7 Temmuz 2017 Cuma

FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


 Günümüzdeki farklı İslam anlayışları nereden kaynaklanıyor? Bu farklı İslam anlayışlarının geldiği son nokta nedir?

İslam tarihindeki ilk farklılaşma Hz. Osman 
Radıyallahu Anh'ın şehit edilmesiyle kendisini gösteriyor. Daha sonra Hz. Aişe Radıyallahu Anha validemiz ile Hz. Ali Radıyallahu Anh arasındaki mücadeleler, Hz. Ali Radıyallahu Anh ile Hz. Muaviye Radıyallahu Anh arasındaki mücadelelerle büyüyüp devam ediyor.

Daha sonraları yoğun olarak işin içine birtakım siyasî unsurlar giriyor; bunlardan birtakım siyasî ve itikadî fırkalar zuhur ediyor. Bunların hepsi farklı bir İslam anlayışını temsil ediyor. Bu farklı İslam anlayışları bir yönüyle siyasî, bir yönüyle de itikadî bir mahiyet arz eder ve bunun tabii bir sonucu olarak da farklı fikrî uzanımlara sahiptirler. Her birinin, Kur'an'a ve Sünnet'e bakış açıları bakımından temel aldıkları farklı metodolojik yaklaşımları var.

Mesela Hz. Ali 
Radıyallahu Anh ile Hz. Muaviye Radıyallahu Anh arasındaki mücadelelerin doğurduğu bir fırka olan Haricîler şöyle dediler: "Biz, sadece Kur'an'a ve bizden olanların rivayetlerine güveniriz. Temel, Kur'an'dır. Onun yanında ikinci olarak güveneceğimiz unsur da, adalet sıfatını kaybetmemiş olan, yani bizden olan kimselerin naklettikleri rivayetlerdir."
Onları bunu söylemeye iten sebep, Hz. Ali 
Radıyallahu Anh ile Hz. Muaviye Radıyallahu Anh arasında yaşanan "Hakem olayı"ndan sonra, "Hüküm Allah'ındır. Dolayısıyla bu Hakem olayına karışan, bu olayı kabul eden herkes kâfir olmuştur" şeklindeki temel anlayışlarıdır. Kâfirin rivayetine güvenilemeyeceğine ve de söz konusu olaya karışan ve hakemlerin verdiği hükme razı olan Bütün Sahabîler kâfir olduğuna göre, onların rivayetlerine güvenilemeyeceğini söylemek kaçınılmaz olmaktadır.

Haricîler bu temel anlayış doğrultusunda toplumda bir terör havası estirerek, adeta önlerine geleni tekfir ettiler. Bu da toplumda büyük bir tepki ve infial meydana getirdi. Bir zaman sonra bunlara tepki olarak Mürcie dediğimiz fırka ortaya çıktı. Bunlar da şöyle dediler: "Bir kimse, Mü'min olduğunu söyledikten sonra artık işleyeceği hiç bir kötülük ve günah kendisine hiç bir zarar vermez. Biz, günahkâr mü'minlerin Cehennem'de azap göreceğini söyleyemeyiz."

Görüldüğü gibi bu iki fırkanın biri ifrat, diğeri tefrit görüşü temsil etmektedir.

Daha sonraları Mu'tezile dediğimiz fırka ortaya çıktı. Kadim Yunan ve Hint felsefesinden, Roma kültüründen ve tercüme faaliyetlerinden yoğun olarak etkilenen Mu'tezile ise, Kur'an ve Sünnet'i yorumlarken aklı merkeze koyuyor, insan aklına ve iradesine abartılı bir şekilde vurgu yapıyor. Bu temel tavrın bir neticesi olarak da akıl-nakil çatışmasında aklın esas alınacağı görüşünü benimsiyor. Yine Mu'tezile, büyük günah işleyen kimselerin ne mü'min, ne de kâfir olduğunu, böyle kimselerin "el-Menzile beyne'l-menzileteyn", yani bu ikisi arasında bir yerde bulunacağını söylüyor.

Keza Mu'tezile, Kur'an'da açıkça yer almayan hususlar Sünnet ile sabit olsa bile bunları kabul etmez. Mesela kabir azabı, Sırat, Mızan vs. gibi konular böyledir.

Bütün bu farklı İslam anlayışları karşısında Ehl-i Sünnet nerede duruyor? Burada Ehl-i Sünnet devamlı olarak merkezi ve itidali temsil etmiştir. Ancak bu durum, sırf itidal ve dengeyi yakalamak maksadıyla değil, Kur'an ve Sünnet öğretileri öyle tecelli ettiği için böyle olmuştur.

Sahabe'yi tekfir etmek şöyle dursun, onlar arasındaki mücadeleler hakkında Ehl-i Sünnet, bunların birer içtihad farklılaşması olduğunu söyleyerek Sahabe'ye hürmette kusur etmemeyi esas alıyor. Çünkü gerek Kur'an'da, gerekse Sünnet'te Sahabe'ye hürmet gösterilmesini gerektiren oldukça fazla sayıda ifade mevcuttur. Yine Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'a göre günahkâr mü'minin ahirette mutlak surette hiç azap görmeyeceğini söylemek doğru değildir. Allah Teala 
Celle Celaluhu  dilerse böyle mü'minlere azap eder, dilerse onları bağışlar.

Oysa Mürcie ne diyordu? "Günahkâr mü'mine günahları hiç bir zarar vermez." Mu'tezile ise böyle kimselerin ne mü'min, ne de kâfir sayılacağını söylüyordu. İşte Ehl-i Sünnet'in itidal görüşü burada kendisini ortaya koymaktadır.

Yine Ehl-i Sünnet, Kur'an'da açıkça yer almasa bile sahih Sünnet ile sabit olduğu için Sırat, Mizan gibi hususların hak ve gerçek olduğunu kabul eder.

Bütün bu farklı İslam anlayışları tarih içinde yaşanan yoğun fikrî ve zaman zaman fizikî mücadelelerden sonra Ehl-i Sünnet'in galibiyeti ile neticeleniyor. Oldukça uzun bir süre Ehl-i Sünnet, İslam Ümmeti'nin akaid ve inanç konusundaki tutumunu belirleyici bir biçimde varlığını sürdürüyor. Zira Ehl-i Sünnet'in gerek siyasî, gerekse itikadî görüşleri kaynağını, Kur'an ve Sünnet'ten ve reddedilmesi mümkün olmayan aklî gerçeklerden alıyor.

İslam dünyasında aydın geçinen bir takım kimseler, aynı Reformist anlayışın İslam'da da yaşanması gerektiğini savundular. Hındistan'da Seyyid Ahmed Han ve daha batıya gelindiğinde Cemaleddin Efgânî'nin temsil ettiği anlayış temelde bu noktada birleşmektedir.



Ne var ki, günümüzde müşahede edilen farklı İslam anlayışlarının, sözümüzün başında görüşlerini özetlemeye çalıştığımız fırkalardan ayrılan önemli bir özelliği var. O da şu: Bu anlayışların, İslam'ı anlama biçimleri konusunda oluşturdukları bütünlük arz den bir sistem yok. Yani "Biz Kur'an'ı yorumlarken şu şu ilkelerden hareket ediyoruz. Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarırken esas aldığımız unsurlar şunlardır" diyebilen kimse yok.


Daha kestirmeden söylersek, mesela bu kimselerin, ulemamızın ortaya koyduğu ciddiyet ve hacimde bir Usul-i Hadis'leri, Usul-i Fıkıh'ları, Usul-i Tefsir'leri ve Kelam/Akaid ilkeleri mevcut değil. Ele aldıkları her konuda bölük-pörçük, kırık-dökük bir şeyler söylüyorlar. Ama bunları bir araya getirip de bir sistem, bir metodoloji oluşturmak mümkün değil. Bu sebeple de çok sık olarak bir söyledikleri öbürünü tutmuyor, çelişkiden kurtulamıyorlar.

Bu kimselerin Kur'an'a yaptıkları abartılı vurgu bir anda insanlara cazip geliyor. Ama öte yanda Sünnet'in devre dışı bırakılmasının doğurduğu temel problemler, Kur'an'a yapılan vurguyu gölgede bırakıyor ve sakat bir İslam anlayışının oluşması ile neticeleniyor.

Ebubekir Sifil 

Devam edecek...

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Hiç yorum yok: