Ebedi Hayat Bulunan Şeye İcabet Etmek
24- Ey iman edenler! Sizi diriltecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'ın ve Resulünün çağrısına uyun. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız ona dönüp toplanacaksınız.
25- Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden yalnız zulmedenlere gelip çatmaz. Ve bilin ki Allah, şüphesiz azabı çetin olandır.
26- O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde azlık ve zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz. İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz da, yardımıyla kuvvetlendirdi. Size en temiz ve en hoş şeylerden rızık verdi. Tâ ki şükredesiniz.
Açıklaması
Allahü Teâlâ, bu ayetlerde ve bundan önceki ayetlerde, iman sıfatının emir ve nehiylere uymayı gerektirdiğine işaret için nidayı, "iman edenler" lafzıyla tekrarladı.
Mana şöyledir: Ey müminler! Dünya ve ahiret saadetini, hayır ve salahınızı, her türlü hak ve doğruyu içine alan Allah'ın ve Rasulünün davetine -ki o, Kur'ân, iman, cihad ve her türlü hayır ve taattır- icabet edin. "Sizi diriltecek" sözünden amaç güzel ve sürekli olan hayattır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Biz onu çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl, 16/97). Buharî: "Sizi davet ettiği zaman" çağırdığında, sizi "diriltecek" ıslah edecek olan şeylere icabet edin demektir, der.
Fakihlerin çoğuna göre, emrin zahiri, vücubu ifade eder. Çünkü ondan sonraki: "Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız O'na dönüp toplanacaksınız" sözü, tehdit ve korkutma ifade eder.
Bu yüzden Resulullah (s.a.)'in ibadet, inanç ve muamele ile ilgili emirlerine, ciddiyet, azim ve gayretle sarılmak gerekir. Giyinmek, yemek, içmek ve uyumak gibi âdetle ilgili emirler, uyulması gerekli dinî emirler değildir.
Hz. Peygamber (s.a)'in emrettiği iman, Kur'ân, hidayet ve cihaddan kim yüz çevirirse o ölü gibidir. Güzel bir hayat, yahut ruhî bir hayat yaşamıyor demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, insanlar arasında yürümesi için nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir?" (En'am, 66/122).
"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer" sözünün manası, aklınızı kaybetmeden, çabuk icabet edin, demektir. Kalb, düşünce yeridir. Mücahid, bu ayetin manası hakkında şöyle der: Kişi ile aklı arasına girer de, ne yaptığını bilmez. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Muhakkak ki bunda kalbi olan kimse için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37).
Şöyle de denilmiştir: Onlarla kalbleri arasına ölüm girer, geçen zamanı yakalayamaz. Keşşâfda şöyle der: O, onu öldürür de, fırsatı kaçırmış olur. Şöyle de denilmiştir. İşleri bir halden bir hale değiştirir. Kurtubî şöyle der: Bu, Allah'ın "Cami" isminin tecellisidir. İmam Ahmed İbni Hanbel, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.): "Ey kalbleri bir halden bir hale çeviren Allah! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl" sözünü çokça söylüyordu. Ya Resulullah! Sana ve getirdiklerine inandık, bizden korkuyor musun, dedik. "Evet, kalbler, Allah'ın parmaklarından iki parmak arasındadır, onları ters yüz eder, çevirir" buyurdu.
Taberî'nin tercihi şöyledir: Bu Allah'ın, kullarının kalblerine kendilerinden daha çok sahip olduğunu, dilediği zaman kalbleriyle kendileri arasına girdiğini, hatta insanın ancak Allah'ın dilemesiyle bir şeyi anlayabildiğini haber vermektedir.
Bence ayetin tefsiri konusunda Taberî ve Kurtubî'nin tercihi en doğru görüştür. Mana şöyle olur: Allah, insanın kalbini, fikrini ve iradesini kontrol altında tutar, işleri nasıl dilerse, eliyle bir halden bir hale çevirir. Bütün şeylerde tek tasarruf yetkisine o sahiptir. Sahiplerinin güçlerinin yetmeyeceği şekilde kalblere yön verir, dilediği gibi, onların yönelişlerini, maksat ve niyetlerini değiştirir. Ayetten maksat, hastalık, ölüm gibi birtakım engeller çıkmadan itaata teşviktir.
Cebre inananlara göre mana şöyledir: Allah, kâfir kişiyle itaati, itaatkar kişiyle masiyeti arasına girer. O halde, mesut ve bahtiyar kişi, Allah'ın mesut ve bahtiyar kıldığı kişi; bedbaht ve sapık kişi ise, Allah'ın saptırdığı kişidir. Allah'ın saptırdığı ve rüsvay ettiği kimse hakkındaki işi, adalettir. Üzerine vacip olanı gerçekten yapmazsa, o zaman adalet sıfatı ortadan kalkar.
Mu'tezile'den Cübbaî şöyle der: Allah'ın, kendisiyle imanı arasına girdiği kimse âcizdir. Acizin işi taşkınlık ve cahilliktir. Bu, caiz olsaydı, Allah'ın bize göğe çıkmayı emretmesi caiz olurdu. Nitekim müzmin hastanın ayakta namaz kılması emredilmeyeceği hususunda ittifak varken, bu, Allah hakkında nasıl caiz olur? Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez..." (Bakara, 2/286).
Sonra Allahü Teâla mümin kullarını, azken çok yapması, zayıf korkak kimselerken kuvvetlendirmesi ve yardım etmesi, fakirken güzel rızıklarla rızıklandırması gibi ihsanı ve iyiliği ile uyandırdı. Bu, Mekke'den Medine'ye hicretten önceki müminlerin haliydi. Cenâb-ı Hak müminlere, Allah'a ve Rasûlüne itaati emrettikten sonra, masiyetten sakınmalarını da emretti. Bu teklifi, bu ayetle pekiştirdi. Şöyle buyurdu: Ey mücahidler! -Hitabın o çağdaki bütün müminlere olduğu da söylenmiştir- Siz, Mekke'de azlık ve zayıf, müşrikler çokluk ve size kötü işkence tattırdığı, ve insanların sizi öldürmek ve soymak için süratle yakalamasından korktuğunuz vakti hatırlayın. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Görmediler mi ki, biz onlara emin bir harem (belde) kıldık. Bununla birlikte onların etrafından insanlar kapılırlar" (Ankebut, 29/67).
"Biz onları emin bir hareme yerleştirmedik mi? Ki ona her çeşit meyvelerden tarafımızdan bir rızık olmak üzere gelir" (Kasas, 28/57).
"O sizi barındırdı": Medine'de, sizin sığınacağınız bir yer hazırladı. Size, Bedir ve diğer savaşlarda yardım etti. Bereketli, güzel, hoş yiyeceklerle rızıklandırdı, ganimetleri size helâl kıldı. Bu büyük nimetlere şükredip, nimeti hatırlatmaktan maksat, onları Allah'a itaat ve ilâhî nimete teşekküre teşvik etmektir.
İbni Cerir et-Taberî, Katade b. Deâme es-Sedûsî'nin: "O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde az zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz" ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Bu arap kabilesi, çok zelil ve yaşayış bakımından çok düşkün, aç, çıplak, sapık bir kavimdi. İran'la, Rum arasında bulunan bir taşın çevresinde toplanır ibadet ederlerdi. Vallahi, beldelerinde, hased edilecek bir şey yoktu. Herkes yoksulluk içindeydi. Ölenler ateşe atılıyordu. Yemiyor yeniliyorlardı. Vallahi, o gün yeryüzünde onlardan daha kötü durumda bir kabile yoktu. Nihayet, Allah İslâm'ı gönderdi, o beldelere hakim kıldı, onunla rızıklarını genişletti, onları insanlara melikler kıldı. Allah onlara, müslümanlıkları sebebiyle gördüğünüz şeyleri verdi. O halde nimetlerinden ötürü Allah'a şükredin. Şüphesiz Rabbiniz verdiği nimetlere karşı şükrü sever. Şükredenlere olan nimetlerini artırır. [12]
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/218-220.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder