10 Temmuz 2017 Pazartesi

FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ-2-

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Beyan: Kesin bir dille diyebilir miyiz ki, Sünnet olmadan İslamiyeti yaşamamız mümkün değildir?

E.S: Elbette! Söyleyebilir miyiz değil, söylemek zorundayız. Neden? Çünkü Sünnet'i devre dışı bırakan, Sünnet'siz bir Kur'an, Peygambersiz bir din anlayışı İslamî bir anlayış olamaz. Kur'an'da Peygamber Efendimız Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e itaati emir buyuran pek çok ayete rağmen, Sünnet'in ve Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in devre dışı bırakılabileceğini gösteren bir tek ayetten bile söz edilemez.

Beyan: Malum çevreler Sünnet'i tamamen yok saymıyorlar, işlerine gelenleri kabul ediyorlar. Bu duruma ne diyebiliriz?

E.S: Sünnet'in tamamen devre dışı bırakılmasıyla, sözünü ettiğiniz bu anlayışın temelde bir farkı yoktur. Çünkü tıpkı Kur'an gibi Sünnet de, bizler uyalım, tabi olalım diye vardır. Nasıl Kur'an ayetleri içinden işimize gelene uyup, işimize gelmeyeni terk etmek gibi bir selahiyetin sahibi değilsek, aynı şey Sünnet için de geçerlidir. Allah Teala Celle Celaluhu  Kur'an'da, "Şu şu ayetlere uymak zorundasınız, ama şunlara uymak zorunda değilsiniz" gibi bir çerçeve çizmediği gibi, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem de -özellikle dinin tebliği, Kur'an'ın beyanı ve ilahi emirlerin pratik hayata yansıması bağlamındaki- Sünnetler hakkında böyle bir ayrım yapmış değildir. Ümmet'in uymakla yükümlü olduğu Sünnetlerin diğerlerinden nasıl ayırdedileceği, bu konudaki kriterlerin neler olduğu, ulemamız tarafından yapılan çalışmalarla ortaya konmuştur. Mesela Malikî mezhebi alimlerinden el-Karâfî'nin, "el-İhkâm" isimli eseri, bu konuda zikredilmesi gereken temel eserlerden birisidir. el-Karâfî bu eserinde, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in uygulamalarını, "Resul", "Devlet Başkanı", "Kadı" ve Müftü" sıfatlarıyla yapılmış tasarruflar olarak taksim ediyor ve bunlar içinde bağlayıcı olanların hangileri olduğunu gerekçeleriyle izah ediyor.

Dolayısıyla bahsettiğimiz "malum çevreler"in, hemen her konuda olduğu gibi, Sünnet üzerinde de ayrıntılara inildikçe bir araya getirilmesi mümkün olmayan görüşler ileri sürdüklerini görüyoruz. Müçtehid İmamlar'ın, fıkhî meselelerin 3'te 1'lik bölümünde bile -makul gerekçelerini yukarıda kısaca ortaya koyduğumuz tarzda- ihtilaf etmesini her fırsatta istismar ve karalama vesilesi yapanların, önce kendi aralarında sergiledikleri korkunç boyutlardaki görüş farklılıklarını izah etmeleri gerekir.

Beyan: Bütün bu ayrı görüşleri bir araya getirip, orta yolda ittifak etmek mümkün değil mi? Bu ayrılıkların kaynak noktası neresidir?

E.S: Şimdi aklıma bir olay geldi, onu nakledeyim:

 Hz. Ali Radıyallahu Anh , Haricîler'le münakaşa ve münazara etmesi için Abdullah b. Abbas Radıyallahu Anh'ı görevlendirir ve ona şöyle der:

- "Onlarla tartışırken Sünnetlerden delil getir." İbn Abbas Radıyallahu Anh der ki:

- "Ey Mü'minlerin Emiri! Biz, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'ın akrabalarıyız, amca çocuklarıyız. Kur'an bizim evlerimizde nazil oldu. Dolayısıyla hangi ayetin hangi olay hakkında nazil olduğunu ve hangi ayetin ne anlattığını iyi biliriz."

Hz. Ali'nin Radıyallahu Anh cevabı çok ilginçtir. Der ki:

- "Evet, doğru söylüyorsun; biz bunları herkesten daha iyi biliriz. Ama tartışmayı sadece Kur'an ile sınırlı tutarsan, bir netice alamazsın. Çünkü Kur'an "zû vücûh"tur." Yani Kur'an ayetleri pek çok manaya ihtimallidir. Yahut Kur'an'dan, onların da kendi görüşlerine delil olarak getirebilecekleri ayetler bulmaları kolaydır. Onun için Kur'an'ın beyanı olan ve murad-ı ilahîyi yakalamanın vazgeçilmez unsuru olan Sünnet'i delil getir."

Şimdi dikkat edin. Konuşmamızın başında adını zikrettiğimiz bütün o fırkaların her biri, görüşlerinde Kur'an ayetlerine dayanıyor. Yani Hz. Ali Radıyallahu Anh çok önemli bir noktanın altını çiziyor.

Hemen burada çok küçük bir örnek vereyim: Mesela İslam Tarihi'nde, Cebriyye diye bir fırka var. Yukarıda sözünü ettiğimiz Mu'tezile'nin tam karşısında yer alan bir fırka. Cebriyye diyor ki: "İnsanın elinde hiç bir şey yoktur. İnsanın iradesi diye bir şey söz konusu değildir. İnsan, Allah Teala'nın Celle Celaluhu kendisi için ezelde takdir ettiği şeyleri yapmaya mecburdur."

Bunu ileri sürerken de birtakım Kur'an ayetlerini delil getiriyor. Mesela diyor ki: Kur'an'da, "Savaşta onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları." "(Ok) attığın zaman da sen atmadın, Allah attı onu" buyurulmaktadır. Demek ki, kulların fiili olarak Kur'an'da zikredilen hususların hepsi mecazen kullara isnat edilmiştir. Savaşta atılan oklar dahi insan tarafından atılmamıştır. Onları atan Allah Teala'dır. Allah Teala öyle dilediği için kul o oku atmaya mecburdur."

Oysa Kur'an'da bu bakış açısını çürüten onlarca ayet vardır. Burada bunların ayrıntısına girmemiz mümkün değil. Konuya dönecek olursak, ilk bakışta birbirine zıt gibi görünen Kur'an ayetlerinin mevcudiyeti bir vakıadır. İşte burada ortak bir metodolojide buluşabilmemiz için, Kur'an tarafından kendisine Kur'an ayetlerini beyan etme, açıklama vazifesi verilmiş olan Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in Sünneti'ni, Kur'an'ın doğru biçimde anlaşılabilmesi için mutlak surette bir merci olarak kabul etmek zorundayız.

Bundan sonra Sahabe'nin tefsirleri, nüzul sebeplerini anlatan rivayetler, Arap dilinin özellikleri vesaire gelir. Bütün bu noktalarda görüş birliğinin tesis edilmesi lazım.

Şimdi bakın, günümüzde şöyle bir anlayış var: Diyorlar ki: "Kur'an'dan başka bir kaynak ve delil tanımayız. Neden? Çünkü Allah Teala Celle Celaluhu Kur'an'ı koruyacağını bize vadetmiş. Ancak Sünnet için böyle bir vaat ve garanti yok. Sünnet'in naklinde işin içine beşer unsuru girmiştir. Tarih içinde uydurulduğu bilinen pek çok hadis vardır. Hadis ravileri, hadisleri naklederken bir takım tasarruflarda bulunmuşlardır. Dolayısıyla hadislere güvenmemiz mümkün değildir. Şu halde yapılması gereken şudur: Önce Kur'an ile doğrudan, aracısız bir şekilde yüz yüze gelelim. Onu anlayıp idrak edelim. Hadis külliyatı içerisinde de Kur'an'a uyanları alalım, Kur'an'a aykırı olan rivayetleri terk edelim."

İlk bakışta gayet olumlu ve mantıklı gibi görünen bu yaklaşımın altını biraz eşelediğimizde, ortaya çok ciddi problemlerin çıktığını görüyoruz.

Mesela bir hadisin Kur'an'a uygun olup olmadığını nasıl tespit edeceğiz? Günümüzde yaygın olarak yapılan şudur: Ben bir A şahsı olarak Kur'an'ı açıp okuyorum ve kendime göre bir Kur'an anlayışı geliştiriyorum. B şahsı da aynı şeyi yapıyor ve o da kendisine göre farklı bir Kur'an anlayışı geliştiriyor. Şüphesiz burada kişilerin ilmî seviyeleri, altyapıları, yetiştikleri kültürel ortam vs. gibi pek çok unsur belirleyici oluyor ve bunun neticesinde de farklı Kur'an anlayışları ortaya çıkıyor.

Sonra bu A şahsı veya B şahsı çıkıp diyor ki: Falanca hadis Kur'an'a aykırıdır.

Ama oturup düşünmüyoruz ki, acaba bizim Kur'an'dan anladığımız şeyin doğru olduğunu kim belirleyecek? Bunu bize kim garanti edebilir? Şu halde güvenilmez olan, Kur'an'a aykırı olduğu söylenen hadisler midir, yoksa Kur'an anlayışları mıdır? Bu, hayati önemi haiz bir sorudur ve cevabı henüz tatmin edici bir şekilde verilebilmiş değildir.

İşte bu "malum çevreler"e mensup bir kısım kimseler, başörtüsünün Kur'anî bir emir olduğunu, Mirac'ın hak ve gerçek olduğunu, kabir azabını, Mizan'ın, Sırat'ın hak olduğunu söylerken, diğer bir kısmı tam tersini iddia ediyor. Şimdi burada bir sakatlık var. Bu iki insan aynı noktadan hareket ediyor; yöntemleri, metotları aynı, yapmak istedikleri aynı, iddiaları aynı. Fakat biri sağ tarafa gidiyor, diğeri sol tarafa.

Şimdi bizler ne yapmalıyız? Oturup bu alanda kendimizi baştan sorgulamamız lazım. Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem  buyuruyor ki:

"Allah Teala Celle Celaluhu ilmi insanlardan zorla söküp almaz. Ancak alimlerin ölümüyle alır. Alimler ölür ve geriye cahiller kalır. İnsanlar da alim bildikleri o cahil kimselere gidip meselelerini arz ederler. Onlar da ilimleri olmadığı için yanlış fetvalar vermek suretiyle hem halkı saptırırlar, hem de kendileri sapıtırlar."

Günümüzde bu hadis-i şerifin anlattığı olay fiilen yaşanıyor. Adı "alim"e çıkmış bir takım insanlar var. Hele isminin başında Prof. Dr. yazıyorsa o kişi artık bu işin uzmanıdır. O her şeyin en iyisini ve en doğrusunu bilir. Bu anlayışı sorgulamamız lazım. Ciddî ilim adamı eksikliği mevcut.

Beyan: Eski ulema ile ilgili aklımızın almadığı bir konu da, bu insanların yazdığı eserler. Bir çoğunun yüzlerce cilt eser yazdığını görüyoruz. O zamanın şartlarını düşündüğümüzde bir insanın ömrünün bu eserleri yazmaya yeterli olmadığını görüyoruz. Bu insanlar bu eserleri nasıl meydana getirdi?

E.S: Geçmiş ulemaya bu kadar atıf yapıyoruz. Elbette bunun bir sebebi var. Onların himmetleri, gayretleri, sabırları, ilmî kapasiteleri, ihlas ve takvaları şimdiki insanlarla kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip. Geçmişte öyle çalışmalar yapılmış ki, bugün bunları bizim havsalamız almıyor.

Bakın size birkaç örnek vereyim: Yakın geçmişte yaşamış bir alım, Muhammed Zahid el-Kevserî (rh.a). Talebesi merhum Abdülfettâh Ebû Gudde'nin naklettiğine göre el-Kevserî merhum, el-Aynî'nin "Umdetu'l-Kaarî" isimli eserini 20 kere baştan sona mütalaa etmiştir. Burada yapılan iş, "okuyup geçmek" değil. İnceleyerek okumuş. el-Aynî'nın bu eseri, "Sahîh-i Buhârî"ye şerh olarak yazılmış ve bir kaç baskısı yapılmıştır. Bendeki baskısını esas alarak söylüyorum: Bu eser büyük boy 24 cilttir ve her sayfasında ortalama 30'dan fazla satır vardır. Üstelik küçük harflerle dizilmiştir.

Şimdi bırakalım el-Aynî'nin bu eserini, onun aslını teşkil eden "Sahîh-i Buhârî"yi bu insanların kaçı baştan sona okumuştur acaba? Bu kitaptan metni ile senedi ile kaç hadisi ezberden nakledebilirler? Buna ben de dahilim. O halde eğri oturup doğru konuşalım; biz bu ilim mirasının liyakatli evlatları değiliz.

Yeryüzünün en görkemli medeniyetlerini Müslümanlar kurmuştur. Bir Osmanlı medeniyeti, bir Endülüs medeniyeti böyledir. Osmanlı Devleti -kavram olarak Osmanlı devletine "imparatorluk" demek yanlıştır-, yeryüzünün en uzun ömürlü devletlidir. Bütün bunları yapan, şüphesiz ki ulemamızın, ilim, fikir, sanat ve devlet adamlarımızın olağan üstü gayret ve himmetleriydi.

Bakın, Hanbelî mezhebine mensup Ebu'l-Vefa b. Akîl isimli alimin, Bütün ilim dallarını ihtiva eden 400 ciltlik bir eseri bulunduğunu kaynaklardan öğreniyoruz.

Hanefî mezhebinin ikinci imamı İmam Ebû Yusuf, bilindiği gibi Abbasî Devleti'nin baş kadısıdır. Bu resmî görevi yanında, pek çok talebe yetiştirmiş ve eserler yazmıştır. Onun, diğer eserlerini bir kenara bırakalım. Talebelerine söyleyerek yazdırmak suretiyle vücuda getirdiği "el-Emâlî" isimli eserinin 300 (üçyüz) cilt olduğu söylenmektedir.

Yine bu babda İmam es-Suyutî de enteresan bir örnektir. Yazdığı eserlerin sayısı 730 civarındadır. Üstelik İmam es-Suyutî, eserlerinin çoğunu, 40 yaşından sonra uzlete çekildiğinde yazmıştır.

Keza Ebu Ali Hüseyin b. Muhammed el-Mâsercisî, "el-Müsned" isimli 1300 (bin üçyüz) cüzlük bir eser yazmıştır. Yine Hadis ulemasından Ebu Hatim el-Abdevî'den, 10 kişi, 10.000 (on bin) cüzlük hadis yazmışlardır. Ebu'l-Fadl el-Felekî isimli alimin, 1000 (bin) cüzlük "et-Tabakât" isimli bir eseri vardır.

Son bir örnekle bitirelim: Hindistan'lı Rabbanî alim Muhammed Eşref Ali et-Tanevî merhum bu yüzyılın ortalarında vefat ettiğinde geriye, telif, imla, fetva ve vaz-u nasihatlerinin kaleme alınmasıyla vücuda getirilmiş 1000 (bin) ciltlik muazzam bir kütüphane bırakmıştı.

Bu doğrultuda daha pek çok örnek sayılabilir. Ama ibret almasını bilenlere bu kadarı bile fazladır.

Şüphesiz ki onlar da birer beşer idiler. Hastalık, yorgunluk, yaşlılık, uyku ve dinlenme ihtiyacı, günlük meşguliyetler, resmî vazifeler, talebe yetiştirme ve benzeri hususlar onlar için de geçerliydi. Üstelik onlar, ibadat-u taatlerini de hiç aksatmayan insanlardı. Hatta kendilerine vird edindikleri nafile namaz, Kur'an tilaveti gibi şeyler de vardı. Ama onlar, bütün bunlara ve değindiğiniz zor şartlara rağmen bu kadar eseri meydana getirebildiler. Bu, tabii ki onların ihlaslarından, samimiyetlerinden, sa'y-u gayretlerinden ve dolayısıyla Allah Teala'nın Celle Celaluhu onlara yardımından kaynaklanıyor.

Burada değinmemiz gereken bir nokta da şudur: Günümüzde artık branşlaşma söz konusudur. Mesela bir kimse Hadis ilmi alanında profesör olur, bu dalda uzmanlaşır. Ona, gel İbn Hacer'in, el-Aynî'nin, ez-Zehebî'nin veya es-Suyûtî'nin el attığı ilim dallarında tıpkı onlar gibi kaynak olarak kullanılabilecek değer ve ciddiyette eser yaz desen, "benim branşım değil" der. Haydi bunu kabul ettik; sadece Hadis konusunda o değer ve seviyede eser yaz desen, onu da yapamaz. Hasılı günümüzde alim olmak demek, eski alimlerin yazdıklarını öğrenmek demektir. Yani günümüzün alimleri, geçmiş ulemanın talebesi seviyesinde bile değil. Niyetimiz kimseyi karalamak ya da küçümsemek değil, ama vakıa bu.

Dolayısıyla bizler önce oturup kendi aczimizi idrak ve sahip olduğumuz kültür ve ilim mirasının eşsizliğini ikrar etmeliyiz.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

Hiç yorum yok: