17 Ocak 2019 Perşembe

NİSA SÛRESİ 44.-46.ayetlerin tefsiri


Yahudilerin İşleri Ve Tasarrufları

44- Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de (hak) yoldan sapmanızı isti­yorlar.

45- Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Ve Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.

46- Yahudi olanlardan kimisi kelimele­ri (Allah tarafından) konuldukları yer­lerinden (kaldırıp) değiştirirler ve dil­lerini eğerek bükerek, dine de saldıra­rak (sana) derler ki: "(Eh) dinledik, (fa­kat) isyan ettik. İşit, işitmez olası, râinâ." Eğer onlar: "Dinledik, itaat ettik. İşit, bize bak" deselerdi elbet kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu. Fa­kat Allah, kendi küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Artık onlar, bira­zı hariç olmak üzere, iman etmezler.


Nüzul Sebebi

Ayet-i kerimeler Medine Yahudileri hakkında indirilmiştir. İbni İshak di­yor ki: Rifâa b. Zeyd b. et-Tâbût, Yahudi ileri gelenlerinden idi. Resulullah ı a.s.) ile konuşurken dilini eğip bükerek: "Ey Muhammed, kulağını bize iyi ver" dedi, sonra da İslâm'a dil uzattı, tenkit etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ onun hakkında "Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bak­madın mı?" ayetini indirdi.

Müfessirler de diyor ki: Yahudi alimlerinden biri olan Kâ'b b. el-Eşref, Uhud Savaşından sonra Yahudilerden yetmiş binekli kişi ile Mekke'ye doğru yola çıktı. Resulullah (s.a.)'a gadretmek üzere Kureyş ile anlaşma yapmak, kendileriyle Rasul-i Ekrem (s.a.) arasındaki muahedeyi bozmak istiyorlardı. Kâ'b, Ebu Süfyan'ın evine, Yahudiler de Kureyşlilerin evlerine misafir oldular.

Ebu Süfyan Kâb'a "Sen kitap okuyan alim bir adamsın. Biz ise ümmiyiz, pek bilgimiz yok. Hangimizin yolu daha doğru, hakka daha yakın, bizim mi, Muhammedin mi?" dedi. Kâ'b "Bana dininizi bir arz edin bakayım" diye cevap verdi. Ebu Süfyan şunları söyledi: Biz hacılar için besili büyük develerden kur­ban ederiz, onların su ihtiyaçlarını karşılarız, misafiri ağırlarız, esiri salıveri­riz, akrabalık bağlarını koruyup gözetiriz, Rabbimizin evini imâr eder onu ta­vaf ederiz. Bizler bu mukaddes Harem'in ehliyiz. Muhammed ise atalarının di­nini terk etti, akrabalık bağlarını kopardı. Harem'i bırakıp gitti. Bizim dinimiz daha eski, Muhammed'in dini ise yenidir. Bunun üzerine Ka'b: "Vallahi siz onun üzerinde bulunduğu dinden daha doğru bir yoldasınız" dedi. İşte Allah Teâlâ da Ka'b ve beraberindeki arkadaşlarını kastederek: 'Yahudi olanlardan kimisi kelimeleri (Allah tarafından) koyuldukları yerlerinden (kaldırıp) değişti­rirler..." ayetini bu hadise sebebiyle indirdi.[64]

Açıklaması

Ey Muhammed aleyhisselâm! Kendilerine ilâhî bir kitap olan Tevrat'tan bir kısım verilmiş olan şu kimselere bakmadın mı? Hidayet karşılığında dalâleti sa­tın alıyorlar, kâfirliği imana tercih ediyorlar, Allah'ın peygamberine indirdiğin­den yüzlerini çeviriyorlar, ellerinde bulunan yalan söylemek, insanlara eziyet vermek, faiz (riba) yemek hakkındaki hükümleri, geçmiş peygamberlerin Hz. Muhammed (s.a.)'in sıfatına dair verdikleri bilgileri terk ediyorlar. Kendilerinin icat ve uydurması olan bir takım dinî gelenek ve tapınma şekilleri ile az bir dün­ya menfaati sağlamaya çalışıyorlar. Ey müminler, onlar sizin de kendileri ile be­raber hak yoldan sapmanızı ve size indirilenleri inkâr etmenizi üzerinde bulun­duğunuz hidayet ve faydalı Kur"an ilmini bırakmanızı istiyorlar. Ey müminler, Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı en iyi bilen olduğu için sizi onlardan sakındırı­yor. Size dost olarak Allah yeter. Sizi onlardan korur, işlerinizi yürütür. O kendi­sine sığınanın kale gibi koruyucusudur. O, kendinden yardım dileyene de yar­dımcı olarak yeter. Onların şerrini sizden defeder. İşte o yüce Rabbiniz daima si­zi hakkınızda en hayırlı olana, kurtuluşunuz bulunan hususlara yöneltir. Ve O düşmanlarınıza karşı salih amele ve hidayete muvaffak kılarak size yardım eder de zafer için gerekli olan yardımlaşma, güçlü savaş aletlerini hazırlama gibi se­bepleri gerçekleştirirsiniz. Ondan başkasından dostluk ve yardım talep etmeyin.

Onların Tevrat'tan amel ettikleri kısım kaybettikleri ve unuttukları kısma aittir. Amel etmeyi terk ettikleri hükümler ise yanlarında geriye kalan kısım­dandır.

Sonra Allah Teâlâ "Yahudi olanlardan kimisi de..." cümlesiyle, kendilerine kitap verilenlerden maksadın Yahudiler olduğunu beyan ediyor. "Min" harfi bura­da cinsi beyan için olup, "O halde murdardan (yani putlardan)... kaçının." (Hac, 22/30) ayetindeki gibidir. Onlar öyle bir kavimdir ki Allah'ın Tevrat'ta indirdiği kelimeleri asıl konuldukları yerlerden kaldırıp değiştirirler. Bunu da ya kelimele­ri asıl konuldukları başka bir manaya çekerek yaparlar; Rasul-i Ekrem (s.a.) hak­kındaki müjdeleri, Mesih hakkındaki haberi başka bir şahsa yorumlayıp bugüne kadar onu beklemeye devam edişleri gibi. Yahut da bu tahrifi kitaptaki bir kelime veya cümleyi bulunduğu yerden başka bir yere naklederek yaparlar. Nitekim Mu­sa aleyhisselâmdan rivayet edilen ayetlere uzun bir müddet sonra yazılmış sözler karıştırdıkları gibi diğer bazı peygamberlerin sözlerine de başka insanların sözle­rini katmışlardır. Bu ilâve ve karışıklıkları, kendilerinin de itiraf ettiği gibi kaybolan Tevrat yerine bugünkü Tevrat'ı ortaya koyanlar yapmışlardır.

Bu tahrifat ile iddialarına göre ıslah gayesi güdüyorlardı. Bunun kaynağı şuydu: Hz. Musa (a.s.)'ın yazdığı asıl nüshanın kaybolmasından sonra yanla­rında dağınık Tevrat yaprakları bulunuyordu. Bunları bir araya getirmek iste­mişlerdi. O esnada da birçok ilâve ve tekrarları katmışlardı. Bu tarihî gerçekle­ri Hintli Rahmetullah Efendinin Izhâru'l-Hak adlı kitabında yaptığı gibi güve­nilir, araştırıcı tarihçiler ispat etmişlerdir.

O Yahudiler Peygamberimiz (s.a.)'e sözünü işittik, emrine isyan ettik, diyor­lardı. Mücahid der ki: Yahudiler Resulullah (s.a.)'a "Sözünü işittik, fakat sana itaat etmeyiz", dediler. Aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)'e duydukları haset ve kinden ötürü "İşit, işitmez olası!" diyorlardı. Edep gereği "Kötü söz duymayasın" diyecekleri yerde "Allah sana işittirmesin" veya "duan dinlenmemek, senden ka­bul edilmemek üzere" manasına sözlerle O'na beddua etmiş oluyorlardı.

Aynı şekilde bir de "râinâ" derlerdi. Ruûnet, yani ahmaklık, gayr-ı ciddilik kelimesinden ism-i fail olarak kullanırlardı. Bu kelime "bize bak, bize mühlet tanı" manasına kullanılacak yerde lisanlarındaki sövme ve dil uzatma manası­na gelen râînâ'dan gelme de olabilir. Allah Teâlâ ise "Ey iman edenler, "râinâ" demeyin, "unzurnâ (bize bak) deyin." (Bakara, 2/104) ayetiyle müminleri bu ke­limeyi kullanmaktan menetmiştir.

İşte Yahudiler ya meclisinde, ya da kendisinden uzakta iken Resulullah s.a.) Efendimize karşı duydukları haset ve kin sebebiyle veya alay etmek, eğlenmek amacıyla bu üç suçu da işlemişlerdir. İki manaya gelme ihtimali de bu­lunan bir söz kullanırlar, ama onunla saygı, hürmet, değer vermek manasını değil, tahkir etme, küfretme manasını kastederlerdi. Dillerini eğip bükerler, dillerini evirip çevirip sözü hayır manasına gelmekten şer ve sövme manasına döndürürlerdi, İslâm'a dil uzatarak saldırırlardı. "Râinâ" sözleriyle "kulağını bize ver" demek istiyormuş gibi yaparlar, fakat gerçekte Peygamberimiz (s.a.)'e dil uzatarak ahmaklık manasını kastederlerdi. Bu ise adiliğin ve batıl üzerin­deki cüretkârlığın en son derecesidir.

"Essâmü aleyküm" diye selâm vermeleri de dillerini eğip bükmeleri cürmündendir. "Es-sâmü", ölüm manasınadır. Yani "selâm size" demek ister gibi yaparlar, "ölüm size" manasına dillerini kıvırtırlardı. Rasul-i Ekrem (s.a.) Haz­retleri de bu maksatlarını bildiği için cevapta sadece "ve aleyküm (= size de)" yani herkes ölecektir, derdi.

İbni Atıyye (öl. 541 H/1147 M.) der ki [65]: Bu, şimdiki Yahudilerde de mev­cuttur. Çocuklarını buna göre yetiştirdiklerini, müslümanlara hitap ederken görünüşte saygı ifade eden kelimeleri nasıl hakaret manası kestederek kulla­nacaklarını ezberlettiklerini müşahede etmekteyiz.

Sonra Hak Teâlâ örnek bir hitap şekline tevcih ederek buyuruyor ki: Eğer onlar "Dinledik, itaat ettik, sen de bizim dediğimizi dinle, bize mühlet ver, acele etme ki dediklerini iyi anlayabilelim" demiş olsalardı, taşıdığı faydalı ve edepli üslûptan dolayı kendileri için daha hayırlı ve önceki söylediklerinden daha doğru olurdu.

Sonra Allah Teâlâ onların bu yakışıksız tasarruflarının sonucunu zikret­miştir: Allah'ın rahmetinden kovulmak, artık ebediyen hayra muvaffak ola­mamak. Hak Teâlâ onların lanete uğramalarına, ilâhî yardımdan yoksun kalmalarına inkârlarının sebep olduğunu belirtmektedir. Zira küfür, inkâr genel olarak tefekkürden, hitap ederken edep ve nezaket göstermekten alıkor. İşte öyle kimseler iman etmezler, etseler de değer verilmeyecek derecede az ve basit şekilde bir imanları vardır. Kalpleri hayırlardan uzaktır, nasip­sizdir. Faydalı olabilecek bir iman onların gönlüne girmez. İman da bulun­mayınca ameli düzeltme, aklı yükseltme, ruhu yüceltme hususunda hiç bir ümit kalmaz. [66]



[64] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 89.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/85.


[65] el-Bahru'l-Muhît, III/264.


[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/86-88.

Hiç yorum yok: