Sulhun Ve Millet Birliğinin Savaşa Tercih Edilmesi
61- Eğer barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş. Ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve kemaliyle bilen bizzat O'dur.
62- Eğer seni aldatmak isterlerse, muhakkak ki Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.
63- Ve onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
64- Ey peygamber! Sana da, müminlerden sana uyanlara da Allah yeter.
65- Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar ikiyüze galip gelirler. Eğer sizden yüz (kişi) olursa, kâfirlerden binini mağlup eder. Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.
66- Şimdi Allah, zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti. O halde eğer sizden sabırlı yüz olursa ikiyüzü yenerler, eğer sizden bin olursa Allah'ın izniyle iki bine galip gelirler. Allah, sabredenlerle beraberdir.
Açıklaması
Tam savaş hazırlığı yapılıp cihada çıkılacağı sırada, düşman barışa yönelir, bunu savaşa tercih ederse, devlet başkanının görüşüne göre, sulh kabul edilir. Zemahşerî şöyle diyor: "Sahih olan, devlet başkanının İslâm'ın ve müslümanların savaş ve barıştaki yararını görmesine bağlıdır. Ne düşmanla mutlaka savaşılması, ne de mutlak olarak barış içinde kalınması söz konusudur.[30]
Ayetin manası: Düşman barışa, ya da mütarekeye yanaşırsa, sen de yanaş. Çünkü sen, barışa onlardan daha yakınsın. Onlarla barış yap, Allah'a güven, işi O'na havale et. Onların barışa yanaşmalarında, tuzaklarından ve sözlerinde durmamalarından korkma. Çünkü Allah sana kâfidir, onların söylediklerini duyan, yaptıklarını bilendir.
Eğer barışı, güç kazanmak ve hazırlanmak için bir hile olarak kullanmak isterlerse, Allah, onların bu işinden seni korur. Onlara karşı sana yardım eder. Senin için O yeterlidir.
Bu, barışın savaşa tercih edileceği ve ondan üstün tutulacağı konusunda açık bir delildir. Çünkü İslâm, barış, hidayet ve sevgi dinidir. Savaşa, ancak çok zorunlu haller ve zorlayıcı sebepler altında başvurulur.
Onun için müşrikler, Hudeybiye yılında Resulullah (s.a.)'le, aralarında dokuz yıl savaşılmamasını da içeren bir barış istediklerinde -müslümanlar aleyhinde şartlar taşımasına rağmen- Resulullah (s.a.) buna olumlu cevap verdi. İmam Ahmed'in oğlu Abdullah, Ali b. Ebî Talib'in şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz yakında ihtilâf veya başka şeyler olacak. Barış yapabilirsen yap."
İbni Abbas ve bir grup tabiinden nakledildiğine göre bu ayet, Tevbe süresindeki: "Kendilerine kitab verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Rasulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, hakir ve zelil olarak kendi elleriyle cizye verinceye dek savaşın" (Tevbe, 9/29) ayetiyle nesholunmuştur. Bu nokta üzerinde düşünmek gerekir. Nitekim İbni Kesir şöyle der: Tevbe süresindeki ayette, buna imkân olduğunda düşmanla savaş emri vardır. Düşman çok olduğu zaman ise, ayetin işaret ettiği ve Peygamber (s.a.)'in de, Hudeybiye Günü yaptığı gibi, onlarla barış yapmak caizdir. Bunda hiçbir çelişki, nesih ve tahsis yoktur.[31]
Sonra Cenab-ı Hak, muhacir ve ensardan bütün müminleri desteklemekle peygamberine lütfettiği nimetini zikrederek: "O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir" buyuruyor. Yani, onların hile ve tuzağından korkma. Çünkü Allah, seni ve müminleri yardımıyla destekledi, onları sana iman ve itaatta, sana yardım ve destekte tek bir topluluk haline getirdi. Destek iki türlü oldu: Doğrudan, bilinen sebepler olmaksızın yapılan destek; bilinen sebeplere bağlı destek.
Sonra Allahü Teâlâ, müminlere olan desteğini ve saflarını birleştirişini açıklayarak: "Onların kalblerini birleştirdi" buyuruyor. Yani, Allahü Teâlâ onları cahiliyye dönemindeki uzun süren çekişme ve savaşlar sonrası meydana gelen düşmanlık ve kinden sonra -nitekim Ensar'dan Evs ve Hazrec'in durumu böyleydi- birbirine ısındırmış, sana yardım etme hususunda birbiriyle yardımlaşan tek bir ümmet haline getirmişti. Aralarındaki ihtilafları iman nuruyla gidermişti. Nitekim şu ayet bu manayı destekler: "Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini de hatırlayın. Hani siz düşmanlardınız da, O kalblerinizi birleştirmişti. İşte onun nimetiyle kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukur kenarındayken oradan da sizi O kurtardı. İşte Allah, hidayeti bulaşınız diye size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor" (Al-i İmran, 3/103).
Dünyadaki tüm malları harcasaydın onların kalblerini birleştirmeye, fikir birliği etmelerine gücün yetmezdi. Fakat Allah, onları imana hidayet buyurmakla, doğru yolda birleştirmekle, bir düzeye getirdi, onları kudret ve hikmetiyle birleştirdi.
Bu, zafere ulaşmanın en önemli sebeplerinden birinin birleşmek ve söz birliği etmek olduğunu açık olarak göstermektedir.
Birleştirme hem eski cahili sürtüşmeleri, hem de İslâm'dan sonra ortaya çıkan -Huneyn'de ele geçirilen ganimetlerin taksimi sırasında muhacirlerle ensar arasında çıkan ihtilaf gibi- anlaşmazlıkları gidermekle oldu. Sahihayn'da gelen bir rivayete göre, Resulullah (s.a.) Huneyn ganimetleriyle ilgili olarak ortaya çıkan görüş ayrılıkları üzerine, Ensara hitaben şunları söyledi: "Ey Ensar topluluğu! Siz dalalet içindeydiniz. Allah benimle, sizi hidayete kavuşturdu. Fakirdiniz, benimle sizi zengin etti. Ayrı ayrı idiniz, benimle sizi bir araya getirdi" Hz. Peygamber her söylediğinde onlar: "Allah ve Rasûlü iyi olanı yapar" dediler.
Bunun için Allahü Teâlâ: "Fakat Allah, aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir" buyurdu. Yani şüphesiz Allahü Teâlâ kuvvetlidir. Yaptıklarında üstündür. Aldatıcıların aldatması, tuzak kuranların tuzağı, ona üstün gelemez. Kendisine tevekkül edenin isteğini boşa çıkarmaz. İşlerinde ve hükümlerinde hikmet sahibidir.
Hafız Ebû Bekir el-Beyhakî, İbni Abbas'ın şöyle dediğini zikreder: "Akrabalık bağının kesildiği, nimetin inkâr olunduğu oldu. Fakat onların kalb yakınlığı gibisi görülmedi. Nitekim Cenabı Hak: "Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin" buyurmuştur.
Allahü Teâlâ, düşmanların hile yapmak istedikleri zamanda Rasulüne yardım sözü verdikten sonra, din ve dünya işlerinin hepsinde yardım ve zafer vaadetti. Bu, tekrar değildir. Şöyle buyurdu: "Ey peygamber! Sana Allah yeter." Yani Allah, onların yaptıklarından dolayı seni üzen durumlarda sana yeter. Düşmanına karşı müminlerin sayısı az, onların sayısı çok da olsa, Allah senin ve sana tabi olanların, sana inanan müminlerin yardımcısı ve destekleyicisidir.
Fakat Allah sana ve müminlere, yardımıyla yeterli olsa da, bu, savaş için gerekli sebeplere yapışmamayı, istenen vasıtaları almamayı ifade etmez. Allah'a buna güvenmenin yanında, müminleri savaşa teşvik etmen de gerekir. Şüphesiz Allahü Teâlâ, cihad yolunda nefislerini ve mallarını harcamak şartıyla, sana yeter.
Sonra Cenabı Hak: "Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar iki-yüze galip gelirler" buyurmuştur. Bundan murad haber vermek değildir. Aksine emir vardır. Adeta Cenabı Hak: "Sizden yirmi kişi olursa sabretsinler ve savaşta gayret sarfetsinler, iki yüze galip gelirler" buyurmuştur. Yani, sizden sabreden, mevkilerinde sebat eden yirmi kişi olursa, iman, sabır ve anlayışlarıyla bu üç haslet bulunmayan ikiyüz kâfire üstün gelir. "Çünkü onlar, anlamaz bir topluluktur." Yani kâfirlerin hezimet sebebi, onların, sizin bildiğiniz gibi, savaşın hikmetini bilmeyen bir toplum olmalarıdır. Çünkü onlar, sırf üstünlük maksadıyla savaşırlar. Sizse, Allah'ın dinini yüceltmek, inancı düzeltmek, putperestlikten temizlenmek, üstün ahlâkla bezenmek, namaz kılmak, zekât vermek, iyiliği emir, kötülükten nehyetmek gibi, Allah'a kulluk amaçları doğrultusunda savaşırsınız. Nitekim Cenabı Hak da şöyle buyurur: "İman edenler, Allah yolunda savaşırlar, küfredenler de tağut yolunda savaşırlar" (Nisa, 4/76); "Onlar eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek dosdoğru namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar" (Hac, 22/41).
Sonra onlar, öldükten sonra dirilmeye ve cezaya inanmazlar. Sizse, iki güzel şeyden birini beklersiniz. Ya ganimet ve zafer, ya da Allah yolunda şehidlik ve cennete kavuşmak.
Ayette sabrederlerse, müminler topluluğunun, kendilerinin on katı kâfire, Allah'ın yardımı ve desteğiyle üstün geleceklerine ilişkin bir sözü ve müjdesi var. Yine, müminlerin, savaşın amaçlarını kavrayan kimseler olacaklarına, Allah'ın rızasını kazanacak şeyler yapacaklarına, insan hayatı ve milletlerin yükselmesi için elverişli şeyleri kâfirlerden daha iyi bileceklerine işaret var. Kâfirler, müşrikler, yahudiler ve Hristiyanlar ise maddecidirler. Savaştan maksatları, şöhret ve diğer milletleri kendilerine boyun eğdirmektir.
Bir müslümanın on kâfire karşı durması, müslümanların az olduğu ilk zamandaydı. Kendilerinden yüksek, güzel işlerin en yüksek derecesi istendi.
Müslümanlar çoğaldıktan sonra ise, ruhsat, kolaylık olan şeyler istendi. Şu ayet onun için bu sorumluluğu hafifletti: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti" Yani Allah bir müslümana, on kâfire karşı koymasını, onlara karşı sebat etmesini emrettiği, bu da onlara ağır geldiği zaman, bu mükellefiyeti en aşağı dereceye indirerek hafifletti. Bir kişinin iki kişiye karşı koymasını emretti. Eğer sizden sabreden yüz kişi olursa, iki yüze üstün gelir; bin sabreden kişi olursa, Allah'ın izni ve kudretiyle ikibin kişiye üstün gelir. Allah daima yardımı, desteği ve korumasıyla sabredenlerin yanındadır.
Buharî, İbni Abbas (r.a)dan şöyle rivayet eder: "Sizden sabreden yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye üstün gelir" ayeti nazil olunca, bu durum, müslüman-lara ağır geldi. Bunun üzerine bu yükü hafifleten ayet nazil oldu: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti."
Her iki halde de, az olan müslümanlardan, kendilerinden daha çok bir topluma karşı koymaları isteniyor. "Allah sabredenlerle beraberdir" sözü, müminleri zafer ve galibiyetin gerçekleşmesi için sadece imana dayanmamak gerektiğini, imanla beraber diğer sıfatların da -bunların en önemlileri sabır, sebat, daima maddî ve manevî hazırlık, işlerin hakikatlarını ve cihadın maksatlarını bilmektir- mutlaka bulunması gerektiğini ifade etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de fert ve toplum olarak sebat edilmesi, sabredilmesi emri tekrarlanır: "Ey iman edenler! Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin." (Enfal, 8/45); "Muhakkak Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (Saff, 61/4); "Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışı yapın. Sınırlarda nöbet beklesin. Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz" (Âl-i İmran, 3/200); "Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider. Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir" (Enfal, 8/46). [32]
[30] Zemahşeri, 11/22.
[31] İbni Kesir, 11/322-323.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/284-287.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder