30 Mart 2022 Çarşamba

‎Namaz Vakitlerinin Oluşmadığı Bölgeler ile Yatsı Namazı Vaktinin Geç Oluştuğu Bölgelerde Namaz Vakitlerinin Tespiti

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2007 - Karar No: 48
Konusu: ‎Namaz Vakitlerinin Oluşmadığı Bölgeler ile Yatsı Namazı Vaktinin Geç Oluştuğu Bölgelerde Namaz Vakitlerinin Tespiti
   Din İşleri Yüksek Kurulu, 31/05/2007 tarihinde Kurul Başkanvekili Mehmet Kaya KURT’un başkanlığında toplandı.
“Namaz Vakitlerinin Oluşmadığı Bölgeler ile Yatsı Namazı Vaktinin Geç Oluştuğu Bölgelerde Namaz Vakitlerinin Tespiti” konulu ilgi Kurul Kararı görüşüldü ve yapılan müzakereler sonucunda;
a. Söz konusu Kurul Kararının 2. maddesinde geçen “güneşin batışıyla doğuşu” ifadesinin “güneşin batışıyla fecrin doğuşu” ve “yatsının hakiki vaktinin” ifadesinin “şafağın kaybolmasının” şeklinde değiştirilmesine,
b. İkinci maddesinden sonra “Fecrin oluşmadığı dönemlerde, en son oluşan vaktin, tekrar fecir oluşuncaya kadar dondurulmasına” paragrafının eklenmesine,
 
karar verildi.

29 Mart 2022 Salı

Ebedi Saadet Rehberi Örnek Şahsiyet

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim 

"Andolsun ki, Rasûlullâh'ta sizin için, Allâh'a ve âhıret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh'ı çok zikredenler için bir “üsve-i hasene” vardır." (Ahzâb, 21)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Ben, alışılagelen kötü âdetleri ve nefislerin lüzumsuz isteklerini ortadan kaldırmak için gönderildim.” (Kenzü’l-ummâl, XV, 226)   

https://www.2g1d.com/

28 Mart 2022 Pazartesi

İSM-i A‘ZAM


İsm-i a‘zam hakkında nakledilen hadislerden Esmâ bint Yezîd, Ebû Ümâme, Büreyde b. Husayb, Enes b. Mâlik ve Hz. Âişe yoluyla gelen rivayetler İbn Mâce’nin es-Sünen’inde mevcuttur. Bunların dışında kalan ve dolaylı olarak ism-i a‘zamı ilgilendiren rivayet ise Übey b. Kâ‘b yoluyla gelmiştir. ilk iki sahâbî ile Übey b. Kâ‘b’dan gelen rivayetlere göre Hz. Peygamber ism-i a‘zamın Bakara, Âl-i İmrân ve bir rivayette Tâhâ sûresinde yer alan “Allāhü lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyü’l-kayyûm” (اللهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ) cümlesinden ibaret olduğunu söylemiştir. Büreyde ve Enes b. Mâlik yoluyla gelen rivayetlerin metinleri farklı kelimelerle de olsa önceki metin gibi tevhid ilkesini içerir ve Resûl-i Ekrem’in şu ifadesiyle sona erer: “Bu duayı yapan Allah’ın ism-i a‘zamı ile dilekte bulunmuş olur. Allah, ism-i a‘zamı anılarak kendisinden talepte bulunulduğunda talebi yerine getirir, ism-i a‘zamla dua edildiğinde duayı kabul eder”. Muhaddis İbn Hacer’in, ism-i a‘zam hakkında nakledilen rivayetlerin sened açısından tercih edilmeye en uygun olanı diye nitelediği Büreyde hadisi birkaç kelime farkı ile İhlâs sûresine benzemektedir: “Allahım! Senin Allah, ahad ve samed oluşunu, doğurmak, doğmak, dengi ve benzeri bulunmak gibi beşerî özelliklerden münezzeh bulunuşunu vesile edinerek senden talepte bulunuyorum” (اللهم إني أسألك بأنك أنت الله الأحد الصمد الذي لم يلد ولم يولد ولم يكن له كفوًا أحد).

Hz. Âişe’den gelen iki rivayetin birinde Resûlullah’ın yaptığı bir duada Allah’ın asîl (tâhir, tayyib), mübarek ve zâtınca en sevimli ismiyle tevessül ettiği, ayrıca bu isim aracılığıyla dua edildiği, dilekte bulunulduğu, rahmet ve lutufkârlığı talep edildiğinde Cenâb-ı Hakk’ın kabul ile mukabelede bulunacağının bildirildiği ifade edilmiş (İbn Mâce, “Duʿâʾ”, 9), fakat isim hakkında bir açıklama yapılmamıştır. Esmâ-i hüsnâ içindeki üstün konumu göz önünde bulundurulduğu takdirde bunun Allah ismi olabileceğini söylemek mümkündür. İsnadında bazı problemlerin olduğu ifade edilen aynı rivayetin devamında kaydedildiği üzere Hz. Âişe, duaların kabulüne vesile olan ismi öğretmesini Resûl-i Ekrem’den istemiş, fakat olumlu cevap alamamıştır. Bunun üzerine Âişe iki rek‘at namaz kılıp içinde Allah, Rahmân, Ber ve Rahîm isimleriyle “senin bütün güzel isimlerin” ifadesinin geçtiği bir dua okumuş, duayı dinleyen Resûlullah, “Benden öğrenmek istediğin isim duanda yer alan isimler arasında bulunmaktadır” demiştir.

Âlimlerin ism-i a‘zamla ilgili görüşlerini üç noktada toplamak mümkündür.

 1. Başta Ca‘fer es-Sâdık, Cüneyd-i Bağdâdî, İbn Cerîr et-Taberî, Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, İbn Hibbân ve Bâkıllânî olmak üzere bazı âlimler ism-i a‘zam diye bir şeyin bulunmadığını söylemişlerdir (Fahreddin er-Râzî, Levâmiʿu’l-beyyinât, s. 92-94; İbn Hacer, XII, 526). Buna göre rivayetlerde yer alan a‘zam kelimesi “büyük, yüce” anlamındaki azîm yerine kullanılmış olup buradaki yücelik harflerden oluşan isme değil onun delâlet ettiği zâta aittir. Kul samimiyetle dua ettiği takdirde dileği kabul edilir.

 2. İsm-i a‘zam aslında var olmakla birlikte Kadir gecesi, dua ve ibadetlerin makbul olduğu cuma gününde gizlenmiş özel vakit gibi sadece Allah tarafından bilinmektedir. Ayrıca bu ismin esmâ-i hüsnâ içinde bulunduğunu söylemek veya kulun duygulandığı her ilâhî ismin ism-i a‘zam olabileceğini kabul etmek de mümkündür (Süyûtî, II, 135-136). 3. İsm-i a‘zam mevcut olup insanlar tarafından bilinmektedir. Bu telakkiye göre sözü edilen isme “en büyük” denilmesinin sebepleri sadece kâinatı yaratan ve yöneten en yüce varlığa nisbet edilmesi, içeriğinin zengin ve sevabının çok olması ve duaların kabulüne vesile teşkil etmesi gibi hususlardır.

İbn Hacer ve Süyûtî, ism-i a‘zamın neden ibaret olabileceği konusunda ileri sürülen görüşleri benzer bir şekilde sıralamışlardır (Fetḥu’l-bârî, XII, 526-527; el-Ḥâvî li’l-fetâvâ, II, 136-139). Bu tür listelerde kaydedilen metinlerin bir kısmı yukarıda sözü edilen hadislere dayanmakta, bir kısmı da şahsî tahminlerle belirlenmektedir. Süyûtî’nin listesinde on altıya kadar çıkan bu metinlerin başında Allah ismi (veya O’na râci “hüve[hû]” zamiri) gelmektedir. En uzunu bir satır tutan metinlerde işlenen ortak tema Allah’ın birliği, engin merhameti ve kâinatı yaratıp yönetmesidir. İsm-i a‘zam metinleri arasında yukarıda zikredilenlerden başka besmele, kelime-i tevhid, esmâ-i hüsnânın tamamı, Allahümme, rabbi rabbi, mâlikü’l-mülk, zü’l-celâli ve’l-ikrâm ve Hz. Yûnus’un duası olan “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn” (لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ) ibareleri kaydedilebilir.

İsm-i a‘zam hakkında nakledilen rivayetlerle ileri sürülen fikirlerin incelenmesinden anlaşılacağı üzere böyle bir ismin mevcudiyeti kesin olarak sabit değildir. Ṣaḥîḥ-i Müslim’de yer alan (“Ṣalâtü’l-müsâfirîn”, 258) ve aslında ism-i a‘zam adını içermeyen Übey b. Kâ‘b rivayetinin dışında konuyla ilgili olarak Ṣaḥîḥayn’da herhangi bir nakle rastlanmamıştır. Diğer bazı hadis kaynaklarında yer alan rivayetler isnad açısından pek sağlam görülmemiş ve bu sebeple naslarda geçmeyen bazı ism-i a‘zam metinlerinin tesbiti cihetine gidilmiştir. Ancak bu tür tesbitler herkesi ilgilendiren bir konuma sahip olmayıp sadece belirleyicisini veya mânevî yönelişi ona paralel olanları etkileyebilir. Bütün ilâhî isimlerin mânalarını içerdiği göz önünde bulundurularak Allah lafzına öncelik vermek, buna besmeleyi ve kelime-i tevhidi de eklemek mümkündür.

İsm-i a‘zamla ilgili olarak rivayet edilen hadisler ve bu konuda ciddi âlimler tarafından ileri sürülen fikirler bu isim aracılığıyla duaların kabul edilmesi hedefine yöneliktir. Dua ruhun yücelişi ve kulun Allah’ı kendisine yakın hissedişinden ibaret olduğu (el-Bakara 2/186), ayrıca ibadetin özünü teşkil ettiğine göre (Tirmizî, “Duʿâʾ”, 1) ism-i a‘zamla maddî sonuçların değil mânevî kazançların elde edilebileceği açıktır. Bu sebeple mevcudiyeti kesin olmayan, eğer varsa hangi isimden veya isimler grubundan oluştuğu bilinmeyen ism-i a‘zamı Hurûfîlik alanına çekip ondan maddî sonuçlar beklemek din, bilim ve akılla uzlaştırılması mümkün olmayan bir davranıştır. Bu tür telakkiler arasında ism-i a‘zamın hastalıklara şifa olduğu, büyüyü bozduğu, iki kişi arasında sevgi veya nefretin doğmasını sağladığı, seyir halinde olan gemiyi durdurduğu vb. iddialar zikredilebilir (Ahmed b. Ali el-Bûnî, s. 86-89; Muhammed el-Garavî, s. 58-59).

https://islamansiklopedisi.org.tr/ism-i-azam

27 Mart 2022 Pazar

99- Es-Sabûr ism-i şerifi:


Sözlükte “tahammül etmek, kendini tutmak, sızlanmamak” anlamındaki sabr kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olan sabur “çok sabırlı” demektir. Allah’a nispet edildiğinde ise “günahkârları cezalandırma konusunda acele etmeyip lütfuyla muamele eden” manasına gelir. Allah Teâlâ’nın “Sabûr” oluşu, kullarının binbir çeşit edep ve saygı dışı hâllerini görüp durduğu ve onları bir anda cezalandırmaya kudreti bulunduğu hâlde bunu ertelediğini göstermektedir. Âlimlerimiz, Sabûr ile “temkinli davranan, kızgınlıkla hareket etmeyen” anlamındaki Halîm isminin muhtevalarında yakın bir ilişki görmüştür. Ancak hilmde sabırdan daha ileri bir tahammül ve hoşgörü manası vardır. Hilm kavramının hoşgörü, af, sabır ve akıldan oluşan dört erdemi içerdiği belirtilir. İnsanlar çoğu zaman ya ne yapacaklarını bilemediklerinden veya güçleri yetmediğinden bağışlar ve sabrederler. Allah ise ne yapacağını bildiği ve dilediğini yapmaya gücü yettiği hâlde bağışlar ve sabreder. İlme dayanan hilm ve güçlü olduğu hâlde affetme; işte Yüce Allah’ın kullarına öğrettiği güzel ahlak.

Sabır

Bir ahlak terimi olarak sabır “üzüntü, sıkıntı ve belalar karşısında direnç gösterme; olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi manalara gelir. Zıddı telaş, kaygı ve yakınmadır. Sabır aynı zamanda “aklın ve dinin yapılmasını gerekli gördüğü şeyleri yerine getirebilmek, yapılmamasını istediklerinden uzak durmak için nefsi kontrol altında tutmak” diye de açıklanmıştır. Bir hadiste sabrın kişiyi telaştan ve yanlış işler yapmaktan koruyucu özelliği “Sabır ışıktır.” sözüyle ifade edilmiştir. (Müslim, Taharet, 1.) Sabır, hiçbir şey yapmadan beklemek değildir. Bu tembelliktir. Gerçekte sabır, istenmeyen durumdan kurtulmak için gerekeni yaparken aceleci olmamaktır. Bu yönüyle sabır, sebat göstermek demektir.

Sabrın dinî hükmü, katlanılan sıkıntının mahiyetine göre değişir. Gazali’ye göre haramlardan uzak durmada ve dinî görevlerin ifasında tahammül gösterme şeklindeki sabır farz; dinen mekruh olandan uzak durma şeklindeki sabır mendup; can, mal ve namusunun saldırıya uğraması karşısında, ayrıca gereksiz yere açlığa, susuzluğa katlanma anlamındaki sabır haram; bedenine zarar verecek derecedeki acılara katlanma şeklindeki sabır mekruh; dinen yapılmasında bir sakınca olmayan konularda sabır göstermek de mubahtır.

Kur’an’da sabır

Kur’an’da sabır başta Resulüllah (s.a.s.) olmak üzere peygamberlere ve insanlara nispet edilmiş, erdemli bir davranış olarak emredilmiş, sabır gösterenlere dünyada ve ahirette iyi sonuçlar vadedilmiş ancak sabır, Allah’a izafe edilmemiştir. Bununla birlikte çeşitli ayetlerde eğer bozguncuların fiillerine hemen mukabelede bulunmayı murat etseydi Allah’ın yeryüzünde bir tek canlı bile bırakmayacağı ancak onları belli bir zamana kadar ertelediği belirtilmekte, böylece sabır kavramının içeriği dolaylı olarak Allah’a nispet edilmektedir. (Nahl, 16/61; Kehf, 18/58; Fatır, 35/45.)

Kulların göstermesi gereken sabır ise yüze yakın ayette çeşitli isim ve fiil kalıpları ile yer alır. Bu ayetlerde genellikle sabrın önemi üzerinde durulmakta, sabırlı davrananlar yüceltilmekte ve onlara verilecek mükâfatlar anlatılmaktadır. (Bakara, 2/155-157; Âl-i İmran, 3/142; Nisa, 4/25; Rad, 13/20-24; Nahl, 16/96; Müminun, 23/110-111; Muhammed, 47/31.) Kur’an’a göre sabır, dini tebliğde azim ve sebat gösteren peygamberlerin niteliklerindendir. (Ahkaf, 46/35.) Bir kimsenin kendisine kötülük edenleri adil bir şekilde cezalandırması haktır ancak sabır göstermesi daha hayırlıdır. Bu da ancak Allah’ın ihsanı sayesinde olur. (Nahl, 16/126-127.) Kötülükleri güzellikle karşılayarak düşmanlıkları dostluğa çevirenler, bunu ancak sabırla başarabilir. (Fussilet, 41/34-35.) Özellikle savaş durumunda sabır gösterip disiplinli davranan Müslümanları Allah melekleriyle destekleyeceğini vadetmiştir. (Âl-i İmran, 3/125.) Kur’an hayatta insanın başına gelen musibetlerin bir imtihan olduğunu, bu imtihanı sabırlı olanların kazanacağını bildirir. (Furkan, 25/20.) Bu sebeple Müslümanlar Allah’tan sabır dilemeli (Bakara, 2/250; Araf, 7/126.) ve kendileri sabırlı davrandığı gibi birbirlerine de sabrı tavsiye etmelidir. (Beled, 90/17; Asr, 103/3.)

Sabûr tecelli ederse

Sabûr ismi insanda tecelli ederse nasıl bir ahlakın ortaya çıkacağını görmek için ahlak ve tasavvuf kaynaklarında yüzlere varan sabır tanımının ortak noktasına bakmak gerekir. Zira tanım kavramın bütün içeriğini kuşattığından sonuçları da orada görmek mümkün olur. Bu tanımları gözden geçirdiğimizde sabrın özünün sebat etmek ve dayanmak olduğunu görürüz. Bu da insanın hilm konusundaki meziyetine bağlıdır. Yukarıda da değindiğimiz gibi hilm sabrı da içine alan geniş bir ahlaki terimdir. Bu nedenle hilmi fazla olanın sabrı da fazla olur. Hilmin zıddı olan gazap da sabırsızlık şeklinde tezahür eder. Öfkeli insanlar var olan öfkelerini yansıtacak gerekçeler aradıklarından hayatın sıradan olaylarında dahi (kırmızı ışık yandığında veya kalabalık bir caddede yürürken) sinirlenirler. Bu durum onların öfkelerine gerekçe aramalarından kaynaklanır. İnsan doğuştan acelecidir. Sabır ise sonradan, benlik kişilik eğitimi sırasında öğrenilir. Bu da gereken yerde beklemeyi öğrenmekle olur. Beklemeyi öğrenmek, dürtü yönetimini de öğretir. Aceleci kişiler, pek çok konuda hata yapıp hayat yarışında elenirler. İnsan ilişkilerinde sabır son derece önemlidir. Zira öfkeyi kontrol etmek, stresi yönetmek ve düşünerek konuşmak sabır gerektirir.

İnsan ilişkileri açısından sabır ile zillet arasındaki farka da dikkat etmek gerekir. İbn Hazm başımıza gelen sıkıntı başkaları yüzünden ise burada gösterilecek sabrı üç kategoriye ayırarak bu konuda zihnimizin netleşmesine yardım eder. Ona göre; bize gelen kötülük güçlü birinden ise ona sabretmek fazilet değil zavallılıktır. Zayıf birinden ise bu durumda sabretmek iyilik ve fazilettir. Eğer kötülük kendi dengimiz olan birinden geliyorsa bu durumda bilerek yapıp yapmadığına bakılır. Eğer bilmeden yapmışsa ona sabretmek bir olgunluk belirtisidir, eğer bilerek eziyet etmişse buna katlanmak bayağılıktır.

Başımıza gelen musibet kullardan değil de Hak’tan ise o zaman da Ali Osman Tatlısu bu musibetin ecri ile beraber geldiğini, eğer sabredersek o ecri alacağımızı; aksi durumda ise hem belaya uğrayıp hem de ecrini kaçırmış olacağımız için musibetin birken iki olacağını söyler. Ona göre Hak’tan gelen ecri kaybetmek musibetin kendisinden daha ağırdır.

Kuşeyrî ve Gazali gibi mutasavvıf âlimler kişinin sabır alıştırmaları yapmak suretiyle halim mertebesine ulaşabileceğini söyler. Nefsin arzu ettiği ama akla dine aykırı olan işlerden kendini tutmak; akla ve dine uygun olduğu hâlde nefsin arzu etmediği şeylerde ise kendine bir disiplin uygulayarak onları yerine getirmek bu eğitim sürecinin en önemli şartıdır. Bu süreçteki en büyük motivasyonumuz cennetin nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle; cehennemin de daima nefsin hoşuna giden şeylerle çevrili olduğunu hatırlamaktır. Kişilik gelişimi açısından baktığımızda bu ismin tecellisi ile insanda şu ahlak gerçekleşir: Sıkıntılı durumlarda tahammül gücü, işlerin tamamlanmasında sürece riayet, günaha sürükleyen içsel dürtüleri kontrol ve hâkimiyet, iyiliğe engel olacak nefsani duyguları fark edip durdurabilmek.

Her işin vaktini gözetmek, yani zamanlamaya riayet Sabûr isminin tecellisidir. İşin vaktini gözetmek sabır gerektirdiği gibi işi ifa ederken gereken özeni göstermek de sabır ister. Dolayısıyla işlerini vaktinde ve itina ile yapanlar bu isim ile ahlaklanmış kimselerdir. Mükemmel bir dengeye ulaşmışlardır. Bu noktada esma-i hüsnanın ilki olan lafza-i celalin tecellisinde de bu mükemmel dengeden bahsettiğimizi hatırlamak gerekir. Demek ki dinin başı da sonu da dengedir. Her şeye hakkını vermektir. Hiçbir ciheti abartmadan veya ihmal etmeden, ahlakı bir bütün olarak geliştirmektir.


En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

26 Mart 2022 Cumartesi

98- Er-Reşîd ism-i şerifi:

 

Yücelerden yüce olan Rabbimizin her işi isabetli, her sözü doğrudur. O Reşîd’dir. Rüşd O’nun adıdır. Doğrudur, doğruyu gösterir, doğruya erdirir. Hiçbir takdirinde hikmetsizlik bulunmaz, hiçbir tedbirinde yanılmaz. İstediğini yapar, amacına ulaşmasına hiçbir şey engel olamaz. O’nun hak dediği hak, batıl dediği batıldır. Kendisi hak, işleri hak, sözleri hak olduğu gibi, kullarını da hakka irşat eder, kendi hâllerine bırakmaz. O’nun irşadına uyan iki cihanda selamet bulur, uymayan yolda kalır, perişan olur.

Âlimler der ki Reşîd isminin iki ciheti vardır. Biri O’na bakar, diğeri bize. O’na bakan taraf O’nu tanımlar. Buna göre O, her işinde, her sözünde doğrudur ve amacına ulaşmak için kimsenin rehberliğine ihtiyacı yoktur. Bize bakan tarafı ise her bir yarattığına yaratılış amacı doğrultusunda yolunu göstermesi, mükemmel bir nizam içinde nihai amacına ulaştırmasıdır. Buna göre birinci mana Hakîm ismine, ikinci mana Hâdî ismine yakın olur. O’nun irşadı öyle tesirlidir ki O’nun gösterdiği yolu izleyenin tabiatı hâline gelir.

Reşîd kelimesi, rüşd kökünden türemiştir. İstikamet üzere dosdoğru olmak, doğru yolu bulma yeteneği demektir. Zıddı, sapkınlık anlamındaki “gayy” kelimesidir. Bu kökten türeyen irşat, doğru yolu göstermek ve ona ulaştırmak, mürşit de doğru yola rehberlik eden demektir.

Kur’an’da Rüşd

Kur’an’da rüşd kökünden türeyen kelimeler on dokuz yerde geçmektedir. Dinde zorlama olmadığına dair ayette (Bakara, 2/256.) “Şüphesiz doğruluk (rüşd) sapkınlıktan (gayy) ayrılmıştır.” buyrularak rüşd kelimesi zıddı ile açıklanmıştır. Hz. Musa ile kendisine ilim verilen kişi (Hızır) arasında geçen olayların söz konusu edildiği Kehf suresinin 66. ayetinde rüşdün “doğru yola, hakka götüren ilim” anlamına geldiği belirtilmiştir.

Kur’an’da Reşîd ismi yer almakla birlikte zât-ı ilâhiyeye nispet edilmemiştir. Bunun yanında bir ayette rüşd (Enbiya, 21/51.), üç ayette de reşed kelimesi Allah’a izafe edilmiştir. (Kehf, 18/10, 24; Cin, 72/10.) Ayrıca “Allah kime hidayet verirse o hakka ulaşmıştır. Kimi de yoldan saptırırsa artık öylesini doğru yola yöneltecek birini bulamazsın.” mealindeki ayette mürşit ismi dolaylı olarak Allah’a izafe edilmiştir. (Kehf, 18/17.)

Rüşd kavramı Kur’an-ı Kerim’de hem Allah’a hem insanlara nispet edilmektedir. Bunun bir örneğini Hucurat suresinin 7 ve 8. ayetlerinde görürüz. Bu ayetlerde Rabbimiz, lütuf ve ihsanının bir eseri olarak imanı Muhammed ümmetine sevdirip gönüllerine yerleştirdiğini, küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdiğini belirtmekte, bu niteliklere sahip kimselerin de rüşd çizgisi üzerinde bulunduklarını bildirmektedir.

Kur’an’da mürşit kelimesi de Kehf suresinin 17. ayetinde, “insanlara doğru yolu gösterecek olan rehber” anlamında geçer. Reşîd kelimesinin geçtiği Hud suresinin 78. ayetinde ise Lut peygamberle kavmi arasındaki tartışma konu edilmiş ve Hz. Lut kavmine, “İçinizde reşid bir adam yok mudur?” derken aklı başında, olgun ve tutarlı bir kişiyi kastetmiştir. Hucurat suresinin 7. ayetinde de rüşd kökünden çoğul ismi fail kalıbında “râşidûn” kelimesi “doğru yolda olup haktan ayrılmayanlar” manasında geçer. Ayete göre bu şekilde nitelendirilenler Allah’ın kendilerine imanı sevdirip onu kalplerinde süslediği, küfür, fısk ve isyanı çirkin gösterdiği kimselerdir.

Rüşde eren kullar

Rüşd kelimesinin Kur’an’da geçtiği ayetler bize Reşîd olan Allah’ın rüşde eren kullarının kimler olduğunu açıkça gösterir. Bunlar Allah’a iman ve itaat edenler (Bakara, 2/186; Cin, 72/14.), imanı sevip kalbine yerleştiren, inkâr ve isyandan nefret edenler (Hucurat, 49/7.) ve aklı başında olup kârını zararını bilenlerdir. (Nisa, 4/6.)

Kur’an bize rüşde erenlerin kimler olduğunu böyle detaylı bir şekilde anlattığı gibi, rüşde eremeyip sapkınlık içinde kalanların karakteristik özelliklerini de haber verir. Buna göre kendilerinde büyüklük vehmedenler (Araf, 7/146.) rüşdü/doğruyu görseler bile ona uymazlar. Öyle ya kibir, hakikatin kendi dışında biri tarafından gösterilmesini nasıl kabul eder?

Cin suresinin 21. ayetinde ise insanların iyiyi kötüden ayırt etmelerine yarayan rüşdü ihsan etmenin Allah’tan başka kimsenin elinde olmadığı vurgulanır. Bu demektir ki kulun dininde ve dünyasında reşîd olması Yüce Allah’ın kendisine verdiği hidayete bağlıdır. Reşîd olan Allah istediği her şeyi bize icbar ile yaptırmaya gücü yeteceği hâlde O’ndan gelen rüşde kendi irademizle tabi olmamızı istemiş, o rüşdün neticesi olan mükâfatlara hak kazanmamızı tercih etmiştir. Bu yolda mürşidimiz başta Rabbimizin kelamı, sonra da O’nun bize bu yolda örnek gösterdiği (Ahzab, 33/21.) peygamberinin sünnetidir. Bu irşadı kabul eden önce kendisi doğru yolda ilerler, sonra da Reşîd isminin tecellileri ile diğerlerini doğru yola sevk eder.

Reşîd isminden nasibini almak isteyen daima doğruluğu ve hakşinaslığı kendisine şiar edinmelidir. Konevi’nin ifadesiyle hâlinde istikamet olmayanın cehdi zayi olur. Bir kimse yolunun dosdoğru olmasına dikkat etmezse yol alsa bile maksuduna ulaşamaz.

Sözlerimizi biri Kur’an’dan biri de Efendimizin sünnetinden iki dua cümlesi ile bitiriyoruz. Bunlardan biri mağaraya sığınan ashab-ı kehfin duası. Kur’an’ın bildirdiğine göre onlar, o kritik anda şöyle yalvarmışlardı: “Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl!” (Kehf, 28/10.) İkincisi ise Efendimizin sahabesine öğrettiği bir dua: “Allahım! Bana benim için her şeyin iyisini, doğrusunu (rüşd) ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru!” (Tirmizi, Deavat, 69). Âmin Ya Muîn!

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram    

25 Mart 2022 Cuma

97- El-Vâris ism-i şerifi:


Sözlükte “ölen kimsenin servetinden pay almak” anlamındaki “virâset” kökünden türeyen bir isimdir. Esma-i hüsnadan biri olarak “varlık âleminin sonunda her şeyin kendisine kalacağı, varlığının sonu olmayan, kâinatın gerçek sahibi” manasına gelir. Allah Teâlâ mülkün gerçek sahibi olduğu gibi gerçek vârisidir de. (Âl-i İmran, 3/180.) Kıyamet hengâmında bütün canlılar ölecek, mülkün tamamı O’na kalacaktır. Hattabi’nin güzel ifadesiyle Vâris “yaratılmışların hayatı son bulduktan sonra da varlığını sürdüren, elden ele dolaşan insan mülklerini ölümlerinden sonra asıl sahibi olarak geri alan” demektir. Bütün bu anlamlar, Vâris isminin Bâki ismi ile yakın ilişkide olduğunu gösterir.

Ulema, bu ismin ve Kur’an’da yer alan benzeri muhtevaların ortak amacının, hakiki mülk ve tasarrufun Allah’a aidiyetini vurgulamak, geçici olarak verilen mal ve tasarruf emanetinin mutlaka Allah’ın rızası istikametinde kullanılmasının gerekliliğini insanlara hatırlatmak olduğunu belirtirler. Kendi hayatına ve ölümüne hükmünü geçiremeyen insanın, geçici bir süre için kendisine emanet edilen malın mülkün sahibi olduğunu zannetmesinin yanılgısına dikkat çekerler. Kur’an’da anlatılan kıssalarda helak edilen kavimlerin, helak öncesinde sahip oldukları güç ve kudretin, mal ve nimetlerin anlatılması ve bütün geçmiş milletlerden bugüne kalan eserler gerçek varisin kim olduğuna şahitlik eden örneklerdir. (Kasas, 28/58.)

Kur’an’da Vâris

Kur’an-ı Kerim’de virâset (verâset) kavramı ondan fazla ayette “vâris olmak; vâris kılmak” anlamında fiil kalıplarıyla Allah’a nispet edilir. Bu isim bazı ayetlerde azamet ifade eden çoğul kalıbıyla “Vârisûn-Vârisîn” şeklinde Allah’a izafe edilmiştir. (Kasas, 28/58; Hicr, 15/23.) Bir ayette O’nun “vârislerin en hayırlısı” olduğu belirtilmiş (Enbiya, 21/89.), iki yerde de göklerin, yerin ve bütün evrenin mirasının O’na ait bulunduğu vurgulanmıştır. (Âl-i İmran, 3/180; Hadid, 57/10.)

Hicr suresi 23. ayet-i kerimesi, Vâris isminin bütün yaratılmışlar yok olduktan sonra var olmaya devam eden ve onlara emaneten verilen bütün mülkleri hâkimiyetinde toplayan şeklindeki temel iki anlamı da veciz ve etkili bir ifadeyle dile getirir: “Hiç şüphesiz biz diriltir, biz öldürürüz ve biz (her şeye gerçek) varisleriz.” Mümin suresi 15-16. ayetlerde de Vâris isminin bütün heybetiyle ortaya çıkacağı gün tasvir edilir. O gün, bütün çeşitliliği ile ruhların ve cesetlerin bir araya geleceği ve gizli aşikâr bütün amellerin ortaya çıkacağı ve yüceler yücesi Allah tarafından, “Mülkiyet ve hâkimiyet bugün kimindir?” diye sorulacağı bildirilir. Bu soruya Rabbimiz bizzat kendisi “Kahhar olan tek Allah’ındır.” cevabını verecek ve o gün O’nun Vâris ismi bütün muhtevasıyla tezahür edecektir. O gün gelmeden önce kendisine emanet edilen maldan Allah’ın istediği gibi tasadduk etmesi gereken insana Hadid suresinin 10. ayetinde “Size ne oluyor da Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır.” diye sorulur.

Vâris ismini idrak edenler

Bu ism-i şerifin en başta gelen tecellisi başta insanın bedeni olmak üzere elindeki her şeyin muvakkaten verilmesine ilaveten mülkiyet hakkı ile değil hesabını verecek şekilde geçici kullanım hakkı ile verildiği şuuruna ermektir. Bu aydınlanmaya mazhar olanlar için dünyanın ve içindeki her şeyin anlamı değişir. Şeyler, zihninde yerli yerine oturur. Hiçbir şeye haddini aşan bir değer vermez. Kendisini malik, malını da kazanılmış hak zannetme vehmine kapılmaz. Gazali, yukarıda zikri geçen ayet-i kerimede sorulan “Mülkiyet ve hâkimiyet bugün kimindir?” sorusunun dünyada kendilerinde mülkiyet ve hâkimiyet vehmeden insanlara yöneltileceğini söyler. Basiret sahiplerine gelince, onlar bu nidanın manasını her an hissetmekte, ses ve harf bulunmadan onu işitmekte, mülkiyet ve hâkimiyetin her an Kahhar olan tek Allah’a aidiyetini kabul etmektedir. Bu gerçeği, sadece mülkiyet ve hâkimiyetin fiilî olarak tek bir varlığa özgü bulunduğunu bilen kimse kavrayabilir.

Çokça söylendiği için kulakların aşinalık kesbetmesinden ötürü manasının derinliğini neredeyse hiç düşünmediğimiz şu dörtlükte Yunus Emre bizi bu kavrayışın tam ortasına götürür:

“Mal sahibi, mülk sahibi

Hani bunun ilk sahibi

Mal da yalan, mülk de yalan

Var biraz da sen oyalan”

Kulun, Vâris isminden nasibi, Allah tarafından kendisine lütfedilen mülkiyet ve hâkimiyet emanetine riayet edip adaletle ve cömertçe davranmaktır. Bunu başaranlar âdeta kendilerine en hayırlı bir mirasçı (Enbiya, 21/89.) bulmuş olurlar. Efendimizin bildirdiği üzere küçücük bir sadakayı bir dağ gibi olana kadar büyüten bir mirasçı. (Buhari, Zekât, 8; Müslim, Zekât, 63.)

Vâris isminin en büyük tecellisi, Rabbimizin takva sahibi olanları cennete mirasçı kılmasıdır. (Meryem, 19/63.) Cennet mirasını kazananların sevinç içinde Allah’a hamdetmesi (Zümer, 39/74.) bu mirasın başka hiçbir mirasla karşılaştırılamayacak büyüklüğündendir. Şunu da hatırlatalım ki bu cennet mirası öyle rastgele değil bu fani dünyada bir süreliğine dişini sıkıp güzel işleri başaranlara nasip olacaktır. (Araf, 7/43.) Ayrıca bu ismin tecelli ettiği insanlar amellerinin ahiretteki sonuçlarına dikkat edecek bir takva bilincine ulaştıkları gibi dünyada yaptıkları işlerde de kalıcılığı gözetir, nesiller boyu hizmeti daim olacak eserler vermeye bakarlar. Hadislerde sadaka-i cariye (hayrı daim olan sadaka) denilen kalıcı hayırlara yönelirler. İnsanın ürettiği iş ve hizmetlerin böyle bir kalıcılığa ulaşması için yaptığı işi titiz bir sorumlulukla yapması ve kısa vadeli kişisel çıkarlar peşinde koşmadan yapılan işin nesiller boyu sürmesini sağlayacak kurumsallığı başarması gerekir. Bu açıdan bakınca insana ahirette de dünyada da kazandıran şeyin yüksek bir sorumluluk duygusu olduğunu görmemek imkânsızdır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram  

24 Mart 2022 Perşembe

96- El-Bâkî ism-i şerifi:


Sözlükte “sebat ve devam etmek, kesintiye uğramadan geleceğe doğru sürüp gitmek” anlamındaki “bekâ” kökünden türeyen bir sıfattır. Esma-i hüsnadan biri olarak “gelecekte herhangi bir zamanda varlığının sona ermesi düşünülemeyen” anlamına gelir ki Allah’tan başka her şeyin gelip geçici olduğunu ifade eden “fâni”nin zıddıdır. Varlığının başlangıcı olmaması açısından Allah Teâlâ’ya Kadîm, sonu olmaması açısından da Baki denir. Aslında varlığının başlangıcı olmayan yani bir başkası tarafından belli bir zamanda var edilmeyen bir gücün varlığının sonunun da olmayacağı açıktır. Eskilerin tabiri ile “Kıdemi sabit olanın ademi muhaldir.” (Başlangıcının olmadığı kesin olanın sonunun olması akıl dışıdır.) Kâinatta Allah dışındaki her varlığın bir başlangıç ve bitiş noktası vardır. Her varlığın nasıl başladığını sorduğumuzda bu soru geriye doğru bir sorular silsilesi olarak devam eder ve “büyük patlama”ya kadar dayanır. Oradan ötesinin ise akıl ve gözleme dayanan bir açıklaması yoktur. Bu paradokstan çıkabilmek için varlığın başlangıcının ezelden ebede giden bir mutlak varlığa dayandırılması şarttır. Her varlığın nedeni olan sonsuzdan gelen ve sonsuza giden bir varlık.

Gazali’nin de belirttiği gibi “varlığı kendinden ötürü zaruri” (vâcibü’l-vücûd bizâtihî) olan Allah’ın, zamanın hem geçmişi hem de geleceği açısından nihayetsiz olması aklen de zorunludur. Çünkü varlığını sürdürebilmesi için başkasına muhtaç olmaktan münezzeh bulunan Allah’ın zatı değişime maruz kalmayacağı gibi zamana da bağımlı değildir. Geçmiş, gelecek, şimdi gibi zamanla mukayyet olan kavramlar biz yaratılmışlar için geçerlidir. Rabbimizin varlığının ezelî ve ebedî oluşu, O’nun zamanın dışında olmasından kaynaklanır. Zaman hareketi, hareket de bir cismani varlığın bir noktadan diğer noktaya giderek yer değiştirmesini gerektirir. Dolayısıyla zaman yaratılışla başlamıştır ve mahlukatın sonu geldiğinde de bitecektir. İnsan zihni “zaman”la kalıplanmış olduğundan bu zaman dışılığı layığınca kavrayamadığı için Allah’ın başlangıcının ve sonunun olmayışı, zamandan soyut düşünemeyenlere anlaşılmaz gelmiş ve Yüce Yaratıcı’ya pek çok efsanede bir başlangıç ve son yakıştırılmıştır.

Aslında Yüce Allah’ın varlığının kendi dışında bir sebebe dayanmıyor olması O’nun varlığının başlangıcı ve sonu olmayışını gayet net bir şekilde açıklar. Varlığının başlangıcı bir başkasının kendini var etmesine, varlığının sürmesi de bir başkasının desteğinin sürmesine bağlı olanlar için kıdem ve beka söz konusu olamaz. Bu nedenle varlığı kendiliğinden ve ezelî olan Allah Teâlâ’nın varlığının sonu olmaması da gayet anlaşılır bir gerçektir.

Özellikle Türk dünyasında hemen bütün mezar taşlarında yer alan “Hüve’l-bâkî” (Ölümsüz olan sadece O’dur) cümlesi, Allah’ın üstün kudret ve ebedîliğini ifade ederken kulun aczini dile getirmekte ve dolayısıyla gerçek saadetin O’na teslim olmakla gerçekleşebileceğine işaret etmektedir.

Kur’an’da Baki

Kur’an-ı Kerim’de Baki ismi, ism-i fiil ve ism-i tafdil sigaları ile Allah’a nispet edilmiştir. Bunlardan biri olan Taha suresinde Rabbimiz Hz. Musa ile Firavun’un sihirbazları arasında geçen mücadele neticesinde sihirbazların Hz. Musa’ya iman edişlerini anlatırken, onların Firavunun tehditlerinden korkmayışlarını dile getirir ve Allah’a olan iman ve güvenlerini “Allah daha hayırlı ve daha bakidir.” ifadesiyle gerekçelendirdiklerini söyler. (Taha, 20/72-73.) Aynı mana Rahman suresi 27. ayette “Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbi’nin zatı baki kalacak.” ifadesiyle geçer.

Yüce Rabbimizin Hayy ismi de “ezelî ve ebedî bir hayatla diri” anlamına gelişi sebebiyle Allah’ın sonsuzluğunu vurgulamış olur. Cenab-ı Hak, Efendimizden peygamberlik görevini yaparken kendisine tevekkül etmesini istediği bir ayette “Asla ölmeyecek olan O diri varlığa (Allah’a) dayanıp güven!” (Furkan, 25/58.) buyurarak Allah’a güvenmenin O’nun sonsuzluğu ile ilgisini ortaya koymuştur. Öyle ya, insan ne zaman yok olacağı belli olmayan bir güce nasıl bütün benliği ile güvenebilir? Rabbimizin Baki oluşu O’na tevekkülün şartı olduğu gibi, hatta ondan daha önce O’na kulluğun da şartıdır: “Sen Allah ile beraber başka bir ilaha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88.)

Baki ismi tecelli ederse

Sonsuzluk duygusu insanda olumlu psikolojik duygular arasında sayılır. İnsanın sonsuzluk algısı ve ölümsüzlük arzusu yaratılıştandır. Ölümle beraber her şeyin nihayete ereceğini ve bu dünyada hesapları kapatamadan, sonsuza kadar ayrılacağını düşünmek kişiye büyük bir ıstırap verir. Ateist düşüncenin insanı derin bir anlamsızlık duygusuna sürüklemesi de bu yüzdendir. Ölümle birlikte sona ermeyen, herkesin yaptığının yanına kâr kalmadığı, diriliş, hesap ve karşılık vaadi anlamın en önemli şartlarıdır.

Sufi bakış açısıyla bu isim insanda tecelli ettiğinde, kişi ilgi ve himmetini fâni olan şeylerden uzaklaştırıp baki olana yönlendirir. Gelip geçici hâller onu kalıcı hedeflerinden uzaklaştırmaz. Olup bitenlere bakış açısı “Bu da geçer Ya Hû” anlayışıdır. İşlerin dönüp dolaşıp Baki olan Allah’ın huzuruna varacağını bildiğinden hayatını esaslı bir anlam üzerine inşa etmiştir; böyle olunca sarsılsa da yıkılmaz. Bizatihi fani olan yani zatı gereği yok olmaya mahkûm olan bir dünya nimetini kaybetmek onu perişan etmez. “Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâla buna aklınız ermeyecek mi?” (Kasas, 28/60.)

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram   

23 Mart 2022 Çarşamba

Namazda kaç rekât kıldığı konusunda tereddüt eden kimse ne yapmalıdır?

 Namazda kaç rekât kıldığı konusunda tereddüt eden kimse ne yapmalıdır?
Yapılan ibadet ve amellerin her türlü şüpheden uzak olması gerekir. Kıldığı namazın kaç rekât olduğunda ilk defa şüphe eden kimsenin bu namazı yeniden kılması gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri namazında kaç rekât kıldığı hususunda şüpheye düşerse namazı yeniden kılsın.” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 421; bkz. Zeylaî, Nasbu’r-râye, II, 173)
Namazda zaman zaman şüpheye düşüp kaç rekât kıldığı hususunda kesin bir kanaate varamayan kimse, kıldığına emin olduğu en az rekât sayısını esas alarak namazına devam eder. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sizden biri namazında şüphe eder de üç mü dört mü kıldığını bilemezse, şüpheyi bıraksın ve en az rekâtı esas alarak namazına devam etsin” (Nesâî, Sehv, 24; İbn Mâce, İkâmetu’s-salat, 132) buyurmuştur.
Buna göre dört rekâtlı bir namaza başlayan kimse, kıldığı rekâtın birinci rekât mı ikinci rekât mı olduğunda kuşkuya düşüp bir tarafı tercih edemezse, kendisini bir rekât kılmış sayar ve birinci sayılan rekâtın ikinci; üçüncü sayılan rekâtın da dördüncü rekât olma ihtimali bulunduğu için, her bir rekâtın sonunda oturur ve tahiyyâtı okur. Böylece dört oturuş yapmış olur ve sonunda sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar (Kâsânî, Bedâî’, I, 165, 166).

22 Mart 2022 Salı

Yûsuf Gönüllü Olmak


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim

"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur." (Fussilet, 34)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:,

"Gerçek babayiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir." (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)

İçerisinde birçok hikmetli söz ve hikâyeler ihtivâ eden Bostan adlı eserinde Şeyh Sâdî-i Şîrâzî şöyle anlatır:

"Bir kişinin merkebi çamura batmıştı. Ne kadar gayret sarf ettiyse bir türlü hayvanını battığı yerden çıkaramadı. Bu esnada da gökyüzünden sicim gibi yağmur yağıyor, soğuk hava ise ilikleri donduruyordu. Bütün bunlara ilâveten bir de yavaş yavaş üstüne çöken karanlık içerisinde kalan adamcağız, çok müteessir ve muzdarip bir hâldeydi.

O kişi, bu dert ve acı içerisinde sabaha kadar kötü sözler söyleyerek etrafa lânetler savurdu. Öyle ki, dilinden ne dost kurtuldu ne düşman, ne ahâlî kurtuldu ne de sultan..."

Olacak bu ya, adam böyle sövüp saymakta, etrafa lânetler savurmak iken padişah oradan geçti. Durumun farkında olmayan adam, uygunsuz ve haddi aşan sözlerine devam etti. Pâdişâhın bu sözleri işittiğini anladığında ise adamcağız, mahcûbiyetten sanki yerin dibine girdi. Bu mahcûbiyetle ne cevap verebildi ne de özür dileyebildi.

Pâdişah buna çok kızdı ve etrafında bulunanlara hiddetle:

"-Eşeği çamura batmışsa benim suçum ne? Ben batırmadım ya! Benden ne istiyor, bana niçin kötü söz söylüyor?" dedi.

Beraberindekilerden biri pâdişâha:

"-Padişâhım, hemen boynunu vurdurun! Dünyadan nam ve nişânı kalksın!.." dedi.

Büyük pâdişah, gönlünde çağlayan ilâhî rahmetle düşündü, taşındı. Baktı ve gördü ki adam, içine düştüğü dert dolayısıyla mihnet içinde bunalmış, eşeği de çamura batmıştır.

Zavallı adamın hâline acıdı. Kaba ve uygunsuz sözlerinden kabaran öfkesini yuttu. Bununla da yetinmeyip tuttu, ona altın, at ve kürklü kaftan ihsân etti. Zira pâdişah biliyordu ki: "Öfke zamanında merhamet, en güzel şeydir."

Bu hâdiseyi duyan biri o ihtiyara:

"-Ey akılsız ihtiyar, ölümden nasıl kurtuldun, hayretteyim?" diye sordu İhtiyarsa onun bu suâline şöyle cevap verdi:

"-Sus! Ben o sırada çok elemli idim. O dert de aklımı başımdan almıştı, yani kendime mâlik değildim. Bu sebepten ben, bana yakışmayan bir şey yaptım. Pâdişâha gelince, o sultânımız da kendisine yakışanı ihsan ve ikrâmı yaptı."

İşte, Cenâb-ı Hakk'ın ilâhi af ve mağfiret deryâsına tâlip mü'min bir yüreğin, her hâlükârda taşıması gereken bir fazîlet... Yani kendisine nâhoş hareket ve işlere aynıyla değil, bilâkis İslâm'ın gerektirdiği bir güzellik içerisinde mukâbelede bulunmak..." (Osman Nûri Topbaş, Gönül Yolculuğumuz, Erkam Yay.)
https://www.2g1d.com/

21 Mart 2022 Pazartesi

Hak Geldi; Bâtıl Yıkıldı


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim

“Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.” (İsrâ, 81)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Kul, İslâm’ı kabul edip de onu güzel yaşarsa, daha önce yaptığı her sevabı yazılır, geçmişte yaptığı her bir günahı da silinir. Ondan sonra (yaptığı amellerin karşılığı) şöyle olur: Her sevaba karşılık on ilâ yediyüz katına kadar sevap yazılır. Günah ise karşılığı ne ise öyle yazılır, ancak Allâh bağışlayıp da o günahtan tamamıyla geçiverirse başka.” (Nesâî, Îmân, 10)

Mekke'den mahzun bir şekilde ayrılan Hz. Peygamber (sav), bugün Allâh'ın lutfu ile on bin kişilik muazzam ve muhteşem bir kuvvetle mübârek beldeye giriyordu. O gün yurdundan çıkarılmış mazlum bir ferd, bugün yurdunu fetheden muzaffer bir fâtihti. Fakat O, bununla aslâ gurûra kapılmayarak devesinin boynu üzerinde secde eder bir vaziyette, yâni bu nîmeti lutfeden Allâh'a şükür hâlinde Mekke'ye giriyordu. Başını Allâh Teâlâ'ya karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki, sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnâda devamlı olarak:

"Ey Allâh'ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!" diyordu. (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1)

Nebevî ahlâk ile ahlâklanmış olan ashâb-ı kirâmın hâli de Allâh Rasûlü'nün hâlinden pek farklı değildi.

İslâm ordusu hemen hemen hiçbir mukâvemetle karşılaşmadı. Kimse muazzam İslâm ordusuna karşı çıkmaya cesâret edememişti. Yalnız Hâlid bin Velîd'in Mekke'ye girdiği yerde ufak bir çatışma olmuş, o da çabuk yatıştırılmıştı.

Allâh Rasûlü (sav), Fetih Sûresi'ni okuyarak ashâb-ı kirâmla birlikte Kâbe-i Muazzama'ya yöneldi. Devesinden inmeden Kâbe'yi tavâf ettikten sonra

"...Hak geldi, bâtıl yok oldu!.." (İsrâ, 81) âyet-i kerîmesini tilâvet buyurarak elindeki değnekle Kâbe'deki putları bizzat devirmeye başladı. (Buhârî, Meğâzî, 48)

Rasûlullâh (sav) Beytûllâh'ta tasvirler görünce, içeri girmedi. Önce onların imhâ edilmesini emretti. Sahâbîler derhâl emri yerine getirdiler.

İçeride Hz. İbrâhîm ve Hz. İsmâîl (as)'ın ellerinde fal okları bulunur vaziyetteki sûretlerini gördüğünde Efendimiz şöyle buyurdu:

"Allâh, bu sûretleri yapan müşriklerin canını alsın. Vallâhi bu peygamberler asla oklarla kısmet aramadılar. (Bilâkis bundan nehyettiler.)" (Buhârî, Enbiyâ 8, Hacc 54, Meğâzî 48)

Müslümanlar, Mekke'yi fethettikleri gün, sabaha kadar tekbîr ve tehlîl getirdiler, devamlı olarak Kâbe'yi tavâf ettiler. (Osman Nûri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa (sav)-2, Erkam Yay.)

https://www.2g1d.com/

20 Mart 2022 Pazar

Onlara Benzemeyin!


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim
“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara, 120)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

"Kim bir kavme (topluluğa) benzemeye çalışırsa o, onlardandır." (Ebu Davud, libas 4)

Gayr-ı müslimlere benzemek ve onlarca kutsal sayılan gün ve vakitlerde onlar gibi hareket etmek dinimizce bid'at kabul edilir. Nitekim cahil müslümanlardan birçoğu hıristiyanların en büyük bayramı olan Paskalya'da ve Noel (yılbaşı)de ateş yakmak, mum gibi vb. şeyler hazırlamak suretiyle hıristiyanlara katılır, yaptıklarını yapmaya özenirler.

Amr b. Şuaybin babasından, onun da dedesinden yaptığı rivayete göre Rasulullah (sav) efendimiz.

"Bizden başkasına benzemeye çalışan, bizden değildir" (Tirmizi, İstizan 7) buyururlar.

Dolayısıyla yahudi ve hıristiyanlar bizden olmadıklarına göre onlara benzemeye özenmemeliyiz.

Ebu Hureyre'nin naklettiği bir hadiste Peygamber (sav) şu şekilde buyurur:

"Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeye özenmeyiniz." (Tirmizi, İstizan 7, Edep 41)

https://www.2g1d.com/

19 Mart 2022 Cumartesi

Hayırda Acele Etmek


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim

“Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (Münâfikûn, 10)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Faydalı işler görmekte acele ediniz…” (Müslim, Îmân 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3)

Bir gün yaşlı bir adamın penceresine bir kırlangıç kuşu konar. Camı gagasıyla tıklamaya başlar. Bunu duyan ihtiyar camın kenarına gelir ve sorar:

- Ne istiyorsun minik kuş? Kırlangıç ise şöyle der:

- Bizlerin göç etme zamanı geldi. Arkadaşlarım bölük bölük buralardan gitmekteler. Düşündüm de, sen yalnız bir insan ben yalnız bir kuş.. İzin verde bu soğuk kış mevsimini seninle geçireyim. Beni içeri al üşümeyeyim. Hem uzun kış gecelerinde seninle dertleşir, birbirimizi yalnızlıktan kurtarırız.

Adam kuşun dediklerini dinler, biraz düşünür. Fakat insan olma gururu kuşun yalvarmalarına rağmen ona bir türlü evet dedirtmez. Kuşa "hayır seni alamam" diye cevap verip son noktayı koyar.

Ertesi gün yine aynı saatte camdan tıkırtılar gelir. Minik kuş yine gelmiştir. Dileklerini bildirir, bu yardımı yapması için ricalarda bulunur. Yaşlı adam sözü alır:

- Israr etme, bunu yapamam. İnsanlar benimle alay eder, bir kuşla yalnızlığını gidermeye çalışıyor, derler.

Üçüncü gün kuş yine aynı saatte gelir. Yine bir sürü dil döker. Fakat nafile, inatçı ihtiyarı ikna edemez ve gider.

Üçüncü günün akşamı kuşun söyledikleri adamın kulaklarında çınlar durur. Aslında söylenenlere hak veriyordu. Ne varki, bunca yıl kendi kendine yetebildiğini göstermeye çalışan, bir şeyleri paylaşmak için çevresinde kimseleri aramayan biri için bu gururu, kibri atmak zordur. Düşünür, taşınır, sonunda yılların canına tak eden sessizliğine bir son verip onun cıvıltısıyla yaşamaya karar verir. Ertesi sabah aynı saatte pencerenin dibinde kırlangıcın yolunu gözler. Saatler, ilerleyip akşam olur. Oysa ne gelen vardır, ne giden...

İhtiyarın içini bir hüzün kaplar. Onu içeri alıp bir parça yemi ve bir sıcak odayı ona çok gördüğü için üzülür. Önemli olan benim hayatım ve benim yardımımdı, diye iç geçirir. Birkaç gün daha kuşu bekler, ama nafile...

İçindeki vicdan azabıyla birlikte bu kez kararlıdır; kış geçsin bahar gelsin. Onu bulacak ve bir daha bırakmayacaktır.

Günler birbirini takip eder ve bir gün gökyüzünde göçmen kuşlar süzülmeye başlar. Hemen kırlangıç kafilesini bulmalıdır. Çok geçmeden bulur da. Onlara bakar, bakar. Hiçbirini penceresine gelene benzetemez.

Önde uçan başkan olmalı onu sorayım, der.

- Şeyy... Ben içinizden birini arıyordum da bana yardımcı olur musunuz? deyip olanları bir bir anlatır. Bilge başkan düşünceli bir tarzda şunları söyler.

- Ee... yaşlı başlı adam onu boşuna arıyorsun" sen kırlangıçların ömürlerinin sadece altı ay olduğunu bilmez misin?" (Hümeyra Ezergül, Altınoluk Dergisi Mart-2003)

https://www.2g1d.com/

18 Mart 2022 Cuma

Ölçü, Denge ve Tarafsızlık


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim

“Ey îman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adaletle şahitlik eden kimseler olun…” (Mâide, 8)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“…İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflâh olmaz…” (İbn-i Mâce, Sadakât, 17)

Büyük fizikçi ve düşünür Pascal (Paskal) yalın bir gerçeği şu cümleyle özetlemiş: “Adaletsiz Kuvvet zalim, kuvvetsiz adalet âcizdir.” Adalet; ölçü, denge ve tarafsızlık demektir. Tarafsızlıktan maksat, eşya ve olayları değerlendirirken objektif davranmaktır. Hakkı ve haklıyı ortaya çıkarmak için sevgi, nefret ve menfaat gibi duyguların tesirinde kalmaksızın hareket etmektir.

Adalet ölçü ve denge demek olduğuna göre varlık âleminin ve mülkün temeli adalettir. Çünkü her şey hassas bir denge üzerine kurulmuştur. Makro ve mikro âlem bir düzene göre işlemektedir. Düzen bozulduğu zaman her şey altüst olur, kıyamet; varlıklar arasındaki tabii dengenin bozulmasıyla gerçekleşir.

Aslında adalet bizatihi en büyük kuvvettir. Çünkü kuvvet bile varlığını hak ve adalete dayandırmak suretiyle devam ettirebilir. Adaleti tahrip eden kuvvet, farkında olmadan kendi kendini tahrip etmektedir.

Hak, hukuk tanımayan kuvvet zorbalıktır. Zalim ve kaba kuvvet adaletin yerini almaya kalkarsa dünyada orman kanunu işlemeye başlar. Bu ise tam bir anarşi ve terör demektir. Dünya şantajların, rüşvetlerin, çetelerin, mafyaların ve haramilerin hâkim olduğu bir kurtlar sofrasına döner. (Ali Rıza Temel, Altınoluk Dergisi Şubat-2003)

https://www.2g1d.com/

13 Mart 2022 Pazar

Tevâzû Dereceniz


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Rahmân’ın (rahmetinin tecellî ettiği has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler…” (Furkân, 63)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Kim Allâh Teâlâ’nın rızâsı için bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allâh onu bir derece yükseltir. Kim de Allâh’a karşı bir derece kibir gösterirse, Allâh da onu bu sebeple bir derece alçaltır, netîcede onu esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) atar.” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)

https://www.2g1d.com/

12 Mart 2022 Cumartesi

Hidâyet Veren O’dur


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Allah kime hidâyet verirse, işte doğru yolu bulan odur; kimi de hidâyetten uzak tutarsa, artık onlara, Allah’tan başka dostlar bulamazsın. Kıyâmet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun haşrederiz. Onların varacağı ve kalacağı yer cehennemdir ki, ateşi yavaşladıkça onun alevini artırırız.” (İsrâ, 97)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Ben ancak peygamberim. Hidâyet benim elimde değildir. Hidâyet elimde olsaydı yeryüzündeki herkes îmân ederdi. İblis de ancak kötülüğün süsleyicisidir. Dalâlet onun elinde değildir. Dalâlet onun elinde olsaydı yeryüzündeki herkes dalâlete düşerdi…” (Münâvî, II, 571)

Ebû Mûsâ el-Eş’arî (ra)’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

“Allah’ın benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır: Yağmur suyunu emer, bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyip üstünde tutan çorak bir yerdir. Allah burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar. Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak arazidir. Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimse ile, buna başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir.” (Buhârî, İlim 20; Müslim, Fezâil 15)

https://www.2g1d.com/

11 Mart 2022 Cuma

İsteğine İki Elinle Sarıl!


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette (muvaffakıyet) yollarımızı gösteririz…” (Ankebût, 69)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“İçinizde, benim Kur’ân’ın nüzûlü ve tebliği husûsunda gayret ve titizlik gösterdiğim gibi, onun tefsîr edilip anlaşılmasında da aynı tavrı sergileyecek kimseler vardır!” (Ahmed, III, 82)

https://www.2g1d.com/

10 Mart 2022 Perşembe

Rahmetinle Bana Yardım Et!


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Ancak (yaptığı kötülüklerden) vazgeçip îmân ederek sâlih ameller işleyenler var ya, işte Allâh onların kötülüklerini iyiliklere (günahlarını sevaplara) çevirir. Allâh çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.” (Furkân, 70)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenâlık yapanlara karşı aynı şekilde mukabelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir.” (Tirmizî, Birr, 63)

https://www.2g1d.com/

9 Mart 2022 Çarşamba

Minik Kalplere Şefkât


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder.” (Şûrâ, 49)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Küçüklerine şefkat göstermeyen bizden değildir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 68)

https://www.2g1d.com/

8 Mart 2022 Salı

Müslümanların kafirleri veli / dost edinmemesi ile ilgili ayetler nasıl anlaşılmalı? Bir Müslümanın, gayrı müslim bir devletin vatandaşlığına geçmesi de onu veli edinmesi midir?

Veli: Dost, arkadaş, yardımcı, birinin işini üstlenen, yönetici, ermiş kişi demektir.

Veli kelimesi Kur'ân'da hem Allah hem de diğer varlıklar için kullanılır. Allah'ın esmâü'l-hüsnâsından biri de el-Velî'dir. Kelime, Allah için kullanıldığında dost, yardımcı, işleri yürüten anlamlarını belirtir. Allah'ın velilik niteliği çeşitli âyetlerde dile getirilir. Buna göre Allah, iman edenleri karanlıklardan aydınlığa çıkaran (Bakara, 2/257), mülkünde, kudret ve yüceliğinde ortağı olmayan ve korumanın kaynağı olan (İsra, 17/111; Kehf, 18/26), rahmetini yayan, dostunu yücelten (Şûrâ, 42/28), göklerin ve yerin yaratıcısı (En'am, 6/14), Kitab'ı indiren, barışseverleri kollayıp gözeten (A'râf, 7/196), yalnız dünyada değil, ölümle bizi bırakıp gidenlerin ardından da bizi kucaklayan sonsuz vefalı (Yûsuf, 12/101) bir velidir.

Kur'ân'da mü'minler için kullanıldığında ise iki anlama gelir. Bunlardan ilki, işlerini Allah'ın gördüğü, kendisine bırakmadığı kimse anlamıdır.

"O salih kimselere velilik eder, işlerini yönetir." (A'râf, 7/196)

âyetindeki velilik bu anlamdadır. Diğer anlam ise, Allah'a ibadet ve taat işini üstlenen kimseyi dile getirir. Bu anlamda her mü'min ve müttaki insan velidir, bunlara korku yoktur, üzülmeyeceklerdir de (Yûnus, 10/62-63). Diğer bir âyette bu anlamdaki veli ayrıntılı biçimde açıklanır:

"...Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlarsa, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere harcadı; namazı kıldı, zekatı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, müttakiler de onlardır." (Bakara, 2/177).

Kur'ân'a göre velilik ve veli edinme, mü'minin ilişkilerinin yönünü belirler. Gerçek, değişmez ve mutlak veli Allah'tır (Âl-i İmran, 3/68; Şûrâ, 42/9). Velilik yalnız Allah'a özgüdür (Kehf, 18/44). Mü'minlerin velisi ancak Allah'tır (Mâide, 5/55). Bu nedenle mü'minler Allah'ı veli edinmelidirler (Şûrâ, 42/6). Mü'minlerin Allah'tan başka velileri de vardır. Bunlar melekler (Fussilet, 41/31), Allah Resûlü ve diğer mü'minlerdir (Mâide, 5/55).

Kur'ân, mü'minlerin kimleri veli edinmemeleri gerektiğini de açıklar. Örneğin, mü'minler şeytanı veli edinemezler. Onu veli edinen tam bir hüsrana gömülür (Nisâ, 4/119). Şeytanı veli edinenler, hesap gününde onun dışında bir dost bulamazlar (Nahl, 16/63). Şeytanlar kâfirlerin velisidirler (A'râf, 7/27). Şeytanlar, mü'minleri, gerçek veli olan Allah'tan uzak düşürmek için kendi evliyasına sürekli gizli direktifler verirler (En'âm, 6/121). Öyleyse mü'minler şeytanı hayat sahnesinden silmelidirler (Nisâ, 4/76). Mü'minler küfre batan kişileri de veli edinemezler (Âl-i İmrân, 3/28). Edinirlerse, izzet yerine zillete düşerler (Nisa, 4/28). Yahudiler ve Hristiyanlar da mü'minlerin veli edinemeyecekleri kimselerdir. Bunlar, mü'minlerin dinlerini eğlence ve alay konusu edinirler (Mâide, 5/51). İmana karşı küfrü seviyorlarsa, mü'minler baba ve kardeşlerini bile veli edinemezler (Tevbe, 9/23).

"Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa artık Allah'la olan bağını koparmış demektir. Ancak onlardan gele­bilecek bir tehlikeden korunmanız başkadır. Allah kendisi hakkında sizi uya­rıyor. Sonunda dönüş Allah'adır." (Âl-i imran, 3/28)

Bu âyetin iniş sebebi olarak tefsirlerde, bazı Müslümanların Yahudilerle ve müşriklerle kendi varlıklarını bile tehlikeye sokabilecek dostluklar kurmalarına ilişkin değişik olaylar nakledilir. Bunlardan biri şudur: Medine'deki bazı Yahudiler zaman zaman ensardan bazı Müslümanlarla gizli temas kurarak onları dinlerin­den vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Durumu farkeden Rifâa b. Münzir, Abdurrahman b. Ciibeyr ve Saîd b. Hayseme gibi müminler, söz konusu Müslümanları dikkatti olmaları konusunda uyardılar. Onlar bu uyarıyı dikkate almayıp Yahudilerle yakın ilişkilerini sürdürdüler. O sebeple bu âyet nazil oldu.

Gerek nüzul sebebi olarak zikredilen olaylar, gerekse "kâfirûn" (inkarcılar) kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm'deki kullanımları dikkate alınarak burada dost edinil­memesi istenenlerin müşrikler, münafıklar veya genel olarak tüm inkarcılar olabi­leceği yorumları yapılmıştır. Nüzul sebebi ne olursa olsun âyet bütün zamanlarda geçerli genel bir ifadeye sahiptir.

Kur'ân-ı Kerîm, Müslümanların başka dinlerin mensuplarıyla ve bilhassa putperestlerle farklı konumlarda, çok çeşitli ilişkiler içinde bulundukları yirmi üç yıla yakın bir zaman dilimine yayılmış olarak nazil olduğundan, bu konuya ilişkin âyetlerde üslûp ve içerik farklılığının bulunması tabiidir. Müslümanların müslüman olmayanlarla ilişkilerini düzenleyen âyetler ve Resûlullah'ın uygulamaları topluca değerlendirildiğinde, delillerin şu iki noktada görüş ayrılığına meydan ver­meyecek ölçüde açık olduğu görülür:

a) Hangi sebeple olursa olsun Müslümanın -kendi inançlarından tâviz vere­rek- müslüman olmayana inanç bakımından yakınlık duyması, onları bu anlamda dost edinmesi kendi imanını tehlikeye sokan bir durumdur.

b) İnançların zedelenmesine yol açacak bîr tarzda olmaksızın, İslâm'ın insa­na bakışını gösteren örnek davranışlar sergilemek, dünya hayatının düzen ve istik­rarını sağlamak ve bu çerçevedeki yararlarını koruyup geliştirmek amacıyla, Müslümanların gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olması yasaklanmayıp aksine özendirilmiştir. Bu anlayışa paralel olarak, devletler umumi hukukunda milletlera­rası ilişkiler için yapılan dostane ilişkiler ve hasmane ilişkiler şeklindeki temel ayrım esas alındığında, İslâm'ın tavrının bunlardan birincisini kural, ikincisini ise is­tisna telakki etme şeklinde olduğu söylenebilir. Bu tarz ilişkilerin âyet-i kerîmede kullanıldığı anlamıyla "velâ" (dostluk) olmadığı açıktır. Bu kelimenin başka âyetlerdeki, özellikle "Allah Teâlâ"nın en iyi dost olduğunu belirten âyetlerdeki kulla­nımı dikkate alınırsa, burada yasaklanan dostluğun"inanç birliğinden veya yakın­lığından ötürü sevgi besleme, güven duyma ve bel bağlama" anlamında olduğu ko­layca anlaşılır. Gerek âyetin sonundaki ağır müeyyide yani bu ikaza uymayanların Allah'ın dostluğunu yitirmiş olacaklarının bildirilmesi, gerekse müteakip âyette gizlenen niyetlerin Cenâb-ı Allah'ın bilgisi dışında olmadığının hatırlatılması, ya­saklanan ilişkilerin, İslâm inancına sadakati her şeyin üstünde tutmaksızın birta­kım kişisel zaaflar uğruna imanı tehlikeye sokan veya Müslümanların zararına olan dostluklar tesis edilmesi veya bu tür dostlukların korunması olduğunu göster­mektedir.

Hz. Muhammed (asm)'in, peygamberliğinden önceki dönemde ortağı olan Sâib b. Abdullah'ı Câhiliye devrindeki erdemli davranışlarından ötürü övmesi, gençliğinde Mekke'de haksızlıkların önlenmesi amacıyla oluşturulan "Hilfü'l-Fudûl"a (gö­nüllüler ittifakı) katılmış ve peygamberlik yıllarında da bu girişimden memnuni­yet ve övgüyle söz etmiş olması, bu sûrenin 75. âyetinde Ehl-i kitap mensuplarının "dürüstlük" ölçütüne göre tasnife tâbi tutulması, Resûlullah'ın Yahudilerle ve müşriklerle yazılı anlaşmalar yapmış olması gibi deliller ve hepsinden önemlisi Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde Hz. Muhammed'in bütün yaratılmışlara "rahmet" olarak gönderildiğinin bildirilmesi gös­termektedir ki, İslâmiyet, başka dinlerin mensuplarıyla temas kurmayı, barış ve esenlik içinde yaşamanın yöntemlerini geliştirmek ve ilâhî bir lütuf olarak insanın doğasına yerleştirilmiş olan (fıtrat'a uygun) ahlâkî erdemleri beşeriyetin en yüce değerleri sayıp onları yükseklerde tutmak için iş birliği yapmayı yasaklamak şöy­le dursun, bunu İslâm mesajını bütün insanlara ulaştırma (tebliğ) görevinin bir par­çası saymıştır. Bunun sonucu olarak insanlık tarihinde farklı dinlere mensup kim­selerin güven duygusu içinde birlikte yaşayabilmeleri konusunda en başarılı siya­sî ve sosyal ilişki örneklerinin Müslümalar tarafından sergilenmiş olduğu görül­mektedir.

Müslümanların bu alanda ortaya koydukları farklılığın güven duygusu için­de yaşama hissini verebilmekle sınırlı kalmadığı, değişik dinlerin mensuplarının bir taraftan kendi inançlarına göre yaşama özgürlüğüne sahip olduğu, bir taraftan da adalet, hoşgörü, yardım severlîk ve benzeri erdemlerin çok belirgin biçimde gözlenebildiği bir sosyal yapı oluşturdukları, müşahedelerini objektif bir bakışla kaleme alan birçok Batılı yazarın hayranlık dolu ifadelerinden anlaşılmaktadır. Kuşkusuz, "yaratana saygı ve yaratılmışlara iyi davranma" şeklindeki iki umdenin İslâmî öğretilerin özünü teşkil ediyor olması ve bunun ortaya çıkardığı toplumsal dinamikler anılan sonucun sağlanmasında büyük bir etkiye sahiptir. Bir müslümanın Allah'a karşı kulluk görevinin bir parçasını teşkil eden (ibadet niteliği taşıyan) malî yükümlülüklerde (zekât ve fitre) bile, bazı bilginlerin gayri müslimlerin de hak sahipleri çerçevesinde sayılması içtihadını ortaya koymuş olmaları bu açıdan önemli bir örnektir. Hatta Hz. Ömer (ra)'in Tevbe sûresinin 60. âyetinde geçen "fuka­ra" kelimesini Müslümanların yoksulları, "mesâkîn" kelimesini Ehl-i kitabın yok­sulları şeklinde yorumladığı ve hazine görevlilerine bu yönde uygulama yapmala­rı için talimat verdiği nakledilmiştir.

Fakat bütün bu sınırlı ilişkiler, Kur'an ve sünnetteki diğer deliller ışığında değerlendirildiğinde, Müslümanların, kimlik erimesine, dolayısıyla iman gücünü kaybetmelerine yol açacak ilişkiler kurmalarını veya boyunduruk altına girmeye razı olmalarını onaylama anlamına gelmemektedir. Özetle âyet-i kerîm, Müslümanların bu hassas dengeyi dikkatle korumaları, bu konudaki adımlarının amacı dı­şına taşırmamaları ve ilişki kurulan tarafın da niyetini göz ardı etmeyip basiretli davranmaları gerektiğini hatırlatmaktadır.

Bütün bu bilgiler sonucunda denilebilir ki Müslümanlar İslamın zararına sebep olacak şekilde gayri müslim bir devletin vatandaşlığına geçmesi ve onlarla ilişki kurması caiz değildir. Bunun dışında gayri müslim bir devlete çalışmak veya meşru nedenlerden dolayı gidip oranın vatandaşlığına geçmesi caizdir.

***Yahudi ve Hıristiyanlar, dinleri için, dinlerini yansıttıkları için sevilmez. Yahudilik, Hıristiyanlık açısından onlarla dostluk kurmak ve onları sevmek haramdır. Öyleyse mühendislik, mucitlik, doktorluk, güzellik, yöneticilik gibi dinlerine ait olmayan diğer güzel ve meşru nitelikleri sevilebilir ve bu yönleriyle onlarla dostluk kurulabilir. Çünkü bu nitelikleri âyetin yasak kapsamı dışında kalır.

Şayet âyet-i kerime şöyle buyursaydı, dostluk ve muhabbet onların bütün niteliklerini kapsardı: "Yahudi ve Hıristiyanların kendilerini dost edinmeyin!" Çünkü o zaman, dinlerine ait olsun veya olmasın, kendileriyle her bakımdan dostluk ve muhabbet yasak olmuş olurdu.

İslâm dini insanlığın bütün dinî ihtiyaçlarını, bütün zamanlarda karşılayan kapsamlı ve üstün bir dindir. Başka dinlere ihtiyaç bırakmaz. Bu açıdan âyet-i kerime, müminlere, başka dinler karşısında dik durmalarını, dinleri hakkında tereddüt etmemelerini, tereddüde yol açan böyle dostluklara girmemelerini emrediyor.

Sonuç olarak:
Müslüman insanın Müslüman olmayan bir arkadaşı olabilir. Onunla imanını ve amelini etkileyecek bir ilişki içinde olmaz. Etkilendiğini hissettiğinde de mesafe koyar.
Arkadaşlık açısından bir sakınca yoktur. İtikadını hoş görmek bakamından yasak vardır. Şunu da bilin ki, imansızlık bir hastalıktır. Diğer hastalıklar gibi o da bulaşıcıdır.

Zerrelerin Büyük Hesabı


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.” (Zilzâl, 7-8)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Gerçek şudur ki kâfir bir iyilik yaptığı zaman, onun karşılığında kendisine dünyalık bir nimet verilir. Mü’mine gelince, Allah onun iyiliklerini âhirete saklar, dünyada da yaptığı kulluğa göre ona rızık verir.” (Müslim, Münâfıkîn, 57, 56)

Bir şahıs, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelmiş ve:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret!” demişti. Rasûlullah (sav) onu, kendisine Kur’an öğretmesi için ashâbından birine gönderdi. Sahâbî ona Zilzâl sûresini sonuna kadar öğretti. “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür” âyetlerine gelince, bu ifadelerden son derece müteessir olan şahıs, derin düşüncelere daldı ve:

“–Bu bana yeter” dedi. Bu durum Hz. Peygamber (sav)’e haber verilince:

“–Onu bırakın! Zira o hakîkati idrak etti, anlayış sahibi oldu” buyurdu. (Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VIII, 597)

Yine, bir bedevi Allah Rasûlü’nün bu âyetleri okuduğunu dinleyince:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, zerre ağır­lığı kadar mı?” diye sordu. Rasûlullah (sav):

“–Evet” buyurdu. Bir anda hâli değişiveren bedevî:

“–Vay benim kusurlarım!” dedi ve bu sözlerini defalarca tekrarlayıp durdu. Sonra da işittiği âyetleri tekrar ederek kalkıp gitti. Rasûlullah (sav) onun ardından:

“–İman bu bedevînin kalbine girdi” buyurdu. (Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VIII, 595)

https://www.2g1d.com/

7 Mart 2022 Pazartesi

Mü’minlerin Duâsı


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Kullarım Sana Ben’i sorduklarında, (bilsinler ki) Ben onlara çok yakınım. Bana duâ edenlerin duâlarını kabûl ederim…” (Bakara, 186)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Bir mü’minin diğer bir mü’mine gıyâbında yaptığı duâdan daha çabuk kabûl edilen hiçbir duâ yoktur.” (Tirmizî, Birr, 50/1980)

Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Bir kul günah olan veya akrabâsı ile darılmasına yol açan bir şeyi dilemedikçe yahut acele etmedikçe duâsı kabûl olunur.” buyurmuştu.

“–Yâ Rasûlallâh! Acele etmek ne demektir?” diye sordular.

Allâh Rasûlü (sav):

“–Kul; «Nice defâlar hep duâ ediyorum da Rabbim duâmı kabûl etmiyor.» der. Duâsının hemen kabûl edilmemesi sebebiyle bıkar ve duâyı bırakır. (İşte o zaman acele etmiş olur.)” cevâbını verdi. (Müslim, Zikir, 92)

https://www.2g1d.com/

6 Mart 2022 Pazar

Senin Rızkın Seni Bulur


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) dır.” (Hud, 6)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Eğer siz Allâh’a gereği gibi tevekkül etseydiniz, (Allâh), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde akşam doymuş olarak dönerler.” (Tirmizî, Zühd, 33; İbn-i Mâce, Zühd, 14)

https://www.2g1d.com/

5 Mart 2022 Cumartesi

Takvâ Sahibi


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte kötülükten sakınanlar onlardır.” (Zümer, 33)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Kul, mahzurlu şeylere düşme endişesiyle sakıncası olmayan bazı şeyleri de terk etmedikçe gerçek muttakîlerin derecesine ulaşamaz.” (Tirmizî, Kıyâme, 19/2451; İbn-i Mâce, Zühd, 24)

https://www.2g1d.com/

4 Mart 2022 Cuma

Firâsete Nâil Olabilmek


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Ey îmân eden­ler! Eğer Al­lah’tan it­ti­kâ eder­se­niz, O, si­ze bir fur­kan (iyi ile kö­tü­yü ayırt ede­cek bir ilim, fi­râ­set ve an­la­yış) ve­rir, gü­nah­la­rı­nı­zı ör­ter ve si­zi ba­ğış­lar. Çün­kü Allah, bü­yük lu­tuf sâhibi­dir.” (En­fâl, 29)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Mü­mi­nin fi­râ­se­tin­den sa­kı­nı­nız; zi­ra o, Al­lâh’ın nû­ru ile ba­kar.” (Tir­mi­zî, Tef­sîr, 15)

https://www.2g1d.com/

3 Mart 2022 Perşembe

Ahiret kazancı


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.” (Şûrâ, 20)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Kimin niyeti âhiret olursa Allah onun işini derleyip toplar kalbine kanâat verir. Dünya onun ardından kerhen de olsa gelir. Kimin niyeti sadece dünya olursa Allah onun işini bozup alnına da fakirlik damgası vurur. Dünyadan da Allah’ın takdir ve taksiminden başka bir şey elde edemez.” (İbn Mâce, Zühd 4105; Dârimî, Mukaddime 229.)

https://www.2g1d.com/

2 Mart 2022 Çarşamba

Muhabbetin Nihâî Meyvesi


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“...Allâh onlardan râzıdır, onlar da Allâh’dan râzıdır.” (Beyyine, 8)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

"Cennete girecek bir kısım insanlar vardır ki, onların kalpleri kuş kalbi gibi (rakîk ve güven içinde)dir." (Müslim, Cennet 27. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 331)

Rivâyete göre Hazret-i Peygamber (sav) Hârise (ra)‘e sordular:

“-Yâ Hârise! Nasıl sabâhladın?”

Hârise:

“-Hakîkî bir mü’min olarak!” cevâbını verdi.

Bu defâ Hazret-i Peygamber (sav):

“-Yâ Hârise! Senin îmânının hakîkatinin delîli nedir?” dedi.

Hârise (ra):

“-Yâ Rasûlallâh! Nefsimi dünyâdan çektim. O kadar ki, dünyânın taşı ile altını, çamuru ile gümüşü, (gam ile sürûru) bana müsâvî oldu. Gecelerimi uykusuz, gündüzlerimi susuz geçiriyorum. O hâle geldim ki, şimdi Rabbimin arşını âşikâr bir şekilde görür gibiyim…” dedi.

Bunun üzerine Allâh Rasûlü (sav):

“-Tamam yâ Hârise! Gönlünü bu hâliyle muhâfaza et! İşte istikâmet budur!..” buyurdular.

Hakk yolunda insanın varabileceği en yüce makâm, Allâh Teâlâ’nın kulundan râzı olmasıdır ki, bu da kulun Allâh’dan râzılığı ve O’na teslîmiyyetinin bir mükâfâtıdır.

https://www.2g1d.com/

1 Mart 2022 Salı

Mânevî Cihâd


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Biz’im uğrumuzda cihâd edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, ihsân ehliyle beraberdir.” (Ankebût, 69)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Gerçek mücâhid, nefsine (hevâ ve heveslerine) karşı cihâd edendir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621)

https://www.2g1d.com/