8 Temmuz 2017 Cumartesi

FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ-1-

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

EBUBEKİR SİFİL HOCA'NIN BEYAN DERGİSİNDEKİ "FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI ÜZERİNE" SÖYLEŞİSİ

Beyan: Bütün bu anlattıklarınız bilinçli bir organizasyonun sonucu mudur? İsminin evvelinde Prof.-Doç. gibi unsurlar olanların çok daha cahil ve akılsız oldukları söylenemez. Bunlar bilgi ve becerilerini yıkıcı yönde mi kullanıyor?


Ebubekir Sifil: Bu insanların ilmî bir bilgiye sahip olduklarını düşünsek bile, bilmek yeterli değil. O bilginin gereği olarak amel etmek gerekiyor. Kişinin bildiklerini önce hissetmesi, yaşaması ve tatbik etmesi lazım. Aksi halde bir kimsenin "alim" sıfatını hak etmesi mümkün değildir.


Takva, edep ve tevazu, ilim adamı olmanın vazgeçilmez şartlarıdır. İslam ilim tarihi bu hususun sayısız örneklerinin en canlı şahididir. Oysa günümüzde adı "ilim adamı"na çıkmış olan kimselere bakıyorsunuz, adeta bilmedikleri bir şey yok. Her şeyi biliyorlar. Hatta her şeyin en iyisini ve en doğrusunu onlar biliyorlar. Sadece adı "ilım adamı"na çıkmış olanlar mı? Sıradan bir öğrenci, esnaf ve iştigal sahası İslamî ilimler; olmayan söz gelimi bir mühendis, bir doktor dahi İslam ile ilgili konularda fütursuzca ahkâm kesmekten geri durmuyor.

Beyan: Bugün genel olarak Kur'an üzerinde bir ittifak var gibi. Kur'an üzerinde sağlanan bu ittifakı Sünnet'te nasıl sağlayabiliriz?

E.S: Evvela şunu ortaya koyalım: Kur'an ve Sünnet'e hakkıyla vakıf olma mertebesine erişmiş olan kimseler arasında birtakım içtihad farklılıkları bulunabilir.

Mesela "...ev lâmestumu'n-nisâe..." ayet-i kerimesinden İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri cinsel ilişkiyi anlamış. İmam eş-Şafiî hazretleri ise kadının sadece derisine, cildine dokunmayı anlamış. Çünkü ayet, "... kadınlara dokunduğunuz zaman..." diyor. Burada geçen ifade, her iki şekilde anlaşılmaya da müsaittir. Ehil kimseler arasında bu türden birtakım anlayış farklılıklarının olması normaldir.

Ancak bu durum, Kur'an ve özellikle de Sünnet'in delil olduğu noktasında bu imamlar arasında görüş farklılığı bulunduğu anlamına gelmez. Dikkat ederseniz, "Dört Hak Mezhep" tabirini kullanıyoruz. Niçin? Çünkü Dört Mezhep, Edille-i Şer'iyye dediğimiz dört delilin esas alınması noktasında ittifak halindedir. Tarih içinde bu dört mezhep ile bu konuda tavır birliği içinde olan diğer başka mezhepler de mevcut idi. Ancak bugün artık onların tabisi kalmamıştır.

Bu dört mezhep dışında kalan diğer mezheplerin bahsi geçen dört delile -ki bunlar Kur'an, Sünnet, İcma; ve Kıyas'tır- bakışlarında sakatlıklar vardır.

Demek ki, sadece Kur'an ve Sünnet üzerinde değil, İcma ve Kıyas delilleri üzerinde de keza görüş birliği sağlanmalıdır.

Kur'an üzerinde ittifak vardır dedik. Sünnet ve diğer iki delilin niçin esas alınması gerektiği hususu, Usul-i Fıkıh kitaplarında uzun uzadıya tartışılmış ve gerekçeler ortaya konmuştur.

Bugün bizim yapmamız gereken şey şudur: Benim kanaatime göre ilmî seviyelerine asla ulaşamayacağımız Müçtehid İmamlar nasıl böyle bir konsensüs [görüş ve tavır birliği] sağlamışlar? Bizler bu konsensüsün ruhuna nüfuz edebilmeliyiz. Neydi onların temel olarak bu dört delil etrafında birleştiren? Bu dört mezhep, bir aile gibidir ve fıkhî meselelerin 3'te 2'sinde ittifak halindedirler. Geriye kalan 3'te 1'lik ihtilaflı kısım ise, yukarıda bir örneğini verdiğimiz türden makul ve kaçınılmaz görüş ayrılıklarının bir sonucudur. Bu ihtilafların mantığını anlamak zor değildir.

Mesela bu ihtilaflara, "fetva" ve "takva" ölçüleri açısından bakılabilir. Nitekim Ebu'l-A'lâ Sâ'id b. Ahmed b. Ebî Bekr er-Râzî isimli alim, "el-Cem' Beyne'l-Fetvâ ve't-Takvâ fî Mühimmâti'd-Dîn ve'd-Dünyâ" isimli eserinde bunu yapmış, Müçtehid İmamlar arasındaki ihtilaflı meseleleri, "fetvaya uygunluk" ve "takvaya uygunluk" kriterlerine göre tasnif etmiştir.

Keza İmam eş-Şa'ranî de "el-Mîzânu'l-Kübrâ" isimli eserinde bu türlü ihtilaflı meseleleri "azimet" ve "ruhsat" bölümlemesi içinde tasnif etmiştir. Dolayısıyla bu türlü ihtilaflı meseleleri, "Mezhepleri birleştirme" sloganıyla ortaya çıkan 19. yüzyıl reformistlerinin iddia ettiği gibi, Ümmet'in parçalanması olarak düşünmek ve "Kur'an bir, Sünnet bir; öyleyse bu ihtilaflar nereden çıkıyor? Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in mezhebi var mıydı?" gibi basit ve yüzeysel sloganlarla bir problem gibi takdim etmek mümkün ve doğru değildir. 

Günümüzde bu delillerden nasıl hüküm çıkarılacağı konusunda bir tartışma var. Genellikle İcma ve Kıyas'ı bir delil olarak kabul etmeme eğiliminde olan bazı yaklaşımlara göre İcma bir delil değildir. Çünkü geçmişte bir dönemde yaşamış bütün Müçtehid İmamlar'ın bir meseledeki görüşlerinin bir noktada toplanıp toplanmadığını tesbit etmek çok zor idi. Yahut bunun gerçekleşmiş olduğunu kabul etsek bile, tarihin bir döneminde meydana gelmiş olan böyle bir görüş birliği bugün bizler için neden bağlayıcı olsun?

Oysa İcma konusunda gerek Kur'an ve Sünnet'teki deliller, gerekse bizzat Sahabe'nin ileri gelenlerinin tutumu, İcma'ın dinî bir delil olarak bağlayıcılığını ortaya koymaktadır. 

Kıyas'a gelince, günümüzde Kıyas'ın Şer'î bir delil olmadığını iddia edenlerin bir kısmı şöyle diyor: "Kıyas, münferit hüküm bildiren ayet ve hadislerin illetini tesbit edip, aynı illeti taşıyan, ama nasslarda açıkça bildirilmeyen durumlar hakkında da -aralarındaki illet birliğine dayanarak- aynı hükmü vermektir. Bu ise bizi parçacılığa ve lafızcılığa götürüyor. Şu halde yapılması gereken şey şudur: Mesela Kur'an ayetlerinin tümünün incelenmesi, yani tümevarım [istikra] metoduyla genel bir bakış açısı elde edildikten sonra, önümüze çıkan her probleme bu genel Kur'anî bakış açısıyla hüküm vermek. Bu durumda verilen hükümler, Kur'an'ın ruhuna uygun olarak verilmiş olacaktır."

Oysa burada gözden kaçırılan önemli bir nokta var:

Günümüzde bu türlü iddiaları ortaya atanlar her şeyden önce "Kur'an'ın ruhu" dedikleri şey üzerinde bir görüş birliği sağlayabilmiş değiller ki, bunun güvenilir bir metot olduğu konusunda ileri sürülenlerin ciddiye alınma şansı bulunabilsin! Mesela bu türlü iddialarda bulunan kimselerin, Sünnet'in hücciyyeti, şahitlik ve miras meselesi gibi kadınla ilgili hususlar, haddler ve daha bir çok noktada ileri sürdüğü ihtilaflı görüşleri ele alın. Bu konularda verilen birbirinden farklı hükümlerin hangisini "Kur'an'ın ruhuna uygun" olarak değerlendirmemiz gerekiyor?

Öte yandan Kur'an hakkındaki tartışmalar bağlamında oldukça önemli bir yer işgal eden "nesh" gibi meselelerde -ki biz kıymetli Beyan okuyucuları için bu meseleyi ilk iki sayıda ele almıştık- görüş birliği sağlamadan ortaya bütünlük arz eden bir Kur'an tasavvuru koymak da mümkün değildir.

Mesela birisi çıkıp, Kur'an'da Cehennem hakkında kullanılan bir kelimeyi, "sekar" kelimesini "bilgisayar" olarak yorumluyor. Kur'an'da "söz" anlamında kullanılan "hadis" kelimesinin, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in hadislerini anlattığını iddia ediyor. "Bu söylediklerinin, ne Kur'an'dan, ne de Sünnet'ten bir delili yoktur. Dolayısıyla bunların ilmî olarak kabul edilmesi ve de ciddiye alınması mümkün değildir" dediğiniz zaman da feveran ediyor, "Ben bunları böyle anlıyorum. Benim özgür bir şekilde yorumumu ve görüşümü ortaya koymama niçin engel oluyorsun?" diyor.

Böyle bir ortamda Kur'an üzerinde görüş birliği sağlamanın mümkün olduğunu söylemek oldukça zor görünüyor.

Dolayısıyla böyle son derece önemli meseleleri herkesin arzusuna ve keyfine göre şekillenen hususlar haline getirmeye kimsenin hakkı ve yetkisi olmamak lazım gelir diye düşünüyorum.

Bütün bunlardan sonra başa dönerek, sorunuzda yer alan husus hakkında şunu söylemeliyiz: Günümüzde yaşanan bu karmaşa ortamında Kur'an hakkında genel bir görüş birliği bulunduğunu dahi söylemek ne yazık ki mümkün değil.

Kur'an üzerinde sağlıklı bir anlayış edinme noktasında görüş birliğine varabilmemiz için Sünnet'e mutlak surette ihtiyacımız olduğunun herkes tarafından kabul edilmesi gereklidir. Esasen ulemamız, bağlayıcılık bakımından Kur'an ile Sünnet'i, meseleye kuşbakışı baktığımızda, hiç bir zaman keskin hatlarla birbirinden ayırmamışlardır. En azından dinin tebliği ile ilgili sünnetlere "gayri metluvv vahiy" ismini vererek bunların bağlayıcılığı üzerindeki doğru anlayışı ortaya koymuşlardır. Bu ne demektir? Bu, Sünnet'in de Allah Teala tarafından indirilmiş bir vahiy olduğunu söylemektir. Yani tilavet edilmeyen, namazda okunmayan vahiy.

Bizim, bu anlayışı benimsememizi mümkün kılan, hatta zaruri kılan pek çok nokta var. Bizzat Kur'an'da, Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e Kur'an ayetleri dışında da vahiy geldiğini bildiren Kur'an ayetleri bir yana -ki biz, "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı seri çalışmamızın birinci cildinde bu ayetleri geniş bir şekilde ele almıştık- İslam'ın pratik hayata yansımalarının Sünnet olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir.

Mesela namazı ele alalım. Kur'an'da sadece namaz kılınması konusunda emir vardır. Ancak namazların ne zaman, ne miktarlarda ve nasıl kılınacağına dair Kur'an'da bir sarahat yoktur. Namazın şu şu vakitlerde, şu kadar rekât kılınacağı, kıyamda şöyle durulacağı ve şunların okunacağı, rükû ve secdeye şöyle gidilip, şunların söyleneceği Kur'an'da belirtilmiş şeyler değildir. Buna rağmen bu Ümmet 1400 küsür yıldır namaz kılıyor. Peki Kur'an'da yer almamış olan bu temel ibadeti Ümmet neye göre yapıyor? İşte ulemanın, hadis-i şeriflere dayanarak verdiği cevap:

Namazın şekli, miktarları ve vakitleri, gayrı metluvv vahiy ile belirlenmiştir. Cebrail Aleyhisselam Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e bir gün şu vakitte gelerek abdest almış ve O'na nasıl abdest alınacağını göstermiş, sonra öne geçip imam olmuş ve namaz kıldırmış. "İşte bu vaktin namazı böyle kılınacak" demiş. Sonra diğer bir vakitte gelmiş ve yine imamlık yaparak o vaktin namazının nasıl kılınacağını fiilen göstererek öğretmiş ve beş vakit namaz böylece Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e öğretilmiş. O da Ümmetine gösterip öğretmiş. Buna benzer pek çok husus var. İşte biz bütün bu noktaları Kur'an'da ayrıntılı bir biçimde bulamıyoruz. Ama Sünnet vasıtasıyla biliyoruz.

Devam edecek...

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

Hiç yorum yok: