31 Aralık 2018 Pazartesi

Abdestin Fazileti, Kıyamet Gününde Abdest İzinden Dolayı Yüz, El Ve Ayakları Sekililer

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

3. Abdestin Fazileti, Kıyamet Gününde Abdest İzinden Dolayı Yüz, El Ve Ayakları Sekililer

136- Nuaym el-Mücmir şöyle demiştir:

Ebû Hureyre 
radıyallahu anh ile birlikte mescidin üzerine çıktık. Ebû Hureyre abdest aldı ve şöyle dedi: Ben Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu işittim:

Ümmetim kıyamet gününde bedenlerindeki abdest izlerinden do­layı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları sekililer olarak çağrılacaklardır.

Ebû Hureyre 
radıyallahu anh şöyle dedi: "Kim bu parlaklığı daha çok artırabilirse arttırsın."

Açıklama

"Ümmetim" sözü ile ümmet-i davet değil, ümmet-i icabet yani Müslümanlar kastedilmiştir.

"Seki" atın alnındaki (ve ayaklarındaki) beyazlıktır. Bu kelime güzellik, şöh­ret ve İyi nam bırakma için kullanılır. Burada Muhammed ümmetinin yüzündeki nur kasdedilmektedir. Yani onlar mahşer halkının gözü önünde bu nitelikle çağ­rılacaklardır.

Kim bu parlaklığı daha çok artırabilirse bunu yapsın Seleften bir grup, Şâ-fiîler ve Hanefîlerin çoğunluğu bunun müstehap olduğunu belirtmişlerdir. Karşı görüşte olanlar ise bu arttırmayı abdeste devam etme anlamında anlamışlarsa da buna şu cevap verilir: Hadisi rivayet eden kişi rivayet ettiği şeyi bilmektedir. Hatta bunu açık olarak Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem isnad etmiştir.

Hadiste, konu başlığında yer alan abdestin fazileti hususu yer almaktadır. Çünkü seki ile meydana gelen üstünlük, abdestte farz olanın ötesinde yıkama ile meydana gelir. Öyle ise ya farz olan ile nasıl bir üstünlük meydana gelir düşü­nelim! Bu konuda Müslim ve diğerlerinin rivayet ettiği sahih ve anlamı açık ha­disler bulunmaktadır.

Bu hadis, mescide ve mescittekilere bir sıkıntı vermediği sürece mescidin üs­tünde abdest almanın caiz olduğunu göstermektedir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

30 Aralık 2018 Pazar

YASİN SÛRESİ 69.- 76. ayetlerin tefsiri


Allah'ın Varlığının Ve Birliğinin İspatı, Risaletin Bazı Özelliklerinin Beyanı:


69- Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümleri açıklayan Kur'an'dan başkası değildir.

70- Ki diri olanları uyarsın ve kâfirlere azap sözü hak olsun.

71- Görmediler mi, ellerimizin yap­tıklarından kendilerine nice hay­vanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar.

72- Onları kendilerine boyun eğdir­dik. İşte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar.

73- Onlarda kendileri için daha bir­çok faydalar ve içecekler var. Halâ şükretmezler mi?

74- kendilerine yardım edilir diye Allah'ı bırakıp başka ilâhlar edindiler.

75- O ilâhlar kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri o ilâh­lar için hazırlanmış askerlerdir.

76- Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliyoruz.


Açıklaması:


Cenab-ı Hak Kur’an’ın şiir, Hz. Peygamber (s.a.)'in de şair olmadığını belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." Yani peygamber bir şa­ir değildir. Onun şiir söylemesi doğru olmaz. İstemiş olsaydı bile kendisine şairlik özelliği verilmez ve şiir söylemesi kolaylaştırılmazdı. Onun yaratılı­şında bu özellik yoktur, o şiiri sevmez. Allah onu, okuma yazma bilmeyen ümmî bir kişi olarak yaratmıştır. Allah ona ancak Kur'an'ı öğretmiştir ki Kur'an şiirden daha üstün ve şiirden başka bir şeydir.

Şiir, kendine has vezni olan sözdür. Her beyti belli bir harfle biter ki buna kafiye denir. Kasidelerin, bir tek kafiye ile başlayıp bitmesi, yani her beytin son harfinin aynı olması zorunludur. Şiir, geniş bir hayal ve yüksek bir tasvir gücüyle gelişmiş canlı bir duygu dünyasına dayanır. Şair şiirde ne akıl ve mantığın ölçülerine uyar, ne de methiye, hiciv, ağıt, gazel vb. tür­lerde hassas ölçülere riayeti ve doğruluğu arar; o tasvirde ve özelliklerin dile getirilmesinde mübalağa yapar. Onun için sadece söylediklerinin dinleyenlerce beğenilmesi önemlidir. Bu sebeple Yüce Allah şairleri "Görmü­yor musun onları, nasıl her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar. Ve onlar yap­mayacakları şeyleri söylerler." (Şu'arâ, 26/225-226) şeklinde tavsif buyur­maktadır. Araplar, "Şiirin en güzeli, en yalan olanıdır." derler. Bu konuda Ebû Hayyân da şöyle demiştir: "Şiir ancak vezinli ve kafiyeli bir sözdür. Şairlerin seçtiği anlama delâlet eder ve çok hayal kurma, sözü süsleyip yal­dızlama vs. özelliklere dayanır ki mütedeyyin kimseler, onu yazmak şöyle dursun, başkası tarafından yazılmış şiiri bile okumaktan uzak dururlar.[12]

Kur'an-ı Kerim'e gelince, onun verdiği haberler doğrudur; söyledikleri, vuku bulmuş ibret verici olaylardır; metodu, beşeri saadete erdirecek ka­nunlar koymaktır; maksadı, amellerin faziletli olanlarını işlemeye ve en güzel hasletlere ve ahlâka sahip olmaya teşvik, sapıklık ve çirkinliklerden kaçındırma ve nihayet sahih ibadet ile doğru muamele için gerekli hüküm­leri yerleştirmedir.

Dolayısıyla bu ayet "Biz ona şiir öğretmedik" kavl-i ilâhisiyle Kur'an'ın şiir olmadığına, "Bu ona yakışmaz da." kavl-i ilâhisi de Hz. Peygamber (s.a.)'in şair olmadığına delâlet etmektedir. Allah ona ancak kendine mah­sus özellikleriyle malum şiirden ve alışılmış düzyazı türünden ayrılan Kur'an'ı öğretmiştir.

Bu ayet, Mekke'li Arapların, "Muhakkak Kuran ya bir şiir veya sihir­dir, ya da kâhinlerin işidir. Muhammed de şairdir" şeklindeki sözlerine ke­sin bir reddir. Onlar bu sözlerle Kuranın Allah tarafından vahyedilmiş bir kelâm olması hususiyetini iptal ve risaletin kendine mahsus özelliklerini tekzip etmeyi amaçlıyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.)'in dilinden varit olan kimi vezinli sözlere gelince bunlar, herhangi bir tekellüf, sanat yapma arzusu veya kasıt olmaksızın, sadece sözün tabii seyri içinde şiiri andırır tarzda ifade edilen sözlerdir. Hz. Peygamber (s.a.)'in Huneyn günü beyaz bir katır üzerinde düşman saf­ları arasına daldığı zaman söylediği şu sözler buna örnektir:

"Yalan değil ben nebiyim, İbni Abdulmuttalib'im."

Yine hicret esnasında mağarada ayağını taşa çarpması sonucu ayak parmağının kanaması üzerine söylediği şu sözler de böyledir:

"Sen ancak bir parmaksın ve kanadın Bunu sen Allah yolunda yaşadın."

Hatta Halîl b. Ahmed Ferâhidi, recezden meştûr'u şiir saymamıştır.[13]

Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.)'in, konuşma esnasında zaman zaman Arap şiiriyle örnek getirdiği de vakidir. Mesela bir defasında Tarafe b. Abd'in meşhur "Muallaka" sından[14] şu beyti temsil getirmişti:

"Günler sana bilmediğin şeyler izhar edecek, Azık vermediğin kişi haberler getirecek."

İbni Ebi Hatim ve İbni Cerir'in Hz. Aişe (r.a.)'den sahih bir senetle ri­vayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) bu beyti şöyle söylüyordu:

"Günler sana bilmediğin şeyler izhar edecek, Azık vermediğin kişi getirecek haberler."

"Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.)'in mezkûr beyti böyle oku­ması üzerine "O beyit öyle değil." dedi, Hz. Peygamber (s.a.) de "Ben şair değilim. Şair olmak bana yakışmaz da." buyurdu."

İbni Sa'd ve İbni Ebî Hatim de Hasan'i-Basrî'den şöyle dediğini riva­yet etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.) şu beyti temsil getirirdi:

"Yeterlidir İslâm ve ağaran saç Kötülükten nehyetmeye kişiyi." "Oysa rivayet, bu beytin şöyle olduğu yolundadır: "Yeterlidir ağaran saç ve İslam Kötülükten kişiyi nehyetmeye."

"Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.), "Şehadet ederim ki sen Allah'ın resulüsün. Allah sana şiiri öğretmedi. Sana şiir öğrenmek yakışmazdı da." demiştir."

Buhari'nin naklettiğine göre Hendek savaşı öncesi Medine etrafına hendek kazılırken Hz. Peygamber (s.a.), Abdullah b. Revâha (r.a)'nın şi­irini okumuştur. Şu var ki o, recez bahrinden kaside söyleyen ashabının söylediklerine uyarak bunu yapmıştır. Sahabe o esnada hem hendek kazı­yor, hem de şöyle diyorlardı:

"Rabbim olmasa rahmetin hidayet yoktu bize,

Ne sadaka, ne namazda gelmek olurdu dize.

Düşman çıkınca karşıya, sekinet indir bize;

Sabit-kadem eyle bizi, güç ver bileğimize.

Şüphesiz ki ilkin onlar saldırdı üstümüze

Diretiriz fitne yaparlarsa aleyhimize"

Hz. Peygamber (s.a.) bu şiiri söylerken "Ebeynâ (diretiriz)" kelimesine geldiği zaman sesini uzatıyordu."

Hz. Peygamber (s.a.)'e şiir öğretilmemesi meselesine gelince; Yüce Al­lah ona ancak, "Kendisine ne önünden, ne de arkasından hiçbir batılın gelemeyeceği ve yegâne hüküm ve hikmet sahibinden indirilme olan" (Fussilet, 41/42) Kur'an-ı Kerim'i öğretmiştir.

Kur'an ne şiir, ne tahayyülat, ne kehanet, ne düzmece, uydurma bir söz ve ne de etki eden bir sihirdir. O ancak İslamî hayatın düsturudur, na­sihat ve doğru yola iletici prensipler ihtiva eden bir kitaptır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurumaktadır: "Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümle­ri açıklayan Kur'an'dan başkası değildir." Yani Kur'an, zikirler içinde bir zikirden, nasihatlerden bir nasihatten ve üzerinde hakkını vererek düşü­nenler için açık, zahir ve aşikâr semavî bir kitaptan başka birşey değildir; tilâvet edilir ve hayatın her alanında her konuda kendisine başvurulur.

İşte bu sebeple Yüce Allah, Kur'an'ın ve Hz. Peygamber (s.a.)'in en mühim fonksiyonunun çerçevesini şöyle çiziyor:

"Ki diri olanları uyarsın ve kâfirlere azap sözü hak olsun." Yani bu apaçık Kur'an, yeryüzünde yaşayan her canlıyı uyarsın nitekim: "Ki onun­la sizi ve onun ulaştığı herkesi uyarayım." (En'âm, 6/19) kavl-i ilâhisi de böyledir. Ne var ki onun uyarmasından sadece kalbi diri ve basireti açık olanlar istifade edebilir- ve yine bu Kur'an'la kendisine inanmamakta inat eden kâfirler üzerine azap sözü sabit ve gerekli olsun diye. Bu, aynı za­manda müminlerin de söz konusu vasıfların mukabiline sahip olduğunu göstermektedir. Yani müminlerin kalbi diridir. Kâfirlere gelince, küfürleri, delillerinin geçersizliği ve Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmemeleri se­bebiyle onlar gerçekte ölülere daha çok benzemektedirler. Çünkü onlar Kur'an'ın nasihatlerinden etkilenmezler, gerçeğe ve hidayete tabi olmak noktasında dikkat ve uyanıklıklarını kaybetmişlerdir.

Özetle bu ayet, Kur'an'ın müminler için bir rahmet ve kâfirler aleyhi­ne bir hüccet olduğuna delâlet etmektedir...

Daha sonra Yüce Allah tekrar vahdaniyet konusuna dönmekte ve bu konu ile ilgili bazı deliller getirmektedir:

"Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar" Yani Allah'a şirk koşan ve gerek putlara, gerekse başkalarına kulluk eden bu müşrikler, Allah'ın kendileri için, kendilerinin emrine verdiği bu hayvanları yarattığını ve bunları, herhangi bir vasıta veya ortak söz konusu olmaksızın onlar için var ettiğini müşahede etmezler mi? Halbuki onları bu hayvanlara malik kılmıştır; onlar bu hayvanlar üzerine hakimdirler ve onları diledikleri gibi zabt ve tasarrufları altında bulundururlar, onlar da kendilerine boyun eğerler, itaatsizlik etmezler. Eğer Allah dileseydi bu hayvanları, kendileri­ne isyan edip karşı gelen, vahşi ve kendilerinden nefret eden varlıklar ya­pardı. Bu durumda onlar bu hayvanlardan istifade etme imkânı bulamaz­lardı. Ancak küçük bir çocuğun bile koca bir deveye -ve hatta yüz ya da da­ha fazla deveden oluşan bir kervana- hükmettiğini ve onları sevkü idare­sinde bulundurduğunu görürsünüz...

Sonra Yüce Allah bu hayvanların insanlara verdiği faydaları açıklıyor ve şöyle buyuruyor:

"Onları kendilerine boyun eğdirdik. İşte binekleri onlardandır ve on­lardan yiyorlar."
Yani bu hayvanları onlara boyun eğici, emirlerine amade ve itaat edici kıldık; onların isteklerini -hatta bu onları kesmek şeklinde bile olsa- yerine getirmekten imtina etmezler. Yolculuk yaparken üstüne bindikleri ve eşya yükledikleri binekleri de bu hayvanlardandır. Yine etle­rini yedikleri hayvanlar da bunlardandır.

"Onlarda kendileri için daha birçok faydalar ve içecekler var. Halâ şükretmezler mi?" Yani bu hayvanlarda onlar için, üzerlerine binmekten ve etlerini yemekten başka faydalar da vardır. Yünlerinden, kıl ve tüylerin­den eşya ve meta olarak belli bir süreye kadar istifade ederler. Yine bu hayvanlar onlar için içecektirler. Yani onların sütlerinden içerler. Hâlâ bü­tün bunları yaratıp emirlerine verene ve kendileri için bu nimetleri var edene -kendisine ibadet ve itaat ile başkasını Ona ortak koşmayı bırak­mak suretiyle- şükretmezler mi?

Bu, yaratıcı ve nimet verici olan Allah'a -ki O, vefa borcunu yerine ge­tirmek ve nimet ve ihsanı karşısında takdir duymak gereken bu lütufları en geniş şekilde insana sunmaktadır- kendisine ibadet ve itaat etmek su­retiyle şükür vazifesini yerine getirmeye açık bir teşviktir. Karşılığında ve­fa borcu ödemek gereken şeyleri en geniş şekliyle veren ve lütfü ihsanı ile takdir edilmesi gereken nimetler veren Odur.

Ne ki kâfirler bu görevi inkâr ve Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük et­mekte, dalâletlerinde devam ile Allah'a ibadeti terketmekte, ne bir zarar, ne de fayda verebilecek olan şeylere kulluğa yönelmekte ve onlardan yardım um­maktadırlar. Onların bu durumu hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'ı bırakıp başka ilâhlar edindiler." Yani o müşrikler put ve benzeri şeyleri ilâh edinerek Allah'ı bı­rakıp onlara kulluk ettiler ve böylece onların kendilerine yardım edip rızık vereceğini ve kendilerini Allah'a yaklaştıracağını umdular.

Ancak gerçekte o sahte ilâhlar herhangi birşey yapmaya kadir olma­dıkları gibi, onlara ibadet etmekle hiçbir fayda da sağlanamaz. Bu sebeple Allah onların beklentilerinin boşluğunu açıklayarak şöyle buyuruyor:

"O ilâhlar kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri o ilâhlar için hazırlanmış askerlerdir."
Yani bu ilâhlar kullarına yardıma muktedir değildir. Hatta onlar böyle birşeyi gerçekleştirmekten daha zayıf, zelil ve hakirdirler ve hatta kendi kendilerine bile yardım edemeyecekleri gibi, kendilerine karşı kötülük edenlerden intikam almaya dahi güç yetiremezler. Çünkü onlar duymayan ve düşünmeyen cansız varlıklardır. İşte bu se­beple o müşriklerin bunlardan umduklarının ve menfaat beklentilerinin batıl olduğu sabittir.

Müşrik kâfirler, putlara itaat eden askerlerdir. Onlar bu dünyada put­ları için müminlere gazap ederler. Oysa o sahte ilâhlar kendilerine yardı­ma muktedir değildirler. Ne kendilerine bir hayır verebilir, ne de kendile­rinden bir şerri savabilirler. Onlar ancak birer puttur.

Bu ayetteki "hazırlanmış" kelimesi ya herhangi birşey yapmaya güç yetiremeyen ve yardıma kudreti olmayan bu ilâhlara hizmet eden, onları savunan ve onlara dil uzatanlara gazap eden anlamındadır; yahut da çeke­cekleri azap için hazırlanmış manasınadır. Çünkü o ilâhlar, müşriklerin ce­hennem ateşi için yakıt olmalarına vesiledirler.

Bu ayetin arkasından Yüce Allah, peygamberini müşriklerden gördü­ğü eziyet karşısında teselli etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduk­larını da biliyoruz." Yani onların seni yalanlaması, Allah'a kâfir olmaları, sana verdikleri eziyet ve cefalar ve "İşte bizim ilâhlarımız bunlardır. Bunlar mabud olma vasfında Allah'ın ortaklarıdır." demeleri, ya da "Sen şair veya sihirbaz yahut kâhinsin" vs. demeleri seni kesinlikle kederlendirmesin.

Zira biz onların her şeyini; gizlideki şeylerini, açıktaki şeylerini ve sa­na karşı besledikleri gizli düşmanlığı biliyoruz. Biz onlara bunun karşılığı­nı verecek ve kendilerini bu sebeple azaba duçar edeceğiz. [15]

40.


[12] el-Bahru'l-Muhît, VII/345.


[13] Arap şiirinin ölçülerinden biri olan ve altı satırdan oluşan "Recez Bahri"nin üç satırının çıkarılmasıyla üç satırdan ibaret kalan beyte "meştûr" denir, (çev.)


[14] Cahiliye döneminin yedi ünlü şairine ait olan ve Kabe'ye asılmış bulunan 7 şiirden (muallakat-ı seb'a) birisi. Diğer şiirler ise İmruu'1-Kays, Züheyr b. Ebî Sulmâ, Lebîd b. Rebî'a, Amr b. Kulsûm, Haris b. Hıllize ve Antara b. Şeddâd'a aittir, (çev.)


[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/44-49.

29 Aralık 2018 Cumartesi

YASİN SÛRESİ 59.- 68. ayetlerin tefsiri


Mücrimlerin Göreceği Karşılık:


59- Ey suçlular! Bu gün siz şöyle ay­rılın!

60- Ey Ademoğulları! Ben size ahd vermedim mi: "Şeytana tapmayın. O sizin için apaçık bir düşmandır.

61- Bana ibadet edin. Dosdoğru yol budur" diye?

62- "O, sizden birçok halkı saptır­mıştı. O zaman niye akletmiyordunuz?"

63- İşte bu, tehdit edilegeldiğiniz cehennemdir.

64- Küfrünüzden dolayı girin oraya.

65- O gün ağızlarını mühürleriz. Ne yapmış idiyseler bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.

66- Eğer dileseydik gözlerini siler­dik de yola dökülürlerdi. Ama na­sıl göreceklerdi?

67- Yine dileseydik, oldukları yerde suratlarını değiştirip, onları bam­başka çirkin bir mahiyete getirir­dik de, ne ileri gitmeye, ne de geri dönüp gelmeye güçleri yeterdi.

68- Kime uzun ömür veriyorsak, onun yaratılışını baş aşağı çeviriyo­ruz. Akıllarını kullanmıyorlar mı?


Açıklaması:

Yüce Allah, kıyamet günü kâfirlerin, durdukları yer itibariyle mümin­lerden ayrılacağını haber veriyor ve şöyle buyuruyor:

"Ey suçlular, bu gün siz şöyle ayrılın!" Yani ahirette mücrim kâfirlere "müminlerden ayrılın ve başka bir yerde durun." denir. Nitekim Yüce Al­lah, başka bir ayette şöyle buyuruyor: "O gün onları hep bir araya toplarız. Sonra şirk koşanlara "Haydi siz ve koştuğunuz ortaklar, yerlerinize!" deriz. Artık onları birbirinden tamamen ayırmışızdır." (Yûnus, 10/28), "Kıyametin kopacağı gün, o gün müminlerle kâfirler birbirinden ayrılırlar." (Rûm, 30/14), "O gün bölük bölük ayrılacaklardır." (Rûm, 30/43). Yani o gün in­sanlar iki fırka halinde bölüneceklerdir.

Ya da bu ifadeden murat, mücrimlerin birbirinden ayrılması ve Yahu­dilerin, Hristiyanların, Mecusilerin, Sabiilerin, putlara tapanların, madde­cilerin, mülhitlerin... birer fırka halinde diğerlerinden ayrılmasıdır.

Daha sonra Yüce Allah onların diğerlerinden ayrılmasının sebebini, küfürlerinden ötürü kendilerini azarlayıp paylar bir tarzda açıklıyor ve şöyle buyuruyor:

"Ey Ademoğulları! Ben size ahd vermedim mi: "Şeytana tapmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır"
Yani Ey Ademoğulları! Ben, bana asi olmanız ve emrime muhalefet etmeniz yolunda şeytanın size verdiği vesveselere uyarak şeytana itaat etmemenizi peygamberler vasıtasıyla emir ve tavsiye etmedim mi? Zira şeytanın size olan düşmanlığı aşikârdır. Onun size olan düşmanlığı babanız Adem (a.s.)'dan başlamıştı.

Yüce Allah, kendisinden başkasına ibadeti yasakladıktan sonra kendi­sine ibadet edilmesini emrederek şöyle buyuruyor:

"Bana ibadet edin. Dosdoğru yol budur" Yani beni birleyin ve size em­rettiğim ve yasakladığım hususlarda bana itaat edin. Bu emir ve yasaklar dosdoğru ve sağlam yoldur, yani İslam dinidir.

Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurarak şeytanın, geçmiş nesilleri saptırma yolundaki çabalarını haber veriyor:

"O, sizden birçok halkı saptırmıştı. O zaman niye akletmiyordunuz?" Ya­ni şeytan, birçok halkı azdırmış, kötülük işlemeyi onlara güzel göstermiş ve onları, Allah'a itaatten ve Onu birlemekden alıkoymuştu. Böyle olduğu hal­de şeytanın size olan düşmanlığını akledip, kendileri gibi azaba çarptırılma­mak için geçmişlerin içine düştüğü dalâletlerden uzaklaşmayacak mısınız?

Ardından Yüce Allah, dalâlet içinde bulunanların sonunu, kendilerini azarlayıp paylayarak şöyle beyan buyuruyor:

"İşte bu, tehdit edilegeldiğiniz cehennemdir" Yani işte bu, size dünyada vaad edilen ve peygamberler vasıtasıyla sizi kendisinden sakındırdığım ateştir. Ama siz o peygamberleri yalanlamıştınız. O esnada cehennem de, onları dehşete düşürmek için kendilerine gösterilir.

"Küfrünüzden dolayı girin oraya." Dünyadayken Allah'ı inkâr etme­niz, cehennemi yalanlamanız, şeytana itaat etmeniz ve putlara tapmanız sebebiyle bugün oraya girin ve ateşini tadın.

Bu sözde, onların pişmanlıklarının şiddetine ve hasretlerine, üç açı­dan işaret edilmektedir:

1- Yüce Allah'ın, "girin oraya" tarzındaki emri, tıpkı Firavun'a 
"Tat bakalım! Zira sen, kendince üstündün, şerefliydin" (Duhân, 44/49) kavl-i ilâhisinde olduğu gibi bir küçümseme ve ibret kılma ihtiva etmektedir.

2- "bugün" kavl-i ilâhisi azabın hazır olduğuna, onların lezzetlerinin geçip gittiği ve bugün ancak azabın kaldığına delâlet eden bir lafızdır.

3- "Küfrünüzden dolayı" kavl-i ilâhisi de, büyük bir nimeti inkârı, küfrân-ı nimeti haber veren bir ifadedir. Küfran-ı nimette bulunanların, o nimeti verenden utanması, en şiddetli elemlerdendir.

Daha sonra Yüce Allah onların, işlediği cürüm ile inkâr edemeyecekle­ri bir şekilde nasıl yüzyüze getirileceklerini açıklamakta ve şöyle buyur­maktadır:

"O gün ağızlarını mühürleriz. Ne yapmış idiyseler bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder" Yani bu dehşetli günde Allah, kâfirlerin ve mü­nafıkların ağzını, konuşamayacakları şekilde mühürler ve işledikleri fiille­ri azaların kendisinin söylemesini ister. Bunun üzerine onların elleri ve ayakları, işledikleri fiilleri söyler. Bu, onların, günah işlerken kendilerine yardımcı olan organlarının şimdi kendileri aleyhine birer şahit olacağını bilmeleri içindir.

Ellerin konuşma, ayakların da şahitlik etme mevkiine getirilmesinin sebebi, ekseri fiillerin, doğrudan ellerle tamamlanmasıdır. Nitekim Yüce Allah, "... ve kendi ellerinin ürünlerinden ..." (Yâ-Sîn, 36/35), "... kendi elle­rinizle kendinizi tehlikeye atmayın" (Bakara, 2/195) buyurmaktadır. Bu son ayetteki "velâ tulkû bi eydîkum" kavl-i ilâhisi, "velâ tulkû bi enfusikum" anlamındadır. Bir amele şahit olanın, o ameli işleyenden başkası olması gerekir. Dolayısıyla -kendilerine fiil izafe etmenin zorluğu sebebiyle-ayaklar ve deriler, şahitler cümlesinden olarak takdir buyurulmuştur.

Müslim, Nesâi, ve İbni Ebî Hatim, Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle riva­yet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Kul kıyamet günü şöyle diyecek: "Ben kendime, benim tarafımdan bir şahit getirilmesinden başka bir şeye razı değilim." Bunun üzerine Yüce Allah, "Bugün muhasebe­ne kefil olarak nefsin, şahitler olarak da Kiramen Kâtibin melekleri kâfi­dir." buyuracak ve o kimsenin ağzına mühür vurulacak. Ardından da or­ganlarına "Konuş" denecek, onlar da o kulun amellerini söyleyecekler. Son­ra konuşma hususunda serbest bırakılacak ve uzuvlarına "Sizler uzak olun, ırak olun! Ben ancak sizin için mücadele ediyordum." diyecek."

Daha sonra Yüce Allah, gözlerini kör etme, suretlerini değiştirme ve kendilerini hareketsiz kılma gibi, kudretinin onlar üzerindeki bazı teza­hürlerini açıklıyor ve şöyle buyuruyor:

"Eğer dileseydik gözlerini silerdik de yola dökülürlerdi. Ama nereden görecekler?" Yani eğer dilersek onların görmelerini gideririz veya onları kör ederiz. Böylece onlar doğru yolu görmez olurlar. Onlar bu durumda yürü­mek için alıştıkları ve bildikleri bir yola dökülseler yürümeye muktedir olamazlar. Yolu nasıl görsünler ki, görmeleri gitmiştir?

"Yine dileseydik, oldukları yerde suratlarını değiştirip, onları bambaş­ka çirkin bir mahiyete getirirdik de, ne ileri gitmeye, ne de geri dönüp gelmeye güçleri yeterdi." Yani dilesek, onlar mekânlarında ve bulundukları yerlerde kötülükler işlerken onların yaratılışlarını değiştirir, suretlerini maymun, domuz gibi daha çirkin başka suretlere çeviririz de, yürüyüp git­meye de arkalarına dönmeye de muktedir olamaz, bir tek durumda kalaka­lırlar. Ne ileri ne de geri gidebilirler.

Akabinde onları, gençlik fırsatını kaçırmaktan sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Kime uzun ömür veriyorsak, onun yaratılışını baş aşağı çeviriyoruz. Akıllarını kullanmıyorlar mı?"
Yani kimin ömrünü uzatırsak, kendisini kuvvetli halinden sonra zayıflığa, faal bir durumdan acze döndürürüz. On­lar, her yeni yaşa girdiklerinde zayıf düştüklerini ve amel işlemekten aciz­liğe doğru gittiklerini düşünüp idrak etmiyorlar mı? Biz onlara, doğru bi­çimde düşünüp akıl yürütmeleri ve araştırmaları için yeterli ömür fırsatı verdik. Artık ömürleri bundan daha fazla uzadığı takdirde uzun ömür on­lara herhangi bir fayda vermeyecektir. Onlara bu şekilde bir fırsat verilme­si, mazeretlerini ortadan kaldırmaktadır. Zira iyice yaşlanınca düşünüp araştırmak için uygun bir fırsat bulamayacaklardır.

Bu ayet, "Allah sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın ardın­dan kuvvet veren, sonra kuvvetin arkasından da zaafa ve ihtiyarlığa geti­rendir. O ne dilerse yaratır. O hakkıyla bilendir, kemâliyle kadirdir." (Rûm, 30/54) ayetine benzemektedir. [11]


[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/37-40.

28 Aralık 2018 Cuma

Taharetsiz Namaz Kabul Olmaz

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

2. Taharetsiz Namaz Kabul Olmaz

135- Ebû Hureyre'nin 
radıyallahu anh rivayet ettiğine göre Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöy­le buyurmuştur:

"Abdestsiz olan kişi abdest almadıkça namazı kabul edilmez".

Bir adam Ebû Hureyre'ye 
radıyallahu anh: "Hades (abdestsizlik) nedir ey Ebû Hureyre?" di­ye sordu. Ebû Hureyre: "Sessiz veya sesli yel" diye cevap verdi.

Açıklama

Konu başlığında "taharet" ile kasdedilen abdest ve gusülden daha genel bir anlamdır.

Bu hadisteki "kabul"den kasıt, sahihlik ve yeterliliktir. Kabulün gerçek an­lamı, ibadetin kişinin borcunu kaldıracak yeterlilikte yerine gelmiş olmasının sonucudur. Namazın şartlarını yerine getirmek, kabul sonucunu doğuran yeterli­liği barındırdığı için buna mecazen kabul denilmiştir. "Kahine giden kişinin namazı kabul edilmez" hadisinde İse kabul sözcüğü gerçek anlamı ile kulla­nılmıştır. Çünkü bazen amel sahih olduğu halde, bir engel sebebiyle amel kabul edilmemiş olabilir. Bu sebeple bazı selef âlimleri şöyle demiştir: "Benim bir na­mazımın kabul edilmesi benim için bütün dünyadan daha sevimlidir". Bunu İbn Ömer söylemiştir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah yalnız muttakilerden kabul eder."
[el-Maide,5/20]

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

Bu hadis, abdestsizlik kişinin kendi isteği ile olsa da zorunluluktan kaynak­lansa da bu şekilde namazın batıl olduğunu gösterir.

Her namaz için abdest almak gerekli değildir. Çünkü namazın kabul edil­memesi, abdest alıncaya kadardır. Abdest aldıktan sonrası ise, öncesinden fark­lıdır. Bu da abdest aldıktan sonra namazın mutlak olarak kabul edilmesini ge­rektirir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

27 Aralık 2018 Perşembe

Abdest Konusu İle İlgili Hüküm Ve Farklı Görüşler

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

1. Abdest Konusu İle İlgili Hüküm Ve Farklı Görüşler

Yüce Allah şöyle buyurmuştur

"Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın.
[El-Maide,5/6]

Ebû Abdullah (Buhârî) şöyle demiştir: Hz, Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem abdestin farzının birer birer yıkamak olduğunu beyan etmiş, aynı zamanda İkişer defa ve üçer defa yıkayarak abdest almış, üçten fazla yıkamamıştır. İlim ehli abdestte israfa kaçmayı ve Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem yaptığının öte­sine geçmeyi mekruh görmüşlerdir.

Açıklama

Bu bölüm, abdestin hükümleri, şartları, niteliği ve abdest öncesi yapılan şeyler ile ilgili konuları içermektedir.

Buhârî "Abdest Konusu ile İlgili Hüküm ve Farklı Görüşler" sözü ile selef âlimlerinin abdest âyeti konusundaki görüş farklılıklarına İşaret etmektedir. Ço­ğunluk bu âyeti "abdestsiz olarak namaz kılmaya kalktığınız zaman" şeklinde tefsir etmiştir. Diğer bazılarına göre İse bu emir herhangi bir hazif söz konusu olmaksızın genel kapsamlı olmakla birlikte, abdestsiz kimse hakkında farz, di­ğerleri hakkında ise menduptur.

Bazı âlimler "Namaz kılmaya kalktığınız zaman" İfadesinden abdestte niyetin farz olduğu sonucunu çıkarmışlardır.

Abdestte organları bir kere yıkamak farz, birden fazla yıkamak ise müstehaptır.

Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem nasıl abdest aldığını anlatan hadislerde abdest organlarını üçten fazla yıkadığına dair bir bilgi mevcut değildir. Aksine onun üçten fazla yıkayanları kınadığı sabittir. Ebû Dâvud ve diğer hadis imamla­rının rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem organlarını üçer defa yıkayarak abdest almış ve şöyle demiştir: 'Kim bundan fazla veya eksik ya­parsa kötülük ve haksızlık yapmış olur.[Ebû Dâvud,Taharet,51.(Çev.)] Bu hadisin senedi İyidir (delil olmaya elverişlidir).

Buhârî "Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem yaptığının ötesine geçmeyi ke­rih görmüşlerdir" sözü ile İbn Ebî Şeybe'nin yine İbn Mesud'dan rivayet ettiği "Üçten sonra bir şey yoktur" sözüne işaret etmektedir.

Ahmed İbn Hanbel, İshak ve ikisi dışında diğer âlimler üçten fazla yıkama­nın caiz olmadığını söylemişlerdir. İbnü'l-Mübârek şöyle demiştir: "Bu kişinin günaha girmeyeceğinden emin değilim." İmam Şafiî ise şöyle demiştir: "Abdest alan kişinin organlarını üçten fazla yıkamasını hoş karşılamam. Ancak yıkama sı­rasında organlarının bazı bölümlerine su değmediğini biliyorsa bu durumda üçten fazla yıkaması istisna edilir, yalnızca su değmeyen yeri yıkar. Ancak abdesti bitirdikten sonra şüphelenirse yıkamaz. Ta ki onun durumu, yerilmiş olan vesveseciliğe dönüşmesin."


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

26 Aralık 2018 Çarşamba

YASİN SÛRESİ 55.- 58. ayetlerin tefsiri


İyilerin Göreceği Karşılık:


55- O gün cennet ehli, bir iş içinde eğlenirler.

56- Kendileri de eşleri de gölgelerde tahtlar üzerine kurulup yaslanmış-

57- Orada taze meyveler onların, arzu edecekleri her şey onlarındır.

58- Çok esirgeyici Rablerinden bir de selâm vardır.


Açıklaması:


Yüce Allah, cennet ehlinin durumunu haber vermekte ve şöyle buyur­maktadır:

"O gün cennet ehli, bir iş içinde eğlenirler." Yani salih müminler kıya­met günü cennet bahçelerine girdikleri zaman, faydalandıkları ve zevk al­dıkları lezzetler, nimetler ve elde ettikleri büyük kazanç ile -başkalarını görmeyecek şekilde- meşguliyet içinde olurlar. Bu nimetleri ne göz gör­müş, ne kulak işitmiş, ne de bunların mahiyeti beşer aklına gelmiştir.

Bu durumda onlar, cehennem ehlinin çektiği azaba dikkatlerini vere­meyecek bir meşguliyet içindedirler. Onlar, faydalandıkları, zevk aldıkları ve hoşlandıkları nimetler içindedirler.

Onlar sadece bu nimetlerden faydalanmakla kalmazlar, aynı zamanda eşleriyle bir ünsiyet ve mutluluk içindedirler. Zira Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Kendileri de eşleri de gölgelerde tahtlar üzerine kurulup yaslanmış­lardır. " Yani onlar ve eşleri cennette ağaçların güneş almayan gölgelerindedirler. Çünkü orada insanı rahatsız edecek şekilde güneş sıcaklığı yoktur. Onlar orada kendilerini gölgeleyen ve örten çadır ve zifaf odalarında taht­ları üzerinde mutluluk içindedirler.

Buradaki faydalanma, ruhî değil maddîdir. Zira Yüce Allah şöyle bu­yuruyor:

"Orada taze meyveler onların, arzu edecekleri her şey onlarındır." Yani kendilerine bütün cinsleriyle meyveler sunulmuştur ve bundan başka iste­dikleri ve iştahlarının çektiği her şey onlarındır. İstedikleri zaman her tür­lü lezzeti hazır bulurlar.

Bu ayette "Orada taze meyveler onlarındır." buyurulduğu halde "bu meyvaları yerler" denmemiştir. Bu, onların diledikleri zaman diledikleri şeye sahip olma güç ve kudretinde olacaklarına işarettir.

Onların orada buldukları nimetin en değerlisi ve üstünü ise Allah'ın onlara selâmıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Çok esirgeyici Rablerinden bir de selâm vardır" Yani onların temenni ettiği şey, Allah'ın onlara selâmı, yani kendilerini çirkin görülen her türlü şeyden emin kılmasıdır ki onlara "Selâm sizin üzerinize olsun ey cennet ehli." buyurur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendisine kavuş­tukları gün müminlere yapılacak dirlik temennileri "selâm" demek olacak­tır." (Ahzâb, 33/44). Bu selâm, "Melekler de her kapıdan yanlarına varırlar. "Sabretmenize karşılık selâm size. Dünyanın en güzel sonucudur bu." derler." (Ra'd, 13/23-24) ayetinde belirtildiği gibi, melekler vasıtasıyla da olabi­lir. Şu halde anlam şöyle olur: Allah onlara, kendilerini yücelttiğinin bir işareti olarak melekler vasıtasıyla veya vasıtasız olarak selâm eder. Bu, onların temenni ettiği şeydir. [10]


[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/33-34


25 Aralık 2018 Salı

YASİN SÛRESİ 48.- 54. ayetlerin tefsiri


Kafirlerin, Öldükten Sonra Dirilme Gününü İnkârı Ve Bu Günün Şüphesiz Bir Gerçek Olduğunun Açıklaması:

48- "Eğer doğru söylüyorsanız bu vaat ne zaman gerçekleşecek?" der­ler.

49- Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın ya­kalar.

50- İşte o zaman onlar bir vasiyette bile bulunamazlar. Hatta o vakit ai­lelerine dahi dönecek halde değil­dirler.

51- Sûr'a üfürüldü. İşte onlar kabir­lerinden kalkıp Rabblerine koşu­yorlar.

52- O zaman şöyle dediler: "Vah bi­ze. Bizi yattığımız yerden kim kal­dırdı? İşte Rahman'ın vaad ettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söylemiş."

53- Sadece bir tek sayha olur. He­men onların hepsi huzurumuza ge­tirilirler.

54- O gün hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz. Siz de yaptığınızdan baş­kasıyla mukabele görmezsiniz.


Açıklaması:

Yüce Allah kâfirlerin, şöyle diyerek kıyametin kopmasını uzak gör­düklerini haber vermektedir:

"Eğer doğru söylüyorsanız bu vaat ne zaman gerçekleşecek?" derler." Yani müşrikler, müminlerle alay ederek kibirli bir tarzda öldükten sonra dirilmenin hemen olmasını ister ve şöyle derler: "Eğer söylediğiniz ve vaad ettiğiniz şeyde doğru söylüyorsanız bize olacağını vaad ettiğiniz ve bizi ken­disiyle tehdit ettiğiniz bu dirilmenin ne zaman olacağını söyleyin."

Müşriklerin bu hitabı, onları Allah'a ve ahiret gününe iman etmeye çağıran Hz. Peygamber (s.a.)'e ve müminleredir.

"Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip du­rurlarken kendilerini ansızın yakalar." Yani azap ve kıyamet için sadece Sûra bir kere üfürülmesini beklerler. Bu, yeryüzündeki bütün insanların kendisiyle hemen öleceği ürperten bir sestir. Onlar o anda aralarındaki alış veriş vb. dünya işlerinde çekişmektedirler. Yani onlar, günlük muameleler, konuşmalar, yeme içme vs. dünya işleriyle meşguldürler. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Biz de onları, hiç farkında olmadıkları bir sıra­da ansızın yakaladık" (A'râf, 7/95), "Onlar ille o saatin, hiç farkında olma­dıkları bir sırada başlarına gelmesini mi bekliyorlar?" (Zuhruf, 43/66).

Buradaki "korkunç ses", İkrime'nin de dediği gibi Sûr'a ilk üfürülüştür. Bu görüşü İbni Cerir'in İbni Ömer (r.a.)'den aktardığı şu rivayet de te­yit etmektedir: "Sûra, insanlar yollarda, sokaklarda ve meclislerinde iken üfürülecektir. Hatta iki kişi, bir elbise alım satımı konusunda aralarında pazarlık yapacak olsa, daha birisinin onu elinden bırakmasına fırsat kal­madan Sûra üfürülür ve o kişi helak olur. İşte bu ses, hakkında Yüce Al­lah'ın, "Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın yakalar" buyurduğu sestir.

Buhari ve Müslim, Ebû Hureyre; (r.a)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle bir halde, alım satım için satıcı ile müşteri aralarında kumaşlarını yaymış olacaklar da ne alım satım yapabilecekler, ne de kumaşlarını dürebilecekler. Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ki kişi, su havuzunu sıvayıp[8] tamir ede­cek, fakat havuzun suyunu kullanması nasip olmayacaktır. Kıyamet mutla­ka kopacaktır. Öyle bir çabuklukta ki kişi, sağımlı devesinin sütünü sağıp getirdiği halde onu içemeyecektir. Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ansızın kopacaktır ki kişi, yemek yerken lokmasını ağzına kaldıracak, ancak onu yemesine fırsat kalmayacaktır."

Daha sonra Yüce Allah, umumi ölümün veya sayhanın süratini açıkla­makta ve şöyle buyurmaktadır:

"İşte o zaman bunlar bir vasiyette bile bulunamazlar. Hatta o vakit ai­lelerine dahi dönecek halde değildirler."
Yani onlardan bir kısmı diğerine, sahip olduğu mülkü ve borçlarını vasiyet edemeyecek. Aksine onlar sokak­larında ve bulundukları yerlerde ölecekler, çıktıkları evlerine dönme imkâ­nı bulamayacaklar.

Daha sonra Yüce Allah, Sûr'a ikinci kez üfürüleceğini haber vermekte­dir ki bu üfürüş, öldükten sonra dirilme ve kabirlerden kalkma üfürüşüdür:

"Sûr'a üfürüldü. İşte onlar kabirlerinden kalkıp Rabb'lerine koşuyor­lar" Yani öldükten sonra dirilme ve kabirlerden kalkma için Sûr'a ikinci kez üfürüldü. O anda bütün mahlukât, kabirlerinden kalkıp, hesap ve amellerinin karşılığı için Rabb'lerine kavuşmak üzere süratle yürüyorlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün onlar, sanki dikili birşeye koşar gibi kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar." (Me'âric, 70/43).

Daha sonra Yüce Allah, dirilme hadisesinin akabinde onların yaşaya­cakları korku ve ürpertiyi zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"O zaman şöyle dediler:" Vah bize. Bizi yattığımız yerden kim kaldır­dı ?" Yani o diriltilenler şöyle dediler: Helak olduk! Bizi, öldükten sonra kabirlerimizden dirilten kimdir? O kabirler onların, dünya hayatında iken di­riltilip içinden çıkarılacaklarına inanmadıkları yerlerdir. Onlar, o ürperti verici sahneleri ve başlarına gelen korkunç hali müşahede ettikleri zaman, kabirlerinde uyumakta olduklarını zannettiler.

Bu, onların kabirlerinde çekecekleri azabı ortadan kaldırmaz. Çünkü dirildikleri zaman yaşayacakları ahvale nispetle kabir azabı onlara uyku gibi gelecektir.

"İşte Rahmanın vadettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söyle­miş" Yani işte bu, Allah'ın vadettiği ve gönderilen peygamberlerin, yaşana­cağını haber verdikleri şeydir.

İnkarcılar artık kendilerine gelmiş, ölümden diriltildiklerini itiraf ve tasdikin fayda vermeyeceği o gün peygamberlerin doğruluğunu ikrar et­mişlerdir. Yukarıdaki söz, kâfirlerin söyleyeceği sözdür. Bu, Abdurrahman b. Zeyd'in görüşüdür. Şevkânî ve daha başkalarının tercih ettiği görüş de budur.

İbni Cerir ve İbni Kesir ise bu cümlenin, Yüce Allah'ın şu kavlinde ol­duğu gibi meleklerin veya müminlerin cevabı olduğu görüşünü tercih etmişlerdir: "Vah bize! Bu, ceza günüdür" dediler. Bu, yalanlamakta olduğu­nuz hüküm günüdür." (Sâffât, 37/20-21).

Daha sonra Yüce Allah, dirilme işleminin süratini açıklamakta ve şöy­le buyurmaktadır:

"Sadece bir tek sayha olur. Hemen onların hepsi huzurumuza getirilir­ler" Yani Sûr'a üfürüş, bir tek sayhadan başka birşey değildir. O zaman on­lar diri olarak hesap vermek ve amellerinin karşılığını görmek için süratle huzurumuza toplanırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o, ancak bir tek haykırıştır. Ki o zaman onlar hemen diri olarak toprağın yüzündedirler." (Nazi'ât, 79/13-14), "Kıyamet hadisesi de ancak göz kırpma gibidir. Yahut o, daha yakındır." (Nahl, 16/77).

Bundan sonra da, yapılacak olan adil yargılamadan bahdedilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:

"O gün hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz. Siz de yaptığınızdan başka­sıyla mukabele görmezsiniz" Yani kıyamet gününde, ne kadar az olursa ol­sun hiç kimsenin ameli eksiltilmeyecektir ve siz, işlediğiniz hayır ve şerrin karşılığından başka birşey almayacaksınız. [9]


[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/28-30.

24 Aralık 2018 Pazartesi

Bir Kimsenin İlmi Yalnız (Onu Anlayabile­cek) Bazı Kimselere Öğretmesi, Anlayamama­ları Korkusuyla Başkalarına Öğretmemesi

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

49. Bir Kimsenin İlmi Yalnız (Onu Anlayabile­cek) Bazı Kimselere Öğretmesi, Anlayamama­ları Korkusuyla Başkalarına Öğretmemesi

Hz. Ali 
radıyallahu anh şöyle demiştir: "İnsanlara onların anlayabilecekleri şekilde konuşun. Allah ve Resûlü'nün Sallallahü Aleyhi ve Sellem yalanlanmasını hiç ister misiniz?"

127- Ubeydullah İbn Musa, Mâ'ruf İbn Harbuz'dan, o Ebû Tufeyl'den o da Hz. Ali'den 
radıyallahu anh bunu (yukarıdaki sözü) rivayet etmiştir.

Açıklama

Bu hadis, müteşabihleri toplum huzurunda zikretmenin uygun olmadığını göstermektedir. İbn Mesud'un 
radıyallahu anh şu sözü de buna benzemektedir: "İnsanlara akılla­rının yetmeyeceği bir söz söylediğinde, bu söz mutlaka onların bir kısmı için fitne olur". Bunu Müslim rivayet etmiştir.

İmam Ahmed İbn Hanbel, ilk anda devlet başkanına isyan etmeyi çağrıştı­ran hadisleri, Mâlik Allah'ın sıfatları ile ilgili hadisleri, Ebû Yusuf garip karşılanacak konularla ilgili hadisleri, bunlardan önce Ebû Hureyre ileride meydana gele­cek fitnelerle ilgili hadisleri rivayet etmeyi çirkin görmüşlerdir. Huzeyfe de aynı şekilde bunu kötü görmüştür. Rivayet edildiğine göre Hasan-ı Basrî, Enes'in, Haccac'a Uranîlerle ilgili olayı aktarmasını yadırgamıştır. Çünkü o bu hadisi, kötü yorumu sebebiyle çokça kan dökmeye dayanak kılıyordu.

Bu konuda Ölçü şudur: Hadisten ilk anda anlaşılan anlam bid'atı güçlendiri­yor, ancak hadisten bu kasdedilmiyorsa, bundan ilk anda anlaşılan anlamı esas alabilecek kimselere bu hadisin rivayet edilmemesi gerekir.

128- Ebû Katade şöyle demiştir: Enes'in 
radıyallahu anh bize bildirdiğine göre Muaz radıyallahu anh deve üstünde Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem terkisinde idi.

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Muaz'a: "Ey Muaz bin Cebel! dedi.

Muaz: "Emret ey Allah'ın Resulü!" dedi.

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem tekrar: "Ey Muaz' dedi.

Muaz: "Emret ey Allah'ın Resulü!" dedi. Bu üç kere tekrarlandı.

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in onun Resulü olduğuna samimi kalple şahitlik eden herkesi Allah ateşe haram kılar".

Muaz: "Ey Allah'ın Resulü! Bunu insanlara bildireyim de insanlar sevinsin­ler" dedi.

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem : Hayır. O zaman insanlar buna güvenirler (de ameli terk ederler)" buyurdu.

Muaz vefatına yakın günaha düşmekten korktuğu için bunu etrafındakilere anlatarak, onları bu hadisten haberdar etti.
[Hadisin geçtiği diğer yer:129.]

Açıklama

"Samimi kalple şahitlik eden" sözü ile münafığın şahitliği reddedilmiş olmak­tadır. Bu söz; sözü ile şahitlik eder, kalbi ile tasdik eder anlamına da gelebilir.

Tîbî şöyle demiştir: Hadisin Arapça aslında yer alan "sıdk" kelimesi istikamet anlamındadır. Çünkü doğruluk denildiği zaman, sözün gerçeğe uygun olması kasdedildiği gibi, razı olunacak ahlâka uyma da anlaşılır. Nitekim Yüce Allah "Doğruyu getirene ve bunu tasdik edene yemin ederim" [Ez-Zümer,39/33] buyurmuştur. Bu "sözü ile söylediğini fiili ile gerçekleştiren" anlamına gelir.

Tîbî bu sözü ile hadisten ilk anda anlaşılan anlamdaki karışıklığı gidermek istemiştir. Çünkü hadisteki genel ifade ve vurgu sebebiyle, hadisten ilk anda, kelime-i şehadeti söyleyen hiç kimsenin cehenneme girmeyeceği anlaşılmakta­dır. Ehl-i sünnete göre kesin deliller müminlerden bir grup isyankârın cehennem­de azap göreceğini, sonra şefaat ile ateşten çıkacağını göstermektedir. Demek ki hadisten ilk anda anlaşılan anlam kasdedilmemektedir. Hadiste sanki "Bu, salih ameller işleyenlerle sınırlıdır" denilmiş gibidir.

"O zaman insanlar buna güvenirler": Yani bundan ilk anlaşılana güvenerek amel etmekten kaçınırlar.

"Günahtan korktuğu için etrafındakilere anlatarak onları bu hadisten haber­dar etti" ifadesinde kasdedilen günah, ilmin saklanmasından doğacak olan gü­nahtır. Muaz'ın bu hareketi, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem müjdeyi başka­sına duyurma yasağının haramlık değil, tenzih ifade ettiğini göstermektedir. Çünkü bu, haramlık ifade etseydi Muaz bunu hiçbir zaman bildirmezdi.

Hadis, binek hayvanının terkisine başkasını bindirmenin caiz olduğunu gös­termektedir. Ayrıca bu hadis Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem tevazuunu da göstermektedir.

Yine bu hadis, Muaz İbn Cebel'in İlmi seviyesini göstermektedir. Çünkü yu­karıdaki sözü Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem yalnızca ona söylemiştir.

Öğrenci, tereddüt ettiği bir şey hakkında açıklama isteyebilir, yalnızca ken­disinin bildiği bir şeyi başkasına yayma konusunda hocadan İzin İsteyebilir.

129- Enes 
radıyallahu anh şöyle demiştir: Bana belirtildiğine göre Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem Muaz'a şöyle söylemiştir:

"Kim, hiçbir şeyi ortak koşmaksızın Allah'a kavuşursa cennete girer.

Muaz Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem:"Bu müjdeyi insanlara vereyim  mi?" dîye sordu. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Hayır. Ben buna güvenmelerinden korkuyorum" buyurdu.

Açıklama

"Kim ... Allah'a kavuşursa": Yani Allah'ın takdir ettiği ecele kavuşursa. Hadis yorumcularından bir grup böyle söylemiştir. Bundan kasıt, yeniden dirilme veya âhirette Allah'ı görme de olabilir.

(Allah'a) hiçbir şeyi ortak koşmaksızın: Şirki reddetmekle yetinmiştir. Çünkü bu tevhidi gerektirir. Bu ise peygamberliği ispat etmeyi gerektirir. Çünkü Allah'ın elçisini yalanlayan, Allah'ı yalanlamış olur, Allah'ı yalanlayan ise müşriktir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

23 Aralık 2018 Pazar

Bazı İnsanların Anlayamayacağı Ve Daha Kötü Bir Duruma Düşeceği Korkusuyla Yapılması Tercihe Şayan Olan Bir Şeyi Terk Etmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

48. Bazı İnsanların Anlayamayacağı Ve Daha Kötü Bir Duruma Düşeceği Korkusuyla Yapılması Tercihe Şayan Olan Bir Şeyi Terk Etmek

126- Esved şöyle demiştir: İbnü'z-Zübeyİr bana şöyle dedi: "Aişe 
radıyallahu anha sana çokça gizli şeyler söylerdi. Kabe konusunda sana ne söyledi?"

Ben dedim ki: "Bana Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu­ğunu söyledi:

"Ey Âişe! Kavmin küfürden daha yeni kurtulmuş olmasaydı, Kabe'yi yıkar ve ona insanların birinden girmesi, diğerinden çıkması için iki kapı yapardım".

Bunun üzerine Abdullah İbnü'z-Zübeyr böyle yaptı.
[Hadisin geçtiği diğer yerler:1583,1584,1585,1586,2368,4484,7243.]

Açıklama

Hac bölümünde geleceği üzere İbnü'z-Zübeyr Kabe'yi Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem yapmayı düşündüğü şekilde yapmıştır.[1584 nolu hadis]

Hadiste konu başlığına ilişkin husus şudur: Kureyş kabilesi Kabe'ye büyük bir önem verirdi. Onlar yeni Müslüman oldukları için, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem övünme ve kibirlenme maksadıyla Kabe'nin yapısını değiştirdiğini zannetmelerinden çekinmiştir.

Bu hadisten, kötülüğe (mefsedete) yol açacağından emin olunan durumlar­da maslahatı terk etmenin caiz olduğu anlaşılır.

Yine bu hadise göre, bir kimse daha kötü bir sonuca yol açacağını bildiğin­de bir kötülüğü reddetmeyi terk edebilir.

Devlet başkanı haram olmadığı sürece, daha alt seviyede olsa bile halkın yararına olacak uygulamalarda bulunarak insanları yönetir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

22 Aralık 2018 Cumartesi

YASİN SÛRESİ 45.- 47. ayetlerin tefsiri


Kafirlerin Allah'tan Sakınma, Allah'ın Mahlukâtına Karşı Şefkat Gösterme Ve Allah'ın Ayetleri Konusundaki Tutumları:


45- Onlara, "Sizden önce geçen ve ileride sizi bekleyen olaylardan sakının, umulur ki esirgenirsiniz." dendiği zaman (yüz çevirdiler).

46 onlara Rabblerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyedursun, ille de ondan yüz çevirmişlerdir.

47- Onlara, "Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfedin." dendiğinde küfredenler, iman edenlere şöyle dediler: "Allah'ın, dilediği takdirde yedireceği kimseye biz mi yedireceğiz? Doğrusu siz apaçık bir sapıklık içindesiniz."


Açıklaması:

Yüce Allah bu ayetlerde, kâfirlerin azgınlık ve sapıklıklarında devam ettiklerini ve ne geçmişte işledikleri günahlardan, ne de kıyamet günü karşılaşacakları azaptan dolayı üzüntü ve endişe duyduklarını haber veriyor ve şöyle buyuruyor:

"Onlara, "Sizden önce geçen ve ileride sizi bekleyen olaylardan sakının, umulur ki esirgenirsiniz." dendiği zaman yüz çevirdiler." Yani Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren ve onları yalanlayan o kimselere, "Sizden önceki üm­metlerin başına gelen ve sizden önce yaşanan bela, afet ve dünya azabının benzerlerinin sizin de başınıza gelmesinden sakının ve ölünceye kadar küfü
rde ısrar ettiğiniz takdirde, helak olduktan sonra gittiğiniz yerde karşıla­şacağınız ahiret azabından korkun. Umulur ki bundan sakınırsanız Allah da size merhamet eder, sizi azabından korur ve bağışlar." dendiği zaman yüz çevirdiler. Kendilerine "Sakının" dendiğinde sakınmadılar.

Onların yüz çevirmesi bu ayetle sınırlı da değildir. Aksine onlar her ayetten yüz çevirmişlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuyor:

"Onlara Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyedursun, ille de ondan yüz çevirmişlerdir" Yani o müşriklere, Allah'ın birliği ve peygamberlerin doğruluğu konusunda hiçbir ayet gelmemiştir ki, onların işi ondan yüz çe­virmek, onu kaale almamak, hakkında düşünmemek ve onunla menfaatlenmemek olmasın. Çünkü onların düşünme ve -imana ve Hz. Peygamber (s.a.)'i tasdike götüren- akıl yürütme yeteneği atalete uğramıştır.

Onlar, Allah ve peygamberi hakkındaki kötü itikatları bir yana, Al­lah'ın yarattıklarına karşı şefkati de terketmişlerdir. Yüce Allah şöyle bu­yuruyor:

"Onlara, "Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfedin" dendiğinde küfredenler, iman edenlere şöyle dediler: "Allah'ın, dilediği tak­dirde yedireceği kimseye biz mi yedireceğiz?" Yani onlardan sadaka verme­leri ve Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan yoksullara ve ihtiyaç sahipleri­ne infak etmekle emrolundukları zaman müminlerle alay ederek ve büyüklenerek onlara şöyle cevap verdiler: "Eğer Allah isteseydi, kendilerine infakta bulunmamızı isteyen şu kimseleri zengin eder ve onları rızkıyla do­yururdu. Dolayısıyla biz, Allah'ın onlar hakkındaki arzu ve iradesine uy­gun hareket ediyoruz."

Onların yürüttükleri bu mantık yanlış ve geçersizdi. Çünkü Yüce Al­lah bir kula bir mal verdiği, sonra da onun üzerine o malda bir hakkı ge­rekli kıldığı zaman, gerekli kıldığı o miktarı o kimseden çekip almış gibi olur. Dolayısıyla kâfirlerin söz konusu itirazının bir anlamı yoktur. Kâfir­ler, "Allah istese onları doyurur." şeklindeki sözleriyle doğruyu dile getir­mişler, ancak onlar bu sözü delil olarak ileri sürmekle yalana ve yanlışa kaymışlardır.

Buradaki, "Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden" ifadesi, infaka teşviktir. Zira size rızık veren Allah'tır. Bu itibarla eğer infak ederseniz Al­lah sizi, daha önce rızıklandırdığı gibi ikinci kere de rızıklandırır.

Bu ifade aynı zamanda son derece kötü bir huy olan cimriliği de yer­mektedir. Zira cimrilerin en cimrisi, başkasının malında cimrilik gösteren kimsedir.

Bu ayette, Allah'ın yarattıklarına karşı şefkati terketmek de yerilmek­tedir.

Bütün bunların yanında kâfirler, kendilerine infakı emredenleri ayıp­lamış ve sapıklıkla itham etmişlerdir. Zira onlara verdikleri cevabın sonunda "Doğrusu siz, apaçık bir sapıklık içindesiniz." demişlerdir. Yani siz, bize infakı emreden sözünüzde ancak açık bir hata, doğru ve hak yoldan sapma içindesiniz.

Müşriklerin bu anlayışı yanlış ve hatalıdır. Çünkü Allah'ın hikmeti, insanların rızıkta farklı farklı olmasını gerektirir. Dilediği kimsenin rızkını daraltan, dilediği kimsenin rızkını da yayıp genişleten Odur: "Allah kulla­rına rızkı bollaştırsaydı yeryüzünde azarlardı. Fakat O, rızkı dilediği ölçü­de indiriyor. Çünkü O, kullarının her halinden haberdardır, onları gören­dir." (Şûra, 42/27). O, bir kısım insanları zengin ederken diğerlerini yoksul yapar. Yoksullara sabretmelerini, zenginlere de mallarından yoksullara vermelerini ve şükretmelerini emir buyurur: "Kim elinde bulunandan yok­sullara verir, günahlardan korunursa ve en güzel sözü doğrularsa, onu en kolaya hazırlarız. Fakat kim cimrilik eder, kendini müstağni sayıp en güzel sözü yalanlarsa, biz de onun güçlüğe uğramasını kolaylaştırırız." (Leyi, 92/5-10).

İbni Cerir, "Doğrusu siz, apaçık bir sapıklık içindesiniz." kavl-i ilâhisi hakkında şöyle demiştir: "Bu ifadenin Yüce Allah'a ait olması ve kâfirler müminlerle münakaşa edip, onların sözlerini reddettikleri zaman kâfirle­re, "Doğrusu siz apaçık bir sapıklık içindesiniz." buyurmuş olması ihtimali de vardır." İbni Kesir ise bu görüşün tartışılır olduğunu söylemiştir. En doğrusunu Allah bilir. [7]



[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/23-25.

21 Aralık 2018 Cuma

YASİN SÛRESİ 33.- 44. ayetlerin tefsiri


İlahi Kudretin, Öldükten Sonra Dirilme Ve Diğer Bazı Konulardaki Delilleri:


33- Ölü toprak onlar için bir ayettir: Biz onu dirilttik, ondan tane çıkar­dık da ondan yiyorlar.

34- Orada hurma ve üzüm bahçeleri yarattık. Orada çeşmeler akıttık. Onun ürününden ve kendi ellerinin emeğinden yesinler. Hâlâ şükretmiyorlar mı?

36- Yerin bitirmekte olduğu şeylerden, kendilerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden bütün çiftleri yaratan o Allah ne yücedir!


37- Gece de onlar için bir ayettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız Bir de bakarlar ki karanlıkta kalıvermişler.

38- Güneş de kendi karargâhında akıp gitmektedir. Bu, mutlak galip ve her şeyi hakkıyla bilen Allah'ın takdiridir.

39- Aya da konaklar tayin ettik. Ni­hayet o, eski urcun
(kuruyup incelen eski hurma dalı) haline döner.

40- Ne aya erişmek güneşe düşer, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte yüzmektedirler.

41- Onlar için bir ayet de, onların zürriyetini o dopdolu gemide taşı­mış olmamız

42- Ve kendilerine binecekleri bu­nun gibi nice şeyleri yaratmış bulunmamızdır.

43- Dilesek onları suda boğarız, ne kendilerine imdat eden bulunur, ne de kur­tarılırlar.

44- Ancak bizden bir rahmet ve bir süreye kadar yaşatma müstesnadır.


Açıklaması:


"Ölü toprak onlar için bir ayettir: Biz onu dirilttik, ondan tane çıkardık da ondan yiyorlar" Yani Allah'ın varlığına ve ölüleri diriltip onlara hayat verecek kudrete sahip bulunduğuna delâlet eden alâmetlerden biri de üze­rinde bitki bulunmayan kupkuru toprağı, üzerine yağmur yağdırarak yeni­den canlandırması ve onu üzerindeki muhtelif renk ve şekillerdeki bitkiler­le adeta dalgalanıp sallanır hale getirmesi; ondan, kulların ve onların hay­vanlarının rızkı olan taneyi çıkarmasıdır ki, bu tane, yenen şeylerin büyük çoğunluğunun aslı ve hayatın ve geçimin kendisiyle idame ettirildiği temel maddedir. İşte ölüleri de tıpkı ölü toprağa hayat verdiğimiz gibi diriltiriz.

"Orada hurma ve üzüm bahçeleri yarattık. Orada çeşmeler akıttık" Ya­ni canlandırdığımız yeryüzünde, incir, üzüm vs. ağaçlarıyla bezeli bahçeler var ettik; orada çeşitli yerlere dağılıp giden nehirler akıttık.

Diğer meyveler arasında hurma ve üzüm kelimelerinin müzekker (eril) kalıplarla ifade edilmesinin sebebi şudur: Yiyeceklerin en lezzetlileri, tatlı olanlardır ve zikredilen meyveler de en tatlı yiyeceklerdir. Çünkü hur­ma ve üzüm, diğerlerinin aksine hem gıda, hem de meyvedir, ayrıca fayda­ları en çok olan yiyeceklerdir.

"Ki onun ürününden ve kendi ellerinin emeğinden yesinler. Hâlâ şük­retmiyorlar mı?" Yani tanelerin ve bahçelerin yaratılmasıyla amaçlanan, insanların, hem hurma ve üzümlerin mezkûr ürününden yemesi, hem de kendi ellerinin emeğiyle diktikleri fidanlardan, ektikleri ekinlerden, tane ve ürünlerden elde ettikleri içecek ve yiyeceklerden faydalanmasıdır. Bütün bunlar, onların kudret ve kuvvetleriyle olan şeyler olmayıp, sadece Yü­ce Allah'ın onlara bir rahmetidir. Öyleyse onlar, kendilerine ihsan ettiği hadsiz hesapsız bu nimetlere karşılık Yüce Allah'a şükretseler ya! Bu ifa­de, terkini kınama tarzında gelen bir şükür emridir.

Bu ayetteki "ürününden" kelimesi, daha önce zikredilen "hurma ve üzüm bahçeleri"ne aittir. Râzî şöyle demiştir: "Meşhur olan görüşe göre bu kelime Allah'a racidir." "... ve kendi ellerinin emeği" ifadesi ise Râzî'ye göre ziraat ve ticareti kapsar.

Yüce Allah onlara şükretmelerini emir buyurduğuna göre Allah'a şü­kür ibadetle yapılır. Yüce Allah onların, kendisine ibadeti terketmekle kal­mayıp, başkalarına kulluk ettikleri ve şirke düştükleri konusunda uyarıda bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Yerin bitirmekte olduğu şeylerden, kendilerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden bütün çiftleri yaratan o Allah ne yücedir!" Yani muhtelif renk, tat ve şekillerde çeşit çeşit ve sınıf sınıf ekin, ürün ve bitkiyi, "her şeyden iki çift yarattık; olur ki inceden inceye düşünürsünüz diye" (Zâriyât, 51/49) buyurduğu gibi nefislerden erkek ve dişiyi, "ve sizin bilmediğiniz daha nice şeyler yaratmaktadır" (Nahl, 16/8) buyurduğu gibi onların bilmediği daha pek çok mahlukâtı yaratan Allah, ortağı bulunmaktan münezzehtir.

Özetle şu insan, hayvan ve bitkilerden oluşan büyük mahlukâtın ve daha bilmediğimiz şeylerin yaratıcısı olan Allah, ortağı ve benzeri bulun­maktan münezzehtir. Daha önceki ayette şükür emredildiği gibi, bu ayette de, Yüce Allah'ın, lâyıkı olmayan şeylerden tenzih edilmesi emir buyurulmaktadır...

Mekân planında öldükten sonra dirilmenin ve haşrın imkân dahilinde olduğuna yeryüzünün ahvali ile delil getirdikten sonra Yüce Allah, zaman­ların ahvalinden de dört delil zikretmektedir:

1- "Gece de onlar için bir ayettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. Bir de bakarlar ki karanlıkta kalıvermişler." Yani Yüce Allah'ın azametli kudretinin delillerinden biri de, gece ile gündüzün yaratılması, bu ikisinin hiç şaşmadan ardarda gelmesi, gündüzü geceden sıyırıp çıkarması ve böy­lece ışığı getirip karanlığı gidermesi, geceyi de gündüzden sıyırıp çıkarması ve bu suretle mahlukâtın karanlıkta kalması ve ışığı gidermesi, bunların birbirini takip etmesi ve birinin gelmesiyle diğerinin gitmesi, keza öbürü­nün gelmesiyle bunun gitmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Geceyi, onu durmadan kovalayan gündüze bürüyüp örter." (A'râf, 7/54). Bu, yeryüzünün, kendi ekseni etrafından batıdan doğuya dönmesi­nin sonucudur. Böylece güneş, yerkürenin bir yarısında doğarken, diğer yarısında kaybolur. Karanlık ve aydınlığın herbirinde bir fayda ve hayır var­dır. Zira gece olunca iş-güç terkedilir ve insanlar, gündüzün yorgunluğunu atmak için istirahata ve sükûnete çekilir. Aydınlıkta ise rızık kazanmanın verdiği fayda, lezzet, hareket ve iş vardır.

"Bir de bakarlar ki karanlıkta kalıvermişler." Yani karanlığa girmişler. Buradaki "ve izâ" ifadesi, birdenbire olmayı anlatır. Yani onlar ansızın ve birdenbire karanlığa girerler. Artık yapabilecekleri hiçbirşey yoktur, kaçı­nılmaz olarak karanlığa girerler.

2- "Güneş de kendi karargâhında akıp gitmektedir. Bu, mutlak galip ve her şeyi hakkıyla bilen Allah'ın takdiridir." Yani Yüce Allah'ın kudretine delâlet eden müstakil alâmetlerden biri de güneşin, kendi karargâhında, yörüngesinin sonuna kadar dönmesidir. Bu dönüş, her şey üzerine kahir ve galip olan ve ilmi her şeyi kuşatmış bulunan Yüce Allah'ın takdiridir.

Burada geçen "müstekarr"(karargâh) kelimesi hakkında müfessirlere ait iki görüş vardır:

a) Bu kelimeden murat, güneşin mekân olarak karar kıldığı yerdir. Bu­rası, Arş'ın altıdır ki, o tarafta dünyadan hemen sonra gelen kısımdır. Nere­de olursa olsun gerek güneş, gerekse bütün mahlukât Arş'ın altındadır.

b) Bu kelimeden murat, güneşin zaman olarak karar kılacağı andır ki, seyrinin sonudur. Bu da kıyamet günüdür.[4]

Astronomi bilginleri, dünyanın, güneş etrafını yılda bir kere dolanma­sı sebebiyle güneşin, yıldızların ortasındaki görünür dönüşüne ilâve bir ha­reket daha olduğunu ispat etmişlerdir.

Güneşin bundan başka iki hareketi daha vardır: Biri, takriben yirmi altı günde bir kendi ekseni etrafında dönmesi, diğeri de gezegen uydularıy­la birlikte saniyede yaklaşık ikiyüz mil hızla yıldız sisteminin merkezi et­rafında dönmesi. Müstekarr, güneşin bu ilk hareketi esas alındığında bil­ginlere göre güneşin sabit ekseni, ikinci hareketi esas alındığında ise bü­tün yıldız sisteminin merkezidir.

3- "Aya da konaklar tayin ettik. Nihayet o, eski urcun haline döner." Yani Allah, ay için de menziller takdir etmiştir ki ay bu menzillerde güneşinkinden başka bir seyirle seyreder. Bunlar, yukarıda zikrettiğimiz 28 menzildir. Ay, her gece bu menzillerden birine günde 13 derecelik bir sap­mayla varır. Sonra eğer ay 30 gün ise iki gece görünmez. Şayet ay 29 gün ise bir gece görünmez. Ay bu menzillerden sonuncusuna geldiği zaman in­celir, küçülür, sararır ve yay halini alır. Sonra da ilk menzile döner. Niha­yet eski urcun gibi olur. "Urcun", üzerinde hurma bulunan daldır ki sarı ve enli olup, insanlar tarafından bükülür ve üzerindeki hurma salkımları koparılır. Kendisi de hurma ağacının gövdesi üzerinde kuru olarak kalır.

Güneşin hareketleri sayesinde gece ve gündüz bilindiği gibi, ayın menzilleriyle de senenin aylarının gidişatı hakkında fikir yürütülür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sana yeni doğan ayları sorarlar. De ki:

Onlar insanlar ve hacc için vakit ölçüleridir" (Bakara, 2/189); "Güneşi ışık, ayı nur yapan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona menziller ta­yin eden O'dur" (Yûnus, 10/5); "Biz geceyi ve gündüzü birer ayet olarak ya­rattık. Nitekim, Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, ayrıca, yılların sayı ve hesabını bilmeniz için gecenin karanlığını silip aydınlatan gündüzün aydınlığını getirdik. İşte biz her şeyi açık açık anlattık. " (İsrâ, 17/12).

Güneş hergün doğar ve günün sonunda batar. Fakat doğuş ve batış yerleri yazın ve kışın değişir, bir noktadan diğerine intikal eder. Bu sebeple gündüz uzar, gece kısalır, sonra gece uzar, gündüz kısalır. Aya gelince, ona da menziller tayin buyurmuştur. Ayın ilk gecesinde zayıf ve az ışıklı olarak doğar. Sonra ikinci gece ışığı artar ve gökyüzündeki konumu yükselir. Son­raki her yükselişinde güneşten aldığı ışıkla daha parlak ve aydınlık olur. Nihayet 14. gecede en ışıklı ve yuvarlak haline ulaşır. Sonra ayın sonuna doğru noksanlaşmaya başlar ve nihayet eski urcun gibi olur.

Astronomi bilginleri, ayın yörüngesi çevresindeki yıldızları 28 gruba ayırmışlardır ki bunlara ayın menzilleri denir. Araplar, yağmur yağıp yağmayacağını bunlarla anlarlar ve gezegenlerin yerlerini -ki güneş de bun­lardandır- bunlardan hareketle tespit ederlerdi.

4- "Ne aya erişmek güneşe düşer, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte yüzmektedirler." Yani ne güneş, ne de ay için birbirlerine ka­vuşmak doğru ve kolaydır. Çünkü bunlardan her biri için müstakil bir yö­rünge vardır ve onlardan hiçbiri, bu yörüngesindeyken diğeriyle bir araya gelmez. Güneş, bir günde 1 derece, ay ise günde 13 derece miktarı yol alır.

Gecenin ayeti olan ay, gündüzün ayeti olan güneşi geçemez. Çünkü bunların herbirinin zamanı farklıdır. Güneşin alanı ve zamanı gündüz iken, ayın zamanı gecedir.

Güneş, ay ve dünya, tıpkı balığın suda yüzmesi gibi gökyüzündeki kendi feleklerinde yüzer ve dönerler. Güneş, yarıçapı 93 milyon mil olan kendi yörüngesinde seyreder ve dönüşünü 1 yılda tamamlar. Ay, her ay dünyanın etrafında yarıçapı 24 bin mil olan yörüngesinde döner. Dünya ise güneşin çevresini bir yılda dönerken, kendi etrafında da bir gün ve bir ge­cede döner.

Bu, Yüce Allah'ın, güneş, ay ve dünyanın herbiri için, üzerinde dön­dükleri müstakil bir yörünge tayin ettiğinin delilidir. Güneş ile ayın hiçbiri diğerinin ışığını engellemez. Güneş ve ay tutulmasında meydana gelen na­dir durumlar bunun istisnasıdır.

Böylece mekân ile ilgili -ki o yeryüzüdür- delil ile yukarıda verdiği­miz dört zaman ile ilgili delili zikrettikten sonra Yüce Allah, kudretini gös­teren bir başka delil daha getirmektedir. Bu delil, insanın, tıpkı karada yü­rüdüğü gibi denizde de yürütülmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "... ve onları karada ve denizde taşıdık" (İsrâ, 17/70). Bu manada, üze­rinde durduğumuz surede de şöyle buyurmaktadır:

"Onlar için bir ayet de, onların zürriyetini o dopdolu gemide taşımış ol­mamızdır." Yani Yüce Allah'ın kudret ve rahmetinin delillerinden biri de, denizin, zürriyetin gemi ve taşıtlarını taşımaya amade kılınmasıdır. Bura­daki "zürriyet'ten kasıt, azık ve maişet temin edecek şeyleri çoğaltmak için bir memleketten diğerine naklettikleri mallarla dolu olan gemilerdeki ev­lâtlardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kudret delillerinden bir kısmını size göstermek için Allah'ın nimetiyle gemilerin denizde akıp gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır." (Lokman, 31/31).

Buradaki "zürriyet'in, Hz. Nuh (a.s.)'un gemisinde taşınanlar olduğu söylenmiştir. Bu gemi, çeşitli mal ve eşyalar ile Yüce Allah'ın, mahlukâtı so­yunu korumak amacıyla taşınmasını emir buyurduğu -her türden bir erkek ve bir dişi olmak üzere ikişer eşten oluşan- hayvanlarla dolu bulunuyordu.

Şu halde bu ayetin anlamı şöyle olur: Allah, onların baba ve dedelerini Hz. Nuh'un gemisinde taşıdı.

"ve kendilerine binecekleri bunun gibi nice şeyleri yaratmış bulunmamızdır." Yani insanlar için, o gemiler misali kara gemileri olan develer ya­rattık. Zira insanlar bu develer üzerine hem yük ve eşya yüklerler, hem de kendileri binerler.

Ancak Razi, ekseri müfessirlerin görüşüne göre bu ayetteki "mislihî: bunun gibi" kelimesindeki zamirin "gemiler" kelimesine raci olduğunu söy­lemiştir. Yani kendilerine, binecekleri o gemiler gibi daha başka çeşit çeşit gemiler yaratmış bulunmamızdır. Bu durumda söz konusu ayet, "Ve daha başka çeşit çeşit azap vardır." (Sâd, 38/58) ayeti gibi olur. Bu görüşün kabul edilmesi halinde buradaki "fülk" kelimesinden maksat, develer değil, onla­rın zamanında mevcut bulunan başka gemilerdir. En açık anlam budur.

Bunu, buradaki "Dilesek onları suda boğarız" kavl-i ilâhisi de tayit et­mektedir. Eğer "fülk" kelimesiyle develer kastedilmiş olsaydı, "ve kendileri­ne binecekleri bunun gibi nice şeyleri yaratmış bulunmamızdır" ayeti, an­lamca birbirine bağlı iki ifadeyi birbirinden ayırmış olurdu.

Bir diğer ihtimal de söz konusu zamirin, malum fakat burada zikredil­memiş olan bir ifadeye raci olmasıdır. Bu durumda da ayetin takdiri anla­mı şöyle olur: Zikrettiğimiz mahlukât gibi.. Nitekim "Ki onun ürününden ... yesinler" ayetinde de aynı durum söz konusudur.[5]

Şu halde bu ayet kara taşıtları, tren ve uçaklar gibi modern her türlü taşıta da şamil olur. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "Hem binmeniz, hem de süs için atları, katırları, merkepleri yarattı ve sizin bilmediğiniz daha nice şeyler yaratmaktadır." (Nahl, 16/8).

Yüce Allah'ın rahmet ve lütfunun bir delili de bu vasıtalara binenleri korumasıdır. Zira ayette "Dilesek onları suda boğarız, ne kendilerine imdat eden bulunur, ne de kurtarılırlar" buyurulmaktadır. Yani eğer onları, yükleriyle birlikte suda boğmayı isteseydik, o durumda onların imdadına gele­cek veya kendilerini boğulmaktan kurtaracak kimse olmazdı ve onlar, baş­larına gelen o olaydan kurtarılmazlardı.

"Ancak bizden bir rahmet ve bir süreye kadar yaşatma müstesnadır." Bu ayette geçen "illâ rahmeten minnâ" ifadesindeki "illâ" harfi münkatı istisnadır. Bu ayetin takdiri anlamı da şöyledir: Ancak sizi, karada ve deniz­de rahmetimizle yürütüyor, boğulmaktan koruyor, belli bir süreye kadar selâmette tutuyor ve Yüce Allah katında malûm olan bir vakte, yani ölüme kadar sizi dünya hayatıyla nimetlendiriyoruz. [6]


[4] İbni Kesir, III/571 vd.

[5] Razî, XXVI/81; Alûsî, XXIII/27.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/15-20.

20 Aralık 2018 Perşembe

"Size İlimden Çok Az Bir Şey Verilmiştir" Âyeti Kerimesinin Açıklaması


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

47. "Size İlimden Çok Az Bir Şey Verilmiştir [İsrâ 17/85] Âyeti Kerimesinin Açıklaması

125- Alkame'nin Abdullah'tan 
radıyallahu anh rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir:

Hz. Peygamber'le 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem birlikte Medine harabelerinde yürürken, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem hurma dalından bir değneğe dayanıyordu. Derken birkaç Yahudi'yle karşılaştı. Yahudiler birbirlerine "Ona ruh hakkında sorun" dediler. Diğer bazıları "Ona bir şey sormayın, hoşlanmayacağınız bir şey söyleyebilir" dediler. Onlardan bir adam kalkarak "Ey Ebû'l-Kâsım! Ruh nedir?" diye sordu. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem sustu. Ben (içimden) "Ona vahiy indiriliyor" dedim. Ayağa kalktım. Vahiy hali kendisinden geçince şu âyetleri okudu: "[İsrâ 17/85] 

el-A'meş şöyle demiştir: "Bizim kıraatimizde de bu âyetin okunuşu böyle­dir.[Hadisin geçtiği diğer yerler:4721,7297,7456,7462]

Açıklama

Abdullah'ın 
radıyallahu anh kalkmasının nedeni, Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir ka­rışıklık arız olmasın diye yahut da onunla Yahudiler arasına engel oluşturmak içindir.

Yahudiler'in Hakkında Soru Sorduğu Ruh

Âlimlerin çoğunluğuna göre Yahudiler canlılarda bulunan ruhun mahiyetini sormuşlardır.

Ruh: Cebraildir. 
Hz. İsa'dır. 
Kur'an'dır. 
Rûhânî büyük bir varlıktır.

Bunun dışında başka şeyler de söylenmiştir. Bu konuda ayrıntılı bilgi Tefsir bölümünde gelecektir. Orada, canlılardaki ruha işaret edeceğiz. En doğru görüşe göre bunun hakikatini yalnızca Allah bilmektedir.

el-A'meş'in "Bizim kıraatimizde de bu âyetin okunuşu böyledir" sözü ile el-A'meş kıraati kastedilmektedir. Bu kıraat mütevatir yedi kıraat arasında bulun­madığı gibi meşhur kıraatler arasında da bulunmamaktadır.

19 Aralık 2018 Çarşamba

Âlime İnsanların En Bilgilisi Kimdir?" Diye Sorulduğunda Bunu Allah'ın Bilebileceğini Söylemesi Müstehaptır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

44. Âlime İnsanların En Bilgilisi Kimdir?" Diye Sorulduğunda Bunu Allah'ın Bilebileceğini Söylemesi Müstehaptır

122- Said İbn Cübeyr 
radıyallahu anh şöyle demiştir:

İbn Abbas'a: "Nevf el-Bekkâlî, bilge adamla buluşan Musa'nın İsrailoğullarının peygamberi olan Hz. Musa 
Aleyhisselam değil başka bir Musa olduğunu iddia ediyor" dedim:

İbn Abbas 
radıyallahu anh Nevf el-Bekkâlî için: "Allah düşmanı yalan söylemiş. Übey İbn Kâ'b radıyallahu anh bize Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem şunu aktarmıştır: "Hz. Musa İsrailoğullarına konuşma yapmak üzere ayağa kalktı. Kendisine: "En bilgili insan kimdir?" diye soruldu. O da "En bilgili benim" dedi. Allah, bu konudaki bilgiyi kendisine bırakmadığı için Musa'yı azarladı ve ona:"îki denizin birleştiği yerde (bulunan) kullarımdan bir kul senden daha bilgili" diye vahyetti.

Hz. Musa "Ya Rab! Ona nasıl gidebilirim?" diye sordu. Kendisine "bir zenbil içinde bir balık taşı. Onu kaybettiğin yerde o kulu bulacaksın" denildi.

Hz. Musa yanına hizmetçisi Yûşa İbn Nûn'u alarak yola düştü. Yanlarında zenbil içinde bir balık taşıyorlardı. Kayanın yanına varınca başlarını koydular ve uyuyakaldılar. Balık zenbilden çıkarak kurtuldu ve denizde iz bırakarak gitti. Denizde böyle bir izin bulunmasına Musa ve hizmetçisi şaşırdılar. Uyandıktan sonra o gecenin kalan kısmında ve gündüz yollarına devam ettiler. Sabah olunca Hz. Musa hizmetçisine "Öğle yemeğimizi getir. Gerçekten bu yolculuğumuzda bir hayli yorulduk" dedi. Hz. Musa, gitmesinin emredildiği yeri geçmeden önce yorgunluk duymamıştı. Hizmetçisi "Gördün mü, kayanın dibinde barındığımız zaman balığı unutmuşum" dedi. Hz. Musa "İşte aradığımız da buydu" dedi. Bunun üzerine kendi izlerine baka baka geriye döndüler. Kayanın yannıa geri gelince orada elbisesine bürünmüş bir adam gördüler. Musa selâm verdi.

Hızır: "Hayret! Senin bulunduğun bu yerde selâm ne gezer?" dedi.

Musa: "Ben Musa'yım" dedi.

Hızır: "İsrailoğullarının Musa'sı mı?" diye sordu.

Musa: "Evet" dedi. Daha sonra "Sana öğretilen üstün ilimden bana öğret­men için sana tabi olayım mı?" diye sordu.

Hızır: "Sen benimle birlikte sabredemezsin. Musa! Bende Allah'ın kendi ilminden verdiği Öyle bir ilim var ki sen onu bilemezsin. Sende de Allah'ın verdiği öyle bir ilim var ki onu da ben bilmem" dedi.

Musa: "Sen inşallah beni sabırlı bulacaksın. Ben senin hiçbir emrine isyan etmeyeceğim" dedi.

Bunun üzerine ikisi deniz sahilinde yürüdüler. Gemileri yoktu. Bir gemi yanlarına uğradı. Onları taşıması için gemicilerle konuştular. Gemiciler Hızır'ı tanıdılar ve onları ücretsiz olarak gemiye aldılar. O sırada bir serçe gelerek geminin kenarına konup denizden bir iki damla su aldı.

Hızır: "Musa! Benim ilmim ve senin ilmin, bu serçenin denizden aldığı bir yudum kadar bile Allah'ın ilmini eksiltmez" dedi.

Sonra Hızır gemi tahtalarından birini söktü.

Musa: "Adamlar ücretsiz olarak bizi gemiye aldıkları halde sen, içindekileri boğmak için gemilerini mi deliyorsun?" dedi.

Hızır: "Sen benimle birlikte sabredemezsin demedim mi?" dedi.

Musa: "Dalgınlığımdan dolayı beni sorumlu tutup, bana güçlük çıkarma" dedi.

Musa'nın bu ilk itirazı gerçekten de dalgınlık eseri idi. İkisi yolculuklarına devam ettiler. Bir de baktılar ki bir çocuk başka çocuklarla oynuyor. Hızır çocu­ğun başını eliyle kopardı.

Musa: "Bir cana karşılık olmaksızın günahsız bir canı mı öldürdün?" dedi.

Hızır: "Ben sana benimle birlikte edemezsin demedim mi?" dedi.
[Hadisi rivayet eden İbn Uyeyne Hızır'ın bu ikinci sözünün ilkinden daha güçlü olduğunu söylemiştir.]

İkisi yine yolculuklarına devam ettiler. Nihayet bir köye varınca köy halkın­dan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındı. Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır eliyle işaret ederek duvarı düzeltti.

Musâ: "İstesen bu iş için ücret alabilirdin" dedi. 


Hızır: "İşte bu, ikimizin ayrılacağı zamandır" dedi.
 Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

"Allah Musa'ya merhamet etsin, isterdik ki biraz daha sabretseydi de ikisinin arasında geçen başka olaylar bize antatılsaydı".

Açıklama

"Allah düşmanı yalan söylemiş" sözü hakkında İbnü't-Tîn şöyle demiştir: "İbn Abbas bu sözü ile Nevf'i Allah'ın korumasından çıkarmak istememiştir. An­cak ilim adamları hak olmayan bir şey duyduklarında kalpleri bundan nefret eder ve insanları bundan engellemek ve sakındırmak için bu tür sözler ederler. Yoksa bu sözün hakikati kasdedilmemiştir".

Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya 
Aleyhisselam söylediği "O (Hızır) senden daha bilgilidir" sö­zünden ilk anda Hızır'ın nebi olduğu, hatta risalet ile görevlendirilmiş bir nebi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü böyle olmasa üst seviyedeki bir kimse, kendisin­den daha üst seviyedekine üstün kılınmış olur ki bu, batıl bir görüştür. Hızır'ın peygamber olduğunu gösteren en açık delillerden biri onun yaptığı şeyler hak­kında "Ben bunu kendiliğimden yapmadım" sözüdür. Onun peygamber oldu­ğuna inanmak gerekir, ta ki batıl yolda olanlar bunu "Veli, peygamberden üs­tündür" şeklindeki İddialarına dayanak yapmasınlar. Hâşâ ve kellâ.

Hızırın "Senin bulunduğun bu yerde selâm ne gezer?" sözü "selâmın bilin­mediği bu yerde selam ne gezer?" anlamına gelir. Burası küfür ülkesi idi veya onların selamlaşmaları "selâm" sözcüğü İle yapılmıyordu.

Bu, peygamberler ve onlardan daha alt seviyedeki velilerin, Allah'ın kendi­lerine bildirdiği dışında gaybı bilmediklerini gösterir. Çünkü Hızır tüm gaybı bilseydi, Musa'yı kendisine sormadan bilirdi.

Hızır'ın "Benim ilmim ve senin ilmin, bu serçenin denizden aldığı bir yudum kadar bile Allah'ın ilmini eksiltmez" sözü, Allah'ın ilminden hiçbir şeyi eksiltmez anlamına gelir. Bu güzel bir yorum olmakla birlikte daha güzel bir yorum şudur: Şurada Allah'ın ilmi ile kasdedilen Allah'ın bildiği varlıklardır. Çünkü buradaki ilim kelimesinin başına, bir şeyin bir kısmını ifade eden "min" harfi gelmiştir. Allah'ın zatında bulunan İlim, ezelî bir sıfat olup parçalanamaz, Allah'ın bilgisine konu olan şeyler (nesneler ve olaylar) İse bölünebilir.

Kurtubî şöyle demiştir: İbn Cüreyc rivayetinde bu hadis bağlam olarak daha güzel bir anlatım ile ve şüpheden daha uzak bir ifade ile gelmiştir. O rivayette "Allah'ın ilmi yanında benim ve senin ilmin ancak şu serçenin gagası ile denizden aldığı su kadardır" denilmiştir.

Hz. Hızır Ve Hz. Musa'nın Kıssasından Çıkarılacak Sonuçlar

Kurtubî şöyle demiştir:

Hz. Musa ile Hızır'ın kıssasından çıkarılacak önemli sonuçlar vardır. Şöyle ki:

Allah kendi mülkünde dilediğini yapar, mahlûkâtı hakkında onlara yarar ve zarar verecek şekilde dilediği gibi hükmeder. O'nun fiillerini anlama ve hükümlerine itiraz etme konusunda aklın bir fonksiyonu yoktur. Mahlûkâtın (insanların) onun hükmüne rıza göstermesi ve teslim olması gerekir. Akıllar, rubûbiyetin sırlarını keşfedecek güçte değildir. Onun verdiği hüküm hakkında "niçin" ve "na­sıl" soruları sorulamaz.

Bu kıssa ile ilgili olarak iki çarpıtmaya da işaret edelim:

1. Bazı cahiller bu kıssaya dayanarak Hızır'ın Hz. Musa'dan daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Bu sözü ancak bu kıssayı anlayacak kadar düşüncesi gelişmemiş ve Allah'ın Hz. Musa'ya verdiği; risalet, onunla doğrudan konuşma, içinde her şeyin hükmü bulunan Tevrat'ı indirme, Hz. İsa da dahil olmak üzere İsrailoğullarına gönderilen bütün peygamberlerin onun şeriatı ve nübüvvetinin hükmü ile yükümlü olmaları konularını anlayamayanlar söyler. Kur'an, Hz. Musa'nın bu üstünlüklerinin pek çok delilini sunmaktadır. Bu konuda şu âyet yeterlidir: "Ey Musa! Ben risaletimle (sana elçilik vermemle) ve seninle konuşmakla seni insanlar arasından seçerek üstün kıldım.[El-A'raf,7/144.]

Peygamberler bölümünde Hz. Musa'nın fazileti ile ilgili yeterli açıklama ge­lecektir.[3394 nolu hadis]

Hızır, nebi olsa bile, resul olmadığında görüş birliği vardır. Resul, nebiden daha üstündür. Hızır'ın resul olduğunu kabul etsek bile, Hz. Musa'nın risaleti daha büyük, ümmeti de daha çok olduğundan o daha üstündür. Hızır, olsa olsa İsrailoğullarının peygamberlerinden biri ile aynı konumda olabilir ki Hz. Musa onların en üstünüdür.

Hızır'ın nebi değil velî olduğunu kabul edersek, nebi veliden daha üstündür. Bu, aklen de naklen de kesin olan hususlardandır. Bunun aksini kabul eden kişi küfre girer, çünkü bu husus dinde zaruri olarak bilinen (herkesin bilip inanması gereken) hususlardandır.

Hızır ile Musa kıssası yalnızca Musa'nın ibret alması için bir imtihan idi.

2. Zındıklardan bazıları, İslam şeriatının hükümlerini yıkacak bir yöntem be­nimseyerek şöyle demişlerdir: "Musa ile Hızır kıssasından anlaşıldığına göre di­nin genel hükümleri, zeka seviyesi düşük genel halk kitleleri hakkında geçerlidir. Evliya ve seçkinlerin ise bu nasslara (âyet ve hadislerdeki hükümlere) İhtiyaçları yoktur. Onlardan istenen yalnızca kalplerine gelene uymalarıdır. Onlar hak­kında, kalplerine doğan şeye göre hüküm verilir. Çünkü onların kalpleri kirler­den temizlenmiş ve şer'î hükümleri anlatan kelimelerden boşalmıştır. Nitekim Hızır hakkında da böyle olmuş, o kalbine doğan ilimler sayesinde Musa'nın sa­hip olduğu şeriattan müstağni olmuştur. "İnsanlar sana fetva verse de sen fetvayı kalbinden al" şeklindeki meşhur hadis de bunu desteklemektedir".

Bu söz zındıklığa ve küfre götürür. Çünkü bu, dinden olduğu kesin olarak bilinen bir şeyi inkar etmektir. Zira Allah'ın kanunu ve yürürlüğe koyduğu sö­züne göre; Allah'ın hükümleri ancak O'nunla halk arasında elçilik yapan pey­gamberler aracılığı ile bilinebilir. Bu peygamberler Allah'ın dinini ve hükümlerini İnsanlara açıklar. Nitekim Yüce Allah "Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçer [El-Hac,22/75] "Allah peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir [El-En'am,6/124.] buyurmuştur. İnsanlara, peygamberlerin getirdiği bütün hükümlere itaat etmelerini emretmiş, onlara İtaat etmeye ve emrettikleri hükümlere yapışmaya teşvik etmiştir. Çünkü doğru yol ondadır. Bu konuda kesin bilgi ve İlk dönem âlimlerinin görüş birliği vardır. Peygamberlerin Allah'ın hükümlerini getirdiği yollar dışında, hükümleri bilmenin başka bir yolu bulunduğunu ve bu yolun peygamberlerin yoluna ihtiyaç bırakmadığını iddia eden kişi kâfirdir, öldürülür, kendisinden tevbe etmesi istenmez (yani tevbe etmesine müsaade edilmez).

Hızır'ın yaptığı şeyin din ile çelişen hiçbir tarafı yoktur. Zalim bir kimsenin gemiyi gasp etmesini önlemek için geminin tahtalarından birinin sökülmesi, zalim kimsenin gasp tehlikesi geçince tahtanın yerine çakılması hem din hem akıl bakımından caizdir. Ancak Musa ilk anda görünen durumu dikkate alarak bunu yadırgamakta acele etmiştir. Müslim'in Ebû İshak'tan rivayetindeki şu ifade bunu açık olarak göstermektedir: "Gemiyi çalıştıran kişi tahtasının kırık olduğunu görünce onu tamir etti".

Farklı şekillerde anlaşılmaya müsait olan durumları yadırgamakta acele et­memek gerekir.

Hızır'ın çocuğu öldürmesine gelince bunun, onun dininde caiz olması muhtemeldir.

Duvarı onarma ise kötülüğe iyilikle karşılık verme cinsinden bir fiildir. Bu hadisle ilgili diğer meseleleri tefsir bölümünde ele alacağız.[4762 nolu hadis]


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.