“İnsanlar ‘lâ ilahe illallah Muhammed resûlullah’ deyinceye kadar onlarla savaşmam bana emredildi…” mealinde bir hadis vardır.
Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok hadis kitabında farklı şekillerde rivayet edilmiştir. Bazı rivayetlerin ardından, aşağıda açıklayacağımız Ğâşiye âyetinin zikredilmesi de ilgi çekicidir.
Hep söylüyoruz, evet, Kur’an ve Sünnet, bizim sapmamızı önlemek için Efendimiz’in (s.a.) bıraktığını söylediği en değerli ve vazgeçilmez kaynaklarımızdır, ama bunları doğru anlamanın usulü vardır, usulden sapılınca doğrudan da sapılmak kaçınılmaz olur.
İlk bakışta aralarında çelişki var gibi görünen naslar, ehli tarafından usulüne uygun olarak uzlaştırılmış, gerekli yorumlar yapılmıştır.
Bu hadis ile ilgili yorumların tutarlı olanı “O günlerde Peygamberimiz ile mücadele eden yakın çevre müşriklerinin kastedilmiş olmasıdır”. Bütün insanları zorla Müslüman etmek, tek seçenek olarak İslam’a zorlamak İslam’da yoktur.
İşaret ettiğim âyette şöyle buyuruluyor:
Artık sen öğüt ver, çünkü sen ancak bir uyarıcısın./ Onlara egemen bir zorba değilsin. / Ancak kim yüz çevirir ve inkâr ederse, /Allah onu en büyük azapla cezalandırır (Ğâşiye: 21-24).
Kur’an Yolu’nda şu açıklamayı yapmıştık:
“Allah Teâlâ resulüne, hiçbir baskı ve zorlamaya meydan vermeden insanları uyarmasını ve gerçekleri onlara tebliğ etmesini emretmektedir. Çünkü iman ve ibadet ancak kişinin ikna olmasına, gönülden isteyip benimsemesine bağlıdır. Zor karşısında kalan kimsenin “inandım” demesi ve ibadet etmesi sadece bir aldatma ve durumu kurtarmadır. Bu yüzdendir ki muhtelif âyetlerde peygamberin görevinin insanları mutlaka hidayete erdirmek değil, sadece Allah’ın gönderdiği vahyi tebliğ etmek olduğu bildirilmiştir (meselâ bk. Âl-i İmrân 20; Nahl 82; Kasas 56; Şûrâ 48). Bazı müfessirler bu âyetin neshedildiğini yani hükmünün kaldırıldığını söylemişlerse de bize göre bu görüş isabetli değildir. Meşrû savunma ve hakların korunması için savaş emri geldikten sonra da Hz. Peygamber inanmayanları imana zorlamamış, yalnızca topluma zarar verenleri sürgüne göndermiş, diğer gayr-i müslimlerle hukuk çerçevesinde aynı ülkede yaşamış ve yaşanmasını istemiştir.”
Ebû Bekir İbn el-Arabî’nin de isabetle kaydettiği gibi (Ahkâm, II, 854) bazı âyetlerde geçen “fitne ortadan kalkıncaya ve dînin tamamı Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın...” meâlindeki cümleyi (meselâ Enfal: 39) iki şekilde anlamak mümkündür. 1. “Dünyada veya bölgede hiçbir müşrik kalmayıncaya ve herkes Müslüman oluncaya kadar”. 2. “Din ve vicdan hürriyeti yerleşinceye, herkesin serbestçe dînini yaşaması imkânı doğuncaya ve böylece hak olsun bâtıl olsun din seçimi ve dinî hayat baskıya değil, samimi inanca dayanıncaya kadar. İkinci anlayışın doğru olduğu, Hz. Peygamber’den (s.a.) beri örnek devirlerde görülen uygulama ile ortaya çıkmıştır; çünkü hiçbir devirde savaş, Müslüman olmayanları zorla İslâm’a sokmak veya öldürmek için yapılmamıştır.
İslâm’ın savaştan amacının ne olduğu açıklanmıştır (Enfal: 61). Zulmü ve saldırı ihtimâlini ortadan kaldırmak, meşrû savunmada bulunmak amaçtır. Bu zarûretler yüzünden başvurulan savaş, karşı tarafın zulümden ve saldırıdan vazgeçerek barışa yönelmesi ile gereksiz hale geleceği için buna müspet cevap verilmesi, barışmak isteyenle barışılması emrolunmuştur.
Savaş ve barışla ilgili âyetleri bir bütün halinde değerlendirerek genel bir sonuç çıkarma konusunda tefsirciler görüş ve söz birliğine ulaşamadıklarını kaydetmemiz gerekiyor.. Savaşın amacını dünyada müşrik kalmaması veya müminlerin dünyaya hâkim olmaları olarak anlayanlara göre barışı emreden âyetlerin hükmü, sonradan gelen şu âyetlerle kaldırılmış, neshedilmiştir: Müşriklerin yakalandıkları yerde öldürülmelerini emreden âyet (Tevbe: 5) veya Ehl-i Kitab’a karşı, İslâm’ı kabûl edinceye yahut da İslâm devletine boyun eğerek cizye ve haraç vermeye râzı oluncaya kadar savaşılmasını emreden âyet (Tevbe: 29), kezâ “Siz üstün durumda iken düşmanı barışa çağırarak gevşeklik göstermeyin” (Muhammed: 35) meâlindeki âyet.
Bu anlayışa karşı Ebû Bekir İbn el-Arabî’nin (II, 875 vd.) ve Cessâs’ın (III, 68) dile getirdikleri ikinci görüş şöyledir: Nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve Müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş bulunan müşriklerdir; (“Müslüman oluncaya kadar insanlarla savaş bana emredildi” mealindeki hadisin de bu müşriklere yönelik olması gerektiğini yukarıda ifade etmiştim). Âyetlerin ve hadislerin devamlı ve genel olan hükümlerinin bunlarla alâkası yoktur. Savaş ve barış Müslümanların güçlerine, menfaatlerine ve dînin amaçlarına bağlıdır; buna göre gerektiğinde savaşmak, teklif ederek veya karşı tarafın teklifini kabul ederek barış yapmak, barış karşılığında bir şey almak veya vermek câizdir. Âyetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) de buna göre davranarak Medine’ye geldiğinde bazı Yahudi ve müşrik gruplarla barış antlaşması yapmıştır, kezâ Mekke müşrikleri ile Hudeybiye sulhunu yapmış, karşı tarafın anlaşmayı bozarak-Müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan- Huzâ’a kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Necran Hristiyanları ile barış antlaşması imzalamıştır. Müslümanlar güçlenince Ehl-i Kitab’a ya İslâm, ya cizye, yarımada müşriklerine ise “ ya İslâm, ya bölgeyi terk veya savaş” teklifi gelmiştir. “Savaş ve barışın güç, fayda ve amaç esaslarına göre yürütülmesi, bu konuda Ehl-i Kitap müşrik farkının gözetilmemesi” hükmünün uygulamasına ilk halifeler döneminde de devam edilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder