onların bir kısmına veriyor, kendisi de büyük bir pay alıyor. Bilet alanlar verdikleri para karşılığında bir mal veya hizmet almıyorlar, parayı idareye veya bileti kazananlara da bağışlamıyorlar; bilet alanın amacı az verip çok kazanmaktır. Kazanma yolu da kumardır; yani birçok kişinin parasını bir araya getirip, her biri büyük pay kendinin olsun diye beklerken içlerinden birkaçına (kurayı, çekilişi kazananlara) vermekten ibarettir. Üç beş kişinin ortaya birer milyon lira koyup zar atarak, kâğıt çekerek, atlar koşturarak...hangisininki kazanırsa parayı alması ile piyango vb. arasında bir fark yoktur.

Dükkandan, marketten alışveriş yapan verdiği paranın karşılığı olan malı veya hizmeti almaktadır, market sahibinin verdiği armağan ise onun kendi kazancından ayırıp verdiği bir bağıştır.

Kumar oynayan (bilet alan, totoya, lotoya para yatıran) bu para karşılığında idareden bir mal almaz, toplanan paradan -verdiğine nisbetle daha fazla olan miktarı- kazanmak ister; kazandığı da diğer bilet alanların, kazanmak isteyenlerin, oyuna/çekilişe katılanların paralarıdır. İdarenin dince kumar sayılan bu işlemden kazandığı paranın bir kısmını veya tamamını kamu yararına, hayır ve hasenâta harcaması yapılan şeyi meşrulaştırmaz, helal hale getirmez.

Haram sayılan yoldan kazanılan diğer paralar da böyledir; onları iyi yerlerde harcamak yapılan işi meşrulaştırmaz; mesela elde etme yolu hırsızlık ise bunu hırsızlık olmaktan çıkarmaz, hükmünü değiştirmez.


19 Kasım 2019 Salı

Dilini dudağını kıpırdatmadan, içinden secde ayetini okumak tilavet secdesini gerektirir mi?


Secde âyetleri okunduğunda, sadece dudakların hareket edip harfler sıhhatli biçimde telaffuz edilmediği takdirde tilâvet secdesi vâcib olmaz. O halde secde âyetinin gizli okunması bu konuda yeterli sebep değildir. Hem okuyanın kendi sesini, hem de yakınında bulunanların onu işitmesi gerekir. (Fetâvâ-yi Kaadıhan.)

Secde âyetinin sonundaki harfi terk edip sadece evvelindeki harfleri okumak da yeterli değildir. Kelimenin tam olarak telaffuz edilmesi lâzımdır.

Buna bir misâl verelim: “Vescüd” yerine “Vescü” okunursa, tilavet secdesi gerekmez ama yanılma/sehiv secdesi gerekir. Çünkü kelimenin sonundaki harf telaffuz edilmemiş ve böylece mâna anlaşılmamıştır. (Et-Tebyin / Zeylai.)

Okumaksızın Sadece Secde Âyetini Yazmak:

Sadece secde âyetini yazmakla tilâvet secdesi vâcib olmaz. (Fetâvâ-yi Kaadıhan - El-Bedayi' / Kâsani.)

Secde âyetini Farsça ya da başka bir dille okumak da tilâvet secdesini gerektirir. Bu sadece okuyan için değil, işiten için de vâcib olur. Ne var ki işiten kimse bunun secde âyeti olduğunu bilmiyorsa, o takdirde tilâvet secdesi gerekmez. (El-Hulâsa) Çoğu fakihlere göre, gerekir. Sahih olan da budur. Çünkü secde âyetinden maksad, secdeye delâlet eden hükümdür. Başka dilde de aynı hüküm câridir. El-Muhit sahibi bu görüşü benimsemiş ve bunda icmâ var demiştir.

Arapça okunduğu takdirde mutlaka tilâvet secdesi gerekir. Ancak özrü olan bir süre geciktirebilir.

Sağır Kimse Secde Âyetini Okursa :

Telaffuzunu sağlayarak okuyorsa, o takdirde işitmese bile yine de tilâvet secdesi gerekir.

Âyetin Hecelenerek Okunması :

Secde âyetini heceleyerek okuyan ve okutan kimseye ve onu dinleyene tilâvet secdesi gerekmez. (Es-Siraciyye - Fetâvâ-yi Hindiyye)

(bk. Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/437-439.)


18 Kasım 2019 Pazartesi

Ezan okunurken konuşmak haram mıdır?


Ezan okunurken konuşmak haram değildir.

Ezan ve ikamette müezzinin okuduklarını tekrarlamanın sünnette yeri var mıdır?

Ezanı dinlemek sünnettir. Bu bakımdan ezan okunurken artık dünya işlerini bir tarafa bırakıp Allah'a ve O'na ibâdete yönelmek gerekir. Ezana karşı saygısızlık, dine ve Allah'a saygısızlığı ifade eder. Hattâ ilim adamlarımızdan çoğu, ezan okunurken bir şey yiyorsa yemesini keser, hele sigara ve benzeri mekruh şeylerle meşgul oluyorsa hemen bırakırlardı.

Ezanı hem dinlemek, hem müezzinin dediklerini aynen söylemek sünnetir. Ancak “hayye alâ's-salâ” ve “hayye alâ'l-felâh” cümlelerine gelindiğinde bunlar aynen söylenmez, sadece “lâ havle vela kuvvete illâ billahi'l-aliyyi'l-azim” denilir.

Diğer bir rivayete göre : “hayye alâ's-salah” denilince, “lâ havle” denilir. “hayye alâ'l-felâh” denilince, “maşaallahu kane vemâ lem yeşe’ lem yekûn” denilir. (El-Muhit Radiyüddin Serahsi - Fetâva-yi Hindiyye.) sahih olan da budur.

Bir de sabah ezanında müezzin “es-salatu hayrun mine'n-nevm” deyince,“sadakte ve berîrte” (Doğru söyledin ve iyilik işledin) denilir. (El-Muhit Radiyüddin Serahst.)

Ezan okunurken yürür halde bulunan kimsenin durup ezana hem saygı göstermesi, hem müezzini cevaplandırması daha iyi bir davranıştır. (El-Kınye.)

İkameti cevaplandırıp cümlelerini müezzine uyarak söylemek müstehabdır.

İkamette müezzin "kad kameti's-salâh" deyince, işitenler «Allah namazı hep aramızda tutsun ve yerler gökler devam ettikçe onu devam ettirsin!» diye duâ ederler.

Ezan ve ikamet okunurken konuşmamak en uygun olan davranıştır. Bu, saygıyı ifâde eder. Ne yazık ki günümüzde bu saygı çok azalmış, Müslüman halkın çoğu bu davete karşı ilgisiz kalmıştır.

Ezan okunurken veya ikamet edilirken Kur'ân okumak caiz midir?

Ezan ve ikamet okunurken dinlemek sünnettir. Kur'ân okumaya başlayanlar da ezan ya da ikamet okunmaya başlayınca okumalarını bırakıp ezanı dinlerler.

İkamet okunurken duâ ile meşgul olmakta bir beis yoktur. Çünkü bu esnada yapılan duâ, ikametin feyzine mazhar olmak, ilâhi davete gönül verip O'na yönelmek anlamındadır.

Camide birkaç müezzin varsa, her biri sıra ile ardarda ezan okuyorsa veya aynı semtte birkaç cami bulunuyor, müezzinleri sıra ile ezan okuyorsa, ilk okunanı cevaplandırmak kâfidir. (El-Kâfi - Fetavayi Hindıyye.)

(Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/168-169.)

17 Kasım 2019 Pazar

Hastalanmaktan, Ölmekten Veya Susuz Kalmaktan Korkan Biri Teyemmüm Alır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   

7. BÖLÜM TEYEMMÜM

7. Hastalanmaktan, Ölmekten Veya Susuz Kalmaktan Korkan Biri Teyemmüm Alır

Anlatıldığına göre Amr İbn el-Âs soğuk bir gecede cünüp olmuştu. Bu ne­denle "Kendinizi öldürmeyin! Şüphesiz Allah sizi esirgeyecektir.
[en-Nisa 4/29] ayetini oku­yarak teyemmüm aldı. Bu durumu Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem anlattı. Allah Resulü Sallallahü Aleyhi ve Sellem onun bu uygulamasını ayıplamadı.

Açıklama

(Hastalanmaktan, Ölmekten veya Susuz Kalmaktan Korkan Biri)

Hastalanmaktan korkan birinin teyemmüm alıp alamayacağı konusunda fakihler arasında farklı görüşler vardır. Susuzluk endişesi çekmekten korkan birinin teyemmüm alabileceği hususunda İse hiç İhtilaf yoktur.

(ayıplamadı) Rasûlullah 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu uygulamasından dolayı Amr'ı kınamamıştı. Onun bu tavrı, bu uygulamanın caiz olduğuna delalet eden bir takrirdir. Bu hadise göre, ister soğuk yüzünden İsterse başka bir nedenden ol­sun, su kullandığı zaman öleceğini tahmin eden kimse yıkanmayıp teyemmüm edebilir. Yine bu hadisten anlaşıldığına göre, teyemmümlü olan biri abdestli birine namaz kıldırabilir. Ayrıca bu rivayet, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem zamanında ictihad yapılabildiğini gösterir.

345- Ebû Vâil'den şöyle nakledilmiştir: Ebû Musa Abdullah İbn Mes'ûd'a "Su bulamayan cünüp kimse
[Burada cünübün kasdedildiği için bk. Kastalani, İrşadu's-sari,I,691;Suyuti,et-Tevşih,I,445(H.Aldemir)] namaz kılmaz (değil mi?)." diye sormuş. Bu­nun üzerine Abdullah şöyle karşılık vermiş: "Eğer onların namaz kılmalarına ruhsat verecek olsaydım, soğukta şöyle yapıp (yani teyemmüm alıp) namaz kılarlardı." Bu defa Ebu Musa "Ammar'ın Hz. Ömer'e söylediği söz hakkında ne dersin?" diye sormuş. O da "Ben Hz. Ömer'in, Ammar'ın sözüne ikna olduğunu zannetmiyorum" şeklinde cevap vermiş.

346- A'meş'ten Şakîk İbn Seleme'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Abdullah ile Ebu Musa'nın yanında idim. (Aralarında şöyle bir diyalog geçti):

Ebu Musa: - Ey Ebu Abdurrahman, sence cünüp olan fakat su bulamayan adamın ne yapması gerekir?

Abdullah: - Su buluncaya kadar namaz kılmaz.

Ebu Musa - O zaman, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu sana yeter' dediği zaman Ammar'ın söylediği sözü nasıl değerlendiriyorsun?

Abdullah: - Hz. Ömer'in Ammar'ın sözüne ikna olmadığını bilmiyor musun?

Ebu Musa: - Ammar'ın sözünü bir kenara bırak, peki bu konudaki âyet kar­şısında ne yapacaksın?

Abdullah onun âyet-İ kerimeyi nasıl yorumladığını anlayamadı. Bu yüzden şöyle devam etti: Eğer biz, cünüp olanların teyemmüm almalarına müsaade etsek, birazcık sular soğuyunca insanlar gusül abdesti almayı bırakıp teyemmüm alırlar.

Şakîk'a 'Abdullah bu gerekçeyle mi, cünüp birinin gusül abdesti almasına razı olmadı?' diye sordum. O da 'evet' dedi.

Açıklama

"Ammârın sözünü bir kenara bırak." Bu hadise göre, bir delili bırakıp ondan daha açık olan delile yönelerek ihtilaflı olanı bırakıp herkesçe kabul edilene geçmenin caiz olduğu anlaşılır. Ayrıca bu rivayette, Hz. Ömer ile İbn Mes'ud'un hilafına cünüp kimsenin teyemmüm edebileceğine dair delil vardır.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

16 Kasım 2019 Cumartesi

NAHL SÛRESİ 98.- 105. ayetlerin tefsiri


Kur’anla İlgili Hususlar: Okurken Eûzü Çekmek, Nesh, Kur'anın Arapça Oluşu


98- (Ey Peygamber!) Kur'an okuduğun zaman (Allah'ın rahmetinden) kovul­muş şeytandan Allah'a sığın.

99- Şüphesiz ki şeytanın iman edip Rablerine güvenenler üzerinde hiçbir nüfu­zu yoktur.

100- Şeytanın nüfuzu sadece onu dost edinenlere ve (onun vesvesesiyle) Al­lah'a ortak koşanlar üzerindedir.

101- Biz bir ayeti değiştirip yerine baş­ka bir ayet getirdiğimiz zaman -ki Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir- müşrikler peygambere: "Sen ancak bir iftiracısın" derler. Hayır! Onların çoğu bunu bil­mezler.

102- De ki: "Kur'an'ı Ruhu'l-kudüs (Ceb­rail) müminlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara bir hidayet rehberi ve bir müjde olmak üzere Rabbinin nezdinden hak olarak indirdi."

103- Şüphesiz biz; müşriklerin: "Bu Kur'an'ı Muhammed'e bir adam öğreti­yor" dediklerini çok iyi biliyoruz. İddia ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur'an ise açık fasih Arapçadır.

104- Şüphesiz ki Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlere Allah doğru yolu göstermez. Onlara acıklı bir azap vardır."

105- "Yalanı ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyenler uydurur. Asıl yalancı olanlar onlardır."


Açıklaması

Allah kullarına Peygamberinin (s.a.) diliyle Kur'an okumak istediklerinde rahmetten kovulmuş şeytandan Allah'a sığınmalarını emrediyor ve şöyle buyu­ruyor:

"Kur'an okuduğun zaman..." Yani Kur'an okumak istediğin zaman Allah'a sığın. Taşlanmaya lâyık, lanetlenmiş, Allah'ın rahmetinden kovulan şeytandan Allah'a iltica et ki okuman karışmasın ve Kur'an'ın manalarını gayet iyi düşünesin. Bu ayet bir önceki ayetle: "Biz bu kitabı sana her şeyi açıklamak üzere indirdik" ayetiyle bağlantılıdır.

Peygamberimiz (s.a.)'e hitap ümmetine hitaptır. Hatta bu daha evlâdır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) şeytanın vesveselerinden ve aldatmalarından masumdur.

Ayetin zahirinden Allah'a sığınmanın, Euzü'nün okunmasının kıraatin peşinden olması anlaşılmakta ise de asıl olan bunun kıraatten önce olmasıdır. Bu tıpkı şu ayetler gibidir.

"Namaza kalktığınız zaman" (Maide, 5/6). "Konuştuğunuz zaman adaleti gözetin." (En'am, 6/152).

"Onlardan (Peygamber hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde ar­kasından isteyin." (Ahzab, 33/53).

"Peygambere hitap ettiğiniz zaman bu kitabınızdan önce sadaka verin" (Mücadele, 58/12) Yani bütün bunları yapmak istediğiniz zaman demektir.

Ayrıca "Euzü..." okumanın yani Allah'a sığınmanın sebebi -ki bu da şey­tanın vesvesenin giderilmesidir- bu sığınmanın kıraatten önce yapılmasını gerektirmektedir.

"İstiâze" Euzü billahi mineş-şeytanir-raciym. Rahmetten kovulmuş şey­tandan Allah'a sığınırım demektir.

İstiaze (Allah'a sığınma) İbni Cerir ve başka imamların anlattığı gibi âlim­lerin icmaı ile mendup bir emirdir.

Sevrî'den ve Atâ'dan rivayete göre ayetin zahiriyle amel edilerek namazda ya da namaz dışında istiaze vaciptir. Zira emir vücup içindir. Fakat cumhurun görüşüne göre vacipten menduba çevrilmiştir. Zira Peygamberimiz (s.a.) bedevi araba -namazı tarif ederken- bunu öğretmemiştir. İstiazeyi zaman zaman terketmiştir.

Hanefîler ve bir gurup âlimin görüşüne göre istiaze sadece namazın başın­da talep edilmiştir. Çünkü namaz kıraatle başlayan bir amel olup istiaze namazın başında olur.

Şafiiler ve bir gurup âlimin görüşüne göre ise istiaze her rek'atte tekrarlanır. Çünkü istiaze kıraat üzerine tertibe tabidir. Her rek'atte kıraat vardır. Dolayısıyla her rek'at istiaze ile başlar.

"Şüphesiz ki şeytanın iman edip Rablerine güvenenler üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur." Yani şeytan cinsinin Allah'ın huzuruna çıkacağını tasdik eden ve bütün işlerini Allah'a havale eden kimseler üzerinde hiçbir gücü ve hakimiyeti yoktur.

"Şeytanın nüfuzu..." Yani azdırmak ve saptırmak şeklindeki hakimiyeti kendisine itaat edenler, Allah'ı bırakıp kendisini dost ve yardımcı edinenler ve Allah'a ibadette şeytanı ortak koşanlar üzerindedir.

Buradaki (bâ) harfi (sebebiyle) de olabilir. Yani şeytana itaat etmeleri ve onun aldatması sebebiyle Rablerine şirk koşanlar demektir.

Cenab-ı Hak daha sonra şeytanın vesvesesinin etkisiyle peygamberliği in­kâr edenlerin iki şüphesini zikretti:

Birinci Şüphe:

"Biz bir ayeti değiştirip..." bir ayetin hükmünü kaldırıp herhangi bir hik­met ve hedefle onun yerine başka bir ayet getirdiğimizde Cenab-ı Hak ne in­direceğini gayet iyi bildiği halde müşrikler şer'î hükümlerin mensuh olanının nasih olan hükmüyle değiştirildiğini görünce Rasulullah (s.a.)'ı ayıpladılar ve ona: Sen iftiracısın yani yalancısın, Allah adına yalan uyduruyorsun, bir şeyi önce emrediyorsun, sonra da ondan nehyediyorsun. Aslında onların çoğu bu değişiklikteki hikmeti ve insanlara faydasını, değişim ve gelişim şartlarına riayet edilmesini, hükümlerin indirilmesindeki tedrîc prensibinin alınmasını bilmezler. O halde Muhammed (s.a.) iftiracı değildir. Allah dilediğini yapar ve murad ettiği şeyle hükmeder.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz bir ayeti neshedersek veya unutturursak (onun yerine) ondan daha hayırlısını ya da benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor musun?" (Bakara, 2/106).

Allah onların bu çürük şüphelerini Peygamberimiz (s.a.)'e verdiği şu emir­de reddetti: "De ki: Kur'anı Ruhü'l-Kudüs (Cebrail) indirmiştir." Yani Ey Muhammed! Onlara şöyle söyle: Size okunan Kur'an'ı Cebrail indirmektedir. Cebrail "Kuds" kelimesine izafe edilerek "Ruhü'l-kudüs" denmiştir. Rabbın o kitabı hak olarak yani doğruluk, adalet ve hikmetle birlikte indirdi. Nesih de hak olan şeyler cümlesindendir.

"Müminlere imanını pekiştirmek için..." yani onları nesihle imtihan etmek, ilk olarak ve ikinci olarak indirdiği şeyi tasdik etmeleri ve kalplerinin bununla huzur bulmaları için indirdi. O takdirde onlar: Bu Rabbimiz tarafından bir ger­çektir, diyecekler. Cenab-ı Hak onların dinde ayaklarının sebat bulacağını ve Allah'ın hikmet sebebi olduğuna yakinen inanmalarının doğruluğuna hükmet­ti. Allah sadece hikmetli ve doğru olanı yapar.

İnen ayetlerin olaylara göre ve maslahat icabı parça parça indiğine delâlet eden (Nezzelehû) kelimesinin kullanılması, Zemahşeri'nin dediği gibi, bu şekilde ayetleri değiştirmenin maslahatlar babından olduğuna ve neshi terketmenin manasının Kur'anın bir defada indirilmesi mertebesinde olup hikmet mefhumu dışına çıkmak olacağına işaret edilmektedir.

"Bir hidayet rehberi ve müslümanlara bir müjde olmak üzere..." indirmiş­tir. Cümlesi "liyüsebbite" cümlesi mahalline atıf yapılmıştır. Yani içinde nesih bulunan ayetlerle birlikte Kur'an onları pekiştirmek, irşad etmek ve yol göster­mek için, kendilerini Allah'a teslim eden, O'na itaat eden, O'nun hükmüne ve emrine boyun eğen, Allah'a ve peygamberine iman eden müslümanlara cennet­le müjdelemek için indirilmiştir.

Bu ayet delâlet etmektedir ki, müslümanlarm neshi gördükleri zaman akideleri iyice kökleşmekte, kalpleri huzur bulmakta, din gönüllerinde yerleş­mekte, Allah'ın hikmetine yakînen inanmakta, dalâlet ve sapıklık yerine Hak yol kendilerine gösterilmekte, altlarından ırmaklar akan Cennetlerle müj-delenmektedirler. Müşrikler ise bu sıfatların karşıtlarını taşımaktadırlar.

İkinci Şüphe:

"Şüphesiz biz müşriklerin: 'Bu Kur'anı Muhammed'e bir adam öğretiyor' dediklerini çok iyi biliyoruz."

Yani biz müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.) hakkında yalan söylediklerini gayet iyi bir şekilde biliyoruz. Onlar bilgisizce şöyle diyorlar: "Bu Kur'an Al­lah'tan vahiy olmayıp Kur'an'ı ona bir beşer öğretiyor." Bununla Arapça bil­meyen ve dili yabancı olan Kureyşli birinin kölesine işarette bulunuyorlardı. Bu köle bir satıcı olup Safa'nın yanında satış yapıyordu. Rasulullah (s.a.) bazan da onun yanına gidip oturuyor ve onunla konuşuyordu.

Bu yabancının ismi Cebr idi. Bir başka rivayette ismi Belam denilmiştir. Bir başka rivayette Hadramî Oğullan kölesi olup ismi Yaîş'tir denilmiştir. Bu şahıs Fakih b. Mugîre'nin, ya da Âmir b. Hadramî'nin, yahut Utbe b. Rebîa'nın kölesi idi.[27]

Bu şahıs hristiyan iken müslüman olmuştu. Müşrikler de bazı Kur'an kıs­salarını işitince: Bunları O'na Cebr öğretiyor demişlerdi. Halbuki bu şahıs Arap değildi.

Allah onların iftiralarını ve yalanlarını hayrete düşürecek bir ifade ile red­dederek şöyle buyurdu: "Bu iddia ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur'an ise açık fasih bir Arapçadır." Yani onların meylettikleri ve işarette bulundukları kişi Arap değil yabancıdır. Kur'an ise her şeyi gayet güzel açıklayan süratle an­laşılan fasih Arapça bir sözdür. Hatta Arap diliyle olabilecek en fasih kelâmdır. Bu Kur'anı fesahatiyle, belâgatiyle, İsrailoğulları'na indirilmiş bütün kitap­ların manalarından daha mükemmel tam ve kâmil manalarıyla getiren nasıl başkasından bunu öğrenebilir? Arapça ifade etmeyi beceremiyen yabancı bir adamdan bunu nasıl öğrenmiş olabilir? Bu peygamberin böyle yabancı birinden bu çeşit bir kelâm öğrenmesi makul değildir.

Cenab-ı Hak daha sonra onların çürüklüklerini açıkladı ve onları şu ayetle tehditte bulundu:

Şüphesiz ki Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlere Allah doğru yolu göster­mez." Rasulüne inen ayetleri tasdik etmeyenlere ve Allah tarafından gelen kitaba iman etme maksadı olmayanlara Allah doğru yolu göstermez, bu konu­da kabiliyetleri olmadığı için ve günahları işledikleri için onları Allah'ın ayet­lerine ve peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği kitabına iman etmeye muvaffak kılmaz. Onlara ahirette acıklı ve can yakıcı azap vardır. "Asıl yalancı olanlar­dır. " Ya Muhammed! Yalancı sen değilsin, asıl yalan söyleyen ve iftira edenler o Kureyş müşrikleridir.

Bu onların insanlar nezdinde bilindikleri yalancılık vasıflarıyla açıkça tav­sif edilmesidir. Hz. Muhammed (s.a.) ise insanların en doğru sözlüsü, en iyisi, ilim, amel iman ve yakîn hususunda en mükemmeli kavmi içinde doğru söz­lülükle tamnmış olup insanlar ona "Muhammedü'l-Emin" lakabını vermişlerdir.

Bunun için Rum kralı Herakl, Ebu Süfyan'a Rasulullah (s.a.)'ın sıfatlarını sorduğu zaman Ebu Süfyan onun doğru sözlü olduğunu bildirdi. Herakl'in sor­duğu sorular arasında şu soru da vardı:

-O bu söylediği şeyi söylemeden önce siz, onu yalancılıkla itham ediyor muydunuz? Ebu Süfyan

-Hayır, diye cevap verdi. Herakl:

-İnsanlara karşı yalan söylemiyor da Allah'a karşı mı yalan söyliyecek? dedi. [28]


[27] Kurtubî diyor ki: Hepsi ihtimal dahilindedir. Zira Peygamberimiz (s.a.) bu kimselere Al­lah'ın kendisine öğrettiklerini bildirmek için çeşitli vakitlerde bunlarla oturur, konuşur­du.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/434-437.

http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

15 Kasım 2019 Cuma

Teyemmüm Alan Eline Üfler Mi?


Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.



"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
7. BÖLÜM TEYEMMÜM

4. Teyemmüm Alan Eline Üfler Mi?

338- Saîd İbn Abdirrahman İbn Ebzâ babasının şöyle dediğini nakletmiştir

"Adamın biri Hz. Ömer'e gelip 'Ben cünüp oldum, ama su bulamıyorum" dedi. Bunun üzerine Ammâr İbn Yâsir Hz. Ömer'e şöyle dedi: Hatırlar mısın, bir defa­sında seninle birlikte bir seferdeydik. Sen namaz kılmamıştın. Ben ise, toprak üstünde yuvarlanarak debelenip namaz kılmıştım. Sonra bu olayı Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem anlatmıştım. O da 'Şöyle yapman yeterliydi" buyurmuştu ve ellerini yere vurduktan sonra onlara üflemişti. Daha sonra ise elinin iç kıs­mıyla yüzünü ve tüm elini meshetmişti. [Hadisin geçtiği diğer yerler:339,341,342,343,345,346,347]

Açıklama

(Teyemmüm Alan Eline Üfler mi?): İmam Buhârî'nin bâb başlığını soru cüm­lesi şeklinde koyması, bu konuda farklı ihtimallerin bulunduğuna dikkat çekmek istemesinden ileri gelir. Nitekim o, âdeti gereği ihtimalli konularda bu şekilde hareket eder.

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem eline üflemesi, birkaç nedene dayana­bilir. Mesela eline bulaşan bir şeyin mübarek yüzüne temas etmesinden çekin­diği için üflemiş olabilir. Ya da, eline çok miktarda toprak bulaşmıştır, yüzünün toz-toprak içinde kalmaması için üflemiştir. Yahut teşrî' ile ilgili bir meseleyi açık­lamak için üflemiş olabilir. Nitekim toprak olmadan da teyemmüm yapıla­bileceği görüşünde olanlar bu hadise tutunmuştur. Onlara göre teyemmümde şart olan vurmaktır.

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem üflemesi, bütün bu anlatılan manalara gelme ihtimalini taşıdığı için İmam Buharı, araştırmacıların bu konunun geniş olduğunu bilmesi için soru cümlesi şeklinde bab başlığı koymayı tercih etmiştir.

(debelenip): Öyle görünüyor ki Ammâr, bu konuda kıyas yapmıştır. Şöyle ki, abdest yerine geçen teyemmümün abdest şeklinde alındığına bakarak, boy abdestinin yerini alacak teyemmümün de gusül gibi olması gerektiğini düşünmüş­tür.

Bu Hadisten Çıkarılan Sonuçlar

1-Sahabe Hz. Peygamber
Sallallahü Aleyhi ve Sellem döneminde ictihad etmiştir.

2- Bütün gayretini sarfettikten sonra hata etse bile müctehid kınanamaz.

3- İçtihadına göre amel edenlerin, içtihadı hatalı çıkınca önceki amelini tek­rar yapmasına gerek yoktur.

4- Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Hz. Ömer'e namazını kaza etmesini emretmemesi, su ve teyemmüm yapabileceği temiz toprak bulamayan kimsenin namaz kılmayacağı ve sonra namazını kaza etmeyeceğini savunanlar için bir delil teşkil eder.

(sana yeterdi): Bu lafız, teyemmümün farzlarının, bu hadiste açıklanan hu­suslar olduğunu gösterir. Eğer emir sigasıyla bu hususlara bir ilave olmuşsa, bu durumda nesih gerçekleşmiş demektir. Dolayısıyla yeni hükmün kabulü gerekir. Ancak fiil yoluyla bir ilave söz konusu olmuşsa, bu durumda yenilikler, teyem­mümün daha mükemmel yapılmasına yönelik olarak değerlendirilir. Delil bakı­mından ortaya çıkan en güçlü tablo budur.

(onlara üflemişti): Bu rivayette üflemenin hafif olduğuna bir işaret vardır. Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ellerine üflemesinden bir takım sonuçlar çıkarılmıştır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür;

1- Teyemmüm alırken az toprak kullanmak müstehaptır.

2- Teyemmümde organlar tekrar meshedilmez. Çünkü tekrarda toprağın az kullanımı söz konusu değildir.

3- Abdest alırken başını meshetmek yerine yıkayan kimse farzı yerine getir­miş demektir. Çünkü Ammar, teyemmüm almak için toprakta yuvarlanarak debelenmiş, bu fiili teyemmümün yerine geçmiştir. Ayrıca buradan hareketle teyemmüm alırken yere ikiden fazla vurmanın caiz olduğu sonucuna varılır.

4- Cünüplükten dolayı teyemmüm alınınca, organları sırayla meshetmek gerekmez.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

14 Kasım 2019 Perşembe

Mukîm Birinin Su Bulamadığı Ve Namaz Vaktinin Çıkmasından Endişe Ettiği Durum Larda Teyemmüm Alması


Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
7. BÖLÜM TEYEMMÜM

3. Mukîm Birinin Su Bulamadığı Ve Namaz Vaktinin Çıkmasından Endişe Ettiği Durum Larda Teyemmüm Alması

Atâ'ya göre mukîm olan biri su bulamaz ve namaz vaktinin çıkmasından endişe ederse teyemmüm edip namaz kılar.

Hasan-ı Basrî yanında su bulunan fakat kendisine abdest aldıracak birini bulamayan hastanın teyemmüm edeceğini söylemiştir.

İbn Ömer, Cüruftaki bağından geliyordu. Merbedi'n-neam'da iken ikindi namazı oldu. O da, namazını kıldı. Sonra Medine'ye gitti. Şehre girdiği zaman  güneş henüz batmamıştı. Ama o, namazını tekrar kılmadı.

337- İbn Abbâs'ın azatlı kölesi Umeyr'den şöyle nakledilmiştir: "Hz. Meymûne validemizin azatlı kölesi Abdullah İbn Yesâr ile birlikte geliyorduk. Nihayet ensardan Ebu Cüheym İbn Haris İbn Sımme'nin yanına vardık. Ebu Cüheym şöyle dedi: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Bi'r-i cemel denilen yerden geli­yordu. Adamın biri onu karşılayıp selam verdi. Ama Allah Resulü Sallallahü Aleyhi ve Sellem adamın selâ­mını almadı. Bir duvara yöneldi, yüzünü ve elini meshetti. Daha sonra adamın selamına karşılık verdi."

Açıklama

(Mukîm Birinin, Su Bulamadığı ve Namaz Vaktinin Çıkmasından Endişe Et­tiği Durumlarda Teyemmüm Alması): Bu başlıkla İmam Buhârî, teyemmümü iki şarta bağlamıştır. Biri namazın çıkma endişesi, diğeri ise suyun bulunmamasıdır. Suyu kullanamamak da, suyun bulunmamasıyla aynı hükümdedir.

Cüruf, Medine dışında kalan bir yerin adıdır. Sefere çıkılacağı zaman, as­kerler burada toplanırdı.

Merbed ise Medine'ye bir mil uzaklıkta bulunan bir yerin ismidir. Bu rivayet göstermektedir ki İbn Ömer, mukîm birinin teyemmüm yapabileceği görüşünde­dir. Çünkü, bu kadar uzaklıktaki bir yere gidip gelmek seferilik kategorisine girmez. Bu sayede söz konusu rivayet bâb başlığına uygun olur. Hadisten anlaşılan manaya göre İbn Ömer, vaktin çıkıp çıkmamasına bakmamıştır. Çünkü Medi­ne'ye girdiği vakit, güneş hâlâ batmamıştı. Ancak burada bazı ihtimaller söz ko­nusudur. Mesela ibn Ömer, Medine'ye varmadan vaktin çıkacağını düşünmüş olabilir. Belki de, abdesti olmadığı için teyemmüm almamıştır. Zira o, müstehap kabul ettiğinden her namaz için abdest alıyordu. Burada da, abdestli olabilir. Namaz kılmak İsteyince âdeti gereği abdest almak istemiş, su bulamayınca da, abdest yerine teyemmümle yetinmiş olabilir. Buna göre bu rivayet bâb başlığı ile, ancak mukîm olan kimsenin teyemmüm almasının caiz olması uyum içinde olabilir.

İbn Ömer'in namazını tekrar kılmaması, mukîm iken teyemmüm alan kim­senin namazını iade etmemesi gerektiğini söyleyen kimseler İçin delil olmaz. Çünkü, bu ihtimaller bulunduğu için, İbn Ömer'e namazını yeniden kılmasının gerekmediği hususunda ittifak vardır.

Bu meselenin aslı hakkında selef arasında farklı görüşler vardır. Mesela İmam Mâlik, mukîm iken teyemmüm alıp namaz kılan kimsenin, namazını yeni­den kılmasının gerekmediği görüşünü benimsemiştir. İbnu Battal bu görüşü şu şekilde izah etmiştir: "Teyemmüm, namaz vakti girdiği zaman yolcu ve hastalar için getirilmiş bir uygulamadır. Su kullanamayacak durumda olan mukîm kim­seler İçin de, kıyas yoluyla geçerlidir."

İmam Şafiî ise, bu konuda şöyle söylemiştir: "Bu tür olaylar pek nadir ol­duğu için, kişinin namazını yeniden kılması gerekir."

Ebu Yûsuf ile Züfer ise şunu demiştir: "Böyle bir durumda olan kimse, vakit çıksa bile su buluncaya kadar namaz kılmaz."

(Bi'r-i cemel denilen yerden ): Burası, Medine'de bilinen bir yerin adıdır. Bu hadis, Hz. Peygamber   
Sallallahü Aleyhi ve Sellem teyemmüm alırken yanında suyun bu­lunmadığı şeklinde anlaşılır. Kanaatime göre bu, Buhârî'nin tasarrufunun bir gereğidir. Ancak bu hadisi mukim olan kimselerin teyemmüm alabileceğine delil getirmesi eleştirilmiştir. Gerekçe olarak da, teyemmümün Allah'ı anmak için alındığı gösterilmiştir. Çünkü "Selâm" lafzı Allah'ın isimlerinden biridir. Burada namaz kılabilecek duruma gelmek kasdedilmemiştir. Bu eleştiriye şu şekilde cevap verilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem abdestli olmadan selâma karşılık vermesi caiz iken, mukîm olduğu sırada teyemmüm alıp ondan sonra selâmı almıştır. O halde, her kim mukîm iken namaz vaktinin çıkmasından en­dişe ederse öncelikli olarak teyemmüm alabilir. Çünkü imkan varken abdestsiz namaz kılınamaz." Bir cevap da şu şekilde verilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem, bu te­yemmüm ile abdestsizliğe son vermeyi veya yasak bir şeyi mubah hale getirmeyi kasdetmemistir. Bununla abdestli kimselere benzemek istemiştir. Bu durum, Ramazanda oruç tutmamaları caiz olan kimselerin oruç tutmaya devam etmele­rinin uygun olabileceğine benzer. Ya da bununla hadesi azaltmak istemiştir. Tıpkı daha önce geçtiği gibi, cünüp kimselerin abdest ile hadesi azaltması gibi.

İbn Battal, teyemmümün mutlaka topraktan alınması gerekmediğine bu ha­disi delil olarak getirmiştir. Bu hususta "malum olduğu üzere duvardan Hz. Pey­gamber'in eline toprak bulaşmamıştır" demiştir. Ancak bunun ihtimal dahilinde olduğu belirtilerek görüşü çürütülmüştür. Daha önce İmam Şafiî rivayetinde
[Burada ihtisarda yer almayan bir rivayet kasdediliyor. Fethu'l-Bari'nin aslına müracaat ettiğimiz zaman,babda zikredilen hadisin farklı rivayetlerini görmekteyiz. İmam Şafii'nin rivayetinde Darakutni'nin naklinde yer alan "elini duvara koydu" ifadesinden sonra "asayla onu kazıdı" fazlalığı yer alır. İşte yukarıda referans gösterilen rivayet budur. bk.İbn Hacer, 
Fethu'l-Bari,I,527(H.Aldemir)] geçtiği üzere, duvarda toprak yoktu. Bu yüzden Hz. Peygam­ber Sallallahü Aleyhi ve Sellem âsâsı ile duvarı kazımak ihtiyacı duymuştu.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

13 Kasım 2019 Çarşamba

AHLAKTA MÜKEMMEL ÖRNEK Hz.PEYGAMBER sav

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


 Bazı güzel hasletler vardır ki, her insan onlara sahip olmak, onları kendi hayâtında yaşamak ister: Sabır, kanaat, cömertlik, tevazu, fedakârlık, cesaret gibi...

Çünkü bunlar ve benzeri güzel vasıflar, insana gerçekten "insan" olma özelliği kazandırır.


"Güzel ahlâk" adı altında toplanan bu güzel vasıfları "örnek insan" olarak en mükemmel şekilde yaşayan insan, Peygamber Efendimizdir (a.s.m). Onun ahlâkı o kadar yücedir ki, Cenab-ı Hak, ona hitap ederek şöyle buyurur:
"Hiç şüphesiz senin için bitmez tükenmez bir mükâfat vardır. Ve hiç şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin." (Kalem Sûresi, 3-4)

Yine Kur´ân´da Peygamberimiz için "Allah´ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır" (Ahzâb Sûresi, 21) buyurularak, mü´minlerin, hayâtlarının bütün safhalarında onu örnek almaları tavsiye ve emredilir. Çünkü onun ahlâkı bizler için en güzel örnek, onun yaşayışı, halleri, sözleri ve hareketleri en mükemmel modeldir.

Peygamberimiz de, "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurur ve bu özelliğini, dünyadaki göreviyle bağlantılı olarak dikkat çekip bizlere anlatmaktadır.

Onun ahlâkı, Allah´ın övdüğü ve Kur´ân´ın öğrettiği temiz ahlâktır. Yüce Allah, İslâmı insanlığın imdadına gönderip Kur´ân´ı indirirken, İlahî prensiplerin uygulamaya geçişini hayatıyla gösterecek bir insan olarak Peygamberimizi seçmiştir.

Kur´ân´da anlatılan güzelliklerin tamamını Peygamberimizin şahsında görmek mümkündür. Sahabîlerin, Peygamberimizin ahlâkı hakkında bilgi almak istemeleri üzerine, Efendimizin hanımı Hz. Âişe şu cevabı vermişti:"Siz Kur´ân´ı okumuyor musunuz Onun ahlâkı Kur´ân´dı."

Peygamberimizin hayâtında ve ahlâkında, her meslek ve seviyeden insan, örnek alacak yönler bulabilir. İnsan olarak onun hayâtından alacağı sayısız fazilet ve güzellik yanında, kendi mesleğini ve toplumdaki yerini ilgilendirecek yüzlerce dersi de alabilir. Çünkü Peygamberimizin hayâtı her yönüyle hepimize örnektir.

Meselâ, zengin bir insan, hicretten birkaç sene sonra bütün Arabistan´a hakim olup çok büyük servetlere sahip olan ve hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıtan Peygamberimizi kendisine örnek alabilir.

Sahipsiz, çaresiz ve kimsesiz insanlar; Mekke hayâtı boyunca akla hayâle gelmeyen işkence ve baskılara maruz kalıp, üstelik bütün yakınları tarafından yalnız bırakılan, ama hiçbir biçimde dâvasından ve inancından taviz vermeyen bir Peygamberi kendine rehber alabilir.

Bir öğrenci; Allah tarafından Kur´ân âyetlerini vahiy yoluyla indiren Hz. Cebrail karşısında oturup Kur´ân´ı öğrenen Peygamberimizi hayâtına örnek alabilir.

Başarılı bir kumandan; Bedir ve Huneyn Savaşlarında düşmanı mağlûp edip, az sayıdaki mücahitleriyle beraber çok sayıdaki düşman karşısında büyük zaferler kazanan; Mekke´nin fethi sırasında muhteşem ordusuyla şehre girerken, mütevazı halinden, başını devesinin semerine eğecek kadar engin gönüllü ve vakar sahibi bir Peygambere bağlanabilir.

Çiftlik sahibi bir insan; fetihlerin hemen sonunda Hayber, Beni Nadir ve Fedek topraklarına sahip olduktan sonra o araziyi ıslah edip, en iyi şekilde ürün alacak kimseleri iş başına getiren, bir avuç toprağı olmayan Sahabîlerine araziyi paylaştıran zeki ve âdil bir Peygamberden ders çıkarabilir.

Bir tüccar; hanımı Hz. Hatice´nin ticaretini işleten, ticarette alıp satarken doğruluktan ve dürüstlükten ayrılmayan, Suriye´ye, Basra´ya giden kafilenin en yücesi olan Peygamberimizin yaşayışını, ticarî ahlâkını rehber edinebilir.

Küçük yaşta yetim kalmış bir çocuk; ana rahminde altı aylıkken babasını kaybeden, altı yaşında annesinin ölümünü gören, bütün hayâtı anasız babasız geçen, fakat daha sonra insanlığın övündüğü, Allah´ın en çok sevdiği insan olarak sayılıp sevilen Sevgili Peygamberimizi örnek alabilir.

Aklı başında bir genç; gençlik yılları boyunca iffet, doğruluk, haya, edep timsali olan, amcası Ebû Talib´in koyunlarını otlatarak hayâtını kazanan genç Muhammed´in (a.s.m) hayâtını kendisine rehber edinebilir.

Onun yirmi beş yaşma kadarki hayâtı boyunca ve daha sonrasında herhangi bir çirkin hareketine, bir yalanına, hilesine rastlanmamıştır.

Halka nasihat eden bir vaiz; mescitte Sahabesine en güzel bir dille yol gösterici hakikatleri anlatan, tavsiye ettiklerini bizzat kendi şahsında mükemmel manada yaşayan, tek bir sözüyle kabilelerin hidayetine vesile olan mürşid Peygamberi hatırlar, onu örnek alır.

Kısaca, her insan hangi şartlarda bulunursa bulunsun, hangi meslek ve sanatta çalışırsa çalışsın, sabah-akşam, gece-gündüz, her zaman ve her yerde Sevgili Peygamberimizi kendisi için güzel bir örnek olarak alabilir.

Öyle bir rehber ki, ona uyduğumuz zaman hayâtımızın karanlıkları kaybolup, onun nuru sayesinde yolumuz aydınlanır, işlerimiz yoluna girer, hayâtımıza bir düzen ve disiplin gelir.

Peygamberimizin hayâtı, insanların her ihtiyacına cevap verebilecek güzel ahlâkı ile  doğru yolu arayanlara bir kılavuz oluyor ve olmaya da devam edecektir.


Sorularla İslamiyet
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR