29 Nisan 2016 Cuma

649.Tevhit dini ise neden birleştirmiyor?-Faruk Beşer

Faruk Beşer Hoca'nın mutlaka okunmasını tavsiye ettiğim yazısı:

...Resulüllah'ın öğretip ashabı ile birlikte yaşadığı örnek modele Ehlisünnet ve'l-cemaat diyoruz. Yani Kur'an-ı Kerim'in yanlışsız uygulaması olan Sünnet etrafında cem olma, birleşme. Kur'an-ı Kerim bütünüyle o örneğin içinde mündemiç. Bu anlamda İslam bir cemaat dini, vahdet ve tevhit dini. Tefrikaya, hizipçiliğe, ayrılıkçılığa karşı. Resulüllah bu yolda birleşmeyip tefrikaya düşenlerin cehennemlik olduğunu söylüyor.

Sünneti anlamada problemler doğunca Kur'an-ı Kerim'i de, cem olmayı da doğru anlayamaz olduk. Ya, madem ki Sünnet yanlış anlamalara sebep oluyor, sahihini sakiminden ayıramıyoruz, o halde onun hepsini terk edelim diyenler, sonuçta da Sünnet'in yerine kendi anlayışlarını koymak zorunda kalıp, Peygamber'in görevini üstlenmeye kalkışanlar; ya da aksine, yine kendi oluşturduğu ideolojiyi destekleyen ne kadar söz varsa hepsine hadis diye sarılan, sonunda da bütünüyle Sünnet'in dışına çıkan oluşumlar ortaya çıktı. Böyle olunca, yine daha önce sözünü ettiğimiz ve hiç biri öbürüne benzemeyen ideolojik İslamlar türedi. Birinciler Sünnet'i attılar ve kendi anlayışlarını terviç etmek için ona, bazı taklit şirketlerin isimlerinin başına 'hakiki', 'öz' takılarını ekledikleri gibi 'Kur'an İslamı' adını verdiler. İkinciler ise neticede hem Kur'an-ı Kerim'den hem de Sünnet'ten uzaklaşıp yerine kendi ezoterik düşüncelerini koydular. Böylece cemaatler cem etmenin birleştirmenin, tevhidin değil, parçalamanın, yekdiğerine düşman üretmenin, kinin, hasedin, kavganın, tekfirin odakları haline geldi. Biz elbette umum manzaradan söz ediyoruz. Biz böyle değiliz diyenler varsa onları öpüp başımızın tacı yaparız....


... şu hatamızı da görüp düzeltmek zorundayız. Biz çok uzun yıllardan beri; efendim âlimi cahili herkes Kur'an-ı Kerim'den hüküm çıkarmaya kalkışmasın, onu anlayamaz. Bir üstada, bir âlime ya da abilere sorsun dedik. Belki bunun da içtihat kapısının kapatılması gibi hüsnü niyete dayalı bir yönü vardı, haddini bilmeden ahkâm kesenlerin önü kesilmek isteniyor olabilirdi. Çünkü hüküm çıkarma içtihat etme demekti, içtihadın ise bir seviyeyi gerektirdiği açıktı. Doğru, ama içtihat dediğimiz şey hükümle, ahkâm ayetleriyle alakalı bir ameliyedir. Oysa 6600 küsur ayetin sadece üç beş yüz kadarı fıkhi hüküm içeren ayetlerdir. Geriye kalan altı binden fazla ayet ders çıkarılacak, ibretler alınacak kıssalardır, imanı, ahlakı, edebi, öğreten beyanlardır. Haddini bilme erdemi kazandıktan sonra Kur'an-ı Kerim'in muhatabı her seviyeden insandır. Herkesin ondan alacağı dersler vardır....

Yazının tamamı için:

27 Nisan 2016 Çarşamba

648.RABBİMİZİN cc 32.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah 
(Celle celaluhu) şöyle buyurmaktadır:

"Günah işlememek için göstereceğin azıcık sabır, senin için, cehennem azabının çoğuna sabretmenden daha kolaydır. 'Doğrusu O'nun azabı daimî olup geçici değildir.' 


Azıcık taat için sabretmen, sana içinde daimî nimetler barındıran uzun bir rahatlık kazandırır.


Ey âdemoğlu! Rızkını başkasına yedirmeden önce benim sana vereceğimi ahdettiğim şeye güven. Ben senden vazgeçmeden evvel, sen dünyadan vazgeç.


Hesap gününde iyiliklerin yok olup gitmeden evvel kendini şüphelerden arındır. Âhireti zikrederek kalbini mamur et. Şunu bil ki, senin kabirden başka bir barınağın yoktur.
 Furkân 25/65.

Ey âdemoğlu! Cennete girme arzusu olan, hayırlı işlere koşar. Ateşten korkan kimse, kötülüklerden el çeker. Nefsini şehvetlerden (kötü arzulardan) meneden kimse, en üstün dereceleri elde eder.


Ey İmrân oğlu Musa! Sen taharet (abdest) üzere değilken sana bir musibet erişirse, sakın kendinden başkasını kınama.


Ey Musa! Fakirlik, bir çeşit iyiliktir; ancak o, (nefis için) en büyük ölümdür.


Ey Musa! İstişare etmeden iş gören pişman olur. İstihare eden pişman olmaz."


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

23 Nisan 2016 Cumartesi

Münafığın Alâmeti

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN

24. Münafığın Alâmeti

33- Ebû Hureyre 
(radıyallahu anh)'den rivayet edildiğine göre Allah Resulü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

"Münafığın alâmeti üçtür:
1. Konuştuğunda yalan söyler,

2. Söz verdiğinde sözünden döner,

3. Kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder".
[Hadisin geçtiği diğer yerler:2682,2749,6095]

34- Abdullah b. Amr'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Dört şey kimde bulunursa o kişi hâlis münafık olur. Kimde bu özelliklerden biri bulunursa bunu terk edinceye kadar kendisinde ni­fak özelliklerinden biri bulunmuş olur:

1. Kendisine bir şey emanet edilince ihanet eder,

2. Konuştuğunda yalan söyler,

3. Antlaşma yaptığında antlaşmaya vefa göstermez,

4. Düşmanlık yaptığında haddi aşar.
[
Hadisin geçtiği diğer yerler:2459,3178]

Açıklama:
"Münafığın alâmeti": Buhârî küfür ve zulmün farklı mertebeleri bulunduğunu ifade ettikten sonra münafıklığın da böyle olduğunu bildirmiştir.

Muhyiddin (en-Nevevî) şöyle demiştir: Buhârî'nin bu başlıkta kasdettigi, taatlerin imanı arttırması gibi, günahların da imanı azaltmasıdır.

Kirmanı şöyle demiştir: Bu konunun îman bölümü ile ilişkisi şudur: Nifak (müna­fıklık), imanın olmadığının delilidir. Yahut da nifakın bir kısmının küfür olup, bir kısmının olmadığını açıklamaktır.

Nifak sözlükte için dışa uymamasıdır. Şayet bu iman konusunda ise bu "kü­für nifakı"dır. Değilse "amel nifakı"dır. Fiil ve terk amel nifakına girer. Farklı mer­tebeleri vardır.

Münafığın Alamet Olarak Niçin Üç Şey Zikredilmiştir?
Hadiste zikredilen üç alâmetle yetinilmesinin nedeni, bu üçünün geri kalan­lara işaret ediyor olmasıdır. Çünkü dinle ilgili şeyler üç unsurda toplanır: Söz, fiil ve niyet. Yalan söyleme ifadesi ile sözün bozukluğuna, hıyanet ifadesi ile  fiilin bozukluğuna, sözde durmamak ifadesi ile de niyetin bozukluğuna -çünkü söz verildiği sırada sözde durmama kastı yoksa bunun bir zararı olmaz, ancak kişi sözde durmamayı kasdetmiş sonra bir engel çıkmış veya karar değiştirmiş ise bu durumda kişide nifakın sureti bulunmamış olur- işaret edilmiştir. Bu anlamda şu hadis rivayet edilmiştir: "Kişi verdiği sözü yerine getirme niyeti ile karde­şine söz verir de yerine getiremezse günaha girmiş olmaz". 


Hadiste zikredilen vaadden kasıt, hayır vaadidir. Kötü vaadin (yani tehdidin) ise yerine getirilmemesi müstehaptır. Uygulanmamasından bir kötülük doğmadıkça tehdidi terk etmek farz olabilir.

Yalan
Hadiste geçen yalan sözcüğüne gelince;

İbnü't-Tîn'in naklettiğine göre Mâlik'e yalan söylediği görülen kişiden bah­sedilmiş, o "Hangi tür yalan?" diye sormuştur. Kişi daha önce yaşamış olduğu şeyleri anlatmış, onu nitelemekte aşırıya kaçmış olabilir. Bu zarar vermez. Yal­nızca, yalan amacıyla bir şey hakkında olduğundan farklı olarak konuşmak zarar verir.

Hadiste Sayılan Özellikleri Taşıyan Kişi

Nevevi şöyle demiştir: "Bu hadisi âlimlerden bir grup problemli görmüştür. Çünkü bu hadiste belirtilen özellikler, küfrüne hükmedilmeyeceği konusunda icma edilen bir müslümanda da bulunabilir. Oysa bu hadiste bir problem söz konusu değildir, hadisin anlamı sahihtir. Tahkik ehli âlimler hadisin şu anlama geldiğini söylemişlerdir: Bu özellikler nifak özellikleridir. Bu özelliği taşıyan kişi de bu özellikler bakımından münafığa benzemekte, onların ahlâkını taşımakta­dır."

Ben (İbn Hacer) derim ki: Nevevî'nin bu cevabı, nifak sözcüğünün burada mecaz olarak kullanıldığını kabul etme anlamına gelmektedir. Yani hadis "bu özellikleri taşıyanlar münafık gibi olurlar" anlamına gelmektedir. Bu, nifak söz­cüğü ile küfür nifakının kasdedilmesi halindedir. Buna cevap olarak şu da söylenmiştir: Hadiste kasdedilen nifak, daha önce zikrettiğimiz amel nifakıdır.

Kurtubî bu yorumu kabul etmiş ve Hz. Ömer'in Huzeyfe'ye söylediği "Bende münafıklıktan herhangi bir şey görüyor musun?" sözünü de buna delil olarak getirmiştir. Hz. Ömer bununla küfür nifakını değil, amel nifakını kasdetmiştir. İkinci hadiste münafığın "hâlis" sözcüğü ile nitelenmesi de bunu desteklemekte­dir.

Şu da söylenmiştir: "Burada nifak sözcüğü bu özelliklerin işlenmesi konu­sunda insanları korkutmak ve sakındırmak amacıyla kullanılmıştır. Yoksa nifak sözcüğünden zahir olan anlam kasdedilmemiştir. "Hattabî bu görüşü tercih et­miş, şunu da belirtmiştir: "Bu özellikle nitelenen kişi, bunu âdet edinen ve benimseyen kişi olabilir."

Bir diğer görüşe göre hadis, bu özellikler tamamen kendisine hakim olmuş, bunları hafife alan, küçümseyen kişiler hakkındadır. Bu şekilde olan kişiler ge­nelde inancı bozuk kişilerdir.  

Bu konuda en güzel cevap Kurtubî'nin tercih ettiği cevaptır.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

646.RABBİMİZİN cc 31.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah
(Celle celaluhu)şöyle buyurmaktadır:

 "Ey âdemoğlu!
Benim yanımdaki değerin, dünyaya olan meylin ve kalbinde taşıdığın muhabbetim kadardır. Zira ben dünya sevgisi ile benim sevgimi bir kalpte asla birleştirmem.


Ey âdemoğlu! Takva sahibi ol, beni tanırsın. .. Açlık çek, beni görürsün. Yalnız bana ibadete yönel, bana ulaşırsın. Amelini gösterişten temiz tut, sana muhabbet elbisesini giydireyim. Beni zikretmek için vakit ayır, seni meleklerimin yanında anayım.


Ey âdemoğlu! Kalbinde Allah'tan başkası varken ve sen O'ndan başkasından bir şey umarken, ne zamana kadar hem, 'Allah her şeyden yücedir' diyeceksin hem O'ndan başkasından korkmaya devam edeceksin?

Allah'ı hakkıyla tanısaydın, düşünceni O'ndan başkasıyla meşgul etmezdin, O'ndan başkasından korkmazdın ve O'nun zikrini dilinden hiç düşürmezdin.
Ey âdemoğlu! Fakirlikten korktuğun kadar cehennemden korkmuş olsan, seni hiç ummadığın yerden rızıklandırırdım.


Ey âdemoğlu! Dünyaya duyduğun rağbet kadar cennete rağbet etseydin, seni her iki âlemde de mesut kılardım. Bazılarınızın bazılarını zikrettiği kadar olsun beni zikretseydiniz, melekler sabah akşam sizi selâmlardı.
Dünyayı sevdiğiniz ölçüde benim için ibadet etmeyi sevseydiniz, peygamberlere ikram ettiğim nimetlerden size de ikramda bulunurdum. Kalplerinizi dünya sevgisiyle doldurmayın; onun yok olup gitmesi yakındır."


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Nisan 2016 Çarşamba

Gerçek Anlamda Müslüman Olmamak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN


19. Gerçek Anlamda Müslüman Olmamak

Müslüman olmanın; teslim olma veya öldürülmekten korkmaya dayanması. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Bedeviler îman ettik dediler. De ki siz iman etmediniz, ancak 'teslim olduk' deyiniz.[Hucurat,14] Müslümanlık gerçek anlamda olduğunda şu âyetteki gibi olur: "Şüphesiz ki Allah katında din, İslâm'dır.[Âl-i İmran,19]

27- Sa'd b. Ebû Vakkas'ın oğlu Amir babasından şunu rivayet etmiştir: Sa'd'ın oturduğu bir sırada Allah Resulü 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir grup insana (zekât malından) bir şeyler verdi, benim en beğendiğim adama ise bir şey ver­medi.

Ey Allah'ın elçisi! Falancaya vermemenin sebebi nedir? Vallahi ben onu mümin olarak görüyorum" dedim.

Allah Resulü: 'Yahut müslümandır" buyurdu.

Ben bir süre sustum. Sonra o adam hakkındaki bilgim sebebiyle dayanamadım ve bir kez daha: "Falancaya vermemenin sebebi nedir? Vallahi ben onu mümin olarak görüyorum" dedim.

Allah Resulü 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 
yine: Yahut müslümandır" buyurdu.

Sonra yine dayanamadım ve aynı şeyleri tekrarladım, Hz. Peygamber de aynı şeyi tekrarladı. Sonra da şöyle buyurdu:

"Sa'd! Başkasını daha çok sevdiğim halde bir adama, Allah onu yüz üstü ateşe atmasın diye mal verdiğim olur.
[Hadisin geçtiği diğer bir yer:1478]

Açıklama
Buhâri konu başlığında şart cümlesi kullanmış fakat bunun cevabını, zaten bilinmesi sebebiyle zikretmemiştir. Burada kasdedilen, bu şekilde Müslüman olma halinde âhirette bunun bir yararının olmayacağıdır.

Buhârî'nin belirttiği ve delil getirdiği şey özetle şudur: İslâm kelimesi bazen şer'î hakikat anlamında kullanılır ki bu anlamda imanın eş anlamlısı olup, Allah katında yarar sağlar. Yüce Allah'ın şu âyetleri de bu anlamdadır: "Şüphesiz ki Al­lah katında din İslâm'dır", "Orada Müslüman bir ev halkından başkasını bulama­dık".[Zariyat,36] İslâm kelimesi bazen de sözlük anlamında kullanılır ki bununla itaat ve teslim olma kasdedilir. Burada Buhârî'nin kasdettiği anlam şer'î anlamdır.

Hadisin konu ile uyumu şu açıdan açıktır: Müslüman kelimesi, iç durumu bilinmese bile Müslüman olduğunu açıklayan kişi hakkında kullanılır. Oysa bu kişi gerçek anlamda mümin olmayabilir. Çünkü bu kişi hakkında İslâm kelimesi­nin sözlük anlamı uygun olsa bile, dini anlamı uygun olmayabilir.

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in "Yahut müslümandır" sözünün tenvi' ve teşrik için olduğu söylenmiştir. Teşrik için olması halinde Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Sa'd'a "Ben onu mümin yahut Müslüman olarak görüyorum" deme­sini emretmiştir. Çünkü bu ihtiyata daha uygundur. İbnü'l-A'râbî'nin bu hadisi Mu'cem'inde şu şekilde rivayet etmesi bu görüşü reddetmektedir: "Mümin deme, bilakis o müslümandır". Bundan anlaşılmaktadır ki Hz. Peygamber'in  (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu sözü ıdrâbtır (sözü bırakıp başka bir yere dönmektir). O zaman bu söz Sa'd'ın sözünü reddetmek olmayıp, "İç yüzünü gizli bir deneme ile denemediğin kişi hakkında Müslüman kelimesini kullanmak, mümin kelimesini kullanmaktan daha evladır" anlamına gelir. Çünkü kişinin Müslüman olduğu zahir hükümle bilinir. Hadisin konu ile ilgisini daha önce açıklamıştık.

Bu hadiste yer alan olayın aslı şudur: Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Müslüman olduğunu söyleyenlere, onların kalbini ısındırmak için bolca bağışta bulunurdu. Bu durumda olan bir grup insan Hz. Peygamber   (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den bağış talebinde bulunmuş o da onlara mal verirken muhacirlerden olan Cuayl adında bir adama vermemiştir. Sa'd, o adam hakkında Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'le konuşmuştur. Çünkü o, Cuayl'ı yakından tanıdığından, onun bu bağışa diğerlerinden daha layık olduğunu düşünüyordu. Bu sebeple Sa'd, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e birden fazla müracaatta bulunmuşur. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de ona şu iki konuda yol göstermiştir:

1- Cuayl'i onlardan çok sevdiği halde onlara bağışta bulunup Cuayl'e ver­memesinin sebebini bildirmek. Çünkü Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kalple­rini Müslümanlığa ısındırmak istediği bu kişilere bağışta bulunmamış olsaydı, onların dinden dönerek cehenneme gitmeyeceklerinden emin olunamazdı.

2- İç yüzü kesin olarak bilinmeyen bir konuda kişiyi övmemek, yalnızca dış­tan bildiği şeyi söylemek. Bununla Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Sa'dın sözünü reddetmesinin sebebi anlaşılmış olur. Bu, Sa'dın sözünü tamamen red­dettiği anlamına gelmez. Hz. Peygamber'in Sa'd'a söylemiş olduğu sözün sebebi ile ilgili iki cevaptan biri, onun Sa'd'a daha iyi olan hakkında görüşünü söylediğini belirtirken, diğeri de Sa'd'a Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in sözünün gerekçesini açıklamaktadır.

Hadisten Çıkarılan Sonuçlar
Bu konu ile ilgili hadisten çıkan önemli bazı sonuçlar bulunmaktadır:

*İman ve İslâm, mahiyet itibarıyla birbirinden farklıdır.

*Olgun mümin olduğuna dair hakkında âyet-hadis bulunmayan kişilerin olgun mümin olduğuna dair kesin görüş belirtmekten kaçınmak gerekir.

*Bazı yorumcular bu hadisten yola çıkarak "Cennetlik olduklarına dair hak­larında âyet-hadis bulunanlar dışında kimsenin kesin olarak cennetlik olduğu söylenemez" sonucunu çikarmışlarsa da bu, hadisten açık olarak anlaşılmaz.Evet hakkında nass bulunmayan kişi hakkında bu böyledir. (Ne var ki bu hu­sus, bu hadisten çıkmaz).

*Bu hadis iman etmek için kelime-i şehadeti dille söylemiş olmayı yeterli sayan Mürcie mezhebinin aşırılarını da reddetmektedir.

*Devlet başkanı kamu yararı için ayrılmış mallarda tasarrufta bulunur. Bu tasarrufunda bazı kimseler işin iç yüzünü bilmiyor olsa bile o, öncelik sırasına riayet eder.

*Bir kimse, aracılığın caiz olduğuna inanıyorsa, devlet başkanı yanında başkaları için aracılık yapabilir.

*Alt konumda bulunan bir kişi, üst konumda bulunan bir kimsenin hata yaptığını düşündüğünde ona uyarıda bulunabilir.

*Şayet bir kötülüğe yol açmayacaksa, katında aracılık yapılan kişiye bir ko­nu hakkında müracaat edilebilir.

*Zekât bölümünde Sa'dın "Kalkıp Hz.Peygamber'le gizlice konuştum" şek­lindeki rivayetinde de geleceği üzere, nasihati gizli yapmak, açık yapmaktan daha evladır. Hatta açıktan nasihat yapmak bir kötülüğe yol açacaksa, nasihati gizli yapmak zorunlu hale gelir.

*Bir konuda kendisine görüş belirtilen kişi, karşı tarafın görüşünü yadırga­maz, doğru görüşün delilini ona açıklar.

*Şayet maslahat aracılık eden kişinin görüşünü terk etmekte ise, aracılık eden kişiye bunun gerekçesi anlatılır. Aracılık eden kişinin görüşünün reddedil­mesi onun için bir kusur sayılmaz.

*Soru sorma (veya bir şey isteme) konusunda ısrarlı olmamak müstehaptır.

*Zührî şöyle demiştir: "Bu hadisten, İslâm'ın söz, imanın ise amel olduğunu anlıyoruz. "Bu, Cibril hadisine göre müşkildir. Çünkü bunun zahiri Cibril hadisi ile çelişmektedir.

Zührî'nin kastı şu olabilir: Kelime-i şehadeti getiren kişinin Müslüman oldu­ğuna hükmedilir. Bu kişi amelde bulunmadıkça kendisine mümin denmez. Amel hem kalp hem organlarla yapılan amelleri kapsar. Organların ameli kişinin Müslümanlık sözünün doğru olduğunu gösterir. Cibril hadisinde zikredilen İslâm ise şu âyette kasdedilen kâmil Müslümanlık anlamında şer'î hakikattir: "Kim İslâm'­dan başka bir din ararsa bu kendisinden asla kabul edilmez".[Âl-i İmran,85]


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


18 Nisan 2016 Pazartesi

644.RABBİMİZİN cc 30.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah 
(Celle celaluhu) şöyle buyurmaktadır:

"'Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun ve ancak müslüman olarak ölün.' 
Al-iİmrân 3/102.

Ey âdemoğlu!

Amelsiz ilim, peşinden yağmur gelmeyen şimşek ve yıldırıma benzer.

İlimsiz amel, meyvesiz ağaç gibidir.

Ameli olmayan âlim, oksuz yaya benzer (hedefine ulaşamaz).

Zekâtsız mal, taş üzerine tuz ekmeye benzer (ondan bir hayır çıkmaz).

Ahmak birine yapılan öğüt, hayvanlara sunulan inci ve mücevhere benzer.

Kalbi katı olanın yanında bulunan ilim, içinde su bulunan taşa benzer (İçindeki su taşa etki edemediği gibi, kalbi katı kimseye de içindeki ilim tesir etmez).

İsteksiz kimselere verilen vaaz, kabirlerin yanında güzel sesle nâme okumaya benzer.

Haram maldan verilen sadaka, elbiseye bulaşan bir necaseti sidikle yıkamaya benzer.

Zekâtsız namaz, ruhu olmayan bedene benzer.

Tövbesi olmayan âlim, temelsiz kurulan eve benzer.

'Onlar Allah'ın mekrinden (gizli imtihanından) güvende mi oldular? Halbuki helak olan kimselerden başkası Allah'ın mekrinden emin olmaz." 
A'râf 7/99. 


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Nisan 2016 Pazar

643.Rüya bir bilgi kaynağı mıdır?-Faruk Beşer

Faruk Beşer Hoca'nın "Rüya" ile ilgili yazısını okumanızı tavsiye ederim:

...Peygamberlerin rüyaları vahyin bir parçasıdır.Peygamberlere has vasıflardan birinin sıdk olduğunu düşünürsek sadık rüyalar görmenin sıdk ile, yani dürüst ve doğru sözlü olmakla alakalı olduğunu da anlayabiliriz. Ne kadar doğru sözlü olursanız rüyalarınız o kadar sadık olur. Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim'in, Yakub'un ve Resulüllah'ın vahiy olan rüyalarından söz edilir.

Resulüllah (sa) sadık ya da salih rüyaların vahyin kırk altı cüzünden bir cüz olduğunu söyler. Yani rüya vahiy değildir ama vahiy türünden bir iletişim ve haberleşmedir.

Resulüllah'ın bir hadisi şerifine dayanılarak rüyanın üç çeşit olabileceği söylenir: Ya Allah'tan gelen işaret ve bişaretler, ya şeytandan kaynaklanan hulümler, ya da kişinin psikolojik durumundan, korku ve ümitlerinden doğan malihulyalar.

İşin önemli bir yönü şudur: Rüyanın ilahi işaretler taşıyanı bulunmasına rağmen kişinin gördüğü rüyanın bunlardan hangisi olduğunu bilebilmesi zordur. Bazı işaretlerle rüyasının sadık olduğunu bilse bile onun sembolik dilini doğru okuyabilmesi de en az bu kadar zordur. Dolayısıyla rüya üzerine hüküm bina etme insanı yanıltır. Bu sebeple İslam âlimleri rüyanın dini bilgide bir hüküm kaynağı olamayacağı konusunda ittifak etmişlerdir. O zaman rüyanın en büyük faydası, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, başka bir âlemin olduğuna, her şeyi bilen bir yaratıcının bulunduğuna ve O'nun olmuş olacak her şeyi bildiğine delil teşkil etmesidir.

...Rüyanın sadık olduğunun en önemli belirtilerinden biri, rüyada Resulüllah'ın görülmesidir..

... burada âlimlerimizin ortaya koydukları şu muhteşem kuralı hatırlamalıyız:Birisi rüyasında Resulüllah'ı görse ve ona, ey Allah'ın Resulü, hadis diye şöyle bir söz naklediliyor, bu gerçekten sizin sözünüz müdür, diye sorsa, o da, evet benim sözümdür dese, bu yolla o hadisin sahih olduğuna hükmedilebilir mi? Hadis âlimlerinin ittifakla söyledikleri şudur: Hayır bu durum hadisin sahih olduğunu gösteren yollardan birisi olamaz. Bu rüya, onu gören için bir anlam ifade edebilir ama dini bilgiye böyle bir kapı açtığınız zaman dürüst olanla olmayanı birbirinden ayıramazsınız ve kötü niyetli insanlar istediklerini Peygamber'e söyletebilirler. Bu önemli bir kuraldır.

İkinci önemli bir husus da şudur. Varsayalım ki, böyle bir rüya başkaları için bir anlam ifade etmez de gören için işaretler taşıyabilir, ama bu durumda da rüyanın söylediklerinin, ya da ondan anlaşılanların Kur'an-ı Kerim'in ve Sünnet'in söylediklerine zıt olmaması gerekir. Aksi halde Resulüllah'ın canlı iken söylediğini bırakıp, rüyada söylediğiyle amel etme gibi bir çelişki doğar.

Sahabe efendilerimiz ve onları izleyen seçkin nesiller İslam'ı rüyalarla anlatmamışlar, davet ve tebliğ rüyalarla yapılmamıştır.

..Bir başka önemli nokta, hadisi şerifte de söylendiği gibi rüyalara şeytanın, yani kâfir cinlerin müdahale edebilmesi imkânıdır. “Şeytan insanın içinde kanının gittiği her yere gider” hadisi şerifi de buna işaret eder. Hatta tarihte pek çok sahte şeyhin, birilerinin rüyalarına şeytanın müdahalesiyle büyük mürşitlermiş gibi gösterildiğine, bu yolla sapmalarına ve saptırmalarına dair pek çok hikâye nakledilir. Bu mümkündür. Bu sebeple pek çok batıni ve sapık mezhep bağlılarını hep rüyalarla yoldan çıkarmıştır. Demek ki,rüyanın bir anlamı da onun bir imtihan olmasıdır ve müminlerin bu imtihanı kazanacak kadar kitap ve sünnet bilgisine sahip olması gerektiğini anlatmasıdır.

Rüya dilinin okunması, yani tabir edilmesi de başlı başına bir ilimdir ve herkesin isabet edeceği bir şey değildir. Onun için sadık rüya görenler onu sadece ilmiyle amil takva ehli âlimlere anlatmalıdırlar. Şeytani rüya/hulm görenler ise onu hiç kimseye anlatmaz ve şeytandan Allah'a sığınırlarsa hiçbir zarar görmezler. Allahu alem.

Yazının devamı için:

16 Nisan 2016 Cumartesi

642.ŞEYTANIN MİRASI-Serdar Tuncer

Serdar Tuncer'in bu yazısını mutlaka okuyun.  

İnsanı günaha sevk eden nefsi midir yoksa şeytan mı?

Ârifler bu soruya şöyle cevap vermişler: “Şeytanı yoldan çıkaran nefsidir.”

Çünkü bütün melekler emri yerine getirerek Âdem'e (a.s) secde ettikleri halde, şeytan; “ben ondan hayırlıyım” diyerek nefsine uymuş ve zâlimlerden olmuştur.

Şeytan insanla ilk karşılaşmasında günahkâr olmuş, suçu nefsinden değil Allah'tan bilerek “beni sen azdırdın” demiş ve huzur-u ilâhiden kovulmuş.

İnsanoğlu şeytanla ikinci karşılaşmasında Âdem'in (a.s) yasak ağacın meyvesinden yemesiyle günahla tanışmış, “biz kendimize zulmettik” diyerek tövbe etmiş ve affedilmiş.

Günahı Allah'a yüklemek şeytanın âdeti olmuş böylece, nefsinden bilerek tövbe etmek babamızın mirası...

...Herhangi birisi için, herhangi bir sebepten ötürü “ben ondan hayırlıyım” deyiverdiğin an, şeytanı nasıl memnun ve mutlu ettiğini var sen düşün!

Bir insanla kendimizi kıyaslayıp, ondan daha iyi olduğumuzu düşünmek için muhtelif sebeplerimiz olabilir. Zaten şeytanın da varmış bir sebebi: “beni ateşten onu topraktan yarattın.”

Hâlbuki ârifler kendisinin daha iyi olduğunu ispat için bahaneler üretmek yerine, herkesten daha kötü olduklarını idrak için sebepler bulmuşlar.

Kendilerinden yaşlıyı görünce “benden çok sevabı vardır” deyip hürmet etmişler; genci görünce “benden az günah işlemiştir” diyerek sevgi duymuşlar.

Kendilerinden çok bileni görünce “bu zatın ilmi var, kendini kurtarır” demişler; câhili görünce “bu bilmez, Allah onu bağışlar' diye düşünmüşler. Hatta bir kâfir görseler, “ola ki Cenâb-ı Hakk ona iman nasip ediverir de bütün günahlarına tövbe eder ve bağışlanmış olarak huzur-u ilahiye varır, benimse son nefeste ne halde olacağım belli değil” diyerek akıbetlerini dert etmişler....

... kendi güzelliğini fark etmenin insanı çirkinleştirdiğini de bilmişler, elin çirkinliğini fark etmenin kendilerini güzelleştirmediğini de…

...Bin güzellikleri olsa âriflerin, bir de çirkin halleri, hep o bir'le meşgul olmuşlar...

...İnsan bir günahkârı görür de ben ondan hayırlıyım deyiverir. Bilmez ki kötü olan günahkâr değil günahtır. Hatta günah bile kötü değil, günah bile bir nimettir. Nasıl, deme hemen öyle. İşlemezsin o günahı, nimet olur.

Bir günahkâra bakıp da, 'nasıl o benden daha güzel bir insan olabilir ki' diye düşünme. Seni o günahtan muhafaza eden kudret, bir gün o günahkâra da tövbenin kapısını aralayıvermeye elbette kâdirdir. O canı bedende taşıdığın müddetçe, bir imtihanın kapını çalıvermesine bakar, asla işlemem dediğin o günahın kucağına düşüvermek…

Allah, sana lütfettiklerini o adamcağıza verseydi belki de o senden daha güzel bir Müslüman olacaktı. Ve ona nasip olmayanlar sana ihsan edilmeseydi, sen ondan daha zelil bir hale düşecektin.

'Nefsini, Firavun 'un nefsinden bile aşağıda bil' nasihatini bir de buradan tefekkür et. Allah, Firavun'a verdiği nimetleri sana veriverse belki de sen ondan daha şeddad olacaktın ve sana verdiklerini Firavun'a verse, o senden daha iyi bir kul olacaktı. Bilemezsin. Bilemezsen haddini bil!

...Bırak elin günahının çetelesini tutmayı. Kimseden kimseye fayda olmayan günde başkasının günahından haber sormayacaklar sana. Senin tövben o gün sana azık olacak, başkasının günahı yük o gün sana.

Gıybetin, yalanın, iftiranın, dedikodunun, riyanın, kibrin insanı sarhoş ettiğini bir düşün hele cancağızım. Memlekette ayık adam bulabilir miydik?

Memleketi de boş ver, kendini bir tartıver bu terazide. Bir günde kaç saat ayık olurdun?

Ölçü sahipleri demişler ki; bir insanın yüz halinden kırk dokuzu kötü bile olsa, elli biri iyiyse o insan evliyadan sayılır. İyiliklerini artırıp kötülüklerini azalttıkça velayetinin derecesi artar.

Bırak iki kusurunu gördün diye etrafındaki insanları kötü ilan etmeyi de kendi kötü hallerinden birini daha iyi etmeye bak.

Topraktan yaratıldın toprağa gideceksin!

Hiç kimseyle kendini kıyaslayıp ben ondan daha hayırlıyım deme!

Yazının tamamı için:

15 Nisan 2016 Cuma

641.İslam akıl dini midir?-Faruk Beşer


Okumanızı tavsiye ederim:

Halk arasında çokça duyduğumuz sözlerdendir; "Dinimiz akıl dinidir, mantık dinidir, aklına sor doğruyu bul" derler.

Bu yargının akla getirdiği ihtimaller şunlardır:

Bir; ..

İki; dinin kaynağı Allah"tır ama dini olanı belirlemede aklın büyük yeri ve fonksiyonu vardır, hangi hareketin din olduğunu anlamak için aklına sorarsın ve aklın ne diyorsa onu yaparsın. İşte din odur. Böyle bir anlayış tabii ki, sakattır ve son tahlilde akılperestliğe, yani şirke götürür.

Aslında böyle bir anlayış kendi içinde de tutarsızdır. Bir konuda dini olanı belirleyecek akıl kimin aklı olacaktır? Herkes farklı bir akli çıkarımda bulunursa hangisini esas almak gerekir? Yoksa herkesin dini herkesin kendi aklına göre mi belirlenmiş olacaktır? O takdirde tamamen göreceli ve hiçbir sabitesi olmayan fikirler karması nasıl olup ta din olacaktır. Kaldı ki, herkesin aklı da yaşıyla, bilgisiyle ve tecrübesiyle değiştiğine göre kişinin hangi dönemdeki aklı kendi dini olacaktır?

O halde bu ihtimal kastedilir ama sakattır ve din, bu anlamda da akıl dini olamaz. Çünkü bu da şirkten başka bir şey değildir.

Üç; ...


Dört; ...

Bir beşinci ihtimalden daha söz edilebilir:...

Ama İslam"ın oldum olası akıl dini olduğunu söylemek elbette doğru değildir, hatalıdır.


...Oysa emir ve yasakların illetleri (müessir sebepleri) ve hikmetleri vardır. Hikmetler çoktur, değişkendir, objektif değildir. Onun için hükmü belirleyen hikmetler değildir, illettir.

Salt ibadetlerde illet aranmaz, onun yerine sebepten söz edilir ve böyle konularda sebep-hüküm ilişkisini akıl kavrayamaz.

Oysa illet-hüküm ilişkisini akıl kavrayabilir. İçtihat, aklın illeti kavradığı konularda yapılır.

İlleti bizzat nas söyler, ya da ne olduğu konusunda icma/ittifak olursa o zaman "illet varsa hüküm vardır, illet yoksa hüküm yoktur" diyebilirsiniz...


14 Nisan 2016 Perşembe

640.Geleneksel İslam eleştirisi -Faruk Beşer

Faruk Beşer Hoca'nın yazısını okumanızı tavsiye ederim:

...Kuranı Kerim dini ilk insan Hz. Âdem"le başlatır. Âdem"in ismi yirmi beş ayette yirmi beş kez geçer. Sonra yirmi dört peygamberden daha söz eder. Onların mücadelesini, onlara karşı koyanların isyanlarını, hilelerini ve zulümlerini anlatır...

...Allah dinini kullarına doğrudan ve tek tek iletmedi. Vahyi Cebrail vasıtası ile Hz. Muhammed"e gönderdi ve onun sayılmasını ve sevilmesini istedi. "Kim Rasule itaat ederse Allah"a itaat etmiş olur" buyurdu. (4/80).

O da; "sizden hiç biriniz ben kendisine çoluk çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş olamazsınız" dedi.

Dini (Kuran"ı) yaşayarak öğretti ve ardında sahabe nesli gibi örnek ve ayrıcalıklı bir nesil bırakıp onlara da saygı duyulmasını istedi. Âlimlerin peygamberlere varis olduklarını bildirdi.

O halde; Peygamber"e saygı ve sevgi, sahabeye saygı ve sevgi, kıyamete kadar ona varis olma özelliği taşıyan Rabbanî ulemaya saygı ve sevgi… İşte din ancak bu zincirle ayakta durabilir. Saygı ve sevgi… Buna isterseniz gelenek deyin.

Din ancak böylelerinin şahsında somutlaşırsa doğru anlaşılabilir. Bizim bilgisine mağrur modern ulemamızın problemi buradadır...

Allah Rasulü buyurur ki: "Benim ümmetim yanlışta ittifak etmez, o halde ihtilaf görürseniz sevad-ı azam"a tutunun". Sevad-ı azam, en büyük karartı, ana damar, cemaat, çoğunluk demektir.

Buna manevi tevatür de diyebilirsiniz. İmam Malik, "Medine ehlinin amelini böyle sayar. Ehli Sünnet ve"l-Cemaat derken, cemaatle kastedilen de budur. Yani Ehli Sünnet içerisinde de uç fikirler bulunabilir. Ama önemli olan ana damarın görüşüdür.

Ebu Hanife"nin yaştaşı, Şam Diyarının İmamı, Evzaî"nin müthiş bir sözü vardır, der ki: "Şaz görüşlere tutunmak insanı dinden çıkarır". Şaz görüşler, ana damara ters düşen uç görüşlerdir. Böyle görüşler yerinde ve zamanında hesaba katılabilir ve işe yarayabilir, ama bunlar üzerine İslam bina edilemez...

12 Nisan 2016 Salı

Eğer Tevbe Eder, Namazı Kılar Ve Zekâtı Verirlerse Yollarını Serbest Bırakın

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN

17. Eğer Tevbe Eder, Namazı Kılar Ve Zekâtı Verirlerse Yollarını Serbest Bırakın [Tevbe Suresi,5]

25- Ibn Ömer'den 
(radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Allah Resulü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

"Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik edinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Şayet bunu yaparlarsa İslâm'ın hakkı hariç kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, hesaplarını görmek ise Allah'a aittir".

Açıklama
Ayetteki "Şayet tevbe ederlerse..." ifadesine bakarsak: Hadîs, âyeti tefsir etmek üzere getirilmiştir. Çünkü âyetteki tevbeden kasdedilen inkârdan tevhide dönmektir. "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammedin Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik edinceye..." sözü bunu tefsir etmektedir. Hadis bir başka açıdan da konu başlığına uymaktadır ki bu da Mürcie mezhebini reddetmektir. Çünkü onlar imanın amellere ihtiyaç bırakmadığını iddia etmişlerdir.

Bu hadisin söylenmesine sebep olan olay şunu göstermektedir ki, bazen bir hadis sahabenin büyükleri tarafından bilinmediği halde, onların dışındakiler tarafından bilinebilir. Bu sebeple rey ne kadar güçlü olursa olsun ona muhalif bir sünnet bulunduğunda rey dikkate alınmaz. "Bu durum falanca âlim tarafından nasıl bilinmez?" denilerek sünnete karşı çıkılmaz.

"Emredildim" sözünde emreden Allah'tır. Çünkü Hz. Peygamber'e 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) emredebilecek olan sadece Allah'tır. Bunun benzeri sahabenin "bana emredildi" sözüdür. Burada emreden Hz. Peygamber'dir. Burada "bana diğer bir sahabî emretti" demeyi kastetmiş olamaz. Çünkü onlar müctehid olmaları itiba­rıyla başka müctehidin emrine uymazlar. Bu sözü tâbiûndan biri söylediğinde söz farklı şekillerde anlaşılmaya müsaittir. Özetle söyleyecek olursak, birine itaat etmekle tanınan kişi bu sözü söylediğinde bu emri verenin itaat ettiği o reis oldu­ğu anlaşılır.

"Şehadet getirinceye kadar" sözü ile zikredilen şeylerin bulunması, savaş­manın biteceği sınır olarak belirlenmiştir. Yani kelime-i şehadet getiren, namaz kılan ve zekât veren kişi, geri kalan hükümleri inkâr etse bile canı koruma altına alınmış olur. Oysa bu doğru değildir. Buna şu şekilde cevap verilir: Hz. Muhammed'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) peygamberliğine şahitlik etmek onun getirdiklerini tasdik etmeyi gerektirir. Ayrıca hadis metninde yer alan "İslâm'ın hakkı hariç" ifadesi bunların tümünü de dahil etmektedir. Şu sorulabilir: "Öyle ise neden bununla yetinmedi de namaz ve zekatı ayrıca zikretti?" Buna şu şekilde cevap verilir: "Bu, namaz ve zekatın yüceliği ve onlara gösterilen önem sebebiyledir. Çünkü bunlar bedenî ve malî ibadetlerin esasıdır."

Namaz Ve Zekâtı Terk Edenin Hükmü

"Namaz kılıncaya" yani namazı şartlarına uygun olarak kılmaya devam edinceye kadar. Burada namaz ile kasdedilen namaz cinsi değil, farz olan na­mazdır. Mesela tilavet secdesine namaz denilmesi doğru olsa bile bu hadisin kapsamına girmez ve ona mutlak manada namaz denmez. Şeyh Muhyiddin en-Nevevî şöyle demiştir: "Bu hadisten namazı kasten terk eden kişinin öldürüleceği anlaşılır."

Kirmanî'ye zekâtı terk edenin hükmü sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: "Bu hadiste savaşmanın sona ereceği sınır olarak namazla zekât birlikte zikredildiğinden ikisinin hükmü birdir". Anlaşıldığı kadarıyla öldürme değil savaşma hükmü açısından Kirmanı bunu söylemiştir. "Savaşma ile öldürme arasındaki fark şudur: Namazı terk edenin aksine zekâtı vermeyen kişiden zekât zorla alı­nabilir. Kişi zekâtı vermemek için işi savaşmaya kadar götürürse onunla savaş da yapılır. Hz. Ebû Bekir 
(radıyallahu anh) zekâtı vermeyenlerle bu sebeple savaşmış, onlardan her­hangi birini özel olarak zekât vermemekten ötürü öldürdüğü nakledilmemiştir. Buna göre, "savaşmak" ve "öldürmek" ifadeleri arasında fark bulunduğundan bu hadisi namazı terk edenin öldürüleceğine dair delil olarak ileri sürmek tartışmalı­dır. Doğrusunu Allah bilir.

İbn Dakîku'l-'îd Şerhu'l-'Umde isimli eserinde, namazı terk edenin öldürü­lebileceğine dair bu hadisi delil getirenleri reddetmek için oldukça uzun açıkla­malar yapmış ve şöyle demiştir: "Savaşmanın mubah olması, öldürmenin de mubah olmasını gerektirmez. Çünkü savaşmak, karşılıklı olarak savaşan iki ta­rafın bulunmasını gerektirir. Öldürmek ise böyle değildir."

Beyhakî, Şafiî'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Savaşmakla öldürmek arasında alâka yoktur. Çünkü bazı durumlarda bir kimse ile savaş yapılması helal olduğu halde aynı kişinin öldürülmesi helal olmaz."

Kalplerde Bulunanların Hesabını Görmek Allah'a Aittir
"Hesaplarını görmek Allah'a aittir" yani onların içlerinde gizledikleri şeylerin hesabını görmek Allah'a aittir. Bu, zahir amellerin kabul edileceğine ve zahirin gereğine göre hüküm verileceğine, imanı kabulde delilleri bilmeyi şart koşanların görüşünün aksine kesin inancın yeterli olduğuna delildir.

Bu hadisten, Allah'ın birliğini kabul eden ve O'nun koyduğu hükümlere bağla­nan, bununla birlikte bid'at ehli olan (ehli sünnet dışındaki mezheplere bağlı bulunan) kimselerin tekfir edilemeyeceği, inkârından tevbe eden kişinin, inkârının zahir veya batın olmasına bakmaksızın tevbesinin kabul edileceği de anlaşılmaktadır.

Cizye

Şöyle bir soru sorulabilir: Hadisten ilk anda Allah'ın birliğini kabul etme­yenlerle savaşılacağı anlaşılmaktadır. Şu halde cizye ödeyen veya antlaşma ya­pan kâfirlerle savaş nasıl terk edilebilir? Buna cevap olarak şunlar söylemiştir.

1. Hadisin yürürlükten kaldırıldığı (neshedildiği) iddiası: Cizye alma ve ant­laşma yapma iznini veren hükümler, bu hadislerden sonra gerçekleşmiştir.Bu iznin "müşriklerle savaşın" âyetinden sonra indirilmesi de bunu göstermektedir.

2. Bu hadis, genel bir ifadeye sahip olmakla birlikte kapsamındaki bazı hu­suslar tahsis edilmiştir. Çünkü emrin amacı, talep edilen şeyin gerçekleşmesidir. Bir delil sebebiyle bir kısmında bunun söz konusu olmamasının bir zararı yoktur.

3. Bu hadisteki "insanlar" şeklindeki genel ifadeden özel bir şey yani ehli ki­tap dışındaki müşrikler kasdedilmektedir. Nesaî'deki "müşriklerle savaşmakla emrolundum" ifadesi de bunu göstermektedir. Şayet "bu husus cizye ehl-i hak­kında geçerli olsa bile, antlaşmalı olanlar ve cizye vermeyenler hakkında geçerli değildir" denilirse buna şu şekilde cevap verilir: "Kabul edilemez olan, ateşkes durumunda olduğu gibi savaşın bir süreliğine geciktirilmesi değil tamamen or­tadan kaldırılmasıdır. Cizye ödemeyenlerle savaşılması ise âyet sebebiyledir."

4. Bu hadiste zikredilen şehadet vb. şeylerle kasdedilen, Allah'ın kelimesini yüceltmek ve buna aykırı davrananlara bunu kabul ettirmektir. Bu ise bazı kim­selerde savaşla, bazı kimselerde cizye ile bazılarında ise antlaşma ile olur.

5. Burada savaş kelimesi ile savaşmak kasdedilmiş olabileceği gibi, onun yerine geçen, cizye vb. başka bir şey de kasdedilmiş olabilir.

6. Ehl-i kitaba cizye konulmasının sebebi onları Müslümanlığa yönlendir­mektir. Sebebin sebebi de sebeptir. Bu durumda hadiste sanki şöyle denilmiş olmaktadır: "Ehl-i kitapla onlar Müslüman oluncaya veya onları İslama götüre­cek şeyi yükleninceye kadar savaşın." Bu görüş en güzel görüştür.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

9 Nisan 2016 Cumartesi

Haya (Utanmak) Îmandandır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN

16. Haya (Utanmak) Îmandandır

24- Salim b. Abdullah'ın babasından rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ensardan bir kişinin yanından geçiyordu. O sırada bu kişi kar­deşine utangaçlığı (hayâsı) sebebiyle öğüt veriyordu. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona şöyle buyurdu:

Onu bırak! Çünkü haya (utanmak) imandandır.
[Hadisin geçtiği diğer yer:6118]

Açıklama
Bu hadiste sözü edilen kişi çok utangaçtı. Bu ise haklarını almasına engel oluyordu. Kardeşi bu yüzden onu kınıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona "onu bırak" yani onu bu yüce huyu üzerine terk et bu­yurdu. Sonra da hükme rağbet ettirmek için hayanın imandan olduğunu söy­ledi. Hayâ insanın kendi hakkını almasını bile engellediğine göre bu, söz konusu hakkın ecrini elde etmesine sebep olur. Özellikle de hakkın tahsil edilmediği kişi bu mala muhtaçsa, bu hakkı istememe imandan gelen bir hayadan kaynaklan­maktadır.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Hadisin anlamı şudur: Hayâ, tıpkı iman gibi ki­şinin günah işlemesini engeller. Bir şeye yerini alan şeyin adının verilmesi gibi, hayaya da iman denmiştir. Özetle söylemek gerekirse hayanın imandan olması sözü mecazdır. Hadisten anlaşıldığına göre kardeşini haya etmekten sakındıran kişi, hayânın imanın tamamlayıcı unsurlarından olduğunu bilmiyordu. Hadisteki pekiştirme de bu sebeple söz konusu olmuştur.

Râğıb (el-İsfahanî) şöyle demiştir: Hayâ, nefsin çirkin olan şeyden çekilme­sidir. Bu, insanın arzu ettiği her şeye saldırmaktan uzak durarak hayvanlar gibi olmamasını sağlayan özelliklerinden biridir. Hayâ korkaklık ve iffetin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Bu sebeple hayâ eden kişi fâsık olmaz. Cesur kişinin haya sahibi olması ise nadirdir. Bazı çocuklarda olduğu gibi, hayâ mutlak an­lamda bir şeyden çekinmekten kaynaklanabilir.

Rağıb dışındaki âlimlerden biri de şöyle demiştir: Hayâ, haram kılınmış bir fiil hakkında olursa farzdır. Mekruh bir şey hakkında olursa menduptur. Mubah bir şey hakkında olursa örfe bağlıdır. "Hayâ ancak hayır getirir" sözünden kasdedilen de budur.

Selef âlimlerinden birinin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Günahların zil­let sebebi olduğunu gördüm. Bu sebeple mürüvvet gereği bunları terk ettim, böylece bu terk dinî bir amel oldu."

Hayâ Allah'ın nimetleri tarafından kuşatılmış olan akıl sahibi kişinin, bu ni­metleri O'na isyan yolunda kullanmamasıdır. Seleften biri de şöyle demiştir: "Senin üzerindeki kudretinin miktarınca Allah'tan kork, sana olan yakınlığı miktarınca O'ndan haya et."

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

4 Nisan 2016 Pazartesi

İman Ehlinin Ameller Konusundaki Faziletlerinin Birbirinden Farklı Olması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN

15. İman Ehlinin Ameller Konusundaki Faziletlerinin Birbirinden Farklı Olması

22- Ebû Saîd el-Hudrî'den 
(radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

"Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra Allah Teâlâ: 'Kalbinde hardal danesi ağırlığınca imanı olanı (ce­hennemden) çıkarın!' buyurur. Bunun üzerine (bu kişiler) cehennem­den kararmış (kömür gibi olmuş) bir halde çıkarılırlar. Sonra hayâ yahut hayat [Hadisi rivayet eden Mâlik,hadiste yer alan sözcüğün "hâya"mı yoksa "hayat"mı olduğundan şüphe ettiği için rivayet sırasında "hâya yahut hayat nehrine" demiştir.] nehrine atılırlar. Orada selin uğradığı yerde kalan tohumlar nasıl (çabucak) ayrık otu olarak biterse öyle biterler. Görmez misin, bunlar (ne güzel) sapsarı olarak (ve iki tarafına) salınarak sü­rer?
[Hadisin geçtiği diğer yerler:4581,4919,6560,6574,7438,7439]

Açıklama
Bu bölümde ameller sebebiyle hasıl olan fazilet farklılığı ele alınmaktadır.

"Hardal danesi ağırlığınca" ifadesi aslında en küçük şeye işaret etmektedir. İmâmü'l-Haremeyn şöyle demiştir: Tartı, amel defterleri için söz konusudur. Bunların ağırlığı, amellerin ecirlerine göre değişir. Burada hardal danesinden kasıt, Allah'ın birliği (tevhid inancı) esas alınarak gerçekleştirilen amellerdir. Çünkü diğer rivayette şöyle yer almaktadır: "Lâ ilahe illallah diyen ve zerre miktarınca hayır işleyen kişiyi cehennemden çıkarın".

Hayâ (veya hayat) nehrinden kasıt kendisi ile hayatın sağlandığı şeydir. Hayâ yağmur anlamında olup bununla bitkiler hayat bulur. Bu ifâdeye yağmur manasında olan ve sonunda hemze harfi bulunmayan sözcük, sonunda hemze bulunan ve utanma anlamına gelen hayâ kelimesinden daha uygundur.

"Habbe/ Tohum/ayrık otu" çöllerde biten ancak yiyecek olarak kullanılma­yan bitkidir.

Bu hadisin konu başlığına uyumu açıktır. Zira hadiste iman olsa bile gü­nahların zarar vereceği belirtilmektedir. Buhârî bu hadisi kaydetmekle Mürcie mezhebinin "iman ile birlikte günahın zarar vermeyeceği ile ilgili görüşünü;Mutezile mezhebinin de "günahlar kişinin sonsuza kadar cehennemde kalmasını gerektirir" görüşünü reddetmiş olmaktadır.

23- Ebû Saîd el-Hudrî'nin 
(radıyallahu anh) rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

"Uyurken rüyamda insanların üzerlerinde gömlek olduğu halde ba­na arz edildiğini gördüm. Bu gömleklerden kimi göğe kadar, kimisi ise daha da kısaydı. Ömer b. Hattâb, üzerindeki gömleği yerde sürüdüğü halde bana arz edildi."


Ashab-ı kiram: "Bu rüyayı (rüyadaki gömleği) nasıl yorumladın?" diye sor­dular. Hz. Peygamber: "Din ile" diye cevap verdi.[Hadisin geçtiği yerler:3691,7008,7009]

Açıklama
Gömleğin din olarak tabir edilmesi açısından hadisin konu başlığına uyumu açıktır. Hadiste insanların gömleği giyme konusunda birbirinden farklı olduğu belirtilmiştir. Bu ise onların imanda da farklı olduklarını (imanlarının aynı sevi­yede olmadığını) göstermektedir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

29 Mart 2016 Salı

Hz. Peygamberin Allah'ı En İyi Bileniniz Benim Sözü

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN

13. Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Allah'ı En İyi Bileniniz Benim" Sözü

Marifet kalbin fiilidir, çünkü Yüce Allah "Sizi ancak kalbinizin kazandığından sorumlu tutar
[Bakara Suresi,225] buyurmuştur.

20- Hz. Âişe'den 
(radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre, Allah Resulü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Ashabına bir emir verdiğinde, amellerden güçlerinin yeteceğini onlara emrederdi.

Ashâb-ı kiram şöyle dedi: "Ey Allah'ın elçisi! Biz senin durumunda değiliz. Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır."

Bu söz üzerine Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yüzünden öfkesi anlaşılacak şekilde sinirlenir sonra da şöyle derdi:

"Allah'a karşı gelmekten en çok sakınanınız, O'nu en iyi bileniniz benim".

Açıklama

Buhârî'nin konu başlığında âyeti vermesinin amacı; tek başına sözle imanın yeterli olmadığını, buna inancın da eklenmesinin şart olduğunu, inancın ise kal­bin fiili olduğunu ifâde etmektir. Ayetteki "kalbinizin kazandığı" ifadesinden kasıt, kalbinizde yerleşen anlamındadır. Ayet aslında yeminler hakkında gelmekle birlikte, iman konusunda bunun delil getirilmesi, anlam bakımından ortaklık sebebiyledir. Çünkü yeminde de imanda da hakikatin üzerinde döndüğü esas nokta, kalbin amelidir. Buhârî, Zeyd b. Eslem'in bu âyeti tefsirine dayanmış gibidir. Çünkü o, "Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz" âyeti hak­kında şöyle demiştir: Kasıtsız yemin kişinin "şöyle yaparsam kâfir olayım" demesidir. Kişi kalbini kesin olarak buna bağlamadıkça Allah onu bu yeminden so­rumlu tutmaz. Böylece âyet ile hadis arasındaki münasebet ve bu âyet ve hadi­sin imanla ilgili konulara dahil olma gerekçesi ortaya çıkmış olmaktadır.

Bu hadis Kerrâmiye mezhebinin "İman yalnız sözden ibarettir" görüşü aley­hine delildir. Yine bu hadiste imanın artması ve eksilmesine de delil vardır. Çünkü Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Allah'ı en iyi bileniniz benim" sözü, Allah hakkındaki bilginin farklı dereceleri bulunduğunu, bu konuda bazı insanların başkalarından daha üstün olduğunu, Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ise derecelerin en üstününde yer aldığını göstermektedir. Allah'ı bilmek, O'nun sıfatlarını, hükümlerini ve bunlara ilişkin şeyleri bilmeyi kapsar. Gerçek iman budur.

Kalpte Bulunanlardan Sorumluluğu Gerektirenler

Nevevî şöyle demiştir: Âyette, "kalbin fiillerinin kalpte yer etmesi halinde kişinin bundan sorumlu olacağı" şeklindeki doğru görüşe delil vardır. Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Allah ümmetimin içinden geçen şeyleri, bunları konuşmadığı veya yapmadığı sürece bağışladı" hadisi, "bunlar kişinin kal­binde yer etmediği takdirde bağışlanır" şeklinde yorumlanır. Ben (İbn Hacer) derim ki: Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)"bunları yapmadığı sürece" sözünün genel ifadesi de bunu göstermektedir. Çünkü inanç kalbin amelidir (yaptığı şeydir).

Amelde Orta Yolu Tutmak, Aşırı Gitmemek

"Onlara bir şey emrettiğinde güç getirebilecekleri şeyleri emrederdi" ifadesi­nin anlamı, "onlara bir şey emrettiğinde, devam edemeyeceklerinden korkarak onlara zor gelmeyecek kolay gelecek şeyler emrederdi" demektir. Kendisi de onlara emrettiği hafif amellerin benzerini yapardı. Ashâb-ı kiram, derecelerinin (yükselmesi için Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)yaptığından daha fazla ame­le ihtiyaçları olduğuna inanırlardı. Bu sebeple Allah Resûlü'nden kendilerine zor yükümlülükler yüklemesini talep eder ve ona "biz senin durumunda değiliz" derlerdi. O ise buna öfkelenirdi. Çünkü dereceler elde etmiş olmak, amelde kusurlu davranmayı gerektirmez. Aksine nimetleri karşılıksız veren Allah'a şük­retmek için ameli daha da çoğaltmayı gerektirir. Nitekim bir başka hadiste Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (ayakları şişinceye kadar namaz kılmasının sebebini soran Hz. Aişe'ye): "Ben Allah'a çokça şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurmuştur. Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ashabına kolay amelleri emretmesi buna devam edebilmeleri içindir. Nitekim diğer bir hadiste de şöyle duyurulmuştur: "Allah'ın en sevdiği amel devamlı olandır".

Hadisten Çıkan Sonuçlar
Bu hadisten aşağıdaki sonuçlar çıkmaktadır:

1. Salih ameller; dereceleri yükseltir ve günahları siler. Bunun yanında sahi­bini yüksek mertebelere ulaştırır. Çünkü Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sahabeyi bu yönde delil getirip bunu gerekçe gösterdikleri için değil, başka bir
sebeple yadırgamıştır.

2. Kişi ibadette ve ibadetin neticelerinde son sınıra ulaştığında, nimetin devam etmesini ve şükrederek daha da çoğalmasını sağlamak için ibadete devam etme konusunda daha gayretli olur.

3. Şâri'in koymuş olduğu azimet ve ruhsat sınırlarını aşmamak gerekir. Dine uygun kolay ameli esas almanın, dine aykırı zor amelden daha üstün olduğuna inanmalıdır.

4. İbadette evla olan orta yolu tutmak ve devamlılıktır, ibadeti terke sebep olacak şekilde aşırı gitmek değil. Nitekim bir başka hadiste şöyle buyrulmuştur: "Yolculuğunda çok hızlı giden ne mesafe kat etti, ne de (hayvan) sırtı bıraktı".

5. Sahabe ibadete çok büyük bir rağbet duyar ve daha fazla hayır yap­mayı isterdi.

6. Dinin emrine aykırı davranıldığında öfkelenmek meşrudur. Ehliyetli olan kişi, bir şeyi yanlış anladığında onu, uyanışa teşvik için, yadırgamak meşrudur.

7. Kişi, övünmekten ve kibirlenmekten emin olduğunda, ihtiyaç duyulması halinde, kendisinde bulunan üstünlükleri söyleyebilir.

8. Allah Resulü 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) insanın ulaşabileceği olgunluk seviyesinin en üst basamağındadır. Çünkü ilmî ve amelî hikmet ona özgüdür. Hz. Peygam­ber "en çok bileniniz" sözü ile ilmî hikmete, "ona karşı gelmekten en çok sakınanınız" sözü ile amelî hikmete işaret etmiştir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

27 Mart 2016 Pazar

Îmanın Alâmeti Ensarı Sevmektir

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN

10. Îmanın Alâmeti Ensarı Sevmektir

17- Enes'ten (radıyallahu anh) rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

İmanın alâmeti ensarı sevmektir, nifakın (münafıklığın) alâmeti ise ensara buğzetmektir.
[Hadisin geçtiği yer,3784]

Açıklama
Ensar", Allah Resûlü'ne yardımcı olanlardır ki, bunlar Evs ve Hazreç kabi­leleridir. Onların çocuklarına, antlaşmalı olduğu kimselere ve azat ettiği kölelere de bu isim verilir. Hz. Peygamber'i 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve beraberindekileri Medine'ye hicretten sonra barındırdıkları, onların hizmetlerini gördükleri, mallarını onlarla paylaştıkları, pek çok konuda onları kendilerine tercih ettikleri için bu yüksek dereceye diğer kabileler değil de yalnızca onlar nail olmuşlardır. Onlarm yaptığı bu işler, Arap olan ve olmayan bütün fırkaların onlara düşmanlık etme­sini gerektiriyordu. Düşmanlık ise öfkeyi getirir. Ardından onlara özgü nitelikler başkalarının onları kıskanmasını gerektiriyordu. Kıskançlık da öfkeyi getirir. Bu sebeple onlara öfke duymayı yasaklayan uyarı gelmiş ve onları sevme konu­sunda teşvik söz konusu olmuştur. Öyle ki onların faziletlerinin büyüklüğüne, yaptıkları işin değerine işaret etmek için onlar hakkındaki sevgi ve nefret, imanın ve nifakın göstergesi kabul edilmiştir. Gerçi bu manada onlara ortak olanlar, zikredilen faziletlere de ortak olurlar. Müslim'in Sahih'inde Hz. Ali (radıyallahu anh)hakkında Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)şu hadisi rivayet edilmiştir: "Seni ancak mümin olan sever, sana ancak münafık buğz eder". Bu, tek tek bütün sahabe hakkında geçerlidir. Çünkü aynı üstünlük onlarda da bulunmaktadır. Zira onlar dini en güzel şekilde savunmuşlardır.

el-Müfhim adlı eserin sahibi şöyle demiştir: "Sahabe arasında gerçekleşen savaşlara gelince, şayet onlardan birinin diğerine buğz etmesi söz konusu olmuş­sa bu buğz, hadiste kasdedilen şekilde değil, muhalefeti gerektiren haricî bir durum sebebiyledir. Bu yüzden sahabe, birbirinin münafık olduğuna hükmetmemiştir. Onların durumu, müctehidlerin hükümler karşısındaki durumu gibidir: Doğruyu bulana iki ecir, hatalı olana ise bir ecir vardır.



Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

25 Mart 2016 Cuma

Îmanın Tadı

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN

9. Îmanın Tadı

16- Enes'ten
radıyallahu anh rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

"Üç şey kimde bulunursa imanın tadını bulur:

1. Allah ve Resulünü başka her şeyden çok sevmek,

2. Sevdiği kişiyi yalnızca Allah için sevmek,

3. İnkarcılığa dönmeyi, ateşe atılmak kadar kötü görmek. [Hadisin geçtiği diğer yerler:21,6041,6941]

AÇIKLAMA

Îmanın Tadı
"İmanın tadı" ifadesi ile Buhârî, imanın tadının imanın neticelerinden oldu­ğunu belirtmek istemiştir. Önceki bölümde Hz. Peygamber'i
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)sevmenin imandan olduğunu belirttikten sonra, imanın tadına nasıl varıla­bileceğini ifade etmiştir.

"İmanın tadı" ifadesinde tahyîl-i istihare (hayal yoluyla bir benzetme) vardır. Müminin imana olan rağbeti, tatlı bir şeye benzetilmiş ve bu şeyin özelliklerinden olan tat ona izafe edilmiştir. Bu benzetme hasta ve sağlam kişiye de işaret et­mektir. Çünkü safra hastası, balın tadını ekşi olarak algılar. Sağlam kişi ise balın tadını nasıl ise o şekilde algılar. Sıhhat durumu ne ölçüde düşerse balın tadını alma da o ölçüde azalır. Hadisteki bu benzetme, Buhârî'nin ispatlamaya çalıştığı imanın artması ve eksilmesini en açık şekilde güçlendiren bir delildir.

Şeyh Ebû Muhammed b. Ebû Cemre şöyle demiştir: Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)"tad" ke­limesini kullanmasının sebebi şudur; "Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti)" [İbrahim Suresi,24] âyetinde Allah imanı bir ağaca benzetmiştir. Bu âyette yer alan güzel söz, ihlas kelimesidir. Ağaç, imanın köküdür. Dalları ise emre uymak, ya­saktan kaçınmaktır. Ağacın dalları, müminin önem verdiği hayırlardır. Meyvesi ise taatleri işlemektir. Meyvenin tadı, onun toplanmasıdır. Son sınır meyvenin olgunlaşması olup tadı da bununla ortaya çıkar.

Allah ve Resûlü'nü Her Şeyden Daha Çok Sevmek
Beyzâvî şöyle demiştir: Buradaki sevgiden kasıt, akl-ı selimin tercih etmeyi gerektirdiği şeyi, nefsin arzusuna aykırı olsa bile, tercih etmek şeklindeki aklî sev­gidir. Nitekim hasta, doğası gereği ilaçtan hoşlanmaz, nefret eder. Ancak aklı gereği ilaca meyleder ve onu alır. Kişi, kanun koyucu olan Allah'ın emrettiği ve yasakladığı şeyde kesin olarak dünyada iyilik, ahirette kurtuluş olduğunu bildi­ğinde akıl bu yönü tercih etmeyi gerektirir. Kişi O'nun emrine itaat eder, arzu ve isteklerini O'na tabî kılar. Bundan aklî olarak lezzet duyar. Çünkü aklî lezzet duymak, olgunluk ve iyiliği mahiyeti itibarıyla idrak etmektir. Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)bu duruma "tat" adını vermiştir. Çünkü, somut lezzetlerin en güçlüsü budur.

Hadiste yer alan üç özelliğin imanın olgunlaşma belirtileri sayılmasının se­bebi şudur: 
Kişi gerçek nimet verenin Allah olduğunu, O'nun dışında ne veren ne de engelleyen bulunduğunu, O'nun dışındakilerin sadece aracı olduğunu, Peygamber'in Rabbin muradını kendisine açıklayan kişi olduğunu anladığında bu durum, bütün varlığıyla O'na yönelmesini gerektirir. Artık O'nun sevdiğinden başkasını sevmez, sevdiği kişiyi de ancak O'nun için sever. Allah'ın vaad ve tehdid ettiği şeylerin tümü kesin gerçektir. Bu kişiye, vaad edilenlerin tümü gerçekleşmiş gibi gelir. Zikir meclislerini cennet bahçeleri, inkarcılığa dönmeyi ise ateşe atılmak gibi görür.

Bu hadisin Kur'ân'dan şahidi de şu âyettir:

"De ki; "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz (soy ve sopunuz), elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah'tan, Resûlü'nden ve O'nun yolundaki cihâddan daha sevimli ise, o halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekle-yedurun. Allah fâsiklar topluluğunu hidâyete erdirmez.-Tevbe Suresi,24-

Hadisten Çıkan Sonuçlar
Bu hadis faziletlerle donanmaya, kötülüklerden kurtulmaya işaret etmekte­dir. Hadiste sayılan üç özelliğin ilki faziletlerle donanmayı, sonuncusu da kötü­lüklerden kurtulmayı ifâde etmektedir.

Allah sevgisi farz ve mendup olmak üzere iki kısımdır.
a. Farz olan sevgi, Allah'ın emirlerine uymaya, yasaklarından sakınmaya, kaderine razı olmaya yönlendiren sevgidir. Haram kılınmış bir fiili yapmak veya bir farzı terk etmek suretiyle günah işleyen kişi, kendi arzusunu öne aldığı için Allah sevgisindeki kusuru sebebiyle günah işlemiştir. Kusurlu davranış, kimi za­man da mubahları fazlaca işlemekle olur. Bu, insanın Allah'ın rahmetine çokça güvenerek günah işlemesine sebep olacak gerektirecek şekilde gafleti doğurur, yahut da gaflet devam ede ede sonunda kişi günaha düşer. Bu ikinci kişi pişmanlıkla günahı terk etme konusunda acele eder. "Zina eden kişi, zina ettiği sırada mümin olarak zina etmez" hadisi buna işaret etmektedir.

b. Mendup olan sevgi, kişinin nafilelere devam etmesini ve şüpheli şeyler­den kaçınmasını gerektiren sevgidir. Bu sıfata genel olarak sahip olan kişi çok nadirdir.

Peygamber sevgisi de aynı şekilde iki kısımdır. Şunlar da peygamber sevgi­sine dahildir: Emir ve yasakları onun ışığından almak, yalnızca onun yolunu tut­mak, onun koyduğu kurallara rıza göstermek, verdiği hükümden dolayı içinde hiçbir sıkıntı duymamak, cömertlik-başkasını tercih etme-ağırbaşlılık-alçakgönüllülük vb. sıfatlarda onun ahlâkını örnek almak. Kim bu konularda nefsi ile cihad ederse imanın tadını bulur. Müminlerin derecesi bu cihada göre değişir.

Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: "Bu büyük bir hadistir, dinin temellerinden biridir. İmanın tadından kasdedilen, ibadetlerden lezzet almak ve din uğruna zorluklara katlanmaktır. Bunu, dünya menfaatlerine tercih etmektir. Kulun Allah'ı sevmesi, ona itaat etmek ve ona muhalefeti terk ile gerçekleşir. Peygamber sevgisi de böyledir."

Hadiste "herkesten" değil "her şeyden çok sevmek" ifadesi kullanılmıştır. Bu, hem insanları hem diğer varlıkları içeren bir ifadedir.

"Kişiyi yalnızca Allah için sevmek" hakkında Yahya b. Muâz şöyle demiştir: "Allah için sevmenin hakikati, sevginin sevilen kişinin iyiliğinden dolayı artma­ması, kötülüğünden dolayı da azalmamasıdır."


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.