26 Ağustos 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 160

Şeytanın bizde bir egemenliği yoktur

Allah Teala zatına karşı saygılı olan herkesi rahmetiyle güvencesine almış. Ve asla şeytanların cinlerin ve şeytanlaşmış insanların hiç birinin etkisine herhangi bir yol bırakmamıştır. “Allah şeytanlara müminlerin aleyhinde herhangi bir yol bırakmamıştır.” 


Kişi kendisi yoldan çıkarsa çıkar. Kişi kendisi şeytana tav olur. Şeytanın bizde bir egemenliği yoktur. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

25 Ağustos 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 159***

Başkasını rahatsız etmediğin sürece herkes için her şey mübah ve uygun diyen anlayış

Bugünkü dünyada seküler anlayış yani hayata Allah yokmuşçasına bakalım diyen anlayış , Allah’ın emir ve yasaklarını hayatın içine taşımayalım, herkes kendi bildiği doğruları yaşasın, kimse kimseye zarar vermesin yeter kabilinden. 

Bugünkü hürriyet anlayışı ve insanların sorumluluk anlayışı nerede başlıyor nerede bitiyor diye sorduğumuz zaman diyorlar ki "başkasını rahatsız etmediğin sürece herkes için her şey mübah ve uygun." 

Müminler için böyle değil. Çünkü biz birbirimize rahatsızlık vermesek de bizi yaratmış olan Allah’ı nasıl göz ardı edebiliriz. “Ben beni yaratmış olana nasıl kulluk etmem” (Yasin-22)

Ben varım. Beni var eden kudrete nasıl saygı duymam. Bu hayatın sahibine nasıl medyun, borçlu olarak yaşamam. Şeytan ve onun adamları Allah’a karşı bizi saygısızlığa davet ediyor. Hiç akıllıca değil. 

Hayatın sahibine karşı sorumsuz yaşıyor, hesap sorulacağı bilincinden uzat tutuyor kendisini. Küfür hali bu. Seküler bakış açısı. Şeytanın içine çekmeye çalıştığı ve adına özgürlük dediği bu. Böyle bir özgürlüğümüz hiç olmadı ve hiç olmayacak. Biz onun yarattığı ve hüküm gelince öldürdüğü varlıklarız, hangi özgürlükten söz ediyoruz. Ne doğum ne ölüm tarihimizi tayin edebildik ne de hastalıklarımızı seçtik. Sınırlı ve sorunlu bir aralıkta yaşıyoruz. 

Hayatın yaratıcısı var ama yaşatıcısı yok olarak tasavvur ediyorlar. 

Bunlar da dinsiz olan kimselerdir. Allah'ı kabul etmeleri herhangi bir şeyi değiştirmez. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

23 Ağustos 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 158

Yaptığı amel ile kendisini bir “şey” zannetmek

Bu milletin hali ne olacak diye insanları yargılamaktan, başkalarının durumuna sözümona üzülmekten ve kendimizi beğenmekten vazgeçemiyoruz. 

Herhalde ki şeytan böyle bir halet-i ruhiye ile ibadetimizi yapmış bizi eve döndürürken üzerimize katıla katıla gülüyordur. Çünkü bu Allah’ın katında makbul bir duygu, makbul bir hal değil. 

“Yaptığı amel ile kendisini bir “şey” zannetmek” 

Oysa ki Cenab-ı Hakk’ın katında en makbul kulları onun huzurunda kendilerini bir HİÇ hissettiler. Amelleriyle değil Allah’ın rahmetiyle cennete girmeyi umdular. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

22 Ağustos 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 157

Ya Rabbi! Bugün bir sıkıntı yaşattın bana

“Ya Rabbi! Bugün bir sıkıntı yaşattın bana. Asi mi olacağım diye beni yokluyorsun. Ben bunu hak ettiğimi yaşamadan önce de biliyordum. Sana bundan ötürü hamd ediyorum, kararına saygıyla yaklaşıyorum. Bu senin takdirin, hükmün." 


"Elhamdulillahi ala külli hal” 

(çünkü biz her halin Allah’tan olduğunu bilenlerdeniz.)

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

21 Ağustos 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 156

Öğrenirsem Yüce Yaradana karşı sorumluluk duyarım!!

Bilgiye kendisini kapatmış olanlar, öğrenirsem Yüce Yaradana karşı sorumluluk duyarım, bu sorumluluk da beni içten içe yakar, en iyisi hiç öğrenmeyeyim böylesi daha rahat şeklinde düşünür. (Ayetleri hadisleri öğrenmeye mesafeli durmak insanın çifte kabahati oluyor) 

Dolayısıyla kişi önce her türlü bilgiye kendini açık tutmalı. Sonra ikna olduğu bilgiyi iz iz sürmeli. “Ya Rabbi bana hakikati göster, ben üzerimde oluşturacağı her türlü sorumluluğu canım pahasına üstleneceğim” demediği sürece hakikatin ve hidayetin kendisine gösterileceğini beklemesin. 

Hidayet öylesine gayretsiz, amaçsız öğrenilecek bir şey değildir. 

Kişi ne için varım, akibetim ne olacak, nedir bu yaşamın gerçeği diye iz süren kişiye Cenab-ı Allah bunu muvaffak kılar. Ve kişinin bu niyetini, çabasını Cenab-ı Allah koruması altına alır. 

Bize düşen niyet, fedakarlık, çaba ve hiç bir kınayıcının kınamasına aldırmadan Rabbimize teslim olmak. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

19 Ağustos 2024 Pazartesi

İnsan ölümünden sonra sevap defterinin kapanmaması için neler yapabilir?


Müslim’de Ebu Hüreyre (r.a)’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte:

“İnsan ölünce bütün amelleri kesilir. Ancak üç şey (bunları yapan üç kişi) müstesna: Sadaka-i cariye (bırakan) veya istifade edilen bir ilim (bırakan) veya kendine dua edecek salih evlat (bırakan).” buyurulmaktadır. (Müslim, Vasiyyet 14. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vasâyâ 14; Tirmizî, Ahkâm 36; Nesâî, Vasâyâ 8)

Bu hadis-i şeriften anladığımıza göre:

1. Sadaka-i cariye denilen, insanların istifade edebileceği yol, köprü, ilim merkezi, eğitim kurumu, cami, çeşme, mescit, medrese ve vakıf yapmak gibi salih amellerde bulunmaktır ki, arkada bırakılan bu türden bir kurum hayatta kaldığı müddetçe orada yapılan hayırlı işlerin ve orada yetişenlerin kazandıkları sevapların bir misli de bu kurumları kuranların amel defterlerine kaydedilir.

2. İlim sahibinin ardından bıraktığı eserler de sadaka-i câriyedendir. İlim sahibine sahip çıkma ve onların kitap, defter, bilgisayar gibi ilim malzemelerini,  yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaçlarını temin etme şeklinde yapılan çalışmalar da, hayır olarak kapanmaz birer sadaka-i cariye sayılır.

3. Ölenin ardından hayırlarda bulunacak ve hayırlı nesiller yetiştirecek salih bir evlat da ahiret hesabına ölüye yararlı olacaktır. 

18 Ağustos 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden notlar 155

Yüce Yaradan’ın verdiklerini kendi kazanımlarımız gibi zannetmek bizi hamd etmekten yana zayıflatır

Çok sağlıklı bir kişi “Ben çok dikkatli yerim, özenle şunlardan şunlardan uzak dururum, egzersiz yaparım vs vs” diyorsa anlarsınız ki onun arka plandaki düşüncesi mevcut sağlığını teminen kendi yaptıklarıyla ilişkilendiriyor. Bu büyük bir ahmaklık olsa gerek. 

Çünkü oysa kendi de bilir ki bu yaptıklarından daha fazlasını yapan nice insana Allah o sağlığı vermiyor. 

Yüce Yaradan’ın verdiklerini kendi kazanımlarımız gibi zannetmek bizi hamd etmekten yana zayıflatır, daha az hamd edesimiz gelir. 

Zenginliğini kendisinden bilenler için de böyledir “ama ben çok çalışıyorum, gece gündüz çok emek veriyorum ve akıllıca düşünüyorum, o kadar yatırım yaptım, aklımı zekamı kullandım, çok dikkat ettik vs” gibi. 

Sahip olduğu mülkü, serveti kendi çabalarıyla ilişkilendirdi tek tek. Böyle olunca Allah Teala’ya hamdimiz sözde olur. Bilincin arka planında kendi var çünkü. Kendinden biliyor. 

Bizi şeytan buralardan iğfal ediyor. Hamde olan ihtiyacımıza gölge düşüyor. Oysa biz Allah Teala’nın emri ile çalıştık. Onca serveti ise Rabbim verdi , yaptıklarımın sonucu istihkakı olarak görmüyorum. 

Aile de böyle, mesela Allah Teala iyi bir aile nasip etmiş. Ama diyor ki “ben iyi birini seçtim. Ben eşimle iyi ilişkiler kurduğum için böyleyiz. Sıkıntılar olduğunda diyaloğa girdim. Bi dünya yaptığım şeyler var. Kolay değil bir aileye sahip olup onu götürebilmek” 

Oysa ki ondan daha fazlasını bilen, işin erbabı/hocası olan ama 
Allah Teala’nın kendisine aile huzuru yaşatmadığı niceleri var. 

Peki ne diyeceğiz? 

“Ben bunları Allah için yaptım onun emri diye yaptım. Bunları bunları yaptım diye aile saadetine kavuştuğumu asla düşünmüyorum. O aile saadeti Cenab-ı Allah’ın bana lütfu ve ihsanıdır.” 

İşte böyle düşündüğümüz zaman hem yaptıklarımızın sevabına kavuşuruz hem de onun verdiği o huzurdan ve bahtiyarlıktan ötürü hamdimiz zaafiyete uğramaz. Bu örneği mal, mülk, zenginlik için de düşünün. 

Yani zekamızdan, çalışmamızdan, güzelliğimizden, maharetimizden, kendi kazanımlarımızdan değil. 

O yüzden Rabbimize borçluyuz. 

“Bu mal, mülk bana ancak kazanç ve ticaret yollarını bildiğim için verildi” diyen birinin zannettiği gibi değildir iş. Aksine o nimet onun için bir imtihan ve denemedir. Kendisine verilen nimetler hususunda itaat mi edecek yoksa isyan mı edecek onu denemek için verildi. Fakat insanların çoğu imtihan olduğunu bilmezler, şımarırlar. 

Kârûn şöyle demişti: “O servet bana ancak bendeki bilgi sayesinde verildi” (Kasas 78) Ne malları ne servetleri onlara hiçbir fayda vermedi. 

Rızık işi, insanın zekasının azlığına çokluğuna bağlı değildir. O ancak Allah’ın hikmeti ve taksimine bağlıdır. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

17 Ağustos 2024 Cumartesi

Ölüm gerçekleşmeden önce, Ölüm anında ve Ölümün gerçekleşmesinden ve Kabre konduktan sonra yapılacaklar

 

 Yakınlarımız, dostlarımız vefat ediyor, bir gün biz de vefat edeceğiz. Peki kabre  konuluncaya kadar ve sonrasında İslama uygun, bidatlere düşmeden ölü için neler yapılması gerekir ve neler yapılabilir?   

Konuyu iki kısımda ele alacağız: 

İlk kısımda ölüm gerçekleşmeden önce, ölüm anında ve ölümün gerçekleşmesinden sonra yakınlarına düşen görevler nelerdir; 

ikinci kısımda ise kabre konduktan sonra ölüye faydalı olabilecek neler yapılabililir bunları aktaracağız. 

Ölüm.. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem"in ifade ettiği gibi insanoğlunun tamamının doğumdan sonraki tek gerçeğidir. Aslında ölüm, sadece insanoğlunun değil dünya üzerinde bulunan bütün canlıların ortak kaderidir. Her canlı, günün birinde ölmeye mahkûmdur.

Ölüm, Yüce Yaratıcı"nın kanunudur. Ölüm için genç yaşlı, kadın erkek ya da çocuk olmak gibi herhangi bir sıra da söz konusu değildir. Cenâb-ı Allah"ın belirlemiş olduğu eceli gelen her insan, ruhunu Rabbine teslim edecektir. 

Ancak İslam’a göre ölüm; bir son ve yok olma değil, yeni bir hayatın başlangıcıdır.  Diğer varlıklardan farklı olarak insanın ölümünden sonra dua ve istiğfara, hayır ve hasenata ihtiyacı vardır. Dünyada iken yaptığı güzel amellerin mükâfatını da âhirette görecektir (Al-i İmrân, 3/182).

Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bir musibet veya ölüm haberi duyunca; şu ayeti okuyarak Allah’a olan teslimiyetini ve bağlılığını ifade etmişlerdir:

“Onlar, başlarına bir musibet gelince, 'Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz' derler” (Bakara; 2/156). 

 Ölüm gerçekleşmeden önce, Ölüm anında ve ölümün gerçekleşmesinden sonra nasıl hareket edilmelidir?

 Ölüm gerçekleşmeden önce  

* İmkânlar elveriyorsa ölmek üzere olan kimsenin yanında bulunmak, son nefesine kadar ona arkadaşlık yapmak, huzur içinde ruhunu teslim etmesine yardımcı olmak gerekir. Bunun için ölmek üzere olan kimsenin yanında kalpleri huzura erdiren yegâne kelâm olan Kur"ân-ı Kerîm okunur. Son anını yaşayan bu tür hastaların yanında Yasin veya Ra’d suresini okumak müstehabtır. 

* Dünyanın geçici, ahiretin ise ebedi yurt olduğunu, Allah Teala’nın sonsuz rahmet ve merhamet sahibi, bağışlayıcı olduğu hatırlatılıp ölüm anındaki korkunun azaltılması sağlanır.

*Hasta olup normal bir ortamda vefat etmek üzere olanlara karşı yakınlarının bazı görevleri vardır. Eğer bir güçlük yoksa, ölüm döşeğinde yatan kişiyi kıbleye doğru ve sağ yanı üzerine çevirmek müstehaptır. 

Eğer kişiyi çevirme imkânı yoksa, sırtına veya ensesine yastık koyup yüzü ve ayaklarının kıbleye bakacak şekle getirilmesi sağlanır.

Eğer bu şekilde çevirmek ve hareket ettirmek mümkün değilse, kişinin en rahat edeceği şekilde bırakılması daha iyi olur.

* Eğer ortam müsait ve uygunsa hakların helalliği dilenir; kendi haklarının helal edildiği tebliğ edilir. 

* Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem"in, “Ölmek üzere olanlarınıza "Lâilâhe illâllâh." (Allah"tan başka ilâh yoktur.) sözünü telkin edin.” M2123 Müslim, Cenâiz, 1. buyruğu üzere, aklî melekeleri yerinde olup konuşma yeteneğini kaybetmemiş kişiye yanındakilerden biri uygun bir tarzda “kelime-i tevhid’i ve tövbeyi” hatırlatacak şekilde telkinde bulunmalıdır. Telkinin amacı hastanın hayata veda ederken tevhid inancını hatırlamasına yardımcı olmaktır.

Ölümü yaklaşmış kişiye kelime-i tevhid telkin edilmesi sünnettir. (Müslim, Cenâiz, 1) Ancak “sen de söyle” diye zorlanmamalıdır. Kendi arzu ve iradesiyle bu cümleyi söyletmeye yardımcı olunmalıdır. Bu hususta peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:

“Kimin son sözü “ La ilahe ilallah “ olursa, o kişi cennete girer.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 16)

Ölüm anının şiddetlenmesi 

* Kişinin ölüm anında çok şiddetli susaması olabilir. Onun için de ağız ve dudaklarının ıslatılması ve kuruluğun giderilmesi tavsiye edilir.

Ölüm anından sonra 

* Ölenin vücudu sertleşmeden önce hafifçe çenesinin bez türü bir iple bağlanması, gözlerinin kapatılması, elleri, ayakları ve kollarının düz bir şekle getirilmesi gerekir. 

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem“Ölenlerinizin yanında hazır bulunduğunuz zaman, (öldüğünde) gözünü kapatınız. Çünkü göz ruhu izler...” buyurmuşlardır. (İbn Hanbel, IV, 125)

Ayakların tekrar açılmaması için baş parmakları uygun bir şekilde iple bağlanabilir.

* Ölümün gerçekleşmesinden sonra meyyit yıkanana kadar onun yanında Kur’an okunmaz. Mekruhtur. Fakat başka bir odada Kur’an okumakta bir sakınca yoktur.

* Vefatın gerçekleşmesiyle, ölen kimsenin akrabaları, yakınları, komşuları ve arkadaşları durumdan haberdar edilir. Ölüm ilânının gayesi Müslümanların cenazeye iştirak etmek suretiyle kardeşlerine son vazifelerini yapmalarına imkân tanımaktır. 

Meyyitin (ölünün) yıkanması

Ölen erkek veya kadını, bedenleri örtülecek şekilde kefenlemek farzdır

* Erkek meyyitleri erkekler, kadın meyyiteleri ise bayan yıkayıcıların yıkaması gerekir. Yıkayan kişiler abdestli olmalıdır. Meyyitin yıkanmasi farz-ı kifâyedir. 

* Meyyit çok sıcak veya çok soğuk suyla yıkanmamalıdır.

* Cenazenin gereksiz ve sebepsiz yere geciktirilmemesi için meyyitin bir an önce yıkanması, kefenlenip hazırlanması müstehaptır.

* Yıkanmanın mümkün olduğu kadar kapalı bir alanda gerçekleştirilmesi gerekir.

* İmkân dâhilinde meyyitin ayakları Kıbleye doğru olarak teneşire sırt üstü yatırılır.

* Cenaze yıkanan yere güzel kokular konulur.

* Meyyitin göbek ile diz altı arası örtülür. Avret mahalli eldiven veya bez kullanılarak örtünün altından temizlenir; daha sonra namaz abdesti gibi abdest aldırılır.

* Yıkama niyet ve besmele ile başlanır, “Gufrâneke yâ Rab = Artık senin af ve mağfiretinle baş başa, sen onu bağışla ey rahmân olan Allah.” duası ile devam edilir.

* Niyet ve besmeleden sonra meyyite abdest aldırılır. Abdest aldırmaya yüzden başlanır. Ağız ve buruna su verilmez. Dudakların içi ve dışı, burun delikleri, göbek çukuru parmakla veya parmağa sarılan bezle mümkün mertebe silinir. Ondan sonra elleri ve kolları yıkanır. Sahih olan görüşe göre başı da meshedilip, ayakları geciktirmeksizin yıkanır. Böylece ölüye abdest aldırılmış olur.

* Üzerine namaz farz olmayan çocuklara abdest aldırılması gerekmez.

* Abdest aldırıldıktan sonra meyyitin üzerine ılık su dökülür.

* Meyyitin önce sol tarafa yatırılıp sağ tarafı, sonra sağ tarafa yatırılıp sol tarafı yıkanır. Bu üç kere tekrar edilir.

* Bundan sonra meyyit hafifçe kaldırılır. Sonra karnı hafifçe ovulur. Bir şey çıkarsa su ile yıkanıp giderilir. Yeniden abdest verilmesine ve baştan yıkanmasına gerek yoktur.

* Yıkama işleminden sonra meyyit havlu ile kurulanır. Cenaze yıkanırken pamuk kullanılmaz.

* Meyyitin tırnağı kesilmez ve saçları taranmaz, kesilmez, vücudun diğer bölümlerindeki kıllar da temizlenmez.

*Şayet ölünün vücudunda birtakım hoş olmayan şeylere şahit olunmuşsa bunları başkalarına ifşa etmemek gerekir. Bu konuda Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kim bir ölüyü yıkar, onu kefenler, (kefenine) güzel koku sürer, (cenazesini) taşır, cenaze namazını kılar ve ölünün üzerinde gördüğü (olumsuz şeyleri) yaymazsa anasından doğduğu gibi günahlarından arınmış olur.” 
(İM1462 İbn Mâce, Cenâiz, 8)

Meyyitin kefenlenmesi

* Yıkanıp güzel kokular sürülen ölünün saçları toparlanarak düzenli bir hâle getirildikten sonra kefenlemeye geçilir. 

* Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem kefen için seçilecek kumaşın, saflığın ve temizliğin sembolü olan beyaz renkte olmasını tavsiye etmiş ve çok pahalı olmaması gerektiğini söylemiştir. 

Dinimizde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem"in üç parça bezle kefenlenmesinden hareketle erkeklerin üç, kadınların ise beş parça bezle kefenlenmesi uygun görülmüştür. Ancak imkânların elvermediği durumlarda kefen için tek parça kumaş da yeterlidir. 

 İhramlıyken vefat eden kimselerin ise ihramlıyken dikkat edilmesi gereken hususlar doğrultusunda kefenlenmesini uygun gören Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, bu durumda kişinin giydiği iki parça elbise ile kefenlenmesini, kokulanmamasını, başının da açık bırakılmasını istemiş, onun, ihramıyla telbiye getirerek dirileceğini ifade etmiştir.

* Cenaze yıkanıp kefenlendikten sonra yüzünün açılarak yakınlarının ve dostlarının ona son kez bakmaları veya öpmeleri caizdir. 

Kadın cenazenin yüzüne mahremi olan erkekler ve kadınların bakmaları caiz ise de mahremi olmayan erkeklerin herhangi bir zaruret bulunmadıkça bakmaları mekruh görülmüştür. Erkek cenazenin yüzüne kadınların bakmasında ise bir sakınca yoktur (Kâsânî, Bedâî’, 1/304-305; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/531-532).

* Maddî ve mânevî kirlerinden arınarak tertemiz, bembeyaz bir örtüyle bezenen cenaze musallaya getirilir, artık namaz için hazırdır. 

Vefât eden bir müslüman için ilk duâ, onun cenâze namazını kılmaktır. 

“Cenaze namazı kıldığınız zaman ölen kimseye samimiyetle dua edin.”  buyuran Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, ölen her mümin için namaz kılınmasını istemiştir. Bu namazı kılmak suretiyle Müslümanlar, vefat edenin günahlarının affedilmesi, varacağı yerde cehennem azabından korunmuş bir şekilde selâmetle ve ikramla karşılanması için Yüce Rabbe niyaz ederek mümin kardeşlerini son yolculuğuna uğurlarlar.

Ayrıca din kardeşinin cenâzesine katılarak onun namazını kılmak ve onunla beraber kabre kadar gitmek, mü’mine büyük sevap kazandırır.

Namazın ardından cenaze, vakit geçirilmeden götürülüp defnedilir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, cenazenin aşırı süratli olmamak kaydıyla bir an önce defnedileceği yere ulaştırılmasını tavsiye etmiştir.

Cenazenin taşınması

Cenazeyi taşıma görevi erkeklere verildiği gibi, cenazeye gitmek de erkeklerin vazifesidir.

Erkekler cenazeyi uğurlamaya ciddi şekilde teşvik edilirken, hanımlar alıkonulmuştur. Her ne kadar “haram” kılınmamış ise de onların cenaze ile kabre gitmeleri hoş karşılanmamıştır. 

Hanefilere göre tahrimen mekruhtur ki, eğer fitne korkusu varsa o zaman ittifakla haramdır.

Ümmü Atıyye radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

Biz hanımlar cenazeye iştirak etmekten men edildik. Fakat cenâze teşyii bize kesin olarak haram kılınmadı. (Buhârî, Cenâiz 29, İ’tisam 27; Müslim, Cenâiz 34-35. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 40; İbni Mâce, Cenâiz 50)

Netice olarak, kadınların cenaze nakline iştirakleri doğru görülmemiştir. Ancak, cenazeyi nakledecek erkek bulunmazsa, böyle istisnai vaziyet bir zarurettir. Bu surette caiz görülmüştür.

* Cenazenin taşınmasında sünnet olan şekil, dört kişinin dört taraftan cenazeyi yüklenmesidir. Her bir taraftan sırayla yüklenip onar adım, toplam kırk adım götürmek müstehaptır. Cenaze önce ön taraftan sağ omuza, sonra ayak tarafından sağ omuza alınır. Sonra yine ön taraftan bu defa sol omuza, sonra arka taraftan sol omuza alır. Her bir omuzlamada onar adım yürünür.

* Cenazeyi takip edenlerin, cenazenin arkasından yürümeleri daha faziletli olmakla birlikte, önden yürümekte de bir sakınca yoktur. Cenazeyi yaya olarak takip etmek binitli olarak takipten daha faziletlidir. Eğer binitli olarak takip edilecekse, cemaati rahatsız etmemek için ya en önden gitmek ya da cemaatin arkasından gelmek uygun olur. Cenaze vakar içinde izlenmeli, cenaze ve üzüntü ortamına uygun düşecek şekilde davranılmalı, gerekmedikçe konuşulmamalıdır. Yapılacak iş, dua, tefekkür ve tezekkür etmektir.

Buraya katılan herkes; tam bir sükunet, teslimiyet ve tefekkür halini yaşarlar. Böyle iken; bazı cenazelerin; camiye ve kabristana nakli sırasında alkışlandığını işitiyoruz. Halbuki İslam tarihinde ve kültürümüzde cenazenin alkışla defnedildiği bir döneme rastlanmamıştır. Alkış, daha çok hayatta olanlara takdir hislerini dile getirmek için yapılır. 

Hangi amaçla yapılırsa yapılsın cenaze törenlerinde alkış tutmak ve slogan atmak cenazenin defin adabıyla uygun düşmez. Ayrıca alkış cenazeye olan saygıyı yok eder. Nasıl ki ağıt yakmak, yüksek sesle ağlayarak feryat etmek cenazeyi rahatsız ediyorsa alkış ve ıslık gibi hiçbir ilmi temeli olmayan davranışlar da onun ruhunu rahatsız eder.

Cenaze toprağa koyulurken

* Defin için tayin edilmiş belirli bir vakit olmamakla birlikte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ashâbını, kerahet vakitleri yani güneş doğarken, güneş tam tepede iken ve güneş batarken cenaze defnetmekten menetmiştir. Cenazenin gündüz defnedilmesinin daha uygun olduğunu, ancak zarurî durumlarda gece de defnedilebileceğini söylemiştir. 

* Cenaze toprağa konulmadan önce oturulmaması; cenaze toprağa konulduktan sonra ise, ayakta kalınmaması uygundur.

* Cenaze kıble tarafından kabre indirilir, sağ yanı üzerine kıbleye döndürülür ve kefen üzerinde bağ varsa çözülür.

* Cenazeyi kabre koyan kişiler “Bismillâhi ve alâ milleti resûlillâh = Allah’ın adıyla ve elçisinin dini üzere” derler. Cenazeyi kabre koyacak kişilerin sayısı ihtiyaca göre değişir.

* Meyyiti sağ tarafına yatırıp, yüzünün Mekke’ye çevirilmesi sağlanır.

* Bayanların toprağa indirilmesinde yakınlarının indirmesi tavsiye edilir.

* Mezarın iki karış yükseltilerek tümsek hâle getirilmesi de menduptur.

* Kabrin gereksiz masraflı ve şatafatlı yapılardan olmaması gerekir.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir cenaze gömüldükten sonra hemen dönmez, bir müddet mezarı başında bekler ve cemaate şöyle derdi: Kardeşiniz için yüce Allah’tan mağfiret isteyiniz ve kendisine sükûnet vermesini dileyiniz. O şimdi sorguya çekilmektedir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 67-69)

Definden sonra kalabalık dağılınca, orada kalan bir kişinin kabrin başında ölüye hitaben iman esaslarını hatırlatması şeklindeki telkin bazı âlimlerce meşru görülmemekle birlikte, mükellef olduktan sonra vefat eden kimsenin kabrinin başında bunun yapılabileceğini söyleyen âlimler de vardır (bk. İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/104-105; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/157).

Görüldüğü üzere Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in uygulaması telkin değil, dua şeklindedir. 

* Kabirlerin üzerine basmak ve oturmak mekruhtur. Bu hususta Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Birinizin kor üzerine oturup elbisesini yakması, oradan da ateşin bedenine ulaşması, kendisi için bir kabrin üzerine oturmasından daha hayırlıdır.” (Müslim, Cenâiz, 96; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 77; Nesâî, Cenâiz, 105)

Cenaze sahiplerinin mezarlıkta veya evde helva, ekmek gibi şeyler dağıtmalarının  dinî bir dayanağı yoktur. Dinî bir gereklilik olarak görmeden yapılmasında bir sakınca olmayacağı söylenebilirse de bu tür uygulamaların kısa süre sonra cenazeyle ilgili bir dinî hüküm olarak algılanması tehlikesi bulunmaktadır. Dolayısıyla bu ikramlar dinî bir zorunluluk olarak yapılırsa, bidat ve hurafe sayılır.

Taziyede Bulunmak

Hem ölen insana hem de geride kalan yakınlarına karşı yerine getirilmesi gereken bir görev de taziyedir. Taziye ölünün yakınlarına, “Allah rahmet etsin! Allah geride kalanlara ömür versin!” gibi sözlerle sabır dilemek, rahatlatıcı ve teselli edici sözler söyleyerek, acı ve üzüntülerini paylaşmaktır.

Taziye vesilesiyle ölene dua edilir ve Kur'ân okuyup sevabı bağışlanır. Taziye süresi genel olarak aynı yerde yaşayanlar için üç gündür. Taziyenin üç gün içinde yapılması müstehaptır.

Ölü sahipleri normal hayata daha çabuk dönebilsinler diye, üç günden sonra taziyede bulunmak mekruh kabul edilmiştir. Ancak uzakta oturanlar veya geç haber alanların daha sonra da taziyede bulunmaları mümkündür.

Cenaze evine yemek götürmek sünnettir. Uygulamada da ölü evinde tâziye süresince yemek pişirilmez; cenaze yakınlarına ve tâziye için gelenlere ikram edilmek üzere komşular cenaze evine yemek getirir.
 
Ölü evinin gelen gidenlere yemek hazırlaması mekruhtur, bidattır, aslı esası yoktur. Çünkü böyle yapmakla ölü ailesinin sıkıntı ve kederi bir kat daha arttırılmış olur, meşguliyetlerine meşguliyet katılmış ve cahiliyye döneminin adetlerine benzetilmiş olur.

 Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, ölünün kendi ailesinin yemek hazırlayıp gelenlere ikram etmesini hoş karşılamamıştır. Ölen kişinin mirasçıları fakir iseler veya aralarında buluğ çağına erişmemiş çocuk var ise, geriye bıraktığı maldan yemek yapılarak cenazeye gelenlere verilmesi helal değildir. Buna karşılık Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, komşu ve akrabalarının ölü sahiplerine yemek getirmelerini tavsiye etmiştir (İbn Mâce, Cenâiz, 59)

Ölene Ağlanır ve Ağıt Yakılır mı?

Ölünün başında, cenazenin defninde ve kabir ziyareti esnasında bağırıp çağırmadan, yaka paça yırtmadan sessizce ağlamak caizdir. Çünkü bu tür bir ağlama insanlardaki acıma ve merhamet duygusunun dışa yansımasıdır. Buna rağmen Yüce Allah sabır ve teslimiyet içinde olanları, acı ve musibetlere tahammül edenleri de övmüştür. 

Demek ki; sesini yükselterek ağlamak, çirkin söz söylemek, bağırıp çağırmak, ağıt yakmak, üstünü başını dövmek ve yolmak doğru değildir. Hatta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bu aşırılıklar ve taşkınlıklardan cenazenin bile rahatsız olacağını bildirmiştir:

“Şüphesiz ölü, arkasından ailesinin ağlaması yüzünden azap görür.” Müslim Cenaiz, 9. II, 638.

Cenaze Merasimlerinde Görülen Bir Uygulama

Günümüz cenaze törenlerinde, bazı ölülerin yakınları veya çalıştıkları kurumları camii avlularına ve kabristanlara çelenkler göndermektedirler. 

Cenaze merasimlerine çelenk veya çiçek gönderilmesinin ya da kabirlere konulmasının ölüye hiçbir faydası yoktur. Ayrıca bu tür harcamalar, yerinde bir harcama olmadığından israftır. Bu itibarla, çelenk için sarf edilecek paranın, sevabı ölenin ruhuna hediye edilmek üzere, hayır kurumlarına veya fakirlere bağışlanması uygun olur.

Ancak genel olarak kabristanda ağaç dikmek ve yeşilliği korumak özellikle kabristanların iç ve dış çevresini ağaçlandırmak tavsiye edilmiştir. Kur'ân-ı Kerimde de işaret edildiği gibi ağaç, bitki ve diğer yeşilliklerin tamamı kendilerine mahsus halleriyle Allah’ı anmaktadırlar. Kabristana dikilen ağaç, canlı kaldıkça onun tespih ve zikrinden kabir sahibi faydalanacaktır. 

Ölenlerin Arkasından Kur'ân Okumak

Ölülerin ruhları için her zaman Kur'ân okunup hasıl olan sevap onların ruhlarına bağışlanabilir. Ancak cenazenin defni sırasında veya sonraları para karşılığında Kur’ân ve mevlit okutmak veya ziyafet vermek doğru değildir. 

Ölünün ardından yapılan yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gecesi gibi uygulamaların dinî dayanağı var mıdır?

Ölenin yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gecesi gibi belli gün ve gecelerinde okunan hatim ve mevlit merasimleri hakkında da Kur'ân ve sünnete dayalı bir bilgi veya tavsiye yoktur.

Ölen bir Müslümanın usûlüne göre yıkanıp kefenlenmesi ve cenaze namazının kılınarak defnedilmesi farzdır. Bunun dışında yapılması gereken başka bir görev yoktur.

Yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gün duası gibi zaman ve şekle bağlanmış bir görev yoktur. Bunların hiçbir dinî dayanağı da bulunmamaktadır. Bu itibarla söz konusu günlerde ölüye yönelik merasimler düzenlenmesi bid’attır; “Her bid’at da dalalettir.” (Müslim, Cum'a, 43 [867]; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6 [4606]). 

Ancak sevabı ölen kimsenin ruhuna bağışlanmak üzere her zaman hayr-u hasenât yapılabileceği gibi çeşitli vesilelerle dua da edilebilir (bk. Buhârî, Vasâyâ, 19 [2760]; Müslim, Zekât, 51 [1004]).

* Kabrin yanında namaz kılmak, üzerine kubbe yapmak, mescit inşa etmek, mum yakmak ve bez bağlamak da geçmiş bazı din, örf, adet ve kültürlerin kalıntısı olan bidatlerdir.

Bir kimse üzerinde namaz, oruç, hac, zekat, adak gibi borçlar bulunarak vefat etmiş ise, geride kalanlar bu borçları eda ederse ölü bu borçtan kurtulur mu?

Alimlerimiz ibadetleri üçe ayırmışlardır:

1) Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetler: Başkalarının yapmalarıyla bu borçlar düşmez, sorumluluk devam eder.

Devir ve ıskatın dinimizde yeri var mıdır?

Iskat, kişinin sağlığında çeşitli sebeplerle eda edemediği oruç, kurban, adak, keffâret gibi dinî mükellefiyetlerinin, ölümünden sonra fidye ödenerek düşürülmesi, böylece o kişinin bu tür borçlarından kurtulması anlamını taşır. 

Bakara, 184. ayette “Oruca gücü yetmeyenler bir yoksul doyumu fidye öder.” buyrulmaktadır. 

Bu âyete göre, oruca dayanamayan veya mazeretleri sebebiyle Ramazan’da ve diğer zamanlarda oruç tutmaktan aciz kalan kimselerin, her bir oruç günü için fidye ödemeleri gerekir. Fakihlerin çoğunluğu, bu âyetteki oruç yerine fidye ödenmesi hükmüne illet olan vasfın “acz” olduğuna hükmederek, mazeretli veya mazeretsiz oruç tutmamış ve kaza etmeden vefat etmiş olan kimselerin oruç borçları için de fidye ödeneceğini, hatta bu kimselerin bu konuda vasiyette bulunmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. 

Şayet vasiyet yoksa mirasçılar bunu yapmaya mecbur değildir. Ölen kişi miras bırakmamışsa veya bıraktığı mal yetmezse kendi mallarından bağış olarak da verebilirler. Oruç için bu şekilde yapılacak ıskat, dinî hükümlere uygundur.

Ancak belli bir miktar paranın fakire verilmesi ve onun da güya erdemli davranarak aldığı parayı veren kişiye hibe etmesi ve ödenmesi gereken meblağ tamamlanıncaya kadar bu kabul ve hibe işinin tekrar ettirilmesi demek olan “devir” uygulamasının aklî ve naklî hiçbir mesnedi yoktur.

Namazların ıskatına gelince; bir kişinin namaz borçlarının fidye ile ödenebileceğine dair Kur’ân ve sünnette ne bir delil ne bir işaret vardır. Öyleyse fidye ile namaz borçları düşmez. 

O halde ne yapabiliriz? ihtiyaç sahiplerine yapılacak yardımlar ölü adına yapılmış sadaka gibi olacağından günahların bağışlanmasına ve Allah’ın affının tecellisine vesile olacağı umulur. 

İmkânlar dâhilinde fakirlere sadaka vermek, hayır kurumlarına yardımda bulunmak geride kalanların ölüler için yapabilecekleri en uygun davranışlardır. 

2) Zekat, adak ve mâlî keffaret gibi mâlî ibadet ve borçlar: Bunlar, başkalarının ödemesiyle ödenmiş olur, borç kalkar. 

3) Hac gibi hem mâlî, hem de bedenî ibadetler: Birisi vefat etmiş bir kişi adına bunu yaparsa o borçtan kurtulmuş olur. Fakat mirasçılar bunu yapmaya mecbur değildir. 

Ölünün arkasından ölünün yararına olarak neler yapılabilir?

* İslam ulemasının ekseriyeti, sevabını ölüye bağışlamak niyetiyle yapılan ibadetlerin sahih olduğuna ve dünyadan göçmüş olanların bundan istifade edeceklerine kani olmuş ve bu hükmü benimsemişlerdir.

Bu sebeple, yapılan ibadetin ve hayırların sevaplarının başkasına bağışlanması caizdir. Kişi, okuduğu Kur’ân-ı Kerîm'in, yaptığı hatmin ve işlediği bir hayrın sevabını başkasına bağışlayabilir. İster sağ, ister ölmüş olsun, kendisine sevap bağışlanan kimsenin, bundan yararlanacağı umulur. 

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in cenazeye Fâtiha sûresini okuduğu ve tavsiye ettiği (İbn Mâce, Cenâiz, 22 [1495, 1496]), yine Abdullah bin Ömer radiyallahu anh'ın ölülerin ruhuna Bakara sûresinden okunabileceğini güzel gördüğü rivâyet edilmektedir (Beyhâkî, Sünenü'l-Kübrâ, 4/93 [7068])

Başkası tarafından bağışlanan sevapla, bir kimsenin bizzat yapması gereken ibadet borçları ödenmiş olmaz ise de bunlar iyilik ve sevaplarının çoğalmasına ve derecesinin yükselmesine vesile olabilir.

* Benî Seleme kabilesinden bir adam, annesi ve babası öldükten sonra, onlara bir iyilik yapıp yapamayacağını sorduğunda, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem “Evet, onlara rahmet dilemek, onlar için istiğfâr etmek, vasiyetlerini yerine getirmek, akrabaları ile ilgilenip onlara karşı üzerine düşeni yapmak, dostlarına hürmet edip ikramda bulunmaktır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 130 [5142]; İbn Mâce, Edeb, 2 [3664]) şeklinde cevap vermiştir.

* Annesinin aniden öldüğünü, şâyet konuşabilseydi sadaka verilmesini vasiyet edeceğini zannettiğini belirterek, onun adına sadaka verirse sevabının kendisine ulaşıp ulaşmayacağını soran sahabîye; “Evet, ulaşır. Onun namına sadaka ver.” (Buhârî, Vasâyâ, 19 [2760]; Müslim, Zekât, 51 [1004]) buyurmuşlardır.

O halde onlara rahmet dilemek, onlar için istiğfâr etmek, vasiyetlerini yerine getirmek, akrabaları ile ilgilenip onlara karşı üzerine düşeni yapmak, dostlarına hürmet edip ikramda bulunmak ve sadaka vermek ölüye fayda veren iyiliklerdir.

* Bir kişi öldüğünde başkalarının onun hakkında yapabilecekleri, hatta yapmaları gereken en önemli işlerden birisi, varsa o kişinin borçlarını ödemek ve böylece onun üzerinden kul haklarının kalkmasını temin etmektir. Çünkü hadisteki ifadesiyle “Mü’minin ruhu, borcu ödeninceye kadar ona bağlı kalır.”  Tirmizi, Sünen, Cenaiz, 76; İbn Mace, Sünen, Sadakat, 12.

Bundan dolayı, borçlu olarak ölen kişi, şayet miras olarak bir şeyler bırakmışsa ondan borçları ödenir. Eğer vefat eden kişinin malı yoksa, varisleri veya diğer müslümanlar vefat edenin borçlarını isterlerse kendi mallarından ödeyebilir. Bu ölünün borçtan kurtulmasına sebep olur. Borcu ödeyen kişinin, ölünün bir yakını olması şart değildir. Kim öderse ödesin, ölen kişi kurtulmuş olur.

* Ölmüş birisi için yapılabilecek en büyük iyiliklerden birisi onun için dua etmek ve istiğfarda bulunmaktadır. Nitekim;

“Ey Allah’ın Resulü, anne ve babamın vefatlarından sonra da onlara iyilik yapma imkanı var mı, ne ile onlara iyilik yapabilirim?” diye soran Ebû Ubeyd’e Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Evet vardır. Onlara dua, onlar için Allah’tan istiğfar (günahlarının affedilmesini) talep etmek, onlardan sonra - varsa vasiyetlerini yerine getirmek, anne ve babasının akrabalarına karşı da sıla-i rahmi ifa etmek, anne ve babasının dostlarına ikramda bulunmak.” cevabını vermiştir.

Bu konudaki ayet ve hadis-i şerifleri göz önünde bulunduran islam alimleri, ölü için yapılan dua ve istiğfarın ölüye fayda vereceğinde ittifak etmişlerdir. 

Vefât eden kimselerin geride kalanlardan bekledikleri en mühim şeylerden biri kendileri için “istiğfar” edilmesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bir cenâze defnedildiğinde, kabirdeki sorgu-suâlinin kolay olması arzusuyla meyyit için istiğfar edilmesini tavsiye buyurmuşlardır.

Bunlarla beraber ölen mümin kişi için şunlar da yapılabilir; 

Sadaka verilip, sevabı ölüye bağışlanabilir. 

Verilen sadaka ister kişinin evladı gibi birinci derecede bir yakını isterse başkaları tarafından verilsin, sadakanın sevabının ölüye ulaşacağında ittifak vardır. 

Nafile olarak sadaka vermek isteyenlerin, bütün inananlara niyet etmesi en faziletlisidir. Çünkü bunun sevabı onlara ulaşır, kendisinin sevabından da herhangi bir şey eksilmez.

Bir kimse, ölmüş birisinin yerine hac yapıp, sevabını ölüye bağışlayabilir 

Yine umre ibadeti yapıp sevabından ölüye bağışlanabilir.   

Sadaka niyetiyle kurban kesilip eti ihtiyaç sahiplerine dağıtılıp sevabı ölüye bağışlanabilir.

Ancak, ölülerin arkasından onları memnun etmek ve böylece isteklerine kavuşmak için kabir başlarında, türbe veya yatırlarda kurban kesmek ve bunu ölüye adamak tamamen yanlış bir inançtır ve bidattir. Bundan dolayıdır ki Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem; “Kabirde sığır, deve, koyun kesmek İslam’da yoktur.” buyurarak bunu yasaklamıştır. Çünkü, kurban bir ibadettir ve ibadetler sadece ve sadece Allah için yapılır. 

Okunan Kur’an hatimlerinden hasıl olan sevabın ölüye bağışlanması için dua edilebilir.

Kuran Yolu Türkçe Meal Ve Tefsir/ Fethu'l-Bari-Sahih-i Buhârî Şerhi/ Sahih-i Müslim Şerhi-El Minhac/ El-Ezkar Dualar ve Zikirler- İmam Nevevi / Hadislerle İslam/ İslam İlmihali-Diyanet Vakfı / Diyanet fetvalar / el-Fetâvâ’l-Hindiyye/ ukba/ zafer dergisi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden notlar 154

Fasıklıktan sıyrılman gerekir ki Cenab-ı Allah’tan hidayet talebin karşılık bulsun

HİDAYET

Hidayet iradeyle olan bir şeydir, kişinin harekete geçmesi lazım. Kişinin Rabbini sevmeye ve saymaya yol araması lazım. 

“Kim dilerse o Rabbine yola çıksın” Müezemmil 19

Kişi kendi harekete geçmezse Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem'i görse, duysa ne olur, dizinin dibinde olsa ne olur. 

Allah Teala hidayeti rastgele dağıtmış değildir. 

Hidayeti istediği halde erişemeyen bir zümre veya hiç alakası olmadığı halde sırf Allah dilediği için hidayete eren bir zümre gibi bir rastgelelik adalete sığmaz, insanın aklı da bunu makul bulmaz. 

Hidayet süreçlerinde Cenab-ı Allah’ın öğrettiği ve uyguladığı sünnetleri vardır, şablonları, yöntemleri vardır. Ve bunlar adalet üzerinedir. 

Delaleti de,  Hidayeti de Allah rastgele hak edene, etmeyene vermez. Uygun düşen kimselere yaşatır.

 O yüzden zalimlere, fasıklara hidayet etmediği halde, kendisine yönelen, sığınan kimselere hidayet eder.

 Cenab-ı Hak başkaca her şeyden kopuk, bütün geleceğini Kendisinde arayan, sevgisini O’na yönlendiren ve bu sevgiyi en üstte tutan, hayatı O’nun adına yaşayan kimselere hidayet eder. 

Biz bir yandan zalimlik yaparak hidayet diliyorsak bu sözde kalır. 

Esas olan amelimizdir. Amelimizde delaleti talep ettiğimiz için, sözde nakarat halindeki hidayet taleplerimiz karşılık bulmayacaktır. 

Dolayısıyla fasıklıktan sıyrılman, arınman gerekir ki Cenab-ı Allah’tan hidayet talebin karşılık bulsun ve Allah sana evladına ailene hidayet etsin. (Örneğin Allah müsrifleri de delalete sevk eder) Bir süre sonra Allah kalbini karartır. 

“Allah kuluyla kalbi arasına girer.” Enfal-24. 

Yani Cenab-ı Hakk’ın çağrısına içtenlikle katılanlarla menfaati için öyle görünenleri Allah bilir ve ayırır. 

Allah hidayeti kimler için diliyor, bunu düşünmek lazım. 

Zalimlere, yalancılara, müsriflere, böbürlenerek kendisiyle övünenlere, müstekbirlere, fasıklara, hakkı itirafa yanaşmayanlara .. hidayet etmez. Gördüğü hakikati göz göre göre ezip geçenlere hidayet etmez. 

Zalim deyince sadece karıncayı inciten, çocukları döven, binaları, şehirleri yıkan birileri gelmesin aklınıza. Bunlar da büyük zulümler tabi ama, esas teolojik perspektiften baktığımız zaman zalimler bilginin hakikatine riayet etmeyen kimselerdir. En büyük zulüm bu. 

Allah’ın katında en kötü kullar akletmeyen, gözlem yapmayan, kulaklarını tıkamış, Cenab-ı Hakk’ı tanımayı devre dışı bırakmış, bilgiyi israf eden kimselerdir. 

Allah Teala sadık kimselere, içtenlikli kimselere, ihlas sahibi kimselere hidayet eder. Kişi kendi iradesiyle hangi yolu seçerse, Allah Teala da ona uygun olarak ya hidayetini, ya delaletini ona yaşatır. 

-Allah Teala müminlere örnek veriyor Firavunun karısını (Âsiye) ve İmran’ın kızını (Meryem)

-Allah Teala kafirlere örnek veriyor Nuh’un karısını (Vaile) ve Lut’un karısını (Vahile)

"Sen ancak tebliğ edebilirsin, tebliğden öteye gidemezsin bekçilik edemezsin. Onların iradelerini ellerinden alıp yönlendirmeye kalkamazsın. Onların üzerinde bir zorba olarak kurulmazsın cebredici kişiye dönüşemezsin (cebbar olamazsın) Sen tebliğ eder açıklarsın, o ya basirette bulunur bunu kendisi için yapar. Ya da sırtını döner önemsemezse bu da aleyhinde bir kazanımdır."

“Her kişi kendi kazancının rehinesidir”(Müddessir 38) 

Kendi kazancı neyse akibeti de ona bağlıdır. Ya yüce Allah’a karşı sevgi ve saygıda bulunur ya da Rabbimizin kudretini bilmesine rağmen heva ve arzularına uyar. Bu, kişinin kendi bileceği şeydir ki sonucuna kendisi katlansın. 

Elbetteki birbirimize telkinlerde bulunuruz, uyarıları sürdürürüz ama baskı kurmayız buna hakkımız yok, karar kişinin kendisinde. 

İnsanın farkındalığı çok önemli. Cenab-ı Hak bu farkındalığı sağlamayı kendi üzerine almış. Bunu gerçekleştireceğini kendi hakkı olarak zatına almış. 

Dolasıyla “Ben size ayetlerimi illaki göstereceğim siz de tanıyacaksınız” buyuruyor. Bize akletme potansiyelini vermiş. Hakikatin önünü hepimize açmış. 

Kul ne zaman istikamete yönelirse Allah onların bilgilerini çoğaltır. 

Balta girmemiş ormanlarda yaşayanlara suyu ekmeği gönderiyorsa elbette ki bilgiyi de gönderir. Bilginin ulaştırılması, suların ve yiyeceklerin ulaştırılmasından daha kolaydır. Gökten suyu indiren Cenab-ı Hak, hayatın anlamını çözeceği ayetlerini mi indiremiyor? İster balta girmiş olsun ister balta girmemiş olsun, suyun, yiyeceğin girdiği her yerde Cenab-ı Hakk’ın nimetleri güneş gibi insanın önünde demektir. Ve ağaca, hayvana, cisme tapmaması gerektiğini, göğü-yeri kim yarattıysa onun önünde eğilmesi gerektiğini elbette ki öğretmiştir. 

Öğrettiği ne varsa öğrettiği kadar da sorumluluk açmıştır. Öğretmediğinden sorumlu tutmaz. Vermediği bir şeyi kulundan istemez. 

Allah Teala öyle bir fıtrat üzere yaratmış ki hakikatle sabah akşam yüzleşiyor Allah’ın kulları. Hakikat herkese yağmur gibi yağıyor ama bazıları öyle şemsiyeler kullanıyorlar ki bu hakikatlere uzak duruyorlar. 

Rabbimiz buyuruyor ki: “Ben kullarımın hepsine ayetlerimi göstereceğim” 

Yani Müslüman doğana da doğmayana da, anlayıncaya, kavrayıncaya değin göstereceğim diyor. Bunu üzerime aldım diyor. Allah buna takılmayın diyor. Ben o kişinin akleden yanına hitap eden bütün hakikati bekletiyorum, diyor. Yani kimse için “böyle bilmeden yaşadı böyle öldü işte, nereden bilsin dini, bilgi eksikliğinden ötürü Allah Teala'yı tanıyamadı o yüzden mağdur” diyemeyiz. 

Rabbimiz diyor ki böyle bir şeye ihtimal yok, herkese bilgiyi ulaştırıyorum. Yeryüzünün ve gökyüzünün orduları O’nun ellerinde. Yani Rabbimiz o kişiye bilgiyi bir şekilde ulaştırınca, artık o kişiye Yüce Yaratıcısına boyun eğmekle-eğmemek arasında tercihte sorumluluk yükler. Ve O’na saygı duyması açısından adım atması bekleniyor. 

Çünkü din nedir? Birinci adım Yaratıcı’yı tanıyacaksın. İkinci adım O’na saygı duyacaksın. O saygının içinde zaten bir dünya şey var, ibadetler vs. 

İnsanların çoğu işte bu ikinci adıma yaklaşmıyor. Çünkü saygı duymak demek örneğin O’nun yasaklarını yapmamak demek. Dolayısıyla hayatına dokunmasın diye ötede duruyor kaçıyor. 

Kişi İslam toplumunda yaşasa ne yazar, yine kaçabiliyor. İnsanların çoğu bilgisiz ortamda doğduklarından bilgisiz kalmıyor. Allah Teala onların önüne bilgi kapılarını açıyor, bilgiye ulaşmaktan imtina ediyorlar. 

Rabbimiz kendi farkındalığını onlara yaşatıyor belletiyor, ama ikrara yanaşmıyorlar. Cenab-ı Hak da bunların adına kafir koymuş. Kavradığı bir hakikatin üstünü örten kimse kafir. Yani yokmuş gibi yaparak hayatına devam ediyor. “Sana ayetlerim geldi, onları yalanladın, büyüklendin, gerçeğin önünde eğilmeyecek kadar kendini dev aynasında gördün. Üstünü örtenlerden oldun. Bir ömür sen bunu yaptın.” 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

16 Ağustos 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 153

Kuran ayetlerinin her birinin yeri tevkifidir

KURAN AYETLERİ


Allah Teala neyi indirmişse özellikle bilerek indirmiştir. 

“Allah öyle söylemiş ama, o dönemlerde öyle denk gelmiş öyle söylemiş, şuan öyle olmamalı” tarzı yaklaşımlar Kuranı Kerim’e mevzi-yer-tarihsel-dönemsel yakıştırmaları atfetmek, Cenabı Allah’ın vaktiyle böyle söylemek zorunda olduğuna dair bir hüküm içereceğinden, O’nun neyi indirdiğini ve zamanla başına neyin geleceğini bilmeksizin çeşitli ayetleri Kuranı Kerim’e koymuş muamelesi yapmak olur. 

Allah Teala hem o insanları, hem bizi, hem de kıyamete kadar yaşayacak insanları muhatap alan, dönemsel-tarihsel-yerel unsurlardan steril ifadeleri yapmaktan aciz değildi ki; “Ne indirdiğimi biliyorum, indirdiğimin arkasındayım” diyecek zatına, şanına yaraşır ifadeleri göndermemiş olsun. 

“Bilememiş de öyle söylemiş” muamelesini hiç bir ayetine yapamayız, yakıştıramayız. Değiştirdiklerini de neshettiklerini de (ortadan kaldırdıkları) özellikle ve bilerek yapmıştır, unuttuklarını da baştan daha indirirken unutturacağını bilerek, özellikle indirmiştir. 

Kuran ayetlerinin her birinin yeri tevkifidir. Yani vahiy olarak dikte edilmiştir. (Sûrelerin sıralanışı tevkifidir yani Allah Teala'nın emriyledir) 

Resullulah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem“Bu ayeti nereye koyalım, bunu şuraya ekleyelim, bak bu buraya yakışır” gibi bir süreç içinde olmamıştır. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

15 Ağustos 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 152

Şükür, diğer ibadetlerin hepsinin sağlayıcısı, ortaya çıkarıcısı, devamına vesile olanıdır


ŞÜKÜR

Küçük-büyük her ne nimet varsa, kimin eliyle gelirse gelsin, hepsini Allah’tan bilmek şükürdür. 

Kul bu bilince kavuştuğu zaman Şekûr (şükreden) olur. 

Bu tevhid akidesiyle doğrudan ilişkilidir. Şükretmek kulu Allah Teala’ya döndüren, kula Allah Teala’yı hatırlatan bir reflekse dönüşür. 

Her adımda şükredilecek bir nimetle karşılaşıyoruz. Cenab-ı Allah kula nimeti veriyor, sonra kula bakıyor kuldan ne tepki var, kulun geri dönüşü nedir? 

“Hz İbrahim Allah’ın nimetlerine daima şükreden biriydi.” -Nahl Sûresi/ 121

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de zâtını Şâkir olarak, Şekûr olarak tarif ediyor. Halbuki bu O’nun açısından zahiddir yani fazladandır. Kulunun teşekkürüne teşekkürle karşılık veriyor. 

Bunun sebebi kulları içerisinde şükredenlerin çok az olması. Çok az olduğu için de kulun teşekkürü teşekkürle karşılık buluyor. Yaratıcı Kudret, kuluna olan nimeti için kulunun takdir etmesini, tanıyıp şükretmesini bekliyor. 

Hayvan bunu yapamaz, hayvana rızkını veren de Allah Teala ama şükrü, teşekkürü insandan bekliyor. İnsanın mümeyyiz tarafı bu; akledip resmi okuyabilen tarafı bu. 

Allah Teala’nın yarattıklarını, gücünü göz ardı edersen, başkalarının gücü senin gözünde büyümeye başlar. (Başkalarının gücü, serveti, hakimiyeti, otoritesi, ilmi, fenni..)

Elimizde ne nimet varsa hepsi Allah Teala’dan. 

Elinize geçtiyse bunu hiç kimse engelleyecek değildi. Sizi şaşıp geçtiyse de hiç kimse onu size ulaştırabilecek değildi. Şükrün mutlak getirdiği özgürlük sahası. Bu ikisini birbirinden ayırmakla seküler bakışın çok bir farkı yok. O zaman “Allah’ın yapabildikleri var ama başkaları olmadan da olmuyor” dedirtir insana!

Şükür azaba, cehenneme karşı kalkandır. Şükür diğer ibadetlerin hepsinin sağlayıcısı, ortaya çıkarıcısı, devamına vesile olanıdır. 

Şükür, nimetin sahibini tanımaktır. İlahi rahmeti tanıyarak nimetleri tüketmek, öyle yaşamak. 

Şükürsüz kimseler üzümü yeyip bağını sormayan kişilerdir. 

Şükürsüz kimseler hayatı yaşayıp hayatın sahibini tanımayan kimselerdir. 

Şükürsüz kimseler hazır buldukları bu hayatı sahipsizmiş gibi zannederler. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

14 Ağustos 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 151

Dünyadaki her çeşit musibet Allah’ın bize sertçe gönderdiği bilinçli, kontrollü uyarılardır

MUSİBETLER-AZAB

Rabbimizden gelen hem güzellikle olan çağrıları, hem sertçe olan çağrıları tüketen kimseye müsrif diyoruz. 

Çünkü o bunların hepsini israf etmiş. Hepsi birer imkandı aslında. 

Hastalıkla gelen, ekonomik sıkıntıyla gelen, dünyadaki her çeşit musibetler Allah’ın bize sertçe gönderdiği bilinçli kontrollü uyarılardır, hem bireyde hem toplumların hayatında. 

Bu uyarılar bazı kullarda karşılık bulur; onlar bunları bir fırsat olarak değerlendirirler, istikamet almaya başlarlar, yanlış güzergahtan vazgeçip, tövbe edip Cenab-ı Hakk’a yönelirler. 

Ama bunları ıskalayan, tüketen, belki sadece o sıkıntı anında Cenab-ı Allah’a yönelip “bu sıkıntımı çözersen, kaldırırsan Rabbim” deyip sonra yine normal zamana geçince vazgeçen yığınlar, bilerek ve isteyerek, kendi iradeleriyle Allah’a saygısız davranmayı ve karşılığındaki azabı özellikle hak edecek bir yolculuğu tamamlar. 

Ne yazık ki insanların çoğu böyle müsriftir. Sıkıntı geldiğinde nasıl yalvar yakar olduğumuz, nasıl dua ettiğimiz mühim. Her ibretli sahne Allah’ın kuluna sunduğu bir mesaj, bir nimettir. Rabbim rahmetiyle kendisine çağırıyor. 

Allah müsrif olan kimseyi saptırır, hidayet etmez. Cehennem halkı müsriflerle doludur. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

13 Ağustos 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 150

              Bizi buz gibi eritmek istiyorlar!

                  SEKÜLER DIŞ GÜÇLER


Bugün bizim Müslümanlığımızı en çok tehdit eden şey, modern dünya medeniyetinin kendi değerleri altında, Allah-u Teala’nın bize öğrettiği değerleri, medya gücünü de kullanarak, ezmesi ve aşağılaması. Hacı, hoca, müftü, sarıklı vb temsiller karikatürler ile küçük düşürülüyor, geride kalmış olarak resmediliyor. Buz gibi eritmek istiyorlar. Ve bizleri de utanç duymaya, basit değersiz saymaya sokuyorlar. Biliyorlar ki istikbar olursa gerisi kolay. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

12 Ağustos 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 149

Allah celle ve alâ müstekbirleri sevmez

                           MÜSTEKBİRLİK

Dinleyici notu: İ
stikbarAllah'a istiğna ve isyan, insanları küçük görme, onlar üzerinde zorbalıkla egemenlik kurma anlamını da ihtiva eden büyüklenme; 

Bu niteliklere sahip olan kendini büyük ve üstün görüp gerçekleri kabul etmeyen, hakka karşı inatla direnen  kişiye de müstekbir* denir.

Allah celle ve alâ müstekbirleri sevmez. 

Biz “müstekbir değilmiş gibi yaparak”, Cenab-ı Hakk’ı sahipleniyormuş gibi yaparak bir yere varamayız. 

Böyle bir kesim var. Yani dindarlığı da elden bırakmıyor, Allah-u Teala’yı birliyor, tabelayı asıyor ama beklenti dünya odaklı!!! 

Allah-u Teala’nın hükümlerine karşı da seçici, bazılarını çıkarmış ya da mücadele içerisinde. 

Allah-u Teala’nın buyruklarından istemediğini devre dışı bırakan, hangi çeşidiyle olursa olsun teslimiyet dışında kalan her türlü yaklaşım içinde istikbar barındırır. 

Bütünüyle reddedici olanlar da, yer yer seçici olanlar da, bazı istisnalar ile Müslümanmış gibi olanlar da istikbar barındırır. Çünkü Allah azze ve celle katında makbul olan bütünüyle teslimiyettir, yani istisna etmeksizin. “Huzuruna çıktığımda bunun hesabını nasıl veririm” korkusuyla… 

Örneğin sigorta, düzenli bir gelir.. Bunlar insanı tehlikeye sokabilen, istikbara sevk eden şeyler. Tam da Allah’ın kulunu istikbar edecek mi diye sınadığı şeyler bunlar. 

Sağlık mı, kendini iyi hissetmene yarar. Eğer gafletine girersen Allah’a karşı diklenirsin bu da istikbara girer. Mal, mülk, servet mi, bunlar da kendini güçlü, kendine yeter saymaya yarar, eğer gafletine girersen istikbara yönelirsin. 

Yeryüzündeki imkanların hep Allah’a karşı kulu yoklayan sınayan bir görevi var. “Rabbim beni bu nimetle ne bakımdan sınıyor?” diye soruyorsak doğru cevabı arıyoruz demektir. 

Ama yok, “Bu bize nasıl keyif veriyor, nasıl rahatlatıyor, bizi iyi gezdiriyor, ne de iyi serinletiyor” diye, dünyada bize sağladığı yararlar üzerinden onların esas işlevlerini anlamaya kalkarsak, bu seküler bakış açısı. 

Cenab-ı Allah’ın öğrettiği böyle değil. Hasan el-Basri demiş ki; “Allah-u Teala baktın ki sana bolca veriyor, baktın ki önünü iyice açtı. Seni demek ki bu açıdan sınamaya yöneldi. Bunu böyle okumalısın.” (Ya Rabbi, beni bu açıdan sınıyorsun belli. Bana mal, mülk, servet, evlat, mevki, kariyer, itibar verdin. 
Baktım ki annem, babam yaşlılık demlerinde yanıma geldi, ya Rabbi demekki bunlarla beni sınayacaksın) 

İşte bunların hepsi sınava bakan yüzüyle esas işlevli. 

Kuran-ı Kerim’de baktığımız zaman, kişinin ahiretten kopması Cenab-ı Hak’tan kopmasına, Cenab-ı Hak’tan kopması istikbarına, istikbarı da onu cehennemlik yapmaya götürür. Müstekbirlerin hepsi cehennemi boyluyor. Bu, müstekbir olmayan için büyük ümit var demek. 

Kula istikbar yakışmıyor. 

Kulu istikbara en çok sevk eden şey ilimdir. İnsanların çoğu para zanneder. İlim paraya da hükmeder. Bilgi her şeyin üstünde bir şeydir. 

Şu küçücük varlığımızla O’na diklenmeyi nasıl göze alıyoruz? Oturun bir hesap edin. 

"Yerlerde göklerde kim varsa O’nun kuludur ve kulluk etmekten geri durmuyorlar. Bense dikleniyorum" diye kendinize bunu üst üste söyleyin bakalım, ne hissedeceksiniz? 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

11 Ağustos 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 148

Mü’minlerden namaz kılmayanlar istikbar sürecine girmiş olurlar

NAMAZ 


Mü’minler namaz hali üzere görülürler. Yani bizim Mü’min olarak dışarıdan en görülür yanımızın fotoğrafı namaz.

“Sen onları rüku ederken,secde ederken görürsün.” “Fetih-29”

O yüzden namaz en belirgin karakteristiğimiz. Bundan yoksun olmak çok tedirgin edici olmalı. 

Bir şehrin müftüsüne (Erzurum’da) sormuşlar namaz kılmayanlar kafir midir? O da “Öyle bir şey diyemeyiz ama kafirler namaz kılmaz” demiş. 

Namaz kılmayanlar kafirdir demeye dilimiz varmasa da, kafirlerin namaz kılmadığını biliyoruz. 

Mü’minlerden namaz kılmayanlar da istikbar sürecine girmiş olurlar. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

10 Ağustos 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 147

Cenabı Hakk’a sığınma refleksimizi güçlü kılmak, imanımızın canlı olduğunun bir göstergesidir

İSTİAZE


Kötülüklerden Allah’a sığınma, O’ndan yardım istemek. 

“Ya Rabbi bu sıkıntımı çözebilmek için hayatın içinde bana araçlar nasip et. Birinin bir nasihatı olabilir, başka bir yerde başka bir araç olabilir. Ama ben biliyorum ki sen bana destek olursan ben bundan kurtulabilirim. Yoksa ben hiç bir derdimi kendi başıma kalarak çözemem.” 

Sonuç Allah azze ve cellenin elindedir. Cenabı Hakk’a sığınma refleksimizi güçlü kılmak, imanımızın canlı olduğunun bir göstergesidir. Bazılarımızın hazır bulunuşlukları çok iyidir, Cenab-ı Hakk’a sığınınca Cenab-ı Hak onlara hemen çare olur. 

Bazılarımızı da bu yanlarını daha olgunlaştırmak, ilerletmek için bu sürecin içerisinde yaşatır, çare sonrasında gelir. 

Kulun Rabbi ile bu kontağı kurması lazım, ya Rabbi sen bana yetiş diye imdat hissiyle yaşaması lazım. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

9 Ağustos 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 146*****

Bi’datleri tespit etmenin yolu

Bİ’DAT


İbadetlere yeni şeyler eklemek tefrikanın önünü açar. 

Tefrika: Birbirine kötülük etmeye değin varan sürekli anlaşmazlık, ikiye ayrılma. 

Ezana, namaza bir şeyler eklenirse veya sıfırdan yeni ibadetler geliştirilirse zamanla işin nereye varacağı belli olmaz. O yüzden bi’datler görüldüğü kadar masum değildir. 

Bi’datleri tespit etmenin yolu; bunların Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellemin uygulamalarında olup olmadığına bakmakla mümkün olur, Cenab-ı Allah Kitab’ında zikretmiş mi buna bakmakla mümkün olur. 

Bu iki kaynakta görülmeyen bir ibadet sonradan ihdas edilmiştir, iyi niyetle de yapılsa dine zarar verir kemâlâtı bozar. 

Bi’datleri meşru göstermeye çalışmak, artık bunlar yüzyıllardır kökleşmiş kemikleşmiş diyerek takılıp kalmak yerine; Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem yapıyor muydu, diye sormak lazım. 

Dinimiz kemale ermiştir, kâmil olana yapılan bir ilaveden güzellik doğmaz. “Kâmil” kelimesi zaten en güzel olan demektir. 

“Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim.” Maide-3

“Her bi’dat delalettir, her delalet ateştir.” (Müslim, 867; Nesai, 3/188.) 

Yeni bir ibadet çıkarmak kulun haddine değildir. Dinde sonradan kural haline getirilenler bi’dattir, dini değeri yoktur. 

İnsan kendisine Allahu Teala’nın öğretmediği bir şey üzerinden, Allah’ı memnun etmeye kalkamaz. Tam tersi O’nu kızdırıp iyice irtifa kaybeder. 

Yeni bir şey ihdas etmek Allah’ın hakkıdır, bunu kullar kullanamazlar. Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’de örneğini görmediğimiz, Kuran’da tarif edilmeyen konularda insanların uyanık olmalarını, bunları kabul etmemelerini öneriyorum. Burada küçük bir formül buldum: Bir yere gittiğimizde bize bir ibadet tarif edilmiş ve yapmamız bekleniyorsa, o zaman soralım, bu ibadetin farzları nedir, söylesinler. Yok diyorlarsa öyleyse soralım, bu ibadetin sünnetleri nelerdir? Çünkü namazın ve diğer ibadetlerin farzları-sünnetleri vardır. Hatta ibadet olmayan bazı şeylerin bile sünnetleri vardır. Mesela su içmenin, konuşmanın, yürümenin.. 

Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in bunları nasıl tatbik ettiğine dair elimizde rivayetler var. Bu hususlarda peygamberimizi taklit etmek, ona tâbi olmak kişiye sevap kazandırır. Sünnetleri nelerdir diye sorduğumuzda eğer onun sünnetleri de yok diyorlar ise o zaman bu ihdas edilmiş, uydurulmuş bir şeydir. Bunun âdâbı var derler ise, o Allah’ın istediği bir şey değildir, o peygamberimizin de yaptığı bir şey değildir, bu sonradan birilerinin yaptığı bir şeydir, bunun da âdâbı olur. 

Kemâle ermiş dinimize “aslında kâmil değil” iddiasında bulunuyorlar. Demek istiyorlar ki; Cenab-ı Hak bilememiş eksik bırakmış, elçisi örneklememiş, o yüzden bu alanların doldurulması falanca filanca zatlara kaldı, onlar da bunları eklediler. Anca böyle kâmil oldu, gibi abuk sabuk bir iddiaya dönüşür !!!

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

8 Ağustos 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 145

Tedbir, Allah’ın isabet ettirmek dilediği şeyi asla engelleyemez

TEDBİR


Biz Allah emretti diye tedbir alırız. 

Ama biliriz ki bu tedbir, Allah’ın isabet ettirmek dilediği şeyi asla engelleyemez. 

Zaten engellesin diye de almıyoruz bu tedbiri. 

Allah emretti diye aldık. 

Bir ibadet gibi. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

7 Ağustos 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 144

Bunları bir insan yerli yerinde yapmak istiyorsa Kuran’a yönelmeli

KUR’AN-I KERÎM


Dünyayı olduğu kadar küçük görebilmek, büyüklüğüne göre önem vermek ve esasen ahiretin büyüklüğüne göre de heyecan duyup beklentiye kapılmak.. Bunları bir insan yerli yerinde yapmak istiyorsa Kuran’a yönelmeli, şifaya kavuşmalıdır. 

“Şifa ve rahmet namına ne varsa biz Kuran’dan sürekli indirmekteyiz.” diyor Cenab-ı Hak. Kuran’ın kendisi nazil olup bitmiştir ama Kur’an üzerinden şifa ve rahmet inmeye devam etmektedir. Her kapağını açtıkça insanlar Kuran’ın, şifa ve rahmet ile kendilerini buluşturmaktadırlar. 

Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem cephede savaş meydanlarında ölüm korkusunun pik yapacağı o anlarda bile insanları hep Kuran ile teskin etti, onlara hep Kuran okutuyordu. Niye? Çünkü ölümle yüz yüzeler, buna karşı en güçlü şeyi kullanmaları lazım. Başka bir şey olsaydı Hz. Peygamber onu yapardı. 

Demek ki Kuran öyle bir kuvvet sağlar ki insana, hele hele bu rüku ve secde ile eşlik ederse, ölüm korkusu olsa dahi dünyanın etkisi cılızlaşır ve kişiyi terk eder. Böyle kimseler arkalarında bıraktıkları aileleri ve mülklerinden ziyade önlerinde onları bekleyenlerin tesirine kapılırlar. Gerçek yurduma, gerçek varlığıma, Rabbimin gerçek vadettiklerine kavuşacağım arzusuyla dolarlar. 

Kur’anı Kerîm bize canlılık verir, şifa verir, rahmet verir, adeta nefes alırız. Kuran, Kuran’la irtibatı olmayan kimseleri ölü olarak tarif etmektedir. 

Kur’an insanın kalbini olması gereken yere çeker. Kalbin sağa sola kayıp, orijinden koptuğu, başka tesirlerin altına girdiği bir anda tekrar KUR’AN okuyarak bir kişi kalbini kalibre eder, gerçeklerle paralel bir hale döner. 

Neye ne kadar çok bakarsan, onun tesiri altına o kadar çok gireceksin. Kur’ana kendini açarsan onun tesirine kendini bırakırsın demekki !!!

“Allah’ın katındakiler daha hayrlı ve daha kalıcıdır.” İşte bu vaade tutunabilmek, buna heveslenebilmek, bunu arzu edebilmek, bunu etrafımızdakilerle paylaşabilmek, bunun ümidine kapılıp bunun heyecanının bizi sardığını, çevremizdeki insanların bizde gözlemlediği gün işte epeyce yol almışız demektir. Bu Allah’ın büyük bir lütfu olsa gerek. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

6 Ağustos 2024 Salı

***SAFER AYI BELA AYI MIDIR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Dinimizde böyle bir inanışın kesinlikle yeri yoktur. Bu inanış cahiliye adetlerinden kaynaklanan, asılsız bir hadisedir.

Safer, kameri ayların ikincisinin adıdır. Resmi vesikalarla hususî mektuplarda ve takvimlerde “Saferu'l-hayr” şeklinde yazılır ve (s) rumuzuyla gösterilirdi. Bilindiği gibi kamer (ay)ın doğuş ve batışına tabi olan ay hesabına “kamerî aylar” denilmektedir ki şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîu’l-evvel, Rebîu’l-ahir, Cemaziye’l-evvel, Cemaziye’l-ahir, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Hakikatte ayların sayısı ALLAH katında, ALLAH’ın kitabında -ta gökler ve yeri yarattığı günden beri- on iki aydır. Onlardan dördü haram olanlardır. İşte bu, en doğru hesaptır. O halde bilhassa bunlarda, o haram aylarda nefislerinize zulmetmeyin. Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topyekûn harb ederlerse, siz de onlarla topyekûn harb ediniz. Bilin ki ALLAH, haramlardan, fenalıklardan sakınanlarla beraberdir.”
1

Ebû Bekre (R.A.)den rivayete göre, Veda haccında okuduğu hutbesinde:

Takvim düzeni açısından zaman, ALLAH’ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki ilk durumuna dönmüştür. Artık sene on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Ve üçü peşi peşinedir ki, Zilkade, Zilhicce ve Muharremdir. Bir de Cemaziye’l-âhir ile Şaban arasında yer alan Müdar’in Receb’idir.”
2 buyuran Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz haram ayların: “Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb” ayları olduğunu belirtmiştir. Araplar daha İslâmiyet gelmeden önce Haram ay denilen bu ayları kutsal tanır ve bu aylarda savaştan, yağmacılıktan kaçınırlardı. Çünkü müşrik de olsalar, inanç ve yaşantılarında “Hak Din”den kalıntılar vardı. Haram aylara hürmet, Kâbe’yi tavaf etmek ve hac yapmak gibi. Tabii bütün bunlar da tahrif edilerek, aslından uzaklaştırarak yapıyorlardı. Aslında bütün batıl dinler, hep “Hak Din”den uzaklaşma neticesinde oluşmuşlardır. Hiçbir batıl din, birileri tarafından kurulmamıştır. Bu bakımdan dinimizi, olduğu gibi dosdoğru öğrenmek ve yaşamak mecburiyetindeyiz.

Araplar her yıl kendi adetlerine göre gelip hacceder, ALLAH’a iman ile putlara tapmayı birbirine karıştırıp içinden çıkılmaz garip bir inanç sistemi meydana getirirlerdi. Ama her şeye rağmen mal ve can güvenliği yoktu. Mekke’ye hac mevsiminde gelebilmek bile başlı başına bir problem idi. O yüzden kabile reisleri hac aylarından olan Zilkade ile Zilhicce’de bir de onu izleyen Muharrem’de savaşmayı kaldırırlar ve bu ayları hürmetli sayıp kesinlikle uyulmasında ısrarla dururlardı. Böylece uzak yerlerden hac için gelenler bu üç ayda hem ibadetlerini yerine getirirler, hem de güven içinde evlerine dönme imkânı bulurlardı.

Cahiliyye devrinde, birbiri ile çarpışmaya ve talana alışmış olan Araplara fasılasız üç ay güvenlik ve sulh içinde yaşamak çok ağır geliyordu. Onun için Hz.İbrahim (A.S.) ve Hz.İsmail (A.S.)dan beri devam ede gelen bu tertibi canlarının istediği gibi bozmaya, mesela Muharrem ayındaki haramlığı Safer ayına çevirmeye, diğer haram ayları da ileri geri götürmeye başladılar ve hadis-i şeriflerde de belirtildiği üzere:

“Muharrem ayını Safer diye isimlendirerek”3, Muharrem’i haram ayı olmaktan çıkarıyorlar, haram ayındaki yasakları işliyorlardı. Böylece, Muharrem’in haramlığını Safer ayına tehir ediyorlardı. Maksatları ardı ardına gelen üç haram ayı ikiye indirmek, üçüncüyü bir ay geriye bırakmaktı. Çünkü üç ay üst üste, savaşmak, yağmalamak ve öldürmek gibi alışkanlıklardan uzak kalmak onlara zor geliyordu. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de:

“Haram ayları ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. ALLAH’ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O’nun haram kıldığını helal kılmak için haram ayını bir yıl helal sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Böylece onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. ALLAH kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”4 buyurarak, onların bu nesi’ tatbikatlarını “küfürde artış” olarak değerlendirmiştir.

Bu hal hicretin 10.yılına kadar devam etti. Veda Haccında Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz ayların o sene tam yerini bulduğunu açıkladı.

Binaenaleyh, Safer ayının uğursuzluğu hakkında söylenenlerin asıl menşei işte bu cahiliyye devri davranışlarıdır. Öyle ya! Bir adamın yurdunda ve ailesi yanında rahatça oturmasını ve dağda, bayırda serbestçe gezip-dolaşmasını değiştiren, şehirlileri gurbete çıkarıp bedevilerden bir kısmını savaşa gönderen, bir kısmını da sakınmaya, korunmaya, korkmaya mecbur eden bir ay; uğursuz sayılmaz da ne yapılır? İşte Arabistan çöllerinde meydana gelen bu hadiseler, Safer ayının “Saferu'l-hayr” diye vasıflandırılmasına rağmen uğursuz sayılmasına sebep olmuştur.5

Safer; ayrıca cahiliyye devri Araplarının inandığı bir uğursuzluk çeşididir. Hz.Peygamber (S.A.V.)Efendimiz bunu reddetmiştir. Ebû Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz:

“Hastalığın, sahibinden bir başkasına kendi kendine sirâyeti yoktur, eşyâda uğursuzluk yoktur. Ükey ve baykuş ötmesinin tesîri ve kötülüğü de yoktur. Safer ayında uğursuzluk yoktur. Bunlar Cahiliyet hurafeleridir. Fakat ey mümin! Sen cüzzâmlıdan, arslandan kaçar gibi kaç!”6 buyurdu.

Hadis-i şerifte geçen “Safer” iki şekilde tevil edilmiştir. Birinci yoruma göre bundan maksat: “Safer ayı”dır. Yukarıda da izah edildiği gibi, cahiliyyet devrinde Araplar Nesi’ usûlüne göre, Muharrem ayının haram ay oluşunu Safer’e naklederlerdi. Ve bu suretle Safer, haram aylardan sayılırdı. Resûlü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz bunu da men edip: "Artık Safer ayı için hürmet yoktur!" Buyurmuştur.

Asr-ı Saâdet’ten zamanımıza kadar devam edip gelen halk inanışına göre, bu ayda akdedilen nikahı devamsız sayarlar. Hatta halk arasında bu aya boş ayı derler. Çünkü “Safer” lûgatta boş demektir. Dilimizdeki Sıfır kelimesi de buradan gelir. Araplar bu ayda birbirlerine yağmada bulunurlar ve evlerini eşyadan hâli ve boş (Safer) bırakırlardı. Bu sebeple yağma ayına Safer denmiştir. İşte bu hadis-i şerif ile Safer ayının uğursuz kabul edilmesi men olunmuştur. Çünkü Safer ayının diğer aylardan hiçbir farkı yoktur. Diğer aylar zamanın bir dilimi olduğu gibi Safer ayı da zamanın bir dilimidir. Bu batıl akide cahil halk arasında yaşamakta ve Safer ayında nikâh yapmanın uğursuzluk getireceğine inanılmaktadır. Bu batıl inancı yıkmak için İslâm âlimleri mücadele etmişler, hatta pek çok âlim özellikle bu ayda nikâh kıymışlardır. Buharî’nin bir rivayetine göre, Hz.Âişe (R.Anha) validemiz: Benim nikahım da, zifâfımda Safer ayında idi, buyurduklarına göre, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz bu hurâfevi fikrin izâlesine fiilen de çalışmıştır.7 Bu bakımdan safer ayında evlenilmez, yoksa devam etmez; safer ayında doğan çocuklar uğursuz olur v.b. inanışlar tamamen batıldır, hurafedir.

İmam Malik’e, hadis-i şerifte geçen: “La safere” sözünün manası soruldu da: Cahiliye halkı Safer ayını helâl aylardan sayarlardı. Sonradan onu bir sene helâl, bir sene de haram saymaya başladılar. Hz. Peygamber (S.A.V.)Efendimiz de onların bu âdetini kaldırmak için:“ Böyle bir sene helâl, bir sene de haram sayılan bir Safer ayı yoktur” buyurdu, cevabını verdi.8

İkinci yoruma göre Safer, karında yaşayan bir takım kurtlardır. Câhiliyet devri itikatlarından biri de budur. Araplar karın boşluğunda yılana benzeyen bir hayvanın yaşadığına, insan acıktığı zaman o hayvanın heyecanlanıp, çok defa sahibini ısırıp öldürdüğüne inanırlardı. Hatta bunu uyuz hastalığından daha bulaşıcı sayarlardı. Bunun, insan veya hayvan karnında bulunup, bulaşıcı bir hastalık olduğuna da inanırlardı.

Cahiliyye devrinde bulaşıcı hastalıkların ilâhî bir tesire tâbi olmaksızın bizatihi, yani kendi kendilerine sirayet edip geçtiklerine inanılırdı. Hâlbuki her şeyde hakikî müessir, ALLAH’ın iradesidir. Bu irade de hastalıkların geçmesinde bir takım sebepleri vasıta kılar. Bunlardan biri, hasta olan kimselerle temastır. Hadisteki “Cüzâmlıdan kaç!” emri, hastalığın başkasına geçme sebeplerinden birini en açık şekilde belirtmiştir.

İşte Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, “Yok” diye buyurmakla her iki manaya gelen Safer’in batıl ve asılsız olduğunu belirtmektedir.

Binaenaleyh, Davud u Antakî’nin, Tezkire isimli eserinde yazılı olan şu hususlar kesinlikle doğru değildir:

“Gökten inen bütün belâlar Safer ayının son çarşambasında iner. Bundan dolayı o gün insanlar üzerine çok zor gelir, işte o gün selâm ayetlerini okuyan, bir daha seneye kadar selâmette olur. Safer ayı namazı: Safer ayının ilk ve son çarşamba gecesi gece yarısından sonra, yeryüzüne nazil olacak, inecek belâlardan biiznillahi Teâlâ muhafaza olmak için sabah namazından evvel dört rekat nafile namaz kılıp birinci rek'at da Fatiha'dan sonra on yedi Kevser sûresi, ikinci rek’at da Fatiha'dan sonra beş ihlâs-ı şerif, üçüncüde Fatihadan sonra bir Felâk sûresi dördüncüde bir Nas sûresi okuyup selâm verilip dua edilecektir. Keza Safer ayının son çarşambasının gecesi veya gündüzü iki rek'at namaz kılıp birinci ve ikinci rek'at da Fatiha'dan sonra on bir ihlas-ı şerif okunacak, namazdan sonra yedi defa istiğfar edip el kaldırıp on bir defa Salât-ı Münciye)okunacaktır.”

Evet, bu bilgilerin kaynağını bulmak, mümkün olmamıştır. Yukarıdaki ayet-i kerime ve hadis-i şerifler bu inancı kesinlikle reddetmektedir. Aslı yoktur. Hurafedir.

Safer ayının; bazı felâketlerin sıklaştığı bir zaman dilimi, binaenaleyh uğursuz bir ay olduğu hakkında:

“Bundan dolayı biz de, dünya hayatında zillet azabını kendilerine tattırmamız için,uğursuz uğursuz günlerde üzerlerine çok gürültülü, kavurucu soğuk bir rüzgâr, kasırga, fırtına gönderdik. Ahiret azabı ise elbette daha çok horlayıcı, daha çok rezil rüsvay edicidir. Onlara hiç bir şekilde yardım da edilmez.”9

“Gerçekten biz haklarında uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü, kavurucu soğuk bir rüzgâr, kasırga, fırtına gönderdik.”10


Ayet-i kerimeleri delil olarak ileri sürülmektedir. Halbuki:

a- Bu iki ayet-i kerime; ibret alınması için, Hûd (A.S.)ı yalanlayan Âd kavminin nasıl helâk edildiğini bildirmektedir. Ayet-i kerimede geçen: “…uğursuz uğursuz günlerde…;… uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde…” ifadeleri, tamamen Âd kavmi ile alakalıdır. Bütün tefsirlerde “aleyhim = uğursuzluk onlara” kaydı bulunmaktadır. “Uğursuz günler” gönderilen şiddetli fırtınanın ardı arası kesilmeden devam ettiği ve bu yüzden kavmin helâk olduğu günlerdir. Yoksa bizzat günlerin kendisinde uğursuzluk diye bir şey yoktur. Ayrıca uğursuzluğu, onların helak olmaları ile son bulmadı da, kıyamete kadar kabirde azap gördüler.11 Dolayısıyla bazı müneccimlerin zannettiği gibi o uğursuzluk, günün kendisi ile ilgili değildir. Yani o gün, herkes ve her şey için uğursuz olmayıp, sadece onlar hakkında uğursuz olmuştur.

Müneccimler buradan bazı günlerin uğursuz olduğuna delil getirmişlerdir. Fakat Kelâm uleması demişlerdir ki, günlerin "uğurluluk" ve "uğursuz"lukla nitelenmeleri zatî değil, izafîdir. Yani gün bir adama göre uğursuz, diğer bir adama göre de uğurlu olabilir. Elem gören bir adam için uğursuz, nimet gören bir adam için uğurlu olur. Mesela bu günler Hûd (A.S.)ı yalanlayan Âd kavmine, kâfirlere, bozgunculara uğursuz, fakat Hûd (A.S.)a ve O’na iman edenlere rahmet günleri ve hayırlı olmuştur. Çünkü kâfirlerden kurtulmuşlardır.

b- Kur'an-ı Kerim’de geçmiş peygamberlere ve milletlere dâir kıssalar mevcuttur. Kur'an-ı Kerim’deki bu kıssalardan maksat, geçmiş peygamberlerin ve milletlerin başına gelenlerden bir ibret dersi almamız kast olunmaktadır. Kur'an-ı Kerim hâdiselerin teferruatını değil, kendi gayesine uygun ve insanların müşterek dertleri olan yönlerini seçer, ibret alınacak ince noktaları vererek, hayatın tanzim etme yollarını gösterir. Sözün kısası, Kur'an-ı Kerim’deki kıssaların asıl gayesi ahlâki ve terbiyevi oluşudur.

Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssaların tarihi gerçekleri yansıtan ibret levhaları olduğuna inanıp bunların sebepleri üzerinde düşünerek hayata müspet yön vermek durumundayız. Çünkü bu kıssalarda kötü ve yanlış yoldakilerin de cezalandırıldığı bildirilip öğretilmiştir. Bu arada geçmiş Peygamberlerin ve toplumların başına gelenler anlatılmış ve sonunda hakkın galip geldiği açıklanmıştır. Yoksa ilgili kavimlere ait bu kıssaları, Fıkıh Usûlü ilmindeki “Şer’u men kablena = Geçmiş şeriatler” kısmına girdirip, buradan bize ait bağlayıcı, kesin hükümler çıkartmak mümkün değildir.

c- Ayet-i kerimede geçen: “…uğursuz uğursuz günlerde…;… uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde…” ifadeleri hakkında tefsirlerde denilir ki: Bu günler, Şubat'ın sonundan "Berdü'l-acûz = kocakarı soğuğu” denilen günleri idi. Şevval'in sonunda çarşambadan çarşambaya olduğu da rivayet edilmiştir. Safer ayı ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.12

Bir de ayet-i kerimede geçen “uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde…” ifadesinden genel manada her Çarşamba günü hakkında uğursuzluk söz konusu olduğu ileri sürülmekte ve şu hadis-i şerif de delil olarak gösterilmektedir:

“Çarşamba günü, uğursuzluğu sürekli olan bir gündür”13


Bu ise, kesinlikle doğru değildir. Çünkü gerek bu hadis-i şerif ve gerekse bu konuda rivayet edilen diğer bütün hadis-i şerifler, senedlerinde “metrûk, kezzab” raviler bulunması sebebi ile muhaddisler tarafından zayıf kabul edilmiştir, sahih olmadıkları vurgulanmıştır.14 Hatta İbnü’l-Cevzî, uydurulmuş olduğunu belirtir. Zayıf hadisle itikadî konularda asla amel olunmaz. Sadece amellerin faziletleri konusunda, usûl kitaplarında belirtilen özel şartlarına bağlı olarak amel olunur.

Ayet-i kerimede geçen: “…uğursuz uğursuz günlerde…;… uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde…” ifadelerinin tamamen Hûd (A.S.)ı yalanlayan Âd kavmine, kâfirlere, bozgunculara aid olduğunu yukarıda belirtmiştik. Dolayısıyla bu günler, Hûd (A.S.)a ve O’na iman edenler ve salihler, iyiliğe çalışanlar için, müminler için her zaman rahmet günleri ve hayırlı olmuştur. Nitekim Cabir b. Abdullah (R.A.) den rivayete göre: Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz Hendek savaşı sırasında Fetih Mescidinde kâfir ordularına karşı üç gün: Pazartesi, Salı ve Çarşamba günü beddua etmişti. Çarşamba günü iki namaz arasında, ikindiye yakın bedduası kabul oldu. Ayrıca Cabir b. Abdullah (R.A.): Her ne zaman, bana zulüm olan bir hadiseyle karşılaşsam, mutlaka o saati kollarım, bedduamı yaparım, kabul edildiğini anlarım, demiştir.15 İbn Abbas (R.A.) da: Hiçbir kavme Çarşamba günü dışında azap edilmemiştir, demiştir.16

Bütün bunlar gösteriyor ki: Çarşamba günü zalimler, kâfirler için azap günüdür, amma müminler için kurtuluş günüdür. İyiliğe çalışanlar hakkında Çarşamba gününün bir uğursuzluğu söz konusu değildir. Nasıl olabilir ki? Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz:

“…. ALLAH Teâlâ, nûru Çarşamba günü yaratmıştır…” buyurmuşlardır.17 Bu sebeple ilim ehli, derslere Çarşamba günü başlamaya özen göstermişlerdir. Çünkü ilim bir nurdur. Çarşamba günü, ağaç dikmek de iyi görülmüştür. Çarşamba günü, zeval vaktinden sonra duaların kabul olacağı ifade edilmiştir. Alış-veriş dâhil dinen meşru her iş yapılabilir. Unutmayalım ki:

Kula belâ gelmez ALLAH yazmadıkça,
ALLAH belâ yazmaz, kul azmadıkça.

M.Talu-Dini meseleler


dipnot
(1) Tevbe Sûresi: 36
(2) Buhari, Tefsir (9) 8, Bed’ül’l-Halk:2, Megazi:77, Edahi: 5, Tevhid: 24, Müslim, Kasame: 29, Ebu Davud, Menasik: 67, Ahmet b. Hanbel,4/37,73
(3) Bak. Buhari, Hacc:34, Menakıbu’l-ensar: 26, Müslim, Hacc:198, Ebu Davud, hacc: 80
(4) Tevbe Sûresi: 37
(5) Geniş bilgi için bak. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 3/89-90
(6) Buhari, Tıp:19
(7) Tecrid-i Sarih Tercemesi, 12/86
(8) Ebu Davud, Tıp:24, No:3914
(9) Fussilet sûresi:16
(10) Kamer sûresi:19
(11) Bak. Nesefî, Tefsir, 4/91,203; Kazî Beyzavî, Tefsir,2/447; Kurtubî, Tefsir, 17/135; Alûsî, Ruhu’l-Meânî, l5/139; Rûhu’l-beyan,9/274; İbn-i Kesîr, Tefsir, Elmalı’lı M.Ham-di Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 7/4643
(12) Alûsî, Ruhu’l-Meânî, l5/139; Rûhu’l-beyan,9/274; Elmalı’lı M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 7/4643,
(13) Taberani, el- Mu’cemu’l-Evsat ; 1/444, No: 801; Ebu Avane Müsned; Eyman: 12; No: 6022: 4/57; Deylemi, Firdevs, 5/532, No: 8997; Münavi, Feyzu’l-kadir; 1/64; İbn Adiyy, El-Kamil fi Zuafairrical; 1/387; İbn Hacer, Lisanü’l-Mizan; No: 8439 6/42; Acluni, Keşfül-Hafa; 1/ 12; İbn Hacer, Telhisul-Habir, 4/1590, No: 2133;Beyhaki, Sü-nen-i Kübra; Şehadat, 15/208, NO: 21248
(14) Taberani, el- Mu’cemu’l-Evsat ; 1/444, No: 801; Ahmed Sıdık el-Gamarî, el-Müdavî Şerhun li’il-Münavî,1/23-29; İbn Arrak, Tenzihu’ş-şeria, 1/53-56, NO:19-24; İbnü’l-Cevzî, el-Mevzûat, Bab:89, No:917-919,
(15) Buhari, Edebü’l-Müfred, 293; No: 725; Beyhaki, Şuabu’l-İman, Sıyam: No:3874
(16) Kurtubî, el-Câmiu'l-Ahkâmi'l-Kur'an, 15/333, Âlûsi, Rûhu'l-Meânî, 13/173
(17) Müslim, Sıfetü’l-münafikın:27, No:2789, 4/2149

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR