9 Ağustos 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 146*****

Bi’datleri tespit etmenin yolu

Bİ’DAT


İbadetlere yeni şeyler eklemek tefrikanın önünü açar. 

Tefrika: Birbirine kötülük etmeye değin varan sürekli anlaşmazlık, ikiye ayrılma. 

Ezana, namaza bir şeyler eklenirse veya sıfırdan yeni ibadetler geliştirilirse zamanla işin nereye varacağı belli olmaz. O yüzden bi’datler görüldüğü kadar masum değildir. 

Bi’datleri tespit etmenin yolu; bunların Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellemin uygulamalarında olup olmadığına bakmakla mümkün olur, Cenab-ı Allah Kitab’ında zikretmiş mi buna bakmakla mümkün olur. 

Bu iki kaynakta görülmeyen bir ibadet sonradan ihdas edilmiştir, iyi niyetle de yapılsa dine zarar verir kemâlâtı bozar. 

Bi’datleri meşru göstermeye çalışmak, artık bunlar yüzyıllardır kökleşmiş kemikleşmiş diyerek takılıp kalmak yerine; Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem yapıyor muydu, diye sormak lazım. 

Dinimiz kemale ermiştir, kâmil olana yapılan bir ilaveden güzellik doğmaz. “Kâmil” kelimesi zaten en güzel olan demektir. 

“Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim.” Maide-3

“Her bi’dat delalettir, her delalet ateştir.” (Müslim, 867; Nesai, 3/188.) 

Yeni bir ibadet çıkarmak kulun haddine değildir. Dinde sonradan kural haline getirilenler bi’dattir, dini değeri yoktur. 

İnsan kendisine Allahu Teala’nın öğretmediği bir şey üzerinden, Allah’ı memnun etmeye kalkamaz. Tam tersi O’nu kızdırıp iyice irtifa kaybeder. 

Yeni bir şey ihdas etmek Allah’ın hakkıdır, bunu kullar kullanamazlar. Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’de örneğini görmediğimiz, Kuran’da tarif edilmeyen konularda insanların uyanık olmalarını, bunları kabul etmemelerini öneriyorum. Burada küçük bir formül buldum: Bir yere gittiğimizde bize bir ibadet tarif edilmiş ve yapmamız bekleniyorsa, o zaman soralım, bu ibadetin farzları nedir, söylesinler. Yok diyorlarsa öyleyse soralım, bu ibadetin sünnetleri nelerdir? Çünkü namazın ve diğer ibadetlerin farzları-sünnetleri vardır. Hatta ibadet olmayan bazı şeylerin bile sünnetleri vardır. Mesela su içmenin, konuşmanın, yürümenin.. 

Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in bunları nasıl tatbik ettiğine dair elimizde rivayetler var. Bu hususlarda peygamberimizi taklit etmek, ona tâbi olmak kişiye sevap kazandırır. Sünnetleri nelerdir diye sorduğumuzda eğer onun sünnetleri de yok diyorlar ise o zaman bu ihdas edilmiş, uydurulmuş bir şeydir. Bunun âdâbı var derler ise, o Allah’ın istediği bir şey değildir, o peygamberimizin de yaptığı bir şey değildir, bu sonradan birilerinin yaptığı bir şeydir, bunun da âdâbı olur. 

Kemâle ermiş dinimize “aslında kâmil değil” iddiasında bulunuyorlar. Demek istiyorlar ki; Cenab-ı Hak bilememiş eksik bırakmış, elçisi örneklememiş, o yüzden bu alanların doldurulması falanca filanca zatlara kaldı, onlar da bunları eklediler. Anca böyle kâmil oldu, gibi abuk sabuk bir iddiaya dönüşür !!!

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

8 Ağustos 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 145

Tedbir, Allah’ın isabet ettirmek dilediği şeyi asla engelleyemez

TEDBİR


Biz Allah emretti diye tedbir alırız. 

Ama biliriz ki bu tedbir, Allah’ın isabet ettirmek dilediği şeyi asla engelleyemez. 

Zaten engellesin diye de almıyoruz bu tedbiri. 

Allah emretti diye aldık. 

Bir ibadet gibi. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

7 Ağustos 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 144

Bunları bir insan yerli yerinde yapmak istiyorsa Kuran’a yönelmeli

KUR’AN-I KERÎM


Dünyayı olduğu kadar küçük görebilmek, büyüklüğüne göre önem vermek ve esasen ahiretin büyüklüğüne göre de heyecan duyup beklentiye kapılmak.. Bunları bir insan yerli yerinde yapmak istiyorsa Kuran’a yönelmeli, şifaya kavuşmalıdır. 

“Şifa ve rahmet namına ne varsa biz Kuran’dan sürekli indirmekteyiz.” diyor Cenab-ı Hak. Kuran’ın kendisi nazil olup bitmiştir ama Kur’an üzerinden şifa ve rahmet inmeye devam etmektedir. Her kapağını açtıkça insanlar Kuran’ın, şifa ve rahmet ile kendilerini buluşturmaktadırlar. 

Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem cephede savaş meydanlarında ölüm korkusunun pik yapacağı o anlarda bile insanları hep Kuran ile teskin etti, onlara hep Kuran okutuyordu. Niye? Çünkü ölümle yüz yüzeler, buna karşı en güçlü şeyi kullanmaları lazım. Başka bir şey olsaydı Hz. Peygamber onu yapardı. 

Demek ki Kuran öyle bir kuvvet sağlar ki insana, hele hele bu rüku ve secde ile eşlik ederse, ölüm korkusu olsa dahi dünyanın etkisi cılızlaşır ve kişiyi terk eder. Böyle kimseler arkalarında bıraktıkları aileleri ve mülklerinden ziyade önlerinde onları bekleyenlerin tesirine kapılırlar. Gerçek yurduma, gerçek varlığıma, Rabbimin gerçek vadettiklerine kavuşacağım arzusuyla dolarlar. 

Kur’anı Kerîm bize canlılık verir, şifa verir, rahmet verir, adeta nefes alırız. Kuran, Kuran’la irtibatı olmayan kimseleri ölü olarak tarif etmektedir. 

Kur’an insanın kalbini olması gereken yere çeker. Kalbin sağa sola kayıp, orijinden koptuğu, başka tesirlerin altına girdiği bir anda tekrar KUR’AN okuyarak bir kişi kalbini kalibre eder, gerçeklerle paralel bir hale döner. 

Neye ne kadar çok bakarsan, onun tesiri altına o kadar çok gireceksin. Kur’ana kendini açarsan onun tesirine kendini bırakırsın demekki !!!

“Allah’ın katındakiler daha hayrlı ve daha kalıcıdır.” İşte bu vaade tutunabilmek, buna heveslenebilmek, bunu arzu edebilmek, bunu etrafımızdakilerle paylaşabilmek, bunun ümidine kapılıp bunun heyecanının bizi sardığını, çevremizdeki insanların bizde gözlemlediği gün işte epeyce yol almışız demektir. Bu Allah’ın büyük bir lütfu olsa gerek. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

6 Ağustos 2024 Salı

***SAFER AYI BELA AYI MIDIR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Dinimizde böyle bir inanışın kesinlikle yeri yoktur. Bu inanış cahiliye adetlerinden kaynaklanan, asılsız bir hadisedir.

Safer, kameri ayların ikincisinin adıdır. Resmi vesikalarla hususî mektuplarda ve takvimlerde “Saferu'l-hayr” şeklinde yazılır ve (s) rumuzuyla gösterilirdi. Bilindiği gibi kamer (ay)ın doğuş ve batışına tabi olan ay hesabına “kamerî aylar” denilmektedir ki şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîu’l-evvel, Rebîu’l-ahir, Cemaziye’l-evvel, Cemaziye’l-ahir, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Hakikatte ayların sayısı ALLAH katında, ALLAH’ın kitabında -ta gökler ve yeri yarattığı günden beri- on iki aydır. Onlardan dördü haram olanlardır. İşte bu, en doğru hesaptır. O halde bilhassa bunlarda, o haram aylarda nefislerinize zulmetmeyin. Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topyekûn harb ederlerse, siz de onlarla topyekûn harb ediniz. Bilin ki ALLAH, haramlardan, fenalıklardan sakınanlarla beraberdir.”
1

Ebû Bekre (R.A.)den rivayete göre, Veda haccında okuduğu hutbesinde:

Takvim düzeni açısından zaman, ALLAH’ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki ilk durumuna dönmüştür. Artık sene on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Ve üçü peşi peşinedir ki, Zilkade, Zilhicce ve Muharremdir. Bir de Cemaziye’l-âhir ile Şaban arasında yer alan Müdar’in Receb’idir.”
2 buyuran Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz haram ayların: “Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb” ayları olduğunu belirtmiştir. Araplar daha İslâmiyet gelmeden önce Haram ay denilen bu ayları kutsal tanır ve bu aylarda savaştan, yağmacılıktan kaçınırlardı. Çünkü müşrik de olsalar, inanç ve yaşantılarında “Hak Din”den kalıntılar vardı. Haram aylara hürmet, Kâbe’yi tavaf etmek ve hac yapmak gibi. Tabii bütün bunlar da tahrif edilerek, aslından uzaklaştırarak yapıyorlardı. Aslında bütün batıl dinler, hep “Hak Din”den uzaklaşma neticesinde oluşmuşlardır. Hiçbir batıl din, birileri tarafından kurulmamıştır. Bu bakımdan dinimizi, olduğu gibi dosdoğru öğrenmek ve yaşamak mecburiyetindeyiz.

Araplar her yıl kendi adetlerine göre gelip hacceder, ALLAH’a iman ile putlara tapmayı birbirine karıştırıp içinden çıkılmaz garip bir inanç sistemi meydana getirirlerdi. Ama her şeye rağmen mal ve can güvenliği yoktu. Mekke’ye hac mevsiminde gelebilmek bile başlı başına bir problem idi. O yüzden kabile reisleri hac aylarından olan Zilkade ile Zilhicce’de bir de onu izleyen Muharrem’de savaşmayı kaldırırlar ve bu ayları hürmetli sayıp kesinlikle uyulmasında ısrarla dururlardı. Böylece uzak yerlerden hac için gelenler bu üç ayda hem ibadetlerini yerine getirirler, hem de güven içinde evlerine dönme imkânı bulurlardı.

Cahiliyye devrinde, birbiri ile çarpışmaya ve talana alışmış olan Araplara fasılasız üç ay güvenlik ve sulh içinde yaşamak çok ağır geliyordu. Onun için Hz.İbrahim (A.S.) ve Hz.İsmail (A.S.)dan beri devam ede gelen bu tertibi canlarının istediği gibi bozmaya, mesela Muharrem ayındaki haramlığı Safer ayına çevirmeye, diğer haram ayları da ileri geri götürmeye başladılar ve hadis-i şeriflerde de belirtildiği üzere:

“Muharrem ayını Safer diye isimlendirerek”3, Muharrem’i haram ayı olmaktan çıkarıyorlar, haram ayındaki yasakları işliyorlardı. Böylece, Muharrem’in haramlığını Safer ayına tehir ediyorlardı. Maksatları ardı ardına gelen üç haram ayı ikiye indirmek, üçüncüyü bir ay geriye bırakmaktı. Çünkü üç ay üst üste, savaşmak, yağmalamak ve öldürmek gibi alışkanlıklardan uzak kalmak onlara zor geliyordu. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de:

“Haram ayları ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. ALLAH’ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O’nun haram kıldığını helal kılmak için haram ayını bir yıl helal sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Böylece onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. ALLAH kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”4 buyurarak, onların bu nesi’ tatbikatlarını “küfürde artış” olarak değerlendirmiştir.

Bu hal hicretin 10.yılına kadar devam etti. Veda Haccında Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz ayların o sene tam yerini bulduğunu açıkladı.

Binaenaleyh, Safer ayının uğursuzluğu hakkında söylenenlerin asıl menşei işte bu cahiliyye devri davranışlarıdır. Öyle ya! Bir adamın yurdunda ve ailesi yanında rahatça oturmasını ve dağda, bayırda serbestçe gezip-dolaşmasını değiştiren, şehirlileri gurbete çıkarıp bedevilerden bir kısmını savaşa gönderen, bir kısmını da sakınmaya, korunmaya, korkmaya mecbur eden bir ay; uğursuz sayılmaz da ne yapılır? İşte Arabistan çöllerinde meydana gelen bu hadiseler, Safer ayının “Saferu'l-hayr” diye vasıflandırılmasına rağmen uğursuz sayılmasına sebep olmuştur.5

Safer; ayrıca cahiliyye devri Araplarının inandığı bir uğursuzluk çeşididir. Hz.Peygamber (S.A.V.)Efendimiz bunu reddetmiştir. Ebû Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz:

“Hastalığın, sahibinden bir başkasına kendi kendine sirâyeti yoktur, eşyâda uğursuzluk yoktur. Ükey ve baykuş ötmesinin tesîri ve kötülüğü de yoktur. Safer ayında uğursuzluk yoktur. Bunlar Cahiliyet hurafeleridir. Fakat ey mümin! Sen cüzzâmlıdan, arslandan kaçar gibi kaç!”6 buyurdu.

Hadis-i şerifte geçen “Safer” iki şekilde tevil edilmiştir. Birinci yoruma göre bundan maksat: “Safer ayı”dır. Yukarıda da izah edildiği gibi, cahiliyyet devrinde Araplar Nesi’ usûlüne göre, Muharrem ayının haram ay oluşunu Safer’e naklederlerdi. Ve bu suretle Safer, haram aylardan sayılırdı. Resûlü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz bunu da men edip: "Artık Safer ayı için hürmet yoktur!" Buyurmuştur.

Asr-ı Saâdet’ten zamanımıza kadar devam edip gelen halk inanışına göre, bu ayda akdedilen nikahı devamsız sayarlar. Hatta halk arasında bu aya boş ayı derler. Çünkü “Safer” lûgatta boş demektir. Dilimizdeki Sıfır kelimesi de buradan gelir. Araplar bu ayda birbirlerine yağmada bulunurlar ve evlerini eşyadan hâli ve boş (Safer) bırakırlardı. Bu sebeple yağma ayına Safer denmiştir. İşte bu hadis-i şerif ile Safer ayının uğursuz kabul edilmesi men olunmuştur. Çünkü Safer ayının diğer aylardan hiçbir farkı yoktur. Diğer aylar zamanın bir dilimi olduğu gibi Safer ayı da zamanın bir dilimidir. Bu batıl akide cahil halk arasında yaşamakta ve Safer ayında nikâh yapmanın uğursuzluk getireceğine inanılmaktadır. Bu batıl inancı yıkmak için İslâm âlimleri mücadele etmişler, hatta pek çok âlim özellikle bu ayda nikâh kıymışlardır. Buharî’nin bir rivayetine göre, Hz.Âişe (R.Anha) validemiz: Benim nikahım da, zifâfımda Safer ayında idi, buyurduklarına göre, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz bu hurâfevi fikrin izâlesine fiilen de çalışmıştır.7 Bu bakımdan safer ayında evlenilmez, yoksa devam etmez; safer ayında doğan çocuklar uğursuz olur v.b. inanışlar tamamen batıldır, hurafedir.

İmam Malik’e, hadis-i şerifte geçen: “La safere” sözünün manası soruldu da: Cahiliye halkı Safer ayını helâl aylardan sayarlardı. Sonradan onu bir sene helâl, bir sene de haram saymaya başladılar. Hz. Peygamber (S.A.V.)Efendimiz de onların bu âdetini kaldırmak için:“ Böyle bir sene helâl, bir sene de haram sayılan bir Safer ayı yoktur” buyurdu, cevabını verdi.8

İkinci yoruma göre Safer, karında yaşayan bir takım kurtlardır. Câhiliyet devri itikatlarından biri de budur. Araplar karın boşluğunda yılana benzeyen bir hayvanın yaşadığına, insan acıktığı zaman o hayvanın heyecanlanıp, çok defa sahibini ısırıp öldürdüğüne inanırlardı. Hatta bunu uyuz hastalığından daha bulaşıcı sayarlardı. Bunun, insan veya hayvan karnında bulunup, bulaşıcı bir hastalık olduğuna da inanırlardı.

Cahiliyye devrinde bulaşıcı hastalıkların ilâhî bir tesire tâbi olmaksızın bizatihi, yani kendi kendilerine sirayet edip geçtiklerine inanılırdı. Hâlbuki her şeyde hakikî müessir, ALLAH’ın iradesidir. Bu irade de hastalıkların geçmesinde bir takım sebepleri vasıta kılar. Bunlardan biri, hasta olan kimselerle temastır. Hadisteki “Cüzâmlıdan kaç!” emri, hastalığın başkasına geçme sebeplerinden birini en açık şekilde belirtmiştir.

İşte Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, “Yok” diye buyurmakla her iki manaya gelen Safer’in batıl ve asılsız olduğunu belirtmektedir.

Binaenaleyh, Davud u Antakî’nin, Tezkire isimli eserinde yazılı olan şu hususlar kesinlikle doğru değildir:

“Gökten inen bütün belâlar Safer ayının son çarşambasında iner. Bundan dolayı o gün insanlar üzerine çok zor gelir, işte o gün selâm ayetlerini okuyan, bir daha seneye kadar selâmette olur. Safer ayı namazı: Safer ayının ilk ve son çarşamba gecesi gece yarısından sonra, yeryüzüne nazil olacak, inecek belâlardan biiznillahi Teâlâ muhafaza olmak için sabah namazından evvel dört rekat nafile namaz kılıp birinci rek'at da Fatiha'dan sonra on yedi Kevser sûresi, ikinci rek’at da Fatiha'dan sonra beş ihlâs-ı şerif, üçüncüde Fatihadan sonra bir Felâk sûresi dördüncüde bir Nas sûresi okuyup selâm verilip dua edilecektir. Keza Safer ayının son çarşambasının gecesi veya gündüzü iki rek'at namaz kılıp birinci ve ikinci rek'at da Fatiha'dan sonra on bir ihlas-ı şerif okunacak, namazdan sonra yedi defa istiğfar edip el kaldırıp on bir defa Salât-ı Münciye)okunacaktır.”

Evet, bu bilgilerin kaynağını bulmak, mümkün olmamıştır. Yukarıdaki ayet-i kerime ve hadis-i şerifler bu inancı kesinlikle reddetmektedir. Aslı yoktur. Hurafedir.

Safer ayının; bazı felâketlerin sıklaştığı bir zaman dilimi, binaenaleyh uğursuz bir ay olduğu hakkında:

“Bundan dolayı biz de, dünya hayatında zillet azabını kendilerine tattırmamız için,uğursuz uğursuz günlerde üzerlerine çok gürültülü, kavurucu soğuk bir rüzgâr, kasırga, fırtına gönderdik. Ahiret azabı ise elbette daha çok horlayıcı, daha çok rezil rüsvay edicidir. Onlara hiç bir şekilde yardım da edilmez.”9

“Gerçekten biz haklarında uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü, kavurucu soğuk bir rüzgâr, kasırga, fırtına gönderdik.”10


Ayet-i kerimeleri delil olarak ileri sürülmektedir. Halbuki:

a- Bu iki ayet-i kerime; ibret alınması için, Hûd (A.S.)ı yalanlayan Âd kavminin nasıl helâk edildiğini bildirmektedir. Ayet-i kerimede geçen: “…uğursuz uğursuz günlerde…;… uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde…” ifadeleri, tamamen Âd kavmi ile alakalıdır. Bütün tefsirlerde “aleyhim = uğursuzluk onlara” kaydı bulunmaktadır. “Uğursuz günler” gönderilen şiddetli fırtınanın ardı arası kesilmeden devam ettiği ve bu yüzden kavmin helâk olduğu günlerdir. Yoksa bizzat günlerin kendisinde uğursuzluk diye bir şey yoktur. Ayrıca uğursuzluğu, onların helak olmaları ile son bulmadı da, kıyamete kadar kabirde azap gördüler.11 Dolayısıyla bazı müneccimlerin zannettiği gibi o uğursuzluk, günün kendisi ile ilgili değildir. Yani o gün, herkes ve her şey için uğursuz olmayıp, sadece onlar hakkında uğursuz olmuştur.

Müneccimler buradan bazı günlerin uğursuz olduğuna delil getirmişlerdir. Fakat Kelâm uleması demişlerdir ki, günlerin "uğurluluk" ve "uğursuz"lukla nitelenmeleri zatî değil, izafîdir. Yani gün bir adama göre uğursuz, diğer bir adama göre de uğurlu olabilir. Elem gören bir adam için uğursuz, nimet gören bir adam için uğurlu olur. Mesela bu günler Hûd (A.S.)ı yalanlayan Âd kavmine, kâfirlere, bozgunculara uğursuz, fakat Hûd (A.S.)a ve O’na iman edenlere rahmet günleri ve hayırlı olmuştur. Çünkü kâfirlerden kurtulmuşlardır.

b- Kur'an-ı Kerim’de geçmiş peygamberlere ve milletlere dâir kıssalar mevcuttur. Kur'an-ı Kerim’deki bu kıssalardan maksat, geçmiş peygamberlerin ve milletlerin başına gelenlerden bir ibret dersi almamız kast olunmaktadır. Kur'an-ı Kerim hâdiselerin teferruatını değil, kendi gayesine uygun ve insanların müşterek dertleri olan yönlerini seçer, ibret alınacak ince noktaları vererek, hayatın tanzim etme yollarını gösterir. Sözün kısası, Kur'an-ı Kerim’deki kıssaların asıl gayesi ahlâki ve terbiyevi oluşudur.

Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssaların tarihi gerçekleri yansıtan ibret levhaları olduğuna inanıp bunların sebepleri üzerinde düşünerek hayata müspet yön vermek durumundayız. Çünkü bu kıssalarda kötü ve yanlış yoldakilerin de cezalandırıldığı bildirilip öğretilmiştir. Bu arada geçmiş Peygamberlerin ve toplumların başına gelenler anlatılmış ve sonunda hakkın galip geldiği açıklanmıştır. Yoksa ilgili kavimlere ait bu kıssaları, Fıkıh Usûlü ilmindeki “Şer’u men kablena = Geçmiş şeriatler” kısmına girdirip, buradan bize ait bağlayıcı, kesin hükümler çıkartmak mümkün değildir.

c- Ayet-i kerimede geçen: “…uğursuz uğursuz günlerde…;… uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde…” ifadeleri hakkında tefsirlerde denilir ki: Bu günler, Şubat'ın sonundan "Berdü'l-acûz = kocakarı soğuğu” denilen günleri idi. Şevval'in sonunda çarşambadan çarşambaya olduğu da rivayet edilmiştir. Safer ayı ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.12

Bir de ayet-i kerimede geçen “uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde…” ifadesinden genel manada her Çarşamba günü hakkında uğursuzluk söz konusu olduğu ileri sürülmekte ve şu hadis-i şerif de delil olarak gösterilmektedir:

“Çarşamba günü, uğursuzluğu sürekli olan bir gündür”13


Bu ise, kesinlikle doğru değildir. Çünkü gerek bu hadis-i şerif ve gerekse bu konuda rivayet edilen diğer bütün hadis-i şerifler, senedlerinde “metrûk, kezzab” raviler bulunması sebebi ile muhaddisler tarafından zayıf kabul edilmiştir, sahih olmadıkları vurgulanmıştır.14 Hatta İbnü’l-Cevzî, uydurulmuş olduğunu belirtir. Zayıf hadisle itikadî konularda asla amel olunmaz. Sadece amellerin faziletleri konusunda, usûl kitaplarında belirtilen özel şartlarına bağlı olarak amel olunur.

Ayet-i kerimede geçen: “…uğursuz uğursuz günlerde…;… uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde…” ifadelerinin tamamen Hûd (A.S.)ı yalanlayan Âd kavmine, kâfirlere, bozgunculara aid olduğunu yukarıda belirtmiştik. Dolayısıyla bu günler, Hûd (A.S.)a ve O’na iman edenler ve salihler, iyiliğe çalışanlar için, müminler için her zaman rahmet günleri ve hayırlı olmuştur. Nitekim Cabir b. Abdullah (R.A.) den rivayete göre: Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz Hendek savaşı sırasında Fetih Mescidinde kâfir ordularına karşı üç gün: Pazartesi, Salı ve Çarşamba günü beddua etmişti. Çarşamba günü iki namaz arasında, ikindiye yakın bedduası kabul oldu. Ayrıca Cabir b. Abdullah (R.A.): Her ne zaman, bana zulüm olan bir hadiseyle karşılaşsam, mutlaka o saati kollarım, bedduamı yaparım, kabul edildiğini anlarım, demiştir.15 İbn Abbas (R.A.) da: Hiçbir kavme Çarşamba günü dışında azap edilmemiştir, demiştir.16

Bütün bunlar gösteriyor ki: Çarşamba günü zalimler, kâfirler için azap günüdür, amma müminler için kurtuluş günüdür. İyiliğe çalışanlar hakkında Çarşamba gününün bir uğursuzluğu söz konusu değildir. Nasıl olabilir ki? Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz:

“…. ALLAH Teâlâ, nûru Çarşamba günü yaratmıştır…” buyurmuşlardır.17 Bu sebeple ilim ehli, derslere Çarşamba günü başlamaya özen göstermişlerdir. Çünkü ilim bir nurdur. Çarşamba günü, ağaç dikmek de iyi görülmüştür. Çarşamba günü, zeval vaktinden sonra duaların kabul olacağı ifade edilmiştir. Alış-veriş dâhil dinen meşru her iş yapılabilir. Unutmayalım ki:

Kula belâ gelmez ALLAH yazmadıkça,
ALLAH belâ yazmaz, kul azmadıkça.

M.Talu-Dini meseleler


dipnot
(1) Tevbe Sûresi: 36
(2) Buhari, Tefsir (9) 8, Bed’ül’l-Halk:2, Megazi:77, Edahi: 5, Tevhid: 24, Müslim, Kasame: 29, Ebu Davud, Menasik: 67, Ahmet b. Hanbel,4/37,73
(3) Bak. Buhari, Hacc:34, Menakıbu’l-ensar: 26, Müslim, Hacc:198, Ebu Davud, hacc: 80
(4) Tevbe Sûresi: 37
(5) Geniş bilgi için bak. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 3/89-90
(6) Buhari, Tıp:19
(7) Tecrid-i Sarih Tercemesi, 12/86
(8) Ebu Davud, Tıp:24, No:3914
(9) Fussilet sûresi:16
(10) Kamer sûresi:19
(11) Bak. Nesefî, Tefsir, 4/91,203; Kazî Beyzavî, Tefsir,2/447; Kurtubî, Tefsir, 17/135; Alûsî, Ruhu’l-Meânî, l5/139; Rûhu’l-beyan,9/274; İbn-i Kesîr, Tefsir, Elmalı’lı M.Ham-di Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 7/4643
(12) Alûsî, Ruhu’l-Meânî, l5/139; Rûhu’l-beyan,9/274; Elmalı’lı M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 7/4643,
(13) Taberani, el- Mu’cemu’l-Evsat ; 1/444, No: 801; Ebu Avane Müsned; Eyman: 12; No: 6022: 4/57; Deylemi, Firdevs, 5/532, No: 8997; Münavi, Feyzu’l-kadir; 1/64; İbn Adiyy, El-Kamil fi Zuafairrical; 1/387; İbn Hacer, Lisanü’l-Mizan; No: 8439 6/42; Acluni, Keşfül-Hafa; 1/ 12; İbn Hacer, Telhisul-Habir, 4/1590, No: 2133;Beyhaki, Sü-nen-i Kübra; Şehadat, 15/208, NO: 21248
(14) Taberani, el- Mu’cemu’l-Evsat ; 1/444, No: 801; Ahmed Sıdık el-Gamarî, el-Müdavî Şerhun li’il-Münavî,1/23-29; İbn Arrak, Tenzihu’ş-şeria, 1/53-56, NO:19-24; İbnü’l-Cevzî, el-Mevzûat, Bab:89, No:917-919,
(15) Buhari, Edebü’l-Müfred, 293; No: 725; Beyhaki, Şuabu’l-İman, Sıyam: No:3874
(16) Kurtubî, el-Câmiu'l-Ahkâmi'l-Kur'an, 15/333, Âlûsi, Rûhu'l-Meânî, 13/173
(17) Müslim, Sıfetü’l-münafikın:27, No:2789, 4/2149

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

***SAFER AYI ve BELALARIMIZ-Faruk Beşer


Safer ayı girdi. Yine Peygamber Efendimizin sas söylemediği sahabe efendilerimizin yapmadığı, İmam-ı Azam'dan başlayıp Ahmet bin Hanbel'de biten dönemde de yapılmamış, söylenmemiş -bu ay bela(?)ayıdır denip- bir çok dua ve namaz  cep telefonlarımıza ve sosyal medyaya düşecek maalesef.


 Faruk Beşer'in bu konuyla ilgili yazısını okumanızı tavsiye ederim. 

...Gazeteler telefon açıp soruyor, televizyonlar görüş bildirmemizi istiyor. Safer Ayı uğursuz mudur, bela ayı mıdır?Duyanlar da önemli bir olayın bulunduğunu sanacaklar. Önce ciddiye almadım ve cevap verme gereği duymadım. Sonra baktım ki, koca koca insanlar konuyla ilgileniyorlar. Demek ki, işin esasını bilmeyenler var. O halde birkaç kelam etmeliyiz dedim.
Evet, mesele ciddi bir mesele değil ama oluşturulan edebiyat ciddi sorunlar doğuruyor...


..Önce prensibimizi belirleyelim:

İslam’ın asıl bilgi kaynağı vahiydir, yani Kur'an-ı Kerim’dir.

Sünnet, yani Hz. Peygamber’in sözleri, fiilleri ve onayları Kur'an-ı Kerim’in yanlışsız uygulanmasından ibarettir, Müslümanların vahyi doğru anlayabilmelerinin garantisidir. Onu bilmeden vahyi anlayamazsınız.

Hadis ise, sünnetin sözlü olan kısmıdır.

Ve Sünnet bize çok ciddi ilmi çabalarla intikal ettirilmiştir, Müslümanlar bu konuda başka hiçbir millete nasip olmayan muhteşem bir ilim ortaya koymuşlardır. İsnad ilmini geliştirmişlerdir.

Bununla birlikte bazen bilmeden bazen de kasıtlı olarak Efendimiz adına hadisler uydurulmuş, aslı olmayan kıssalar anlatılmış ve bu alanda da müthiş bir edebiyat oluşmuş. Aslında bu durum bile Sünnet'in gücünü anlatmaya yeter. Çünkü kötü niyetli insanlar bile düşüncelerini ancak hadis diye söylerlerse kabul göreceğini biliyorlardı.

...hadis âlimleri vakti zamanında bunların hepsini tek tek ayırmışlar ve her şeyi zapta geçirmişler. Birazcık ilmi olan neyin sahih, neyin zayıf, neyin uydurma olduğunu şimdi üç saniyede anlayabilir. Çünkü zamanında muhaddislerin ayıklayıp hükmünü verdiği yüz binlerce hadis ya da söz, günümüzde programlar haline getirilmiş ve iki tuşa basmakla neyin ne olduğunu hemen anlayabilirsiniz.

Şimdi de Safer Ayı için böyle bir giriş yaptım ve kelimenin kaynaklarda 196 kez geçtiğini gördüm ve her birini tek tek okudum. Tamamı iki sözün tekrarından ibaretti. Bu iki sözün birisi Hz. Peygamber’in şerefli sözü, yani hadisi şerif, diğeri ise onun adına uydurulmuş, hadis diliyle mevzu bir sözdür. Geriye kalanlar bunların farklı kanallarla rivayetlerinden ibaretti. Daha sonra uydurulan hikâyelerin ise haddı hesabı yok.

Şerefli söz şu: “İslam’da hastalığı bulaştıran manevi bir gücün olduğunu sanma, uğursuzluk, baykuşun ötmesinden mana çıkarma ve Safer Ayı'nı uğursuz bilme diye bir şey yoktur”. Bu sözü nakleden raviler, Efendimiz'in bunu böyle cahiliye inançlarını reddetmek için söylediğini anlatırlar. Hadis pek çok kaynakta vardır ve sahihtir...

...Onun adına uydurulan söz ise şudur: “Kim bana Safer Ayı'nın çıktığını müjdelerse ben de ona cenneti müjdelerim”. Bu söz sadece uydurma hadisleri toplayan kaynaklarda vardır ve uydurmadır, aslı yoktur kaydıyla zikredilir. Safer Ayı'nın uğursuzluğu da bu uydurma sözden çıkarılmıştır...

..Safer elbette bela ve musibet ayı değil, ama asıl bela ve musibet İslam adına uydurulmuş sözleri ve hikâyeleri İslam diye nakletmektir. Böyle olunca işin esasını anlamayanlar ya da anlamak istemeyenler de bütün hadislerin uydurulmuş olduğunu söyleyip, Hz. Peygamber’in örnekliği olmadan Kur'an-ı Kerim’i anlayabileceklerini sanırlar ve ikinci bir bela ve musibetle karşılaşmış oluruz.


Halk arasında uğursuzluk meydana getireceğine inanılan zaman, söz, hâl ve davranışların aslı var mıdır?

Uğursuzluk: Herhangi bir şeyde bulunduğu zannedilen ve işlerin ters gitmesine sebep olarak ileri sürülen bir durumdur.

Değişik çağlarda pek çok kişi ve toplumlar çevrelerinde gördükleri bir takım eşyalarda, hayvanlarda ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inanmıştır. Çağımızda bu uğursuzluk anlayışını üzerinden atamamış pek çok insan görülür. Bu tipteki insanlar, uğursuz olarak niteledikleri şeylerden, kendilerine bir kötülük ve zarar geleceği inancındadır. Daima bu tür şeylerden uzak durmağa çalışırlar. Hiç bir dinî ve ilmî kaynağı olmayan "uğursuzluk" anlayışına sahip olsalar, hayatların her safhasında korku ve endişe içinde bulunurlar.

Aslında hiçbir şeyde uğursuzluk yoktur; hiçbir şey doğuştan uğurlu değildir. Uğursuzluk olsa olsa herkesin kendisinde, kendi yorumunda ve anlayışındadır. Halk arasında sık sık kullanılan "uğurlu geldi" veya "uğursuz geldi" gibi sözler birer zan ve kuruntudan ibarettir.

Hz. Peygamber (asm) bir hadis-i şerifinde,

"İslâm'da taşe'üm (uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur; en iyisi tefe'ül (iyiye yorma) dır." (Buharî, Tıb, 54)

buyurarak, bu zararlı anlayışın İslam'da bulunmadığını ifade etmiştir. Diğer bir hadiste ise şöyle buyurulmuştur:

"Eşyada uğursuzluk yoktur, safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur." (Müslim, Selâm, 102)

Bütün bunlardan sonra şöyle denebilir:

Ay ve güneş tutulması, köpek havlaması, baykuş ötmesi, kedi ve köpeğin yolda yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, merdiven altından geçmek, on üç rakamı, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak veya tırnak kesmek vb. gibi pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğuna inanmak, asla doğru değildir. Zira böyle şeylerde, ne iyilik ne de kötülük vardır. Bir eşyayı bir olayı mutlaka bir şeye yormak gerekiyorsa, Peygamber Efendimizin (asm) tavsiyesi doğrultusunda, iyiye yormak icab eder.

Esasen insanoğlunun, yaratılışın bir takım fıtrî seyirleri içindeki tavır ve hareketlerine çeşitli mânâlar yüklemesi yeni değildir. Bilhassa putperestlik dönemlerinde daha da yoğunlaşan böyle inanç ve kabullenişler, putperest olmayan toplumlar içinde de, ilginçtir, bir hayli kabul görmüştür. Baykuş ötmesinden, köpek seslerine, el, kol, kaş, göz seğirmesinden, kulak çınlamasına kadar organizmanın istem dışı olarak yapa geldiği çeşitli derecelerde tabiî refleksleri ile ilgili olarak yapılan “uğursuzluk” yorumu, ne yazık ki, tevhid inancına sahip toplumlara da yer yer sıçrayabilmiştir.

“Salı günü uğursuz günüm.” diyerek o gün işe çıkmamak... “Sol gözüm seğirdi; başıma bir belâ gelecek!” diyerek hiçbir şey yokken dövünüp sızlanmak... “Evimin çatısında baykuş öttü; yakında ocağım dağılacak!” diye gereksiz yere dehşet duygularına kapılmak... “Falancanın köpeğinin ulumasını işittim; evinden bir cenâze çıkacak!” gibi felâket tellâllığına soyunmak... Ve buna benzer batıl inanç ve yanlış telâkkileri birer hayat düsturu olarak kabullenmek Bir Allah inancıyla ve Allah’a güvenmekle bağdaştırılamaz. Çünkü:

“Allah her şeyi en güzel şekilde yaratmıştır.” (Secde, 32/7)

Olaylara bağlılık, Allah’a bağlılığın önüne geçmemeli. Bir Müslümanın, “Sol gözüm seğriyor, kötü bir şey olacak!” demesini, baykuş ötmesini “ölüm” haberi veriyor gibi dinlemesini, inanmasını ve bir kötü haber beklentisi içine girmesini; Allah’a güvenip dayanmayı unutmasını ve Allah’tan hayırlısını istemeyişini hangi doğru inanca sığıştırabiliriz? Tevhid inancının hangi ekseni ile bütünleştirebiliriz?

Müslüman, hiçbir şeyi uğursuzluğa ve olumsuzluğa yormaz. Rüyayı bile. Bu bir bakış açısıdır. Müslümanlık bize bu net bakışı getirmiştir. Her şey Allah’ın kudretiyle olmaktadır ve her şeyde bir veya birden fazla hayır ciheti vardır. Müslüman her şeyi hayra yorar, hayrı ister, hayırla yatar, hayırla kalkar. Allah’tan hayır diler.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm),

“Kabalık uğursuzluk, yumuşaklık ise uğurdur.” (Câmiü’s-Sağîr, II/2144) veya

“Müstehcen konuşmak kötülük, kötü huy da uğursuzluktur.” (Câmiü’s-Sağîr, II/1736)

buyurmak sûretiyle, uğursuzluğun da, uğurun da bizim bilinçli hareketlerimizde aranması gerektiğini; böylece, işimizi bozacak, düşmanlığı besleyecek, husûmeti artıracak, barışa ve kardeşliğe zarar verecek, yani uğursuzluk getirecek “kabalık” gibi, “çirkin söz söylemek” gibi, “kötü huylu olmak” gibi davranışlardan sakınmamızın da mümkün olduğunu beyan buyurur.

Allah Resûlü (asm),

“Kişinin hem en uğurlu ve hem de en uğursuz organı, iki çenesi arasındaki dilidir.” (Câmiü’s-Sağîr, II/1640)

buyurarak da, hareketlerimizde ve organlarımızda eğer “uğursuzluk” arayacak isek, bunda kendi payımızın büyüklüğüne dikkat çeker. Atalarımızın,

“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.”

sözü bu hadis-i şerifi bir ölçüde tefsir etmektedir. Yani uğur ve mahâret tatlı dildedir, uğursuzluk ise acı ve kaba dildedir. Uğur nezâkettedir, uğursuzluk ise saygısız, sevgisiz ve anlayışsız olmaktadır.

Demek oluyor ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm); uğur ve uğursuzluk kavramlarını kullanacak isek eğer, bunu bizim irâde ve isteğimize bağlı hareketlerimizi ifâdelendirecek biçimde kullanmamızı, böylece bundan ders almamızın ve kendimizi iyiye doğru yönlendirmemizin de mümkün olduğunu; aksi takdirde Allah’ın kudretini itham edercesine veya olayları Allah’ın kudretinden ve irâdesinden koparıp alırcasına “uğursuzluk” kavramını günlük dilimizde kullanmamızı, oradan da kalbimize taşımamızı uygun görmemiştir.

Peygamber Efendimiz (asm) bu mânâlara şu pırlanta hadîsleriyle dikkat çekmiştir:

“Bir hususta bir zanna kapıldığınızda, onu gerçekmiş gibi kabul etmeyin. Şeytan kalbinize hased duygusu attığında ona uyup zulmetmeyin. Bir şey hakkında uğursuzluk zannına kapıldığınızda buna kulak verip de işinizden geri kalmayın. Allah’a güvenin. Satmak için bir şey tarttığınızda fazlasıyla tartın.” (Câmiü’s-Sağîr, I/405)

“Uğursuzluk düşüncesinin, kendisini ihtiyacı olan bir işi yapmaktan alıkoyan kimse Allah’a şirk koşmuştur.” (Câmiü’s-Sağîr, II/3646)

Netice olarak denebilir ki:

Bizim gözümüze, kulağımıza ilişen yaratılışla ilgili olaylar; Allah’ın bizzat irâde buyurup takdir ettiği, düzenleyip tanzim ettiği, uygun görüp yarattığı bir yaratılış zincirinin bize yansıyan halkalarıdır. Şer de olsa, şer de zannetsek, korksak da, dehşet de alsak hayra yormalıyız, uğurlu saymalıyız, iyi bilmeliyiz, iyilik bulmalıyız. Olayları kötüye yormamalıyız. Göz seğrimesinden, vücut seyrimesinden, kulak çınlamasından bir mânâ çıkaracak isek eğer, sağ yanda veya sol yanda olmuş fark etmez, hayra dönük bir mânâ çıkarmalıyız. Şerre dönük olumsuz yorumlar yapmamalıyız. Her hâl ve şartta Allah’a güvenmeliyiz.

Safer ayının uğursuz ve musibet ayı olduğu söylentisi doğru mudur? Bu aya özel ibadet ya da dua var mıdır?

Safer, kamerî/hicrî takvimin Muharrem ayından sonra gelen ikinci ayıdır. Safer ayının uğursuz olduğu ve bu ayda bela ve musibetlerin çokça meydana geldiği şeklinde ki anlayış Câhiliye dönemine ait olup (Ebû Dâvûd, Tıb, 24 [3914-3915]; bkz. Buhârî, Tıb, 25 [5717]; Müslim, Selâm, 101-103 [2220]) dinimizde yeri yoktur. Dolayısıyla böyle bir anlayış hurafedir. Bu ayın diğer aylardan hiçbir farkı yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.), böyle bir anlayışı reddetmiş ve “Safer ayında uğursuzluk yoktur” buyurmuştur (Buhârî, Tıb, 19). Safer ayına has özel bir dua veya ibadet şekli de yoktur. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yaptığı günlük ibadet ve dualar, bu ayda da yapılır.

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 143

Kuran-ı Kerim’in Arapça olması ilahi bir seçimdir

Şûrâ 7: “… size Arapça bir Kuran indirdik ki böylece sizler akledesiniz.” 


Demek ki Kuran-ı Kerim’in Arapça olması akletmeye daha elverişli. İnsanları akletmeye yönlendirmeye daha müsait bir lisan olmalı ki Arap dilinin açıklığıyla akletmenin suhuleti arasında yakın bir ilgi ayetten sezinleniyor. 

Bu ilahi bir seçimdir. Allah celle ve alâ Kuranı Kerîm’i tüm insanlara gönderdiğine göre Arapça artık tüm insanlığın dilidir. Mekke de tüm şehirlerin anasıdır, uluslararasıdır. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

5 Ağustos 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 142

Allah-u Teala neye imkan veriyor da değerlendirmiyorsak imkanı elimizden alacaktır

Allah celle ve alâ yürüme imkanı verdiği halde yürümezseniz, Allah-u Teala onu elinizden alır yürüyemez hale gelirsiniz. 

Allah-u Teala akıl da vermiş, onu kullanamaz isek kendi aptallığımızı hazırlamış oluruz. Aptal gibi davranan kimseler, öyle inanıyorum ki zamanla aptallaşır. 

Bir şeyi hatırladığı halde hatırlamamış gibi yapanlar, bir süre sonra hatırlamama hastalığına kapılırlar. Allah-u Teala neye imkan veriyor da değerlendirmiyor isek imkanı elimizden alacaktır. Çünkü verdiği imkan haktır. Onu kullanma hakkımız var, yerindelik ilkesi var. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

4 Ağustos 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 141

Çalışmak mecburiyeti geliri sağlamak için değil, Cenab-ı Hakkın emrini yerine getirmek içindir

Şûrâ 12: “Rızkı dilediğine bol verir, dilediğine de kısar. Çünkü O her şeyi bilmektedir.” 


Tedbir ile kaza/kader ilişkisi neyse rızk elde edişimiz ile gayret arasındaki şey aynı şekildedir

Allah gayret etmemizi emrettiği için bunu yapıyoruz, yoksa yaptığımız için bir şey elde ediyor değiliz. 

Ne elde ediyorsak o bize Allah’ın taksim ettiği kadardır. 

Bazı kimseler “İnsan için çabaladığından gayrısı yoktur” ayetini yeryüzündeki mesai için, mal mülk edinmek için değerlendiriyorlar. Dolayısıyla çalışan kazanır, neticesine varıyorlar. Kanaatim o ki bu ayet ve benzeri ayetler kişinin ahirette elde edeceğiyle alakalıdır. Yani dünyada ne ekerse ahirette onu ekecek. Ne için çabalarsa, Allah ona göre bir karşılık verecek ahirette. 

Dünya hayatındaki gelir elde etme sınav argümanıdır, fitnedir. Kişilerin gayretleriyle doğru orantılı değildir. 

İman sahibi olmayıp rızkı bol olan insanlar bunun örneğidir. İlişkili gibi gözükse de ilişkili değildir. Zaten bir çok insan bulunduğu coğrafya dolayısıyla bundan mahrumdur. Bu Cenab-ı Hakkın takdiridir, kaderin bir parçasıdır. 

Çalışmak mecburiyeti geliri sağlamak için değil, Cenab-ı Hakkın emrini yerine getirmek içindir. O’nun fazlını araştırın, emri var.

“….Allah’ın fazlından (rızkınızı maişetinizi) arayın.” Rûm-23

Hiç bir tedbir ile bize takdir edilen kazanın önleneceğine inanmayız. 

Tedbir aldık ve kaza olmadıysa da tedbir aldık da oldu diye düşünmeyiz. Cenab-ı Hakk korudu da kaza olmadı diye düşünürüz. Biz bize düşeni yaparız takdir Allah’ın. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

3 Ağustos 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 140

Hz Nuh’un zamanına kadar şeytan hiç kimseyi farklılaştırmakta muvaffak olamamıştı

İnsanlar tek bir milletti. İlk farklılaşanlar Hz Nuh’un zamanına doğru farklılaştılar. O zamana kadar şeytan daha hiç kimseyi farklılaştırmakta muvaffak olamamış, tek olan Allah’a ibadet ediyorlardı. 

Hz. Adem’den bu yana o nesil tek bir ümmet olarak yaşadılar. Nuh aleyhisselâm gelmeden evvel kavminin arasında salih insanlar vardı. Onlar vefat edince yakınları büyük üzüntü duymuş, şeytan gelip dedi ki “Onlar iyi kimselerdi. Gelip buralara otururlardı. Aramızda onlar kadar da iyileri kalmadı. Bari siz bu aynı yerlere oturmayın -ki onları hatırladıkça Cenab-ı Hakk’ı hatırlarsınız.” 

İnsanlar da güzel fikir dediler, o yerleri işaretlediler. Burası Yeğus’un yeri, şurası Vedd’in yeri, orası Suva’nın yeri.. vs.

 Bir kaç nesil oralarda kimse oturmadı. Şeytan sonraki nesillere ne yaptı ne etti oralara heykel koydurttu. 

(Nuh Sûresi’nde geçen bu 5 put ismi, Hz Adem ile Hz Nuh arasındaki dönemde yaşamış salih kişilerin adıdır.)

 Daha sonra da o putlara ibadet ettirmeye başladı. Putların etrafında dönerek saygı gösterdiler. Nuh aleyhisselam gelip bunlar nedir böyle dediğinde, bunlar bizi Allah’a yakınlaştırıyor, Allah’ı hatırlıyoruz, diye cevapladılar. 

Atalarından kalan mirası öylece devam ettirdiler. Allah’ın birliğine inanan çizgiden saptılar, araya putları koydular, farklılaşma böyle oldu. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

2 Ağustos 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 139

Doğruyu Allah için anlatın. Erdem için, adalet için, insaniyet namına için değil

Şûrâ 15: “…. bana aranızda adil olmam emredildi.”


Cemaatlerin “biz ekseni” vardır. Belli ölçüde birbirlerini tutarlar, korurlar. Belki öyle göz çıkaracak düzeyde adaletsizliğe başvurmasalar da, kendi tarafında olanları öncelerler. 

Yahudilerde bu kısmen kurallaştırılmış. Bizim yalancımız, bizim hırsızımız başkasının dürüstünden üstündür, bu anlayış bir çok toplulukta gelmiş. 

Kuranı Kerîm bize bunu kesinlikle yasaklıyor ve adaletli olmayı emrediyor. 

Doğruyu Allah için anlatın. Erdem için, adalet için, insaniyet namına vs için değil. Bunlar kişinin niyetini pürüzlü hale getirir.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

1 Ağustos 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 138

 Mevcut taksimat Cenab-ı Hakk’ın yaptığı taksimattır, kulların çabaları sonucu değil

Şûra 19: “Allah kullarına çok lütufkârdır, dilediğine rızık verir. Güçlü ve üstün olan da O’dur.”


Bu ayet-i kerimede rızkı Allah dilediğine verdiğine vurgu yapıyor. 

Neden falancaya az, filancaya çok verir sorusunun cevabını Kuran-ı Kerim cevaplıyor; imtihan için. 

Mevcut taksimat Cenab-ı Hakk’ın yaptığı taksimattır, kulların çaba ve uğraşıları sonucu değil, ve zekalarının da sonucu değil. 

Uğraşmak kulların vazifesi. Bazısı bazısını çalıştırsın diye, böyle bir taksimatta bulunduk diyor Cenab-ı Hak. 

Adaletsizlikten söz edilemez. Zira içinde bulunduğumuz yaşam bir yarışın, çabanın sonucu değil, tam da çabanın kendisidir, mesai yeridir. 

Bu mesai yerinde kulların eline verilen ödül-ceza değil, kulların eline verilen olsa olsa edevat olur, araç-gereç olur. Niye bana daha az araç verildi ona daha çok gereç verildi, denemez. Çünkü kime ne kadar araç gereç verildiyse ondan o kadar iş çıkarması beklenmektedir. 

Mevcut hayatın içinde tanzim edilen rızıklar ve kişilere verilen roller Cenab-ı Hakk’ın ayarını çektiği ve buna göre de gayret beklediği bir sınav arenasıdır. Öte yandan insanlara verilen şeyler bir yönüyle anlamsızdır, bir adım sonra geri alınacak şeylerdir. Tanıtım bittikten sonra geri alınacak. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

30 Temmuz 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 137

Dine kural koymaya kalkan, adeta kendi ilahlığını ilan etmiş gibidir

Şûrâ 21: “Yoksa onların ortak koştukları tanrıları var da Allah’ın izin vermediği kuralları bunlar için din mi yapıyorlar?” 


Demek ki dine kural koymaya kalkan, adeta kendi ilahlığını ilan etmiş gibidir. 

İslam’da böyle bir şey yapmaya kalkan, dinin sahibi olan Allah’ın yanısıra kendisinin de bundan hisse sahibi olduğunu iddia etmiş gibi olur. 

“Yoksa onların ortakları mı var” sorusu böyle bir şey olmadığına işaret, cevabı belli, yermek maksadıyla sorulmuş sorudur. (İstinkari soru=İddiayı reddeden soru) 

Şûrâ 21: “…o zalimler için elîm bir azap var!”

Şirkin anılıp da devamında zulmün anılmadığı hiç bir ayeti kerime yoktur

Şirk muhakkak ki en büyük zulümdür. Cehennemdekiler zalimlerdir. Cehennemde bir insan yanlışlıkla bulunmaz. Bilgi eksikliği veya bulunduğu coğrafyada bilgi yokmuş vs vs falanca memlekette doğduğu için doğrulara erişememiş vs. Hayır öyle değil. Cehennemdekiler kendilerine doğrular, imkanlar verildiği halde yoksaymış, bile bile yanlışa ve zulme yönelmiş kimselerdir. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

29 Temmuz 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 136

Cenab-ı Hak insanları bir çok konuda sınar

Bazı kimselere şeytan gelip onlara şunu dedirtiyor ki “Herkesin zekası bir mi efendim, bazı kimseler anlamayabilir, onlar ne olacak? Allah adaletsiz değil mi?” 

Cenab-ı Hak diyor ki “Ben öyle bir şey yapmıyorum ki, ben bunu herkese apaçık eyleyeceğim. Size ne benim işimden. Sana apaçık eyledim mi? Evet eyledim. Öyleyse kendi sorumluluğuna bak, kendi doğrularını takip et. Kendi işine bak. Ben her şeye tanığım ve bu sana yetmeli.” 

Cenab-ı Hak herkesi her konuda sınıyor değil. Binlerce belki milyonlarca konu var Cenab-ı Hakk’ın insanların teslimiyetini sınadığı. Kimi hangi konuda nasıl sınıyor ise onu o konuda net hale getiriyor, apaçık kanıtlar ile onu aydınlatıyor ve o kişi ya Cenab-ı Hakk’a karşı pozisyon alıyor yahut teslimiyet ile O’na boyun eğiyor. 

“Şüphesiz O kalplerde olanı çok iyi bilmektedir.” Şûrâ 24 

Göğüslerde ne olup bitiyor Allah biliyor. Allah celle ve alâ bu gerçekle zâtını öyle övüyor ki Kuranı Kerîm’de bunu çok yerde görürsünüz. 

Bu hem tehdittir hem müjdedir, her şeydir bu! 

Dolayısıyla bizler de Allah celle ve alâ’yı bununla övelim. Dualarımıza bununla başlayalım, insanlar duysun: 

YA RABBİ MUHAKKAK Kİ SEN, ANCAK SEN GÖĞÜSLERDE OLUP BİTENİ BİLENSİN, HABİR OLANSIN (HER AN HABERDAR OLANSIN) SANA SIĞINIYORUM. 

Bu ayet bizi bizle karşı karşıya getirdi. Allah, ben göğüslerde olanı kesinkes bilirim deyince, sanki önümüze muazzam bir ayna koydu. Bir anda bütün ayıplarımız, çirkinliklerimiz, hesaplarımız bir anda sanki mahşerde koca bir ekrana yansıdı gibi. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

28 Temmuz 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 135

Tövbe bir süreçtir

Şûrâ 25: “Kullarının tövbesini kabul eden, günahları bağışlayan ve yaptıklarınızı bilen O’dur.”


Tövbe ve istiğfarı ayırt etmek lazım. Tövbe bir süreçtir. İstiğfar, bağışlanma dilemedir, defaatle yapılabilir. 

Bazı insanlar istiğfar ettiklerinde tövbe ettim sanıyor. Halbuki tövbe bir barışma süreci. Kişinin benliğiyle, haliyle, vaktiyle, hissiyatıyla, ameliyle dönüşüm, ıslah süreci. Bir tarz değişimidir, aslına rücû etmedir. Yoldan çıkmaktan geri gelmedir. Kişinin bunu öğrenmesi, terakki etmesi demektir. Bu da belli bir sürece tekabül eder. Cenab-ı Hak da böylece yüzünü kuluna döner. 

Bu süreç bazılarında uzun bazılarında kısa olur. Tövbe bir sebat. Ya Rabbi ben bundan pişmanlık duydum deyip, bu pişmanlığın ardında ne kadar durabildiğini, ne kadar fedakarlık ettiğini gösteren bir sebat süreci. Yoksa iki kelimelik “Beni bağışla” demek değil. 

“Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.” Furkan 70. 

Tövbe süreci içerisinde kul pişman olduğu o yanlışları işlemiyorsa ve artık salih ameller nasip olmuşsa, o kötülükler artık iyiliklere dönüşmüştür.
 

Ama kul her fitneyle karşı karşıya geldiğinde yine tepetaklak oluyorsa tehlike çanları çalıyor demektir. 

Dönüş ISLAH ile ilgilidir. Allah, o dönenler için ıslah olanlardan olarak bahsediyor. Ben şahsımca bunu kendi içimde bağışlanmayı o günahı unutmakla eşdeğer görüyorum. Eğer elimi açıp da bağışlanma dileyeceğim günahlarımı sıralamaya kalktığımda aklıma geliyorlarsa, demek ki bunları Rabbim henüz bağışlamamış. Bağışlamamış ki ben şimdi bunları tekrar hatırlayıp eziliyorum, sıkıntı çekiyorum, yüreğim burkuluyor. Demek ki hala Rabbim tövbe etmemi, pişmanlık göstermemi istiyor. Yeterince ben bunlar için sıkıntı çekmemişim, günahlarım sandığımdan daha büyükmüş. Belki de tövbeden önce istikbar sürecine girmişim. Tövbe ettim, nasıl olsa bağışlanması gerekir, gibi bir yol almışım kendimce. 

O kul o tövbe sürecinde öyle bir bağışlanma dilemeli ki Cenab-ı Hak bağışladığında ben inanıyorum ki artık onu aklına getirmemeli. Çünkü düşünüyorum ki Cenabı Hakk’ın zâtına yaraşmaz, kulum seni bağışladım dedikten sonra, ona bunu hatırlatıp boynunu eğdirsin. Bunu insanlar bile yapmıyor. Dolayısıyla günahımız aklımıza geliyor ise o günaha uygun düşecek yana yakıla o tövbeyi, yakarmayı henüz gerçekleştirmemişiz diye düşünüyorum. 

Tövbede, cürüm tamamen bize aittir. "Bu zulüm bana ait ya Rabbi, sen burada kusursuzsun. Sen Rabbim olarak beni esirgedin, kolladın, her türlü beni uyardın. Sana rağmen bilerek yaptım ben bunu. Sen bu ana kadar büyüklük yaptın , büyüklük yapmaya devam et, beni bağışla." 

Kişi işte böyle huzurda eğilerek, O’nu tenzih ederek bağışlanma dilemeli. Yoksa günahlarını hafifletecek teorilerle, şeytanın vehimleriyle huzura gitmemeli. 

Cürmüne yüzde 1 dahi olsa hisse çıkarmayacak. Şeytan bizi hiç farkına varmadan aldatmaya kalkıyor. “Çünkü ben bilmiyordum” ya da “Ben o zamanlar şöyle şöyle idim, eksik olan şuydu, buydu” vs. Oysa ki hakikat öyle değil. O tezleri dinleye dinleye ve beğene beğene biz, içimizdeki o hakikatleri de kaybettik. 

Bilmeliyiz ki Allah celle ve alâ temelde kulunu donatmadan, o sınayacağı konuda malumat vermeden onu sınavla karşı karşıya getirmez. Hiç bir şey Allah’ın bilgisi olmadan gerçekleşmez. Ve Allah celle ve alâ abesle iştigal hiç bir şey yapmaz, yaşatmaz. 

Biz bazen tövbeyi de, tövbenin kabulünü de kendi içimizde yaşıyoruz. Neredeyse Cenabı Hakk’a hiç bir şey kalmıyor!!!

Tövbe mi ediyor, tövbe ediyor gibi mi ediyor??? (Tövbeyi adam gibi yap, hizaya gel, Rabbinin makamına saygı duy) 

Tövbe bir-iki kelimeyle biten bir şey değil, tam tersi başlayan bir şey. İkrar ile tövbe süreci başlar. 

-Yûnus aleyhisselam balığın karnında hatasını ikrar etti , o karanlıklardaki tövbesini tesbihata dönüştürdü, tekrar tekrar, acıyla kıvrana kıvrana ölümüne Cenab-ı Allah’a seslendi. 

Ve Allah diyor ki; eğer böyle tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar balığın karnında bekletilirdi. 

Cürmü büyük, vebali büyük, sıkıntı büyük. Ama yakarış ve dönüş de büyük oldu ve Cenab-ı Hak icabet etti, Yûnus aleyhisselam'ı gamdan kurtardı. 

Yûnus aleyhisselam ızdıraba boğulmuştu, "ben bunu nasıl yaptım" diye dövünüyor, bir türlü izahat veremiyordu, kendini tırmalıyordu. İşte GAM.. GAM.. Bu kıssada bir şey daha öğreniyoruz; TÖVBE GAM HALİDİR. 

Allah celle ve alâ tövbeyi kabul ettiğinde gamı ortadan kaldırır. 

Gamla yoğrulmamış bir tövbe olmaz. 

Benzerini Musa aleyhisselâm'da da görüyoruz. “Sen bir adam öldürmüştün de biz seni gamdan kurtardık.” Tâhâ 40. 

Gam demek o efkarlı hal, bunaltılı depresif hal, her ne derseniz, kişinin gerçekten içten içe bu yanlışların vebalini, acısını çekmesi. 

Tövbeye salih amel ekle. Duayı da elden bırakma. Huşû ve ürperti içinde ol. Hayırda yarış. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

27 Temmuz 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 134

Çokça verseydik taşkınlık ederlerdi

Şûrâ 27: “Şayet Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde taşkınlık ederlerdi; ama O dilediği ölçüye göre vermektedir. Çünkü O kullarının durumunu çok iyi bilmekte ve görmektedir.” 


Ayet-i kerimeye göre bu ölçü, kulları taşkınlığa sürüklemeyecek, iradesini baskı altına almayacak, onların doğruluk, hakka tutunma gibi sahip oldukları cevherlerini aşmayacak taşmayacak bir ölçü olsa gerek. Çokça verseydik taşkınlık ederlerdi, diyor. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

26 Temmuz 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 133

Başka sahibinin olmayacağını bilmen lazım

Şûrâ 28: “İnsanlar bütün ümitlerini yitirdikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayan O’dur. Gerçek dost ve koruyucu O’dur.” 

En dibe vurduğunu sandığın o kritik anda ümitsizliğe kapılıyor musun?

Cenab-ı Hakk’ın rahmetini mi umuyorsun? Pes mi ediyorsun? 

Pes edenler, ipini koparanlar, artık bu topraklara yağmur yağmaz diye terk edenler, artık beni affetmez diye Cenab-ı Hak ile yolunu ayıranlar, sürecin dışına çıkmış kimselerdir. 

Kuranı Kerim’de Allah bizi en son nokta olarak ve en önemli sınır, kırmızı çizgi olarak bununla ikaz ediyor. 

Ne yaparsanız ne ederseniz edin ama benim sahipliğimden vazgeçmeyin. 

Herkes gitsin, herkes bitsin. Ama yine biz-bize olduğumuzu unutmayın. Bütün herkes analar, babalar, efendiler hepsinin birer yalan olduğunu, yine sen ve ben ikimiz kalacağımızı, başka sahibinin olmayacağını bilmen lazım. 

Bunu bildiğin, benimle bağlantıyı koparmadığın sürece yerleri gökleri dolduracak kadar günahlara boyansan da, yine benim huzuruma gelebilecek imanın, bana güvenin olmalı. 

Çünkü ben bu denli Rahman, bu denli Rahim’im. 

Azapla karşılaşmadan evvel dönün çünkü Allah kendisine bu ayetin sonunda “Veli O’dur, sahip O’dur.” diyor. 

“EL VELİYY” Kuranı Kerîm’de 2 kez geçiyor ikisi de Şûrâ Sûresi’nde.

Veliyy Allah’tır. Dost-destekçi- korunak ve yardım kaynağı Allah’tır. 

Bırak kötüye giden şartların tekrar iyiye döndürülmesini, ölüyü bile dirilten O’dur. Ne kadar cürümkâr olsam da beni esirgeyecek rahmete sahip yegane dost Allah’tır. 

Eğer beni hatırlar, benden bilirseniz, bana teşekkür ederseniz ben sizi ziyadeleştiririm, diyor Rabbimiz.

Eğer beni unutur, başka yerlerden (en çok da kendinizden) bilirseniz ziyanda olursunuz. 

İnsanın en çok yaptığı şey kendinden bilmesidir. Bakıyorsun üniversite okumuş, çalıştık ettik tabi diyor. Nasıl oldu diye soruyorsunuz, çok çalıştım diyor. 

Bu ifadenin içinde Allah var mı, yok. 

Dolayısıyla bu yok saymadır. 

Peki çok çalıştığı için mi üniversiteyi kazanmıştı, hayır. Allah onun algı sistemini düşük seviyede yaratsaydı çok çalışsaydı da bir manası olmazdı. Çok çalışma imkanını, motivasyonunu, hevesini kim verdi? 

Burada çok parametre var ve hepsini Allah kontrol etti. Buna en iyi tanık kişinin kendisidir, kişi bunu kendinde görmüyorsa, bunu onda başka kimse görmez.

Dolaysıyla böyle soruya verilecek cevap; Allah da beni böyle bu meslek üzerinden sınamak istedi. Hamdolsun iyi bir meslek. Beni dilediği meslekte sınar. 

Yoksa, "görmüyor musun saçlarımı, nerede ağardı bu saçlar" diye kendinden bilerek cevap verirsen Cenab-ı Hak der ki, "şu kula bak kendinden biliyor bizi unutuyor, görmezden geliyor, küfre giriyor." 

İşte tam o noktada kişi kendini belli ediyor. 

Kişinin eline çok güzel bir araba geçtiğinde “Bu Rabbimin lütfu. Şimdi sınamak istiyor beni. O’ndan mı bileceğim; arabayı gördükçe “Teşekkür ederim Allahım, bana böyle bir araba takdir etmişsin” mi diyeceğim. Yoksa yığınla insanla bunun muhabbetini yaparken o parayı nasıl mı kazandığımı anlatacağım!!! 

Şükür vesilesi mi yapacağım yoksa benim ne kadar dahi, zekice plan yaptığımı, nasıl iyi bir ticaret kurguladığımı, nasıl da bu arabayı yahut arsayı denk getirdiğimi, nasıl iyi bir emlakçı olduğumu vs vs. 

Allah kullarını bilir, haberdardır. Bunca koşulu sırf insanı denemek için yaratan Cenab-ı Hak, semeresinden uzak kalır mı? 

Şüphesiz hepsini belli bir kitapta toplamaktadır. “Biz sizin yaptıklarınızın birer kopyasını alıyoruz.” diyor Cenab-ı Hak. O Basîrdir, her an gözetlemektedir. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

25 Temmuz 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 132*****

***Bir musibetin bana isabet etme sebebi***  

Şûrâ 30: “Size her ne musibet isabet ediyorsa, bu sizin ellerinizin kazandığından ötürüdür. Allah bir çoğunu da bağışlar.”


Size her ne musibet isabet ediyorsa b
izâtihi işlediğiniz yanlışlıklar dolayısıyladır. 

Kuranı Kerîm’in bu ifadesi bize hayatımızda çok önemli bir ilkeyi tespit etmemizi öğretiyor; sabahtan akşama kadar çeşitli yerlerde, bizi tanıyan ya da tanımayan çeşitli insanlarla karşılaşıyoruz. O insanların bizde oluşturduğu sıkıntılar var, onlardan pek çok zararlar görebiliriz. Kimi aniden oluyor kimi bilinçli oluyor, suç teşkil edenleri dahi olabilir. 

Kim hangi suçu hangi kasıtla bize işlemiş olursa olsun, biz kendi içimizde muhasebeye geçmeliyiz. Bu konu niye gelip bize isabet etti? Tamam falanca kişi aleyhimizde cürüm işledi diye, o tarafı doğru. O suç niteliği o kişiyle alakalı. 

Onun suç işlemiş olması bizim bu musibetle karşılaşmamıza yetmiyor. “O yanlış yaptı ve bu yüzden biz de sıkıntıya düştük” diyorsak hayır öyle değilmiş denklem. 

Biz denkleme hep böyle yanlış odaklandık. “Bizim oğlan çok asi, çok yaramaz o yüzden bize çok sıkıntı çektiriyor.” Bütün çektiğimiz sıkıntıların sebebini ve sonucunu evladımızın söz dinlemezliğine, isyankarlığına veya ailevi sorunsa eşimizin huysuzluğuna bağladığımızda, aslında temel bir yanlış yapıyormuşuz, Kuran bize bunu öğretiyor. “Dolandırıcı geldi beni dolandırdı. Büyük mali kayba uğradım. Bütün kabahat dolandırıcının.” 

Bu kişilerin cürümleri kendileri için geçerli, oradan hiç bir şey eksilmeksizin biz kendi içimize baktığımızda şu muhasebeyi yapmamız gerektiğini Cenab-ı Hak bize öğretiyor; bu musibetin bana isabet etme sebebi falanca kişinin kastı, huysuzluğu vs değil. Bu benim ellerimin kazandığının bir kısmının bana geri dönüşü şeklindedir. 

Yaratıcı ile olan bu muhasebemde “Ya Rabbi falanca kişi böyle bir dolandırıcılık yapmak isteyecekti ama şehirde yığınla dükkan varken sen onu benim dükkanıma gönderdin. Bu musibeti senin müsaaden olmasa, koşulları sen ayarlamasan bu musibet asla gerçekleşmezdi. 

Kim hangi kin, öfke, gariz duygularıyla hareket ederse etsin musibet Allah’ın müsaadesiyle oluyor. “O kadar dükkan varken niye benim dükkanı buldu?” , “O kadar hanım varken niye ben böyle bir hanıma denk geldim?” , “O kadar hastalık varken niye bu hastalık bana isabet etti?” 

Burada 2 bağımsız olay gerçekleştiriyor. Onların bize işlediği suça karşı haklarımızı aramak sonuna kadar bizim vazifemiz. Ama Cenab-ı Hak o kişinin bana karşı o cürümünü işlemesine niye müsaade etti? 

Cenab-ı Hak diyor ki “Sizin işlediğiniz suçlarınız var. Esas neden bu. 

Sizin ellerinizle kazandıklarınız olmasaydı, kim size zulüm yapmak için aleyhinizde hesap kitap yapıp plan kurmuş olsa da bunu asla gerçekleştiremezdi. 

Başarabildiyse onun suçu elbetteki sabit. Ama sizin aleyhinizde olan bu sıkıntının karşılığında sizin ellerinizle kazandığınız cürümler var.”

Ve bilelim ki yapmış olduklarımızın çoğu da Cenab-ı Hak tarafından göz ardı edilmektedir, ilahi bir rahmet olarak musibete dönüştürülmemektedir. 

Hem birey olarak, hem toplum olarak Cenab-ı Hak durduk yere bizi cezalandırmaz. 

En sıkıntılı anlarında, bu sıkıntıları için başkalarından kaynaklandı diyenler meseleye seküler bakmayı öne çıkaranlardır.

 “Falanca falanca bana şunu şunu yaptı” diye uzun uzun anlatan kimseye biz uzaktan bakarken , “Falanca filanca yaptı diyorsun ama ne yaptın da Allah sana bu musibeti verdi?” diye içimizden çoğu zaman geçiriyoruz ama bunu dönüp onlara söylemek sıkıntılı oluyor.

 Çünkü onu suçlu olarak değerlendirdiğimizi fark etmiş oluyor. 

Cenab-ı Hak bunu başkaları için yapmamızı değil, kendimizle ilgili böyle değerlendirmemizi öğretiyor. 

Suçluyu bizzat biz kendimiz içimizde aramalıyız. Bunu başarabilirsek bu konuyu imanla ele aldığımızın tezahürü olacak. 

Çocuk babasına büyük saygısızlık yaptığında, babası odasına çekilip “Ya Rabbi ben hangi yanlışlar yaptım böyle asi bir evlat ile uğraşıyorum.” Ya da asi bir kiracı, yanlış bir komşuyla, hanımla, komşuyla vs. 

İşte böyle dediğinde Cenab-ı Hak da ona diyor ki “Bak kulum ona bunu benim gönderdiğimin hemen farkına vardı. Bak işte bu Mü’min! Kaynağı hemen gördü, iman sahibi. Eğer kullarım böyle çözümlemeye kalkarsa ben de ona hidayet ederim.”

Kulun musibetleri böyle karşılaması bir iman zevkidir. Başlı başına bir ibadettir. Tekamüldür, güzelliktir. 

“Suçu işleyenlerin hiç bir suçu yok, bu zaten bizim için mukaddermiş” diyemeyiz. Onların cürümü ayrı. 

Kulu arındırmak isteyen Allah , musibet gönderir. 

Kul arınmak paklanmak istiyorsa musibeti doğru okur. Tespitini yapar ve artık aynı hatayı yapmamaya başlar. 

Kalan hatalar için Cenab-ı Hak yine musibet gönderir, o da yine bir ihbar mektubu gibidir. Kul onun da altını çizer, hayatından ayıklamaya başlar. İşte bu tezkiye sürecidir. 

Allah’ın kulu akladığı pakladığı, rahmetiyle, şefkatiyle sardığı bir süreç. İçinde her ne kadar musibet olsa da yeter ki kul bunu doğru okusun! 

Musibet ile sabır kelimeleri yanyana yazılmalı. Bu musibeti karışımıza çıkaran Rabbimizin bir muradı var. Sabır ile karşılayıp karşılamayacağımı, bunu O’ndan bilip bilmeyeceğimi, yoksa müstekbir mi davranacağımı sınıyor. 

Sabır, musibetin geldiği ilk andan itibaren yapılırsa değerli. İlerleyen zamanlarda kişi sabretmeye başlamışsa bunun kıymeti artık iyice azalmıştır. “En güzel sabır darbenin ilk geldiği andadır.” (Buhârî, Cenâiz, 31)

Cenab-ı Hak kuluna musibet vermek istediği zaman demek ki kulda buna karşılık gelecek bolca kusur var. 

Müfessirler demişler ki; eğer kişi musibetten uzak kalmak istiyorsa, daha esenlikli korunaklı olmak, Yaradan’ın merhametini celbetmek istiyorsa sürekli Cenab-ı Hakk’a 

“Ya Rabbi beni her an muhafaza edebilirsin, bana her an musibet gönderebilirdin ama yapmadın. Bu senin rahmetinin tecellisi oldu. Bana her türlü kazayı yaşatabilirdin, yapmadıysan lütfunun, beni ne kadar sevdiğinin esirgediğinin eseri. Karşılığında hemen hemen hiç bir şeyim yok neredeyse. Hatta hiç yok. Tamamen full ekstra olarak lütufta bulunuyorsun. Nasıl şükredeceğimi bilemiyorum.” diye yaklaşmalı. 

Bu tarz yaklaşan bir kul sıkıntı ve musibetlerden daha emindir. Çünkü bu musibetler uyaran niteliğindedir. 

Uyaranlar da gaflettekileri daha çok bulur, onlarla ilgilidir, Cenab-ı Hakk’ı görmezden geldikleri o süreçte uyansınlar diyedir. 

Gaflet musibete davetiye çıkarır. Dolayısıyla bu yakînî şuuru, korkulu halini insan her gün canlı tutsa, kullukta hem ilerler hem de bu hayattaki saadetini daha çok temin eder. Sürprizlerden, ani tokatlanmalardan, çarpmalardan emin olur. Çünkü bu çarpma ve tokatlamalar hep zalimlerle ilgilidir. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

24 Temmuz 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 131

Şükrünü unuttuğumuz nimetler

Şükrünü unuttuğumuz hatta lütfedip şükrüne hiç girmediğimiz o kadar yığınla nimetle iç içeyiz ki, bizim kalkıp Cenab-ı Hakk’a “bana az vermişsin-hiç vermemişsin” tarzında en küçük serzenişimiz tamamiyle bir cehalet, kendini, haddini bilmezlik, tamamiyle bir istikbardır. Nimet içinde yüzen birisinin Rabbine olan saygısızlığıdır. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

23 Temmuz 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 130

“Allah’ın dediği olur” inancı bizi emniyete değil, O’ndan korkmaya sevketmeli

Yeryüzünün her noktasında (ister okyanusun ortasında olsun, ister dağların tepesinde olsun) insan açısından risk, tehlike, sıkıntı, felaket eşit düzeydedir. 

Cenabı Hak bizi riskli ve risksiz ortamlar diye ikiye ayrılmış bir değerlendirmeden uzaklaşmamızı istiyor. 

Gerek karada, gerek suda, gerek havada emniyet riski eşittir, çünkü bizler kendiliğinden ve tesadüfen gelişen olaylar içinde olduğumuza değil, aksine her şeyin kontrol içerisinde geliştiğine, her bir değişimin yüce bir Kudret tarafından yönetildiğine inanıyoruz. 

Şeytanın bu süreçlerde kullandığı enteresan yöntemlerden bir tanesi de gelip kula “ya ne tedirgin oluyorsun, Allah’ın dediği olur, rahat ol” der. 

Tam da kul tedirginlik içinde Cenab-ı Hakk’a dönüp “ya Rabbi uçağımız kalktı ama biraz sıkıntı hissediyorum bizi koru” dediği bir anda gelip ona “ya rahat olsana, Allah’ın dediği olur, gazeteni al oku, bak karşındaki televizyonu seyret. Niye tedirginliğe kapılıyorsun” der. Eee Allah’ın dediği olursa tam da ne güzel Allah’a yalvarıyorum, O muhafaza etsin O kurtarsın diye. Tam yapılması gereken bir şeyi yaparken, şeytanın yapmak istediği şey gelip emniyeti yaygın hale getirmek. 

Yani onun güvenlik hissini Cenab-ı Hakk’ı hatırlamaksızın rahat olduğu hissini her tarafta yaygın hale getirmek. 

Şeytan “Ya niye korkuyorsun. Uçak yerdeki eşeklerden bile güvenli. İstatistiklere baktığımızda eşekten düşüp ölenlerin sayısı uçakların düşmesiyle ölenlerin sayısından daha çokmuş. Müsterih ol” diyerek istatistikler üzerinden ve “Allah’ın dediği olur” kalıbıyla ama her halükarda onu Allah’tan uzaklaştıran argümanlar kullanıyor. 

“Allah’ın dediği olur” inancı bizi emniyete değil, O’ndan korkmaya sevketmeli. “Ben günahkâr bir kulum, Cenab-ı Hak her an bana bir sıkıntı yaşatabilir, O’na dönmeliyim. Her yerdeki emniyetimi O’na borçluyum.” 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

22 Temmuz 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 129

Allah cc kişiye geri dönmesi için uyaranlar gönderir

Kişiler iyilik ve hidayet sürecinde ilerlerken rüzgar arka yönlüdür; Allah kulun bu gidişatından memnundur, onu destekler. 

Aksi istikamette ilerlerken rüzgar ters yönlüdür önden eser; insan adım attıkça zorlanır, küçük küçük musibetler ile engeller çıkarır, onu frenler, geri dönmesi için uyaranlar gönderir. 

Dolayısıyla hidayet yolunda ilerlemek kolayken aksi yol zordur, iyice inatçılığı ve ısrarı gerektirir. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

21 Temmuz 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 128

Cenabı Hak ile barışık olmak

Dünya hayatı “ahirete nazaran” hapis gibidir. Yoksa dünya Mü’minin azaphanesi, çilehanesi, sıkıntı yurdu, perişanlık çektiği bir yer, ahiret ise mutluluğa kavuşacağı bir yer biçiminde bir algı Kur’an’a uymamaktadır. 

Cenabı Hakk’ın koyduğu sınırlar bize azap eden, yaşamı zorlaştıran şeyler asla değildir. 

Mevcut sınırlar zor da görünse mutluluğun kaynağıdır. 

Cenabı Hak ile barışık olmak, Kitab’ını okumak ile elde ettiğimiz kıvanç ve huzuru asla hiç bir şeyde tatmadığımızı göreceğiz.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

20 Temmuz 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 127

Eline geçen kıymetli cevher 

Gelen 3-5 milyar ile hissettiği mutluluğu, öğrendiği 3 yahut 5 ayet ile yakalayamıyorsa bir insan, büyük bir farkındalığı kaçırmış demektir. 

Biri sonsuza açılan bir güzergahta eline geçen son derece kıymetli cevher iken, öbürü sonu kabirle biten kapalı bir sokakta her adıma sevinmek gibi anlamsız bir duruma tekabül ediyor. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

19 Temmuz 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 126

Allah kimseyi iman etmeye zorlamaz

Rabbimiz celle ve alâ kendisini yok sayanı da rızıklandırıyor. 


Sadece Mü’minlerin rızıklandırılıp, kafirlerin aç susuz bırakılacağı bir düzen ilahi sünnete uygun değil. Çünkü böyle bir düzende insanlar iman etmeye zorlanmış olurlar. Allah kimseyi iman etmeye zorlamaz. 

O halde sen mi insanları iman etmeye zorlayacaksın, ayetini hatırlayın. Cenab-ı Allah metâyı bir ödül veya ceza aracı değil, bir test, bir sınama aracı olarak kullanıyor.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

18 Temmuz 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 125

Günah işlediği halde Rabbini hatırlamamak

Şûrâ 37 : “Onlar büyük günahlardan ictinâb ederler.”


İctinâb ifadesine dikkatimizi verelim. Ayette büyük günahlar işlemezler demiyor, ictinâb ederler diyor. (Kaçınırlar, uzak durmaya çalışırlar, çekinirler.) 

Masiyetten, günahtan büsbütün uzak kalmak hiç bir Mü’minin iddia edeceği bir şey değil, yani sıfır hatayı iddia etmek, hem kendisi hem de bir başkası için bunu iddia etmek Kuranı Kerîm’de yasaklanmıştır. “Kendinizi temize çıkarmayın, Allah sizi en iyi bilendir.” Necm-32

Anormal olan günah işlemek değil, anormal olan günah işlediği halde Rabbini hatırlamayıp, iblis gibi ne olmuş ki yani diyerek günahını savunmaya çalışması, bağışlanma dilememesi. 

“Senin Rabbin mağfireti geniş olandır.” Mağfiretten yana ne kadar ümitvâr olmamız gerektiğini hissediyoruz. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

17 Temmuz 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 124

Allah sizi sevsin, sizi bağışlasın istemez misiniz?

“Gayzlarını bastıranlar ve insanları bağışlayanlar.. Allah böyle güzel davranan kullarını sever.” Âl-i İmrân-134


Gayz: Öfke, hınç.  

Allah sizi sevsin, sizi bağışlasın istemez misiniz? 

Öyleyse öfkenize malik olun. 

Kendinizi sakinleştirip, Rabbinize sığının. “La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim”

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

16 Temmuz 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 123

İnfak sadece dini bir vecibe değildir

Şûrâ 38 : “…Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.”

İnfak, toplumun iktisadi temelini oluşturmaktadır. Nasıl Mü’min olmayan toplumlarda faiz yönetimin çok esaslı bir yanını teşkil ediyorsa, Mü’min toplumlarda da (insanlar bilseler) infak iktisadın çok önemli bir yanını teşkil eder. “Allah faizi çürütür, yok eder. Sadakaları ise bollaştırıp genişletir.” Bakara-276 

Zenginlerin parayı sıkıp ellerinde tuttukları, fakirlerin de parasızlıktan iş göremez hale geldikleri yerde, üretim durur ve bunun sonucundaki kıtlık da zenginleri de etkiler. 

Dolayısıyla infak sadece dini bir vecibe değil, iktisadi somut bir sonucu olan bir şeydir. İnfak ekonomiye katkı sağlar. 

Bugüne kadar insanlığın bir çok deneyimlerle başarısız kaldığı, çeşitli olumsuz sonuçlara yol açan bir sürü teorilerin eksik-yanlış yanlarını bu ayet-i kerime temelden düzeltiyor; 

Yönetimde istişare esası, iktisatta ise infak. 

İnfak ederken ne müsrif ol, ne cimri ol, mutedil bir yol tut. 

Mü’minler zekat dışında, mallarının bir kısmını (örneğin yüzde 10’unu-20’sini) harcamaya kendisini alıştırırlar. 

(Bazı insanlar yüzde 90’ları-95’leri zorluyorsa bu da onların takvalarının eseri, bu da onların Cenab-ı Hakk’a duydukları yakınlığın sonucu olur elbette ki) 

Malları büsbütün ellerinde tutmak caiz değildir. Altını ve gümüşü bir yerde kenz olarak (hazine, gömü) bir yerde tutuyorsan, bunu infak etmeni Cenab-ı Hak emrediyor. Madem buna ihtiyacın yok, iktisadın da dışına çıkarıp bunu halktan mahrum etme. 

Harcadıklarını Allah celle ve alâ’ya bir yakınlaşma vesilesi, bir kurban, Cenab-ı Allah’ın hoşnutluğu için bir araç olarak gör. Allah celle ve alâ'ya yakın olma arzusuyla infakı gönül hoşnutluğu ile yap. 

İnfakta başarılı olan kimseler kendileri açısından fevkalade ümitli olabilirler. İşte böyle kimseler Allah celle ve alâ'nın rahmetini umabilirler. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1