10 Kasım 2016 Perşembe

PEYGAMBERİMİZİN sas HANIMLARI: 3) Aişe binti Ebi Bekir es-Sıddîk (Radıyallahu Anha)

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Hz. Aişe validemiz, küçük yaşta iken okuma-yazma öğrenmiş olup, çok zekî ve kabiliyetli idi. Her bir hâdise üzerine hemen bir şiir söylemesi, onun zekâsına bir delildir. Öğrendiği ve ezberlediği bir şeyi katiyen unutmazdı. Çok akıllı, zekî, âlime, edibe ve afife ve saliha idi.

Resulullah efendimiz Hz. Hadice'nin vefatından sonra, ikinci defa olarak, Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Aişe'yi nikahladı, fakat düğünü yapılmadı. Peygamberimizin Hz. Aişe ile evlenmelerinde en önemli husus, nikah akdinin Hz. Peygamberin arzusuyla değil, Allahü teâlânın emri ile olmasıdır. Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde Peygamberimiz Hz. Aişe'ye şöyle buyurdu:

- Seni üç gece rüyada gördüm. Bir melek ipek kumaşa sarmış “Bu senin hanımındır” dedi. Ben de yüzünü açtım ve “Eğer Allah tarafından ise cenab-ı Hak imza eylesin” dedim. [Yani eğer rüya Rahmânî ise Allahü teâlâ müyesser kılsın demektir.]

Resulullah efendimiz Medine'ye hicret ettiği zaman, ev halkını Mekke'de bırakmıştı. Medine'yi şereflendirince, Ebu Rafiî ile azatlı kölesi Zeyd bin Hârise'yi, iki deve ve ihtiyaçları olabilecek şeyleri satın almak üzere 500 dirhem harçlıkla Mekke'ye gönderdi.

Hz. Ebu Bekir de Abdullah bin Ureykıt'ı iki deve ile onların yanına katıp, hanımı Ümm-i Ruman ve kızı Hz. Aişe ile kızkardeşi Esma'yı develere bindirerek göndermesini, oğlu Abdullah'a mektup yazarak emretti. Hz. Aişe, annesi Ümm-i Ruman ve Resulullahın kerimeleri kafile olarak yola çıktı. Kubeyd mevkiinde Hz. Zeyd 500 dirhemle üç deve daha satın aldı. Kafileye Talha bin Ubeydullah da katıldı. Mina mevkiinden Beyda denilen yere ulaştıkları zaman, Hz. Aişe'nin devesi kaçtı. Hz. Aişe buyuruyor ki:

“Devem kaçtı. Ben devenin üstünde mahfe'nin içindeydim. Annem de yanımdaydı. Annem, “Eyvah kızcağızım, eyvah gelinciğim” diyerek çırpınıyordu. Allahü teâlâ devemize sükûnet verdi ve bizi kurtardı. Nihayet Medine'ye geldik. Ben Hz. Ebu Bekir'in ev halkı ile birlikte indim.”

Birer oda yapıldı


O zaman Mescid-i Nebevî ve etrafındaki odalar yapılmıştı. Mescid-i şerif yapılırken, Peygamberimizin hanımları Hz. Aişe ve Sevde için birer oda yapıldı. Sonra, ihtiyaç oldukça bir oda yapılarak, adetleri dokuz oldu. Odalar, Arap âdeti üzere, hurma dalından idi. Üstleri kıldan keçe ile örtülü idi.

Odalar mescidin cenup, şark ve şimâl taraflarında idi. Kerpiçten yapılmış olanı da vardı. Çoğunun kapısı mescide açılırdı. Tavanlarının yüksekliği, orta boylu insan boyundan bir karış fazla idi. Hz. Fâtıma ile Hz. Aişe'nin odaları arasında kapı vardı.

Mekke'den gelen Resulullahın ev halkı, kendi odalarının önünde indi. Hz. Aişe validemiz, Hz. Ebu Bekir'in evinde bir müddet ikâmet buyurdular. Hz. Ebu Bekir birgün Resulullaha şöyle arzetti:

- Ya Resulallah, ehlinle evlenmekten seni alıkoyan nedir?

Bunun üzerine Resulullah efendimiz, gerekli hazırlıkları yaparak, Hz. Aişe ile, nikahlarının vuku bulduğu Şevval ayında evlendiler.

Hz. Aişe validemiz, Medine'de, Resulullahın gazalarına katılmış diğer sahabî hatunları gibi, yaralıların tedavisi ve bakımıyla meşgul olmuş, büyük hizmetler görmüştür. Cephelerde eline kılıç alıp, çarpışmayı istemiş ise de, Resulullah efendimiz buna müsaade buyurmamıştır. 


Arkalarında su taşıyorlardı

Hz. Aişe validemiz de sırtında yiyecek ve içecek su taşıyarak Uhud'a gelmişti. Hz. Aişe ve Ümm-i Süleym kırba ile su taşıyorlar, Hamne ise susuzlara su veriyordu. Enes bin Malik diyor ki:

"Uhud gazasında müslümanlar bozulup, Resulullahın yanından dağıldıkları zaman, Hz. Aişe ile Ümm-i Süleym'i gördüm. Arkalarında kırbalarla koşa koşa su taşıyorlar, yaralıların ağızlarına boşaltıyorlardı. Kırbaları boşaldıkça koşarak gidiyorlar, doldurunca koşarak gelip, yine yaralılara su veriyorlardı.”

Kadınların Uhud savaşına katılmasına müsaade edilmesinin sebebi, yaralıları tedavi için idi.

Hz. Aişe, Müreysi gazasına katılmış ve bu gazada bazı münafıkların çıkardığı bir iftiraya maruz kalmış, bunun üzerine Allahü teâlâ Nur suresinde 17 ayet-i kerime göndererek, onun temizliğini bildirdi. Hz. Aişe buyurdu ki:

"Resulullahın ilk hastalığı, Hz. Meymune'nin evinde oldu. O gün Resulullahın Hz. Meymune'ye uğradığı gündü. Burada Resulullahın hastalığı arttı. Diğer ezvac-ı tahirat gelerek Resulullahın hizmetine koyuldular. Peygamberimiz de buyurdular ki:

- Ey benim zevcelerim, mâzur görün, takatım yoktur ki, evlerinizi dolaşayım. İzin verirseniz Aişe'nin evine gideyim, bana orada hizmet edersiniz.

Hz. Aişe'nin odasına gitti

Resulullah efendimiz Hz. Abbas ve Hz. Ali'nin omuzlarına dayanıp, benim odama geldiler. Döşeğe yattılar. Bu odada mübarek başı, göğsümde olduğu hâlde vefat ettiler."

Resulullahın vefatından sonra da, eshab-ı kiramın, Hz. Aişe validemize hürmetleri, ikramları ve izzetleri çok fazla idi. Hatta bu hususta Hz. Ömer, bunda o derece ileri gitti ki, Hz. Aişe, "Resulullahın vefatından sonra Hz. Ömer bana çok iyilik etti. Ya Rabbi, bundan böyle, beni, onun ihsan ve iyilikleri için ayakta tutma" buyurdu.

Hz. Aişe validemiz, Hz. Osman zamanında da din-i İslâmı öğretmekle meşgul oldu. Hz. Aişe müctehid idi. Bütün İslâm ilimlerinde çok büyük derecesi vardı. Bilhassa kadınlara mahsus hâllere dair fıkhî hükümler kendisinden sorulurdu. Çünkü Hz. Aişe, hem müminlerin annesi, hem de dinlerini öğrenecekleri bir müftî müctehid idi. Ayet-i kerime ile medh ve sena olundu. Alim, edip, çok akıllı ve üstad idi. Çok fasih ve beliğ konuşurdu.

Aişe-i Sıddıka hazretlerinin faziletleri, üstünlükleri, sayılamayacak kadar çoktur. Eshab-ı kirama fetva verirdi. Âlimlerin çoğuna göre, fıkıh bilgilerinin dörtde birini Hz. Aişe haber vermiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

- Dininizin üçte birini Humeyra'dan öğreniniz!

Resulullah efendimiz, Hz. Aişe'yi çok sevdiği için, ona "Humeyra" derdi.

Aişe hakkında, beni incitmeyiniz!

Eshab-ı kiramdan ve tâbiînden çok kimse, Hz. Aişe'den işittikleri hadis-i şerifleri haber vermişlerdir. Ürvet übnü Zübeyr hazretleri buyuruyor ki:

"Kur'an-ı kerimin manalarını ve helal ve haramları ve Arap şiirlerini ve nesep ilmini Hz. Aişe'den daha çok bilen kimse görmedim."
Eshab-ı kiram, hediyelerini, Resulullaha, Aişe'nin evinde getirip, böylece sevgisini kazanmak için yarışırlardı. Zevceler, iki grup idi. Aişe tarafında Hafsa, Safiyye, Sevde vardı. İkincisi, Ümm-i Seleme ve ötekiler idi. Bunlar, Ümm-i Seleme'yi Resulullaha gönderip, "Eshabına emir buyursanız da, hediye getirmek isteyen, hangi zevce yanında iseniz, oraya getirse" dediklerinde, Resulullah efendimiz buyurdu ki:

- Beni, Aişe hakkında incitmeyiniz! Cebrail bana yalnız Aişe'nin yanında iken geldi.

Ümm-i Seleme de dediğine pişman olup, tevbe ve af diledi.

Resulullah efendimiz bir defasında, kızı Hz. Fâtıma'ya buyurdu ki:

- Ey kızım, benim sevdiğimi, sen sevmez misin?

Hz. Fâtıma'nın, “Elbet severim” demesi üzerine, yine buyurdular ki:

- O hâlde, Aişe'yi sev!

En çok kimi severdi?


Resulullah efendimiz, Hz. Aişe'yi çok severdi. Resulullaha, “En çok kimi seviyorsun” denildiğinde buyurdular ki:

- Aişe'yi.

"Erkeklerden kimi" dediklerinde, buyurdu ki:

- Aişe'nin babasını.

Yani, en çok Hz. Ebu Bekir'i sevdiğini bildirdi.

Hz. Aişe'ye sordular ki:

- Resulullah efendimiz en çok kimi severdi?

- Fâtıma'yı severdi.

- Erkeklerden en çok kimi severdi?

- Fâtıma'nın zevcini.

Bundan anlaşılıyor ki, zevceleri arasında, Hz. Aişe'yi, çocukları arasında Hz. Fâtıma'yı, Ehl-i beyti arasında. Hz. Ali'yi, eshabı arasında ise, Hz. Ebu Bekir'i en çok severdi.

Hz. Aişe buyuruyor ki: “Birgün Resulullah efendimiz, mübarek nalınlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübarek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nur saçıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakarak buyurdular ki:

- Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun?

Ben de, "Ya Resulallah! Mübarek yüzünüzdeki nurların parlaklığına ve mübarek alnınızdaki ter tanelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim” dedim.

Bunun üzerine, Resulullah efendimiz kalkıp yanıma geldi. Alnımdan öptü ve buyurdular ki:

- Ya Aişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim.

Yani, senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur, buyurdu. Hz. Aişe'nin mübarek alnından öpmesi, Resulullahı severek, onun cemalini anlayarak gördüğü için, aferin ve takdir olmaktadır.


Resulullahı teselli ederdi

Hz. Aişe validemiz, Resulullahın rızasına kavuşmak için, gecesini gündüzüne katardı. Onu birazcık üzgün görse, teselli etmek için elinden gelen her şeyi yapardı. Hatta Resulullahın akrabalarını da gözetir, onlara karşı da her türlü iyiliği yapardı. Hz. Aişe buyuruyor ki:

"Günde ikinci defa yemek yiyordum. Resulullah efendimiz görünce buyurdu ki:

- Ya Aişe! Yalnız mideni doyurmak, sana, her işten daha tatlı mı geliyor? Günde iki kere yemek de israftandır. Allahü teâlâ, israf edenleri sevmez.”

Hâdimî hazretleri, burayı şöyle açıklıyor: “Resulullah efendimiz Hz. Aişe'nin ikinci yemeği, acıkmadan yediğini anlayarak böyle buyurmuştur. Yoksa, kefaretler için, günde iki kere yedirmek lazım olduğu meydandadır.”

Resulullahın vefatından sonra, Hz. Aişe'ye, yemek yiyip yemediğini sordular. “Hiçbir zaman doyasıya yemedim” buyurdular ve ağladılar.

Hz. Aişe buyurur ki: “Peygamber efendimizin karnı hiçbir zaman yemek ile doymamıştır. Bu hususta hiç kimseye yakınmamıştır. İhtiyaç içinde olmak, onun için zenginlikten daha iyi idi. Bütün gece açlıktan kıvransa bile, Onun bu durumu, gündüz orucundan onu alıkoymazdı.

Tahammül gösterdiler


İsteseydi, Rabbinden yeryüzünün bütün hazinelerini, meyvelerini ve refah hayatını isterdi. And olsun ki, Onun, o hâlini gördüğüm zaman acırdım ve ağlardım. Elimle karnını sıvazlardım ve derdim ki:

- Canım sana feda olsun! Sana güç verecek, şu dünyadan bazı menfaatler, yiyecek ve içecekler temin etsem olmaz mı?

Bunun üzerine bana buyururdu ki:

- Ey Aişe, dünya benim neyime! Ulul'azm olan peygamber kardeşlerim, bundan daha çetin olanına karşı tahammül gösterdiler. Fakat o hâlleri ile yaşayışlarına devam ettiler, Rablerine kavuştular. Bu sebeple Rableri, onların kendisine dönüşlerini çok güzel bir şekilde yaptı, sevaplarını artırdı. Ben refah bir hayat yaşamaktan hayâ ediyorum. Çünkü böyle bir hayat, beni onlardan geri bırakır. Benim için en güzel ve sevimli şey, kardeşlerime, dostlarıma kavuşmak ve onlara katılmaktır.

Bu sözlerinden sonra fazla zaman geçmedi, bir ay kadar sonra vefat ettiler."

Peygamber efendimiz Hz. Aişe'ye birçok tavsiyelerde bulunmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır:

"Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Ey Aişe! Geceleri şu dört şeyi yapmadan uyuma:

1- Kur'an-ı kerimi hatim etmeden,

2- Benim ve diğer peygamberlerin şefaatlerine kavuşmadan,

3- Müminleri kendinden hoşnut etmeden,

4- Hac etmeden.

Ondan kolay ne var?

Resulullah efendimiz bunları söyledikten sonra namaza durdu. Namazını bitirip de yanıma geldiğinde, kendilerine dedim ki:

- Ey iki cihanın güneşi olan Efendim! Annem, babam, canım sana feda olsun. Bana dört şeyi yapmamı emrediyorsun. Ben bunları bu kısa müddet içinde nasıl yapabilirim?

Bunun üzerine tebessüm ederek buyurdular ki:

- Ya Aişe! Ondan kolay ne var? Üç İhlâs-ı şerifi ve bir Fâtiha suresini okursan, Kur'an-ı kerimi hatmetmiş; bana ve diğer peygamberlere salevat getirirsen, şefaatımıza kavuşmuş; önce müminlerin ve sonra da kendi affını dilersen, müminleri kendinden hoşnut etmiş; “Sübhânallahi velhamdülillahi ve lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr” tesbihini okursan hac etmiş sayılırsın.”

- Ey Aişe, yumuşak ol; zira Allahü teâlâ bir ev halkına iyilik murad ederse, onlara rıfk, yumuşaklık kapısını gösterir.

- Ey Aişe bilmez misin; kul secde ettiği zaman, Allah onun secde yerini yedi kat yerin sonuna kadar tertemiz kılar.

- Ey Aişe, hiç hayâsız söz söylediğimi gördün mü? Kıyamet gününde Allah katında en kötü insan, şerrinden kaçarak insanların terkettiği kimsedir.

- Ey Aişe, Allah, kullarına lutf ile muamele edicidir. Her işte yumuşak davranılmasını sever.

- Ey Aişe, sana birisi, istemeden, birşey verirse, kabul et! Çünkü o, Allahü teâlânın sana gönderdiği bir rızıktır.

Kendini tutamadı


Sevgili Peygamberimizin huzurlarına, birtakım yahudiler girdiler. “Essâmü aleyk” diyerek, sırıttılar. Allahü teâlânın Resulü de, "Ve aleyküm" karşılığında bulundular. Bunları duyan Hz. Aişe, yahudilere “lânet” etmeye başladı. Çünkü “Essâmü aleyk!” sözlerinin manası, “Ölüm, senin üzerine olsun” demekti. İşte bu yüzden Peygamber efendimizin hanımı, kendini tutamamıştı.

Bu şaşkın yahudiler, güya kurnazlık ettiler! Selam verir gibi görünüp, Hak teâlânın en şerefli Peygamberine hakarete yeltendiler. Hz. Aişe'yi üzen de onların bu “sefîl” niyetleriydi.

Fakat Peygamber efendimiz sakin görünüyorlardı. Hanımına sordular:

- Ey Aişe! Sana ne oldu ki, onlara lânet ettin?

Hz. Aişe-i Sıddıka hâlâ hiddetini yenememişti. “Ne söylediklerini işitmediniz mi, ya Resulallah” dedi. Peygamber efendimiz de, "Sen de, benim onlara, (Ve aleyküm...) dediğimi işitmedin mi” buyurdu.

Gerçekten, “Ve aleyküm” demek, “Sizin üzerinize olsun” manasına geliyordu. Böylece yahudilerin “ölüm” temennisini; sevgili Peygamberimiz, aynen kendilerine iade etmişlerdi.

Şehitlerin derecesi


Hz. Aişe, birgün Resulullah efendimize sordu:

- Şehitlerin derecesine yükselen olur mu?

- Hergün yirmi kere ölümü düşünen kimse, şehitlerin derecesini bulur.

- Ya Resulallah! Sizin üzerinize, Uhud gününden (harbinden) daha şiddetli bir gün geldi mi?

- Ya Aişe! Gördüğüm eziyetin en şiddetlisi, Tâif şehrinde olmuştur.

Hz. Aişe'nin annesi Ümm-i Ruman binti Amir'dir. Lâkabı Sıddıka'dır. Hz. Aişe'nin çocuğu yoktu. Bunun için künyesi de yoktu. Araplarda künyeye çok ehemmiyet verilirdi. Bunun için Hz. Aişe üzülürdü. Birgün Hz. Peygambere bunu arzetmiş ve Peygamberimiz de buyurmuştu ki:

- Sen yeğenin Abdullah bin Zübeyr'i kendine evlat edinirsin ve onun ismine izafeten de künye alırsın.

Bundan sonra Hz. Aişe yeğeni Abdullah bin Zübeyr'e izafeten ümm-i Abdullah diye künyelendi.

Hz. Aişe, Hicret'ten dokuz sene önce Mekke-i mükerremede doğdu. 676 senesinin Ramazan ayının 17. salı günü Medine-i münevverede vefat etti.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

9 Kasım 2016 Çarşamba

Doğruyu ve eğriyi seçen kuldur - Hayrettin Karaman

...İnsanoğlu hoşlandığı, mutluluk veren şeyler olduğunda, işler kendine göre düzgün gittiğinde Allah'ı unutabiliyor, bunları kendi marifeti sayıyor, kötü şeyler olduğunda veya yaptığında ise suçu Allah'ın üzerine atıp yanlış bir kader inancına sığınıyor. Dünya nimetleri içinde yüzen günahkârlara bakarak “neden onlara refah, bize sıkıntı” diyenler oluyor. “İnsan Allah ve din” ilişkisinde de sapkınlık veya hidayeti, kulun bir dahli, seçimi, etkisi olmaksızın Allah'tan bilenler, O'nun dilediğini saptırdığını, dilediğini de razı olduğu inanç ve amele muvaffak kıldığını sanıyor, söylüyor, böyle inanıyorlar....

...Dünya hayatında iktidar, refah, bolluk veya bunların tersi Allah'tandır, hedefi de imtihandır. Bolluk ve darlık, vermek veya vermemek Allah'ın kulu sevdiğine veya sevmediğine delalet etmez, dünyada verilenler ve verilmeyenler imtihan için olduğundan imtihanda Allah'ın dostları ve düşmanları eşittir, sıra ahirete gelince karşılık (mükâfat ve ceza) bakımından dost ile düşman ayrılacaktır...

“Allah mâdem ki kendisine kulluk edilmesinden hoşnut oluyor öyle mucizeler yaratsaydı ki, bunları gören ve yaşayan herkes ister istemez hidayete yönelse, iman ve itaat etseydi” diyenler oluyor. Düşünmüyorlar ki, böyle olsaydı imtihan (Allah'ın kullarına verdiği kabiliyeti hayırda veya şerde kullanma tercihleri) ortadan kalkar, iman mecburi hale gelirdi. Halbuki Allah kullarını ne zorla imana ne de zorla sapkınlığa mahkum diyor; Mâtürîdî'nin deyişiyle “Allah öyle âyetler gönderir ki, hür irade ve seçimleriyle onlara yönelen, itibar ve iltifat edenler doğru yolu bulur, onlara sırtını dönenler ise saparlar. Olup biten kulların tercihi (ihtiyarı) iledir; sapkınlık ve hidayet de mecburi değil, seçimledir...


 ... temel kural şudur: Allah zaman ve mekana bağlı olmayan ilmiyle hidayeti ve imanı tercih edeceğini bildiği kulu için bunu dilemiş, davranışı tercih edeceğini bildiği kulu için de bunu dilemiştir; yani her bir kul için neyi tercih edeceğini bilmiş ise onun için onu dilemiştir.”

Yazının tamamı için:

8 Kasım 2016 Salı

Ashabı Kiram'ın Etrafındaki Şüpheler

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
Ashâb-ı Kiram, nezih bir nesildir. Onların etrafında meydana getirilen şek ve şüpheler, İslâm dini etrafında meydana getirilmek istenen şek ve şüphelere eşdeğerdir. Yani Ashâb-ı Kirâm'ın etrafında meydana getirilen şüpheler, İslâm'ın etrafında meydana getirilmek istenen şüphelerden sayılırlar.

Ashâb-ı Kiram düşmanlığı, İslam düşmanlığıdır. Ashâb-ı Kirâm'a şüpheyle bakan ve yaklaşan, Rasûlüllah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e şüphe ile bakmış ve yak­laşmış olur. Sahabelere yapılan saldırı, İslam'a yapılan saldırıdır. Bu nedenle diyoruz ki; her kim nesil olarak ashâb-ı kirâm'ı kötüleyip aleyh­tarlığını yaparsa, bizzat İslam'ın aleyhtarlığını yapmış olur.

Ömer Nasuhi Bilmen 
Rahmetüllahi aleyh der ki: "Ashâb-ı Kiram, arasında ihtilaf zuhur ettiği zaman, ashâb üç fırkaya ayrılmıştı. Bir fırka, hakkın İmam Ali (r.a.) tarafında olduğuna delil ile, ictihad ile bilmiş, ona yardımı iltizam eylemişti. Diğer bir fırka da hakkın diğer tarafta olduğu­na yine delil ile, ictihad ile kail bulunmuş, bu tarafa meyletmişti. Üçüncü fırka ise tevakkuf etmiş/durmuş bir tarafı diğerine delil ile tercih etmemişti.”

 Bu üç fırkadan her biri kendi içtihadına göre amel etmiş, kendi zimmetine düşen vacibi edaya çalışmıştı. Cumhuru ehl-i sünnete göre; hak, Ali 
(radıyallahu anh)'ın tarafında idi. Muhalifleri ise hatâ yoluna salik bulunmuşlardı. Fakat bu hatâ, bir hatâyi içtihadı olduğu cihetle melâmetten, ta'andan uzaktır, tahkirden münezzeh, teşri'den beridir. Hz. Ali (radıyallahu anh) şöyle demiştir: "Kardeşlerimiz bize bağy ettiler, onlar ne kâfirdirler, ne de fasıktırlar. Çünkü onların te'villeri vardır ki kendilerini küfr-ü fısktan meneder.” [1]

Sahabelerin hepsi adildir. Onların adaletine ALLAH'ın Rasûlü, İslâm'ın imamları şahidlik etmişlerdir. Kesinlikle bütün sahabe masum değildirler. Günahları vardır. Yani Rasûlüllah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hiçbir sahabesine "ismet" sıfatı vacip değildir. Ehl-i sünnet ve'l Cemaat'in katında, Peygamberlerin dışında hiçbir kimseye "ismet" sıfatı vacip değildir. Ancak sahabenin günahı sabit olan adaletlerini yıkmada herhangi bir etkisi olmaz. Zira bundan korunmuşlardır. İnsan olmanın bir gereği olarak onlardan bir hata sadır olsa, bu hata onların bazılarının birtakım kebairi/büyük günahları işlemiş olduğu sabit olmuştur. Onlar derhal o büyük günahtan vazgeçme­ye ve o hatadan tevbe etmeye koşuşurlardı. Onu telafi etmek için kendi­lerine had vurulmasına derhal razı olurlardı. Nefislerini hesaba çeker, ona uymazlardı. Onlar salih amelleri çokça işliyorlardı. [2]

Sahih bir yolla sahabelerden sabit olanlar, eğer onların adil oluşlarında bir şüphe meydana getirirse, bilinsin ki, bu ancak bir te'vil veya bir ictihad ile onlardan sadır olmuştur. Onlar içtihadlarında yanılsalar dahi sevab sahibidirler. Çünkü vahyin fikir işçiliği, mükâfaatsız değildir!

Müfessirin ulemadan İmam Kurtubî 
Rahmetüllahi aleyh şöyle diyor: "Sahabeler­den hiç kimseyi yüzdeyüz bir yanılgıya nisbet etmek caiz değildir. Çünkü onların hepsi yaptıklarında içtihad ediyorlardı. Yaptıklarıyla ALLAH'ın rızasını arıyorlardı. Onların hepsi bizim için önderdirler. ALLAHû Teâla, onların aralarında başgösteren münakaşalara burnu­muzu sokmamakla bizi mükellef kılmıştır. Onları ancak en güzel bir şekilde anmak, sahâbî olmalarından dolayı hürmetlerini gözetmekle bizi mükellef kılmıştır. ALLAHû Teâla onları affettiğini ve onlardan razı olduğunu bize haber vermiştir.”

Hasan-ı Basrî 
Rahmetüllahi aleyh'e, sahabelerin arasındaki çarpışmaların hükmü sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Sahabe arasında ortaya çıkan o çarpışma; Hz. Muhammed(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ashabının hazır bulunduğu, bizim de hazır bulunmadığımız, kendilerinin bildiği, bizimse bil­mediğimiz bir çarpışmadır. Onların ittifak ettikleri hususlarda biz onlara tabi oluruz, aralarındaki anlaşmazlıklarda da haddimizi bilir, orda dururuz."

El- Muhasibî 
Rahmetüllahi aleyh de dedi ki: "İşte biz de el-Hasen'in dediği gibi diyoruz ve şunu biliyoruz ki, onlar içine girdikleri işi bizden daha iyi biliyorlardı. Üzerinde ittifak ettikleri hususlarda biz onlara tabi olu­ruz. ihtilaf ettikleri yerde ise dururuz ve kendiliğimizden bid'at bir görüş ortaya koymayız. Onların ictihad ederek ALLAHû Teâla'nın rıza­sını gözetmeye çalıştıklarını da biliyoruz. Çünkü onlar dinleri husu­sunda itham altında tutulan kimseler değildir.”[3]

Bilinmesi gereken hakikatlerden birisi de şudur: Ashâb-ı Kiram iftira etmez, fakat Ashâb-ı Kirâm'a iftira edenler bulunur, onlara söylememiş oldukları, yapmamış bulundukları şeyleri isnad edenler görülebilir.[4]

Tarih boyunca Ashâb-ı Kirâm'a iftira edenler hep olagelmiştir. Ancak iftiracıların iftiraları Ashâb-ı Kirâm'ın yüceliğine halel getiremez.Çünkü onların makamı çok yücedir. Selef-i Salihin, "Sahâbîlik mer­tebesine hiçbir mertebe denk gelmez" inancını taşıyordu. [5]

Ebû Zerr el-Gıfari
(radıyallahu anh)dan nakledilen rivayette ise;

"Siz, bilenleri çok, konuşanları az bir dönemde yaşıyorsunuz. Bu ortamda kim bildiklerinin onda birini terkederse, sapar (veya helak olur). Bilenleri az, konuşanları çok bir zaman gelecektir. O ortamda bildiğinin onda birini yaşayan kurtulur” [6] buyurulmaktadır.

Bu iki rivayetin birbirini desteklediği açıktır. Rivayetlerde
sosyal gerçek ve şartlara göre dini yaşama oranlarının değişebileceği, nimet-külfet dengesinin ve zaruret kavramının zamana göre takdir edileceği müştereken ortaya konulmaktadır. Tümü elde edilemeyenin tümden terkedilmemesi gerektiğine, sorumluluğun şartlara bağlı olarak değerlendirileceğine dikkat çekildiği de anlaşılmaktadır. Zira bilinen bir gerçektir ki İslâm'da güç yetirilemeyecek bir sorumluluk söz konusu değildir. Nitekim geçmişte bilginler bu rivayetlerin karamsarlığa ve umutsuzluğa düşmemek gerektiğini vurguladığını, gerek bireysel gerekse toplumsal anlamda ağırlaşan şartlarda ayakta kalabilme teşviki içerdiğini söylemişlerdir. Meselâ Münâvî'nin kaydettiğine göre İmam Gazali hadisi şöyle yorumlamıştır: "Hadisin ikinci kısmındaki öyle bir devir gelecek ki o gün yaşayanlardan emrolunduğunun onda birini yerine getiren kurtulur müjdesi olmasaydı, olumsuz amellerimize bakarak bizlerin ye's ve ümitsizliğe kapılmamız kaçınılmaz olurdu. Oysa şimdi biz, Rabbimizden bize, zatına yakışır şekilde muamele etmesini, fazl ve keremiyle kötü amellerimizi örtüp gizlemesini dileriz." [7]

Sahabe dönemi gibi emniyetin ve izzet-i İslâm'ın tam olduğu bir dönemde emir ve nehiylerin terk ve ihmali, tamamen kişisel kusurlardan ileri gelir ki bu, helake götürücü bir durumdur. Ancak İslâm'ın ve müslümanların zayıf düştüğü, zulmün ve fışkın yaygınlaştığı, İslâm'a hizmet ve yardım edenlerin azaldığı devir ve ortamlarda müslümanlar güç yetiremedikleri için bazı emirleri işleyemediklerinden dolayı mazur sayılırlar. Dolayısıyla da yükümlülüklerini ne ölçüde yerine getirebilirlerse, -şartların olumsuzluğu sebebiyle- o ölçüden daha fazla mükafat görürler. Bazen tek bir amel veya eylem, bütünüyle İslâm'ı temsil etmeye yetebilir. O amel ve eylemi yerine getiren de dini bütünüyle yaşamış gibi hem topluma mesaj vermiş hem de ALLAH katında değer kazanmış olur. Nitekim Peygamberimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir başka hadis-i şeriflerinde: 

"Ümme­timin bozguna uğradığı dönemde terkedilmiş bir sünnetimi yaşayan ve yaşatan (yüz) şehit sevabı kazanır” [8] buyurmak suretiyle bu gerçeği açıkça" ortaya koymuşlardır.

[1] Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları/Ö.Nasuhi Bilmen, Sh:186-187, İst/1975

[2] Ashâb-ı Kiram Etrafındaki Şüpheler/M. Salih Ekinci, Sh:18, İst/1986
[3] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an (İmam Kurtubi) C: 16, Sh: 321-322, Mısır/ 1967
[4] Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadlan/Ö.Nasuhi Bilmen, Sh: 60, İst/1975

[5] El- İsabe Fi Ma'rifeti's Sahâbe/İbn-i Haceru'l Askalanî, C:l, Sh: 8-9, Beyrut/ty
[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 155; Hâkim, Müstedrek, I, 529
[7] Münâvî, Feyzu'l-kadîr, 11, 556
[8] Münzirî, et-Terğîb ve't-terhîb, 1,41; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, I, 172


http://www.ilimdunyasi.com/fikhus-sahabe/ashabi-kiramin-etrafindaki-supheler/?imode

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

7 Kasım 2016 Pazartesi

SADECE SENİN İÇİN..

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

İslam'ı gerçek anlamıyla bilmeyen kimse Allah'ı tanımamış insandır. Allah'ı tanıyamamış biri O'nu gerektiği gibi sevmekte, O'nun istediği gibi O'na teslim olmakta ve O'nun için fedakarlık yapmakta zorlanır. Hatta O'nun sevgisi önüne dünyevi şeyleri koyarak evlatlarını, mallarını Allah'tan daha çok sever.

Ancak, Allah'ın dilemesiyle var olduğunu ve her şeyin O'ndan geldiğini farkeden mümin yaptığı her işi O'nun için yapmaya gayret eder. O zaman o mümin Allah için yaşar, Allah için çalışır, Allah için sever.

"İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır..."
(Bakara Suresi,165.ayet)

Ayette görüldüğü üzere, Allah'a ortak koşup, tümü O'na ait olan özellikleri kendilerince başka varlıklara verenler bu varlıkları Allah'ı sever gibi sevmektedirler. O'nu bir ve tek olarak kabul eden, var olan her şeyin Allah'a ait olduğunu ve O'ndan geldiğini bilen müminler ise en çok Allah'ı severler.

Peki İslam'ı yaşamaya çalışan biz günümüz Müslümanları "Allah-u Teala'yı ne kadar seviyor ve "O'nun için" ne yapıyoruz?

Niçin yaratıldığımızı unuttuğumuz, günlük meşguliyetlere daldığımız bir hayatı yaşıyor ve faydasız işlerle vakit öldürüyoruz. Halbuki ebedi hayatımızı bu dünyada kazanacağız .

Yaşamımız, ölümümüz, işlerimiz, ibadetlerimiz hep O’nun için olmalı değil midir?

“De ki; şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, yaşamım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am Suresi,162.ayet)

Halbuki Ashab-ı Kiram Efendilerimiz Radıyallahü anhüm "Allah için" sözünü işittiklerinde bunu bütün hücreleri ile hissetmiş ve hiç tereddüt etmeden mallarını, canlarını vererek bu güne kadar kimsenin yapamadığı fedakarlıklarda bulunmuşlardır.

"Bir gün Hazreti Ali (radıyallahu anh), selam verip namazını bitirdikten sonra içini şöyle dökmüştü: 
Ben Resûlullah'ın ashabını gördüm, tanıdım. Bugün onlara benzeyen hiç kimse görmüyorum. Vallahi onların (çok namaz kılıp secde etmekten) benizleri atar, saçları, başları dağılır, yüzleri gözleri toz içinde kalırdı. Sabahlara kadar ya Kur’an okur ya namaz kılarlardı. Yanlarında Allah anılınca, rüzgârda ağaçların salındığı gibi salınırlardı. Gözlerinden yağmur gibi yaş boşalırdı, gözyaşlarıyla elbiseleri ıslanırdı. Allah'a yemin olsun ki, bugün insanlar gecelerini gaflet içinde geçiriyorlar." (M.Yusuf Kahdehlevi-Hayatu's Sahabe)

Sahabe-i Kiram Efendilerimiz "Allah için" canları ve malları ile cihat ettiler, O'nun için işkencelere katlandılar, O'nun için hicret ettiler, O'nun için akrabalarına karşı savaştılar.

Hz. Mus'ab b. Umeyr (radıyallahu anh) Allah için zenginliğinden vazgeçti. Medine'ye giderken üzerinde sadece bir elbisesi vardı ve başkaca da eşyası yoktu, Medinelilere İslâm'ı anlattı, onlara namaz kıldırdı, Kur'an öğretti, insanları İslâm'a davet etti, Uhud Gazvesinde İslâm ordusunun sancağını taşıyan Mus'ab b. Umeyr'in önce sağ kolu kesildi. Hemen sancağı sol eline alarak savaşa devam etti. Fakat ardından sol eli de kesildi. Bu defa vücuduyla sancağa sımsıkı sarıldı Sonunda müşriklerin bir mızrak darbesiyle şehit oldu.

Bir zamanlar zenginlik ve refah içinde yaşarken şimdi onu kefenleyecek bir örtü dahi bulunamamıştı. (Buharî, Cenâiz 27)

Sadece Allah için..


Onlar, öyle bir imana sahiptiler ki, karşılarına her ne engel çıktıysa Allah aşkı onları hedeflerinden alıkoyamadı. Savaşırken bazen karşılarına kardeşleri, bazen de baba ve amcaları çıktı ama, onlar hiç tereddüt etmeden verilen emri yerine getirdi.

Bedir'de Hz. Ali (radıyallahu anh) atını ileri sürdüğü vakit kardeşi Akil'i karşısında gördü. Hz. Ebubekir (radıyallahu anh) oğlu Abdurrahman'ı, Hz. Ömer (radıyallahu anh) de dayısı Âs b. Hişâm'ı karşısında gördü. Ebu Ubeyde (radıyallahu anh) ise, babası Cerrah ile karşılaştı. O, babasından kaçtıkça babası da hışımla onu takip ediyordu. Nihayet babasıyla çarpışmak zorunda kalınca da: "Al Allah aşkına!" deyip onu yere indirmesini bildi. (İbn Hacer, 2:252-253)

Sadece Allah için..

Kur'an'ı Kerim'de olgun bir imana sahip olmanın ve samimî bir Müslüman olabilmenin adeta şartı kabul ettiği hususlardan biri Allah için karşılıksız harcamadır.

Tebük gazâsı sırasında her tarafta kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Savaşa katılacak Sahabeden bir çoğunun silah satın alacak parası yoktu. Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Müslüman zenginleri harp hazırlığı ve teçhizatı için yardıma çağırdı. Zengin Müslümanlar, bu davete hemen icabet ettiler. O gün Hz. Ebubekir (radıyallahu anh) malının tamamını, Hz. Ömer(radıyallahu anh) malının yarısını verdi.

Hz. Osman (radıyallahu anh), üç yüz deveyi üzerindeki mallarla birlikte verdi. Ayrıca elli at ve bin altın nakit hibe etti. Abdurrahman b. Avf (radıyallahu anh), malının yarısını verdi . (Suruç 1993, 2:451, Taberî'den naklen).

Diğer Müslümanlar ise, kimi hurma getirerek, kimi devesini ordunun hizmetine vererek ama hiç biri, getireceği şeyin küçüklüğüne, azlığına bakmadan yardıma koşmaktan geri kalmıyordu. Kadınlar ne kadar ziynet eşyası varsa, Allah yolunda cihada çıkacak olan ordunun hazırlığı için getirip onları Peygamber Efendimize (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) teslim etmekte asla tereddüt göstermiyorlardı.

Sadece Allah için..

Ensâr topluluğu, Allah'ın dinini yaşamak ve tebliğ etmek için her şeylerini Mekke'de bırakıp gelen Muhacir topluluğuna bağrını açtı. Onlar da Allah için tarihte bir benzeri görülmemiş fedakârlıkta bulundular ve her şeylerini ikiye böldüler. Sahip oldukları şeylerin yarısını, Allah Resûlü'nün kardeş yaptığı Muhacir kardeşlerine verdiler.

Sahabe Efendilerimizin "Allah için" yaptıkları bu kadarla kalmamış Kur ân-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviye'yi muhafaza etmiş, sonraki nesillere ve bize nakletmişlerdir.

Kul olmak derdine düşenler "Allah için" bir şeyler yapmaya çalışırlar.

Peki; bu zamanın Müslümanları biz ne yapıyoruz?

Hiç olmazsa bize de bu dertle dertlenmeyi nasip et Rabbim.

Sadece Senin için...


AMİN.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 


6 Kasım 2016 Pazar

ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLME HAKİKATİYLE İLGİLİ AYETLER

Dünya hayatı tamamlanıp bittikten sonra büyük meleklerden İsrâfîl -aleyhisselâm-, bir Sûr üfürecek ve o Sûr ile insanlar dirilip kalkacak ve mahşer yerine geleceklerdir.

O gün insanların diriltilmesi, yoktan var edici olan Hakk Teâlâ için pek kolay bir keyfiyettir. Cenâb-ı Hakk, âyet-i kerîmelerde bu hususla alâkalı olarak şöyle buyurur:

“İnsan der ki: «Öldüğüm zaman sâhiden diri olarak (kabrimden) çıkarılacak mıyım?» İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı hâlde biz kendisini yaratmışızdır.”
(Meryem, 66-67)

“İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter!”
(el-Kıyâme, 3-4)

“İnsan görmez mi ki, biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş! Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor.”

“De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir. Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. İşte siz, ateşi ondan yakıyorsunuz.

Gökleri ve yeri yaratan onların benzerlerini yaratmaya kâdir değil midir? Evet, elbette kâdirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır.” “Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı «Ol!» demekten ibarettir. Hemen oluverir. Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allâh’ın şânı ne kadar yücedir. Siz de O’na döneceksiniz.”
(Yâsîn, 77-83)

“O ölüden diri, diriden de ölü çıkarıyor; yeryüzünü ölümünün ardından O canlandırıyor. İşte siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız.”
(er-Rûm, 19)

“De ki: «İster taş olun, ister demir, isterse aklınıza (yeniden dirilmesi) imkânsız gibi görünen herhangi bir yaratık. Bunlar, Allâh’ın sizi yeniden diriltmesini güçleştiremez.» Diyecekler ki: «Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?» De ki: «Sizi ilk kez yaratan!» Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve: «Ne zamanmış o?» diyecekler. De ki: «Yakın olsa gerek!..»” (el-İsrâ, 50-51)

“Ey insanlar!
Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alekadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan cenînden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim.

Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefât eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hâle gelsin.

Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir hâlde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir.”
(el-Hacc, 5)


"İşte bunlar gösteriyor ki, Allah şüphesiz haktır. Şüphesiz ölüleri O diriltir ve O her şeye kadirdir" 
(Hac Suresi, 6. ayet).

"Kıyamet ise şüphesiz gelecek ve muhakkak ki Allah bütün kabirlerde olan kimseleri tekrar diriltecektir"(Hac Suresi, 7. ayet).

"Hayır, onlara kendilerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar da, o kafirler: “Bu şaşılacak bir şey” dediler. “Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (yeniden diriltilecek mişiz)? Bu uzak bir dönüş (iddiasıdır).” Doğrusu Biz, yerin onlardan ne eksilttiğini bilmişizdir. Katımızda (bütün bunları) saklayıp koruyan bir kitap vardır."(Kaf Suresi, 2 ve 4. ayetler).

"Sur’a üflenince Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde kim varsa hepsi ölür. Sonra ona bir daha üflenince birden onlar ayağa kalkmış bakınıyor olurlar"(Zümer Suresi, 68. ayet).

5 Kasım 2016 Cumartesi

HADİSLERDE ŞİFÂ DUÂLARI

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

*Hazret-i Âişe –radıyallahu anha-’dan rivayete göre Nebiyy-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve sellem– kendilerine bir hasta getirildiğinde şöyle duâ ederlerdi;

 Ezhibil-be’se rabben’nasi eşfi ve enteş’şafi la şifae illa şifauke şifaen la yugadiru sekame.

Anlamı:“Bu hastalığı gider ey insanların Rabbi! Şifâ ver, çünkü şifâ verici sensin. Senin vereceğin şifâdan başka şifâ yoktur. Öyle şifâ ver ki hiç bir hastalık bırakmasın.” (Buhârî, Merdâ, 20; Müslim, Selâm, 46; Ebû Dâvud, Tıbb, 18, 19)


*Yine Âişe –radıyallahu anha-’dan rivayete göre Nebiyy-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve sellem– Efendimiz, kendisine bir hastanın şifâ bulması için duâ talebedildiği zaman:

Bismillahi turbetu ardina ve riikatu ba’dina yeşfi sakimuna bi-izni rabbina.

 
Anlamı: “Allah’ın adıyla duâya başlarım. Bizim yerimizin toprağı ve birimizin tükrüğü vesilesiyle Allah’ın izniyle hastamız şifâ bulur.” (Buhârî, Tıbb, 38; Müslim, Selâm, 54; Ebû Dâvud, Tıbb, 19)

*Nebiyy-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve sellem– Efendimiz rahatsızlandıkları zaman onu Cibril tedavi eder ve:

 Bismillahi arkıyke min kulli şeyin yu’zike min şerri kulli nefsin ev aynin hasidin, Allahu yeşfike bismillahi arkıyke.

 
Anlamı:“Allah’ın ismiyle seni rahatsız eden her şeyden sana okurum. Her nefsin veya hasetçi her gözün şerrinden Allah sana şifâ versin. Allah’ın adıyla sana okurum.” derdi.(Müslim, Selâm 40)

*Peygamberimiz bir rahatsızlıkları olduğu zaman Muavvizeteyn sûrelerini  (Felak ve Nas sureleri) okur, kendi üzerine üfler ve onu eliyle üzerinden silerdi. Ve şöyle buyururlardı:

 Bismillahi Allahümme dâvini bi devaike veşfini bi şifaike ve ağnini bi fadlike ammen sivâk vahzer anni ezake.

*Henüz eceli gelmemiş bir hastayı ziyaret eden bir mü’min yedi defa:

 Es-elullahil-azime rabbel arşil aziim en yeşfiyeke.

 
 Anlamı: “Büyük Allah’tan, büyük Arş’ın Rabbi Allah’tan sana şifâ vermesini istiyorum!” derse muhakkak afiyet bulur. (Ebû Dâvud, Cenâiz, 8; Tirmizî, Tıbb, 32; İbn Hanbel, I, 239)

*Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle duâ etmiştir:

“Allahümme rabbi’n-nâsi ezhibi’l-be’se işfi. Ente’ş-şâfî. Lâ şifâe illâ şifâüke. Şifâen lâ yüğâdiru sekamen. Allahümme işfi abdeke yenke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.” 


  Anlamı: (Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Şifâ ver! Şifâ veren ancak Sen’sin! Sen’den başka şifâ verecek kimse yoktur! Allah’ım! Şu kuluna şifâ ver ki, Senin bir düşmanına acı versin veya Senin rızânı kazanmak için namaz kılmak üzere yürüsün.)  Ebû Dâvud, Tıb, 3883; Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107;

*“Bismillâhi erkîke min külli şey’in yü’zîke min şerri külli nefsin ev aynü hâsidin. Allahümme yeşfîke bismillâhi erkîke.” 

   Anlamı: (Sana ıztırap veren her şeyden, her kıskanç nefisten, her hasetçi gözden Allah’ın adıyla sana şifâ dilerim. Allah sana şifâ versin. Allah’ın adıyla sana şifâ dilerim.)  Tirmizî, Cenâiz, 972

Kaynak: Mahmud Sami Ramazanoğlu, Dualar ve Zikirler, Erkam Yayınları

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

31 Ekim 2016 Pazartesi

İhtilaf ve Tefrika-M.Emin YILDIRIM

Sahabenin aynı mesele hakkında farklı görüşler ileri sürmesi ve bununda Efendimiz’in herhangi bir itirazı ile değil, bilakis memnuniyeti ile sonuçlanmasına en güzel örneklerden biriside hiç şüphesiz Bedir esirleri konusunda söylenenlerdir. İman ile inkârın ilk karşılaşması olan Bedir’de, Müslümanlar galip gelip, 70 Mekkeliyi öldürmeleri ve bir bu kadarını da esir olarak ele geçirmeleri Kur’an’ın Yevmü’l-Furkan dediği o eşsiz günün en önemli gündemlerinden biri olmuştu. Kur’an daha esir ve ganimetler konusunda o ana kadar nihai bir hüküm beyan etmemişti. Kur’an’ın konuşmadığı alanlarda elbette Allah Resulü’nün içtihatlarıyla amel edilirdi. Efendimiz (s.a.v.) ise kendisi görüş beyan etmeden önce Sahabe ile bu konuyu istişare etmeyi uygun görmüştü. Şimdi Müslümanlar ilk kez karşılaştıkları esirlerin akıbeti konusunda görüşlerini Allah Resulü ile paylaşacaklardı.

Efendimiz (s.a.v.) bu konuda ilk önce Hz. Ebubekir’in görüşünü öğrenmek istedi ve ona: “Ey Ebubekir! Bedir esirleri konusunda ki fikrin nedir?” diye sordu. Hz. Ebubekir tabiatına uygun bir cevapla dedi ki: “Ya Resulullah! Onlar bizim kabilemiz ve akrabalarımızdır. Her ne kadar bize karşı savaşmış ve bize karşı birçok haksızlık yapmış olsalar bile, biz onlara böyle davranmayalım. Ya belli bir fidye karşılığında yada bedelsiz bir şekilde hepsini salıverelim.”

Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ebubekir’i sadece tebessüm ederek dinledi ve daha sonra söz sırasında hep ikinci sırada olan Hz. Ömer’e döndü ve aynı soruyu ona da yönelterek, esirler konusundaki düşüncesini sordu. Hz. Ömer’de bu soruya karşı, tabiatına uygun bir cevap verecekti. Dedi ki: “Ya Resulullah! Ben Hz. Ebubekir gibi düşünmüyorum. Onlar bizimle savaştı; 13 yıl Mekke’de bize yapmadıklarını bırakmadılar. Şimdi Allah bizi aziz, onları ise zelil kıldı. Öyle ise sen karşı tarafta olan akrabalarımızı bizlerin eline ver. Bana Ben-i Mahzum’dan olan dayılarımı ver. Ebubekir’e oğlu Abdurrahman’ı ver. Ali’ye kardeşi Akil’i ver. Hamza’ya kardeşi Abbas’ı ver. Her birimiz kendi yakınının başını uçursun. Böyle yapmakla da Rabbimize yüreklerimizde asabiyete dair hiçbir iz taşımadığımızı ispat etmiş olalım.”

Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Ömer’in de söylediklerini sadece tebessüm ederek dinledi ve herhangi bir görüş beyan etmeden çadırına çekildi. Efendimiz bir müddet çadırında istirahat ettikten sonra dışarı çıktı ve o günün insanında, bugünün insanına da farklılığın, farklı düşünce ve fikirlerin varlığının Allah’ın ayetlerinden olduğunu beyan edercesine önce Hz. Ebubekir’e, sonra Hz. Ömer’e şöyle buyurdu:

“Ey Ebubekir! Senin halin aynen İbrahim’e benzer. Hani O demişti ki: ‘Ya Rabbi! Kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki Sen çok merhametli ve bağışlayansın.’ Yine Ey Ebubekir! Senin halin İsa’ya benzer. Hani O da demişti ki: ‘Eğer onları azaba uğratırsan onlar senin kullarındır. Yok, eğer onları bağışlarsan şüphe yok ki, Sen kudretinle her şeye üstün gelen ve her işinde hikmet üzere olansın.”

Efendimiz (s.a.v.) şahsiyetinin anahtarları; merhamet ve hilm/müsamaha olan Hz.Ebubekir’i, Hz.İbrahim ve Hz. İsa’ya benzeterek, bu sözü ile aslında yaratılış kabiliyetine ve mizacına uygun bir görüş beyan ettiği için onu takdir ediyordu.

Daha sonra şahsiyetinin anahtarları kuvvet, adalet ve rahmet olan Hz. Ömer’in sözlerini değerlendirmek için ona yöneliyor ve diyordu ki: “Ey Ömer! Senin halinde aynen Nuh’a benzer. Hani O demişti ki: ‘Ey Rabbim! Yeryüzünde yaşayan hiçbir inkârcıyı geride bırakma.’ Yine senin halin Musa’ya benzer. Hani O da demişti ki: ‘Allah’ım! Sen o inkârcıların mallarını mahvet. Yüreklerini şiddetle daralt. Çünkü onlar azabı görmeyinceye kadar iman etmeyeceklerdir.”

Efendimiz’in (s.a.v.) insanı hayran bırakan bu benzetmeleri ve aynı meselede birbirinden tamamen farklı iki görüşe karşı söylemiş olduğu bu sözleri, farklılıkları bir türlü anla(ya)mayan, hazmedemeyen, bir zenginlik ve rahmet olarak değil, bir tefrika aracı ve zahmet olarak gören bugünün insanına çok şeyler söylemektedir.

Acaba bir gün Kur’an ve Sünnet’in bu alanda söylediklerini doğru bir biçimde anlayıp, duyduğumuz her düşünceye kimden gelirse gelsin; “Onlar sözü dinlerler ve en güzeline tabi olurlar” ilkesi doğrultusunda, fikirlerden korkmadan düşünceleri dinlemeye başlayabilecek miyiz?

Acaba bir gün kendimizi hakikatin merkezi olarak görmekten vazgeçip, dile getirilen her düşüncede hakikatten bir pay olabileceği gerçeğini anlayıp; “Huzma safa, deama keder: İyisini al, kötüsünü sahibine bırak” ilkesi ile güzelliklerin ve doğruların gerçek taliplileri olabilecek miyiz?

Acaba bir gün ihtilaf ile tefrikanın gerçek manada farklarını anlayıp, birini rahmet, diğerini ise zahmet olarak, birini zenginliğin, diğerinin ise parçalanmanın, birini daha iyiye ulaşabilmenin, diğerinin ise körelmenin sebebi olduğunu kavrayabilecek miyiz?

Acaba bir gün dinin sahibinin bizler olmadığını, onu koruyacak ve kollayacak makamın bir tek olduğunu, hakikate ulaşmak için verilen çabaları din elden gidiyor yaygarası ile karşılayacağımıza; “Ne diyor? Ne yapmak istiyor? Bu düşünceler ile nerelere varmak istiyor?” gibi hikmetli tavırlar göstererek karşılayabilecek miyiz?

Muhammed Emin YILDIRIM


29 Ekim 2016 Cumartesi

Alimler Arasındaki Görüş Ayrılıklarında Tercih

Sual: Selamün Aleyküm. İslam alimlerinin ayağının tozu olamayız. Allah (c.c.) bu işi hakkıyla yapanlardan istifade etmemizi ve onlara karşı kalp ile anlayışımızı arttırsın inşaallah. Bir konuda fetvalar iki ayrı görüş olursa ve ikisi de güvendiğiniz fetva mercileri olup görüş ayrılığında hangi fetvaya uyulması gereklidir? Eski İslam alimleri ile günümüzdeki alimlerin bazı konularda görüş farklılıkları olduğu zaman hangisine uyulması konusundaki sorumluluklarımız nelerdir? Allah (c.c.) razı olsun.

Cevap: Aleyküm Selam ve Rahmetullah.

Muhterem Kardeşim,

İslam alimlerinin bazı meselelerde farklı düşünmeleri çok doğal bir durumdur. Bu bizler için bir zahmet değil, bir rahmet vesilesidir. Ehil ve amil ilim erbabının cehd ve gayretleri ile ortaya koydukları fetvalar, önümüzü aydınlatan imkanlardır. Ancak, üzülerek söyleyelim ki, son yıllarda bir kısım hocalar, geçmişe dair ne varsa hepsinin yanlış ve hatalı olduğu konusunda insanları ikna etme gibi bir çaba içerisindedirler. Bu çok tehlikeli bir durumdur. Bu konuda acizane size söyleyeceklerim şunlar olacaktır.

1- 1400 kusür senedir, Ümmetin üzerinde ittifak ettiği meseleleri tartışma malzemesi yapanları dinlememek.

2- “Bana göre” cümleleri ile başlayan ve tamamen kibir kokan tavırları sergileyenlerden uzak durmak

3- “Halif tu’raf/Muhalefet et, tanınırsın” mantığı ile hareket eden, geçmişe hep muhalif göz ile bakanların pazara sürdükleri delilsiz, mesnetsiz sözlerine müşteri olmamak

4- Yeni şeyler söyleme hastalığına kapılıp da, her gün yeni bir şey ile insanları kendine davet eden, herkes hatalı ben doğru mantığı ile yürüyen kimselerden beri olmak

5- Geçmiş ülamamızı tahkir edip, onların değerlerinden değer çalarak kendine değer katmaya çalışan hafif meşrebli adamlarla araya mesafe koymak

6- Kur’an’a göre deyip, aslında kendi yorumunu mutlak doğru olarak kabul edip, o ayetin Peygamberimiz (sas), Sahabe ve Müçtehid alimlerimizin uygulamalarında nasıl olduğuna bakmadan kelimeler üzerinden bir anlayış geliştirenlerden uzak durmak…

Bu uyarıları dikkate alacağınızı umuyor, dua ediyor, dua bekliyorum.

Bir noktaya daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Dinin temel meselelerinde, ibadet, itikad ve muamelatın büyük bir kısmında söylenen söylenmiş, hükümler verilmiş, tabir caiz ise kalemler kırılmıştır. Bu tarz meselelerde konuşan haddini aşmış olur. Ama bazı yeni meseleler, ev, taşıt kredisi, kasko, sigorta, tüp bebek, borsa, insan veya hayvan kopyalama vs. gibi ortaya çıkmış yeni meselelerde ehil olan hocalarımız konuşurlar ve gerekli olan fetvaları yine bir delile yaslayarak Kur’an’dan, Sünnet’ten, geçmiş alimlerin içtihadlarından kıyas ederek söylerler. Bizde buna göre amel ederiz. Allah (cc) bizi hakikatinden ayırmasın.

Selametle…

Muhammed Emin YILDIRIM


http://www.siyertv.com/alimler-arasindaki-gorus-ayriliklarinda-tercih/

28 Ekim 2016 Cuma

Tatmin Olmayan Kalpler ve Sefahat

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Sefahatin çaresi araştırılırken, öncelikle, onun sebeplerinin doğru tespit edilmesi gerekir.

Bu sebepler birbirinden farklı birçok şubeye ayrılır. Ancak, tümünün birleştiği nokta kalplerin tatminsizliğidir.

“Kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin olur.” (Ra’d Sûresi, 28)


Nur Külliyatından İşarâtü’l-İ’caz’da, kalb şu şekilde tarif edilmiştir:

“Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.”

Buna göre kalb, insanın hem his dünyasını hem de aklını birlikte içine almakla, onun bütün ruh dünyasını ifade eder. O halde, kalbin tatmini “akılların, hislerin, vicdanların tatmini” gibi birçok alt şubelerin de tatmin edilmesi demek olur.

Kalb iman mahallidir ve Allah’a imanla tatmin olur. Başka bâtıl ilahlara inanmak kalbi tatmin etmez.

İman, insanın kendisini Allah’ın eseri, O’nun kulu, O’nun misafiri bilmesidir. Bu ise insan için en büyük bir kuvvettir. İnsan bu kuvvetle şu geçici dünyanın ağır problemlerini çözme gücüne kavuşur ve Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “hadisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder.” Bu dünya imtihanının zor ve girift meseleleri ancak bu kuvvetle çözülebilir.

İnsanın dünya, kabir, mahşer safhalarından geçerek ebedî saadete erme yolculuğunun ilk ve en önemli adımı imandır. Bu saadet yolculuğunu Bediüzaman Hazretleri şu cümlede çok veciz olarak ifade eder:

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” (Sözler)

İman eden insan tevhid ehli olmuştur. Bütün âlemleri Allah’ın yarattığını ve terbiye ettiğini bilir. Semadaki yıldızlardan hücredeki atomlara kadar her şeyi O’nun emriyle çalışan askerler olarak kabul eder. Bu tevhid inancı o insanı Allah’ın bütün emir ve yasaklarına tam teslim olmaya ve bütün emirlerine hassasiyetle itaat etmeye götürür.

Bu noktaya varan insan, her hususta Rabbine tevekkül eder. Kendi iradesine bırakılmayan işlerde—ki bunlar çok büyük bir yekûn teşkil eder, Allah’a tevekkül ile teslim olur. Ne güneş sistemindeki düzenin bozulma ihtimaliyle rahatsız olur, ne de kendi bedenindeki nizam konusunda bir tasa içine girer.

“Mülk O’nundur ve mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder”diyerek, kendi irade ve ihtiyarına bırakılmayan işlerde ruhunu yormaz, kalbini müteessir etmez. İradesine bırakılan işlerde ise kendine düşen görevi hakkıyla yapmaya çalışır. Ondan ötesi için Rabbinin rahmetine ve hikmetine sığınır. Neticeyi tevekkül ile bekler.

Tarlasına tohumu ekip gerekli bakımı yerine getiren, yahut bir hastalıktan kurtulmak için doktorun verdiği ilaçları aksatmadan kullanan kişinin tevekkülden başka yapacak bir şeyi yoktur. Ne toprak altındaki tohumu açıp inkişaf ettirmek, ne de midesine gönderdiği ilacı gerekli yerlere sevk etmek kendi elinde değildir. Bunun şuurunda olarak mülkü mâlikine teslim edip O’na tevekkül eden insan, iki dünya saadetinin kapısını çalmış demektir.

Kalbin anlama cihetini ifade eden akıl da ancak iman ile tatmin olur. Akıl, bir harfin bile katipsiz olamayacağını çok iyi bildiğinden şu kâinat kitabında yazılan ve her biri ayrı bir mucize sergileyen kudret kelimelerinin de kendi kendine yazılmış olamayacağını bilir. Bütün kelimeleri, cümleleri, sayfaları birbiriyle bağlantılı olan bu kâinat kitabının, ancak, her şeyi yaratan, kudreti sonsuz, ilmi nihayetsiz, iradesi mutlak bir Zât’ın eseri olabileceğini bilmekle tatmin olur.

Kendisini Allah’ın bir kudret kelimesi bilen, bu kelimenin yüz trilyon kadar hücreden yazıldığını düşünen, her organına sayısız hikmetler takıldığını gören bir insan, “İnsan” kelimesindeki beş harfin bile kendi kendine yazılamayacağını hatırlar ve bu yüz trilyon harfli kelimenin yazılmasının ancak ilmi, kudreti ve bütün sıfatları sonsuz kemalde olan Allah’ın rahmet ve hikmetiyle olabileceğini düşünür. Böylece kalbi şükür ve minnet duygularıyla dolar. Sahipsiz olmadığını vücudundaki bütün bu faaliyetlerin İlâhî rahmet ve kudretle yapıldığını idrak eder. Bu ise hem aklı hem kalbi tatmin etmekle insan için bir huzur kaynağı olur.

İman eden kimse hayatının bütün safhalarını da o imana göre tanzim eder. Zira, Allah kelâmında, kurtuluşa ermenin reçetesi “iman ve salih amel” olarak zikredilir.

Salih amel, başta farz ibadetler olmak üzere, Allah’ın razı olduğu bütün işleri ifade eder. Konuşmanın salih olanı doğru söylemektir. Yeme içmenin salih olanları helâl yemek ve içmektir.

İşte içki, kumar, iffetsizlik gibi nice haramları bünyesinde taşıyan sefahat, salih olmayan, Allah katında makbul olmayan, yasaklanmış bulunan ve ahirette cezayı mucib amellerin başında gelir. Bunun kaynağında öncelikle, insan aklının hislerine ve nefsine mağlup olması yatar.

Kâinatın, insanın ve hadiselerin ne mana ifade ettiği konusunda tatmin olmayan bir akıl, insanı rahatsız eder. Geçmişin elemlerini ve geleceğin korkularını ruha çektirmekle, Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner.”“İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz’âc ve tâcizinden kurtulmak için gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar..” (Sözler)

Ruhun bir başka yönü olan “vicdan” da Allah’ı bilir ve bu bilginin imana dönüşmesiyle tatmin olur. Üstat Bediüzzaman Hazretleri insanın sonsuz aciz ve fakir yaratıldığını ifade eder ve her vicdanın “aczine yardım edecek ve fakrına medet verecek” bir zâta baktığına dikkat çekerek şöyle buyurur:

“Demek, her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdâd cihetinde iki küçük pencere Kadîr-i Rahîm’in bârigâh-ı Rahmetine açılır; her vakit onunla bakabilir.” (Sözler)


Sorularlaislamiyet.com
Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

27 Ekim 2016 Perşembe

Büyük imtihan -Hayrettin Karaman

İnsana gelince, rabbi ona imtihan için ikramda bulunduğunda ve onu nimetlere boğduğunda, 'Rabbim bana ikram etti' der (mutlu olur)./ Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise 'Rabbim beni önemsemedi' der (mutsuz olur). /Hayır, hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz./ Birbirinizi yoksulu yedirmeye teşvik etmiyorsunuz./ Mirası hak hukuk demeden yiyorsunuz./ Malı aşırı derecede seviyorsunuz./ Hayır, bu böyle olmamalı! Yer dağılıp parça parça olduğunda…” (Fecr: 15-21).

Önceki âyetlerde azgınlık ve taşkınlıkları yüzünden helâk edilen kavimlerin durumu haber verilerek gereken uyarı yapıldıktan sonra insanoğlunun azmasına ve kötü sonuçlara sürüklenmesine sebep olan, kendini beğenmişlik ve bencillik duygularından gelen başka zaaflarına dikkat çekilmektedir. Hz. Peygamber Mekke müşriklerine tuttukları yolun yanlış olduğunu, bu gidişleriyle bir gün mutlaka Allah tarafından cezalandırılacaklarını hatırlattıkça onlar da tam tersine, kendi yollarının doğru olduğunu, nitekim bu sayede Allah tarafından kendilerine bol nimetler ve servetler ikram edildiğini savunuyorlardı. Şu halde 15. âyetteki “insan” kelimesi öncelikle belirtilen karakterdeki Mekke müşriklerini işaret ediyor, aynı karakteri taşıyanlar da bu işarete dahil oluyorlar.

Allah Teâlâ, hikmeti ve imtihan düzeni gereği, insanı çeşitli yeteneklerle donatıp bol nimete kavuşturduğunda o, bu nimetlerle bir sınamadan geçirildiğini, bunların bir hikmetle kendisine verildiğini düşünerek şükrünü yerine getirmesi gerekirken, bu sorumluluğu aklından bile geçirmeyip sırf lâyık olduğu için kendisine bu nimetlerin ikram edildiğini düşünüp mutlu olur; sahip olduğu nimetlerden başkalarını yararlandırarak onların da bu mutluluğa ortak olmaları yönünde bir gayret göstermez. Fakat aynı insan rızkında bir daralma olduğunda bunun da bir hikmet gereği meydana geldiğini, uhrevî bir mükâfata erişmesine veya akılsızca bir zevk ve safaya düşmekten korunmasına vesile olabileceğini yahut kendi kusurunun, çalışma ve gayretteki noksanlığının bir neticesi olabileceğini düşünerek sabretmesi ve kusurlarını gidermesi gerekirken o, kendisinin Allah tarafından göz ardı edildiği ve haksızlığa uğradığı iddiasında bulunma anlamına gelebilecek davranışlar içine girer, yakınıp sızlanmaya ve isyan etmeye başlar. Öte yandan fırsat bulduklarında erkekler kadınların miras payına el koyar, yetimlere kalan mirası da onlara verecek yerde gasp ederler.

Cenâb-ı Hak akıl ve irade sahibi, meleklerden yüce de olabilecek, hayvanlardan daha aşağı derekelere de inebilecek kabiliyette bir varlık olarak insanı yaratmış ve verdiği imkan, nimet ve yetenekleri hür iradesiyle hayırda kullanmasına razı, ama şerde kullanmasına da imkan vermek suretiyle onları imtihana tabi tutmuştur. Bu imtihanı kazanabilmek için:....




Yazının tamamı için:

25 Ekim 2016 Salı

Usulü fıkıh, ideolojik İslam ve selefi tasavvuf Faruk Beşer


...İslam dediğimiz şey aklımız ve duygularımızla oluşturacağımız bir sistem değildir. Önümüzde Allah'ın gönderdiği bir vahiy ve bir de onun doğru uygulaması olan Sünnet örneği var. Her ikisi de söylediklerini bize birer metin olarak söyler. İslam'ı doğru anlayabilmek için bizim yapacağımız tek şey bu iki metni doğru anlamak olacaktır. Buna da onların beyanı denir. Cabirî, Beyanî Bilgi ile bunu kasteder. Ancak hiçbir anlamanın yaşamadan tam olmayacağını da buna eklememiz gerekir. Usulü fıkıh bu anlamanın ya da beyanın nasıl olması gerektiğini anlatan ilmdir ve İslam'da sadece fıkhın değil, bütün ilimlerin metodu ve ölçüsüdür. Yani usulü fıkıh kısaca anlamanın esasları ve İslam'ın bilgi nazariyesidir.

Lisani birer metin olarak Kur'an-ı Kerim'le Sünnet'i anlama aynı şey olsa da, bütün olarak bu ikisini anlama aynı şey değildir. Çünkü Sünnet aynıyla Kur'an değildir.

Ama usul açısından bu iki metnin dil olarak ne dediklerini anlamanın yolu tefsirdir. Tefsire muhalif tevil meşru olamaz. Ehli Sünnet ile Batınîlik arasındaki en önemli ayraç, birinin zahir manayı yani tefsiri, diğerinin ise batın manayı, yani tevili esas alıp öncelemesidir.


Fıkıh nasların söylemediklerini, söylediklerine kıyasla anlamaya çalışır. Kelam gaibi şahide kıyaslayarak anlamaya çalışır. Sünni tasavvuf ise tevil yoluyla naslardan işari manalar çıkarır ki, bu da bir kıyastır. Bundan başka çareleri de yoktur. Bu çıkarsamaların hepsi hatalı da isabetli de olabilir. Bunun sağlaması ancak usulü fıkıhla yapılabilir. Çünkü usulü fıkıh, bugün sanıldığı gibi sadece fıkıh disiplininin metodu değildir...

...Ne var ki fıkıh, usul yoluyla kıyası kullanırken çok katı ve objektif kurallar ve şartlar koymuştur. Ehlinin elinde hata ihtimali çok azdır. Kelam'da ise, gayb konularını anlatırken bu ihtimal biraz daha fazlalaşır. Çünkü Kelam, fıkıh gibi iki objektif şeyi birbirine kıyaslamaz. Tasavvufa gelince; eğer zahir sürekli esas alınmazsa asıl temel kaymaların yaşandığı yer de işte burasıdır. İbadeti, zühdü, verâyı, takvayı, nefis tezkiyesini/ahlak eğitimin esas alan Sünni-Selefi tasavvuftan sonra ortaya çıkan felsefi tasavvufun avamı saptırmaması mümkün olamaz.


Yazının tamamı için:

24 Ekim 2016 Pazartesi

Kur'an-ı Kerim’in zahir ve batın anlamı olabilir mi?- Faruk Beşer

..Kur'an-ı Kerim için, lafızlarının zahiri/sözel anlamı ne diyorsa o sadece onu söyler diye düşünmek çok sığ bir düşünce olur. Bu Allah'ın kelamını insan kelamı derecesine indirme anlamı taşır...

...Kur'an-ı Kerim'in bizzat kendisi ayetlerinin bir kısmının muhkem, geriye kalanların ise müteşabih olduğunu söyler. Bu iki kavramın anlamlarının özeti şudur: Onun dilini bilen herkesin anlayabileceği ve başka bir anlama gelmeyen ayetleri muhkem, tevile muhtaç ayetleri de müteşabihtir. Ama onun ayetlerinin anası/esası muhkem olan ayetlerdir, hiçbir tevil onlara aykırı olamaz. Demek ki, Kur'an-ı Kerim'in tevili vardır. Aksi takdirde o bilimin ve teknolojinin sürekli geliştiği bir dünyaya sonuna kadar hitap edemezdi. Ama mesele tevilin tefsire göre yeri, nereye kadar gidebileceği ve sınırlarının nasıl belirleneceği meselesidir...

...Buna karşılık nasların sözel anlamları sadece sembollerden ibarettir, asıl olan onların bâtın anlamlarıdır, tevilleridir. Onları da ancak masum imamlar bilebilir diyen görüşe de Batınîlik denir. Batınîlik hiçbir zaman bitmez, çünkü bâtının sınırı yoktur. Zahirîliği duran bir saate, Batınîliği de yanlış çalışan bir saate benzetmiştik. Biri hiç olmazsa günde iki kez doğruyu gösterir, ama diğeri hiçbir zaman gösteremez. Bunların her ikisine olması gereken kadar değer veren ortayol ise Ehli Sünnet'tir. Olması gereken şudur: Kur'an-ı Kerim Arapça olarak indirilmiştir. O halde onu Arapça'nın dil kuralları içerisinde anlamak zorundasınız. Ona dilinin ihtimal vermediği bir anlam yükleyemezsiniz. Tabii ki, asıl olan onun zahir/dilsel manasıdır. Ama onun batnı/işari manaları da vardır. Ancak bunların objektif ölçüsü zahirleridir. O halde onun zahir manasına muhalif hiçbir bâtın mana doğru olamaz.

İşte sapmaların başladığı nokta da burasıdır. Tefsir ve tefsire uygun tevil kaçınılmazdır, ümmeti parçalamaz. Ama tefsire/zahire aykırı olan teviller Batıniliğe götürür ve tefrika oluşturur. Çünkü herkesin batını farklıdır. Bu yolla Kur'an-ı Kerim'e söylettiremeyeceğiniz hiçbir düşünce olmaz....

Sözünü ettiğimiz ayette Allah (cc) 'müteşabih ayetlere tutunanlar fitne ararlar, tevil ararlar” buyurur. Bunun anlamı şudur: Kur'an-ı Kerim'in muhkemlerini öne alıp onları esas almadan tevile ulaşmaya çalışmak, tevilden önce fitneye ulaştırır. Grupların cemaatten uzaklaşıp fırka olmaları bu yüzdendir.

... Demek ki, sünnetteki tevilin ölçüsü Kur'an-ı Kerim, âlimlerin tevilinin ölçüsü ise hem sünnet hem Kur'an-ı Kerim'dir.


Devam edecek...


Yazının tamamı için:

23 Ekim 2016 Pazar

RABBİMİZİN cc 35.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah 
(Celle celaluhu) şöyle buyurmaktadır:

"Ey âdemoğlu! iki nimet içinde ve bunlardan hangisinin daha fazla aleyhine olduğunu kestiremez halde sabahlarsın. Bunlardan biri; günahlarının örtülerek insanlardan saklanması; diğeri de insanların seni iyi bilip övgü ile anmalarıdır.

İnsanlar, senin hakkında bildiklerimi bilmiş olsalar sana selâm bile vermezlerdi. Afiyet içinde olman, insanlara muhtaç bulunmaman, onların sana ihtiyaç duymaları ve şerlerinin senden uzak tutulması ise bundan daha büyük bir nimettir.


Bana hamdet, senin üzerindeki nimetimin büyüklüğünü bil, amelini gösterişten uzak tut, korku üzere bulunan bir yolcu gibi azık edin ve hayırlı amelini arşımın altında yap.
(Amelini ahirete kadar zayi etme.)


Ey ademoğlu! Katı kalpleriniz işlediğiniz amelleriniz yüzünden, amelleriniz bedenleriniz yüzünden ve bedenleriniz de dilleriniz yüzünden ağlamaktadır.


Ey ademoğlu! Benim hazinelerim ebediyyen tükenmez. Senin infak ettiğin ölçüde sana infak eder, cimrilik ederek kıstığın ölçüde de senden kısarım.

Sana verdiğim rızıktan miskinlere karşı cimrilikte bulunman; bana karşı kötü zannın, fakirlikten korkman ve bana güven duymamandandır. Ben seni rızka çok önem verecek şekilde yarattım. Sen rızkı düşündüğünde seni ben rızıklandırdım. Öyleyse infakta bulun ve benim rızkımla kullarıma karşı cimrilik etme. Çünkü ben, verdiğinin yerini dolduracağıma söz verdim, ayrıca sana sevap vaad ettim.


Durum bu iken sen niçin kitabım hakkında şüphe içindesin? Benim vaadimi ve peygamberlerimi tasdik etmeyen kimse, benim rab olduğumu inkar etmiş demektir. Rab olduğumu inkar edeni yüzükoyun ateşe atarım.


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Ekim 2016 Perşembe

Mümin bilecek ve düşünecek- Hayrettin Karaman

... Bir müslümanın kulluk vazifelerini yerine getirebilmesi için gerekli olan asgarî din bilgisini edinmesi her mükellefe farzdır. Ümmetin muhtaç olduğu bilgi ve teknolojiyi edinmek ise yeteri kadar kişiye farzdır (farz-ı kifayedir). Ümmet (İslam toplumu) farz-ı kifaye olan bu ilim ve teknolojiyi elde etmek üzere insan yetiştirmek ve gerekli altyapıyı oluşturmakla yükümlüdür.

Bir mümin Allah'a makbul bir kul olmak için nelere nasıl inanacağını (iman) ve neleri nasıl yapacağını (amel) bilmek durumundadır; bu asgari bilgiyi edinmeyip başkalarının bilgisi ile yetinemez; yetinir de yanlış yola giderse bundan sorumlu olur.

Tasavvuf erbabı, bir tarikata girmek isteyene, önce ehl-i sünnet iman esaslarını öğrenip buna göre inancını tashih etmesini şart koşuyorlar.

Eğer bir tarikate veya cemaate girmek isteyen mümin önce bu bilgiyi edinir ve imanını buna göre oluşturursa onu kimse eğri yollara sürükleyemez, çünkü bu bilgi ölçektir, o başkasıyla değil, başkası onunla ölçülür. Bu bilgi ve imana aykırı olan bir söz, yorum, telkin kimden gelirse gelsin kabul edilemez, aykırı konuşan ve davranan kimseden şüphe edilir.

Evet mümin bu bilgi çerçevesinde aklını kullanmak, düşünmek, ölçmek ve biçmek mecburiyetindedir. Bu yükümlülüğünü ihmal eder, “ben itimad ettiğim kişilere kandım, onlara inandım, kendi bilgi ve aklımı kullanmadım“ derse bu mazeret kabul edilmez...

...Allah'tan vahiy almayan hiçbir beşer doğrunun ve iyinin tek temsilcisi olamaz, ancak vahyin ışığında oluşan ümmetin icmaı (ortak akıl) bir ölçüt olabilir.

Mümin her söyleneni ve yazılanı dinler ve okur, ama temel bilgisini ve aklını kullanarak en doğru ve güzel olanı seçer ve ona uygun davranır; beşeri otoriteleri değil, sağlam bilgi ve aklını ölçü olarak alır.

İnsanın kalbini, zihnini Allah'ı unutturacak derecede meşgul eden her şey âyette belirtilen varlıklar kapsamına girer. Şu halde Allah'tan başka bir şeye, -bu şey ister put, ister lider veya önder, isterse para pul, mal mülk, makam mevki olsun- taparcasına bağlananlar, böyle bir şeyi Allah'ı sever gibi sevenler ve bu suretle, Kur'an'ın bütün uyarılarına rağmen şirke sapanlar için artık kurtuluş ümidi yoktur.

Allah'ı ve peygamberi bırakıp da uydurma tanrılara tapınanlar, onları temsil ettiklerini iddia eden din adamlarını dinleyenler ahirette, taptıkları ve yollarını izledikleri varlıkların kendilerinden yüz çevirip kaçtıklarını görünce pişman olacaklar, ama iş işten geçmiş olacaktır. Çünkü dünyaya ikinci kere gelme imkânı yoktur. Dünya hayatı bir keredir, onu iyi değerlendirmek ve ebedi saadete vesile kılmak için akıl yanında ve önünde vahyin rehberliğinden yararlanmak şarttır.


Yazının tamamı için:

RABBİMİZİN cc 34.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah 
(Celle celaluhu) şöyle buyurmaktadır: 

 "Ey âdemoğlu! Bana hizmet et; ben bana hizmet edeni sever ve kullarımı onun hizmetine koştururum.

Sen, ömrünün geçip giden kısmında bana isyanının ne ölçüde olduğunu bilemezsin. Yine ömrünün kalan kısmında da bana ne derece isyan edeceğini bilemezsin.
Beni unutma, hatırında tut; zira ben dilediğim her şeyi yaparım. Bana kulluk et, çünkü sen zelil bir kulsun. Ben ise yüce olan rabbim.
Eğer kardeşlerin ve sevenlerin senin günahlarının kokusunu alabilseler ve senin işlediğin ameller hakkında benim bildiklerimi bilselerdi, (günahlarının kötü kokusundan dolayı) seninle oturmaz ve yakınlık kurmazlardı.
Nasıl oluyor da, ömrün annenin seni doğurduğu günden bu yana eksilip dururken, günahların her geçen gün artıyor?


Ey âdemoğlu! Gemisi battıktan sonra denizin ortasında etrafı dalgalarla çevriliyken bir tahta parçasına tutunmak zorunda kalan birinin uğradığı felâket, senin şu an içinde bulunduğun durumdan daha kötü değildir.

Günahlarının cezasını kesin olarak göreceğini kabul et; yaptığın hayırlı amellerinin kabulü hususunda ise korku içinde bulun.


Ey âdemoğlu! Ben sana afiyet nazarı ile bakıyor ve günahlarını örtüyorum. Oysa benim sana bir ihtiyacım yok. Sen ise bana muhtaç olduğun halde isyan içindesin.


Ey âdemoğlu! Ne zamana kadar böyle idare edeceksin? Fâni olduğu halde dünyayı imar ediyorsun ve baki olduğu halde âhireti harap bırakıyorsun.


Ey âdemoğlu! Yarattıklarımı idare ediyor ama yine de zararlarından korkuyorsun.
Ey âdemoğlu! Yer ve gök ehlinden herkes senin bağışlanman için talepte bulunsa bile senin günahların için ağlaman gerekir. Çünkü hangi hal üzere benimle karşılaşacağını bilmiyorsun.


Ey İmran oğlu Musa! Söyleyeceklerimi iyi dinle! Ben hakkı söylerim. İnsanlar onun şerrinden, zulmünden, hilesinden, haset, kin ve koğuculuğundan emin olmadıkça hiçbir kulum bana iman etmiş değildir.


Ey Musa, 'De ki: İşte bu, size rabbinizden gelen haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.'"  
Kehf 18/29.
Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Ekim 2016 Pazartesi

Üslubumuz her zaman yumuşak mı olmalı?-Faruk Beşer


... İslam'a davet yönteminin iki temel metodu vardır:Hikmet ve meviza-i hasene. Öteki ile yapılacak cidal, yani tartışma ise davet için değil itirazlara cevap vermek içindir. Yani anlatma ve savunmanın hepsi aynı şey değildir. Davette esas, kavl-i leyyin/yumuşak söz ile olmasıdır. Ama meselenin bir bütün olarak doğru anlaşılabilmesi için Kuranıkerim'in müsenna/simetrik üslubu da hesaba katılmalıdır.

...Hiç kimseye bağırıp çağırarak, hakaret ederek, aşağılayarak, suçlayarak hakikati anlatamazsınız. Aksine onu yanlışta daha da derinlere itersiniz. İşte Kuranı kerim'de bunu anlatan pek çok ayeti kerime ve bunların tefsiri sadedinde Resulüllah'ın da pek çok sözlü ve fiili hadisi şerifleri vardır. Mesela:

Sözünü ettiğimiz, Hz. Musa ve Harun'un gidip Firavuna kavl-i leyyin ile anlatmalarının istenmesi bunun en açık delilidir.

Allah bir yerde “insanlara güzel söyleyin” (Bakara 2/83) buyurur. Burada kullanılan 'güzel' kelimesi sıfattır ve sıfatlanan şey zikredilmemiştir. Bunun anlamı, 'hem söylediğiniz şey bizatihi güzel olsun, hem de onu güzel şekilde söyleyin' demektir.

Şu mealdeki ayeti kerime bize muhteşem bir öğüt verir:

“Ey müminler! Allah'ın azabından takva ile korunun ve düzgün sözler söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Ahzab 33/70, 71).

Demek ki, hem birey hem de toplum olarak ümmetin işlerinin düzgün gitmemesinin sebeplerinden birisi de dürüst, doğru ve düzgün konuşmayışımızdır.

Uhut Harbinin sebep olduğu çalkalanma ortamında, Allah'ın başta kendi elçisine verdiği şu talimat öncelikle lider ve yönetici olma durumundaki insanlar için ama aynı zamanda bütün müminler için gerekli en önemli ahlaki erdemdir.

“Sen Allah'ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer katı kalpli bir nobran olsaydın etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet, onlar için mağfiret dile, işiniz hakkında onlarla istişare et. Ama kararını verdiğinde, artık Allah'a güven. Allah tevekkül edenleri sever” (Âli İmran 3/159).

...Şimdi gelelim meselenin öbür yönüne:

 İslam'ın daveti, tebliği, onuru ve haysiyeti söz konusu olduğunda 'öteki'ne temenna durmak, yaltaklanıp müdara etmek asla yoktur. Hz. Âdem'den Resulüllah'a kadar bu hiç olmamıştır. Daha ilk gelen surelerden birinde Allah, elçisini uyarır: “Asla yalancılara itaat etme. Onlar istiyorlar ki, biraz sen yumuşayasın, biraz da onlar yumuşasınlar” (68/9). “Eğer biz senin ayaklarını sabit kılmasaydık onlara az da olsa meylederdin. O zaman da sana hem hayatın hem ölümün iki kat sıkıntısını verirdik ve bize karşı bir yardımcı da bulamazdın” (17/İsra 17/74, 75).

“Muhammed Allah'ın resulüdür. Onunla beraber olanlar kâfirlere karşı çok şedit, kendi aralarında ise çok merhametlidirler” (Feth 48/29).

“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et ve onlara çok sert davran” (Tahrim 66/9).

“Savaşta ele geçirirsen onlara öyle bir ceza ver ki, arkadan gelenleri onunla darmadağın edesin, belki bu yolla ders alırlar” (Enfal 8/57).

Demek ki, normal zamanlarda insani ilişkilerde, İslam'ı anlatmada, temsil ve davet etmede esas olan kavl-i leyyindir, nezakettir. Bu çok önemli bir İslam edebi ve ahlakıdır. Ancak İslam'ın ve Müslümanların izzeti söz konusu olduğu yerlerde sertlik ve tavizsizlik de İslam'ın gereğidir.

Yazının tamamı için:

13 Ekim 2016 Perşembe

Kaderimizi değiştirebilir miyiz? -Faruk Beşer

Faruk Beşer Hoca'nın "Kader" ile ilgili cok güzel bir yazısı:

... kader olmuş ve olacak her şeyi Allah’ın ezelden bilmesi ve mahiyetini bizim bilemediğimiz bir şekilde ve yine mahiyetini bilmediğimiz bir ana kitapta yazmış olmasıdır. Ama bunda öyle bir ilahi sır vardır ki, O’nun yazmış olması bizim ona mecbur olduğumuz anlamına da gelmez. İnsanın yapacaklarını seçme ve kendi iradesiyle yapma özgürlüğü de vardır.İşte bu noktada Kur'an-ı Kerim’deki iki kavrama daha değinmeliyiz: Mahv ve İspat. Yani silme ve sabit tutma. Şöyle buyurulur: “Allah dilediğini siler, dilediğini sabit tutar” (13/39). Sanki Allah işte o ezelde yazdıklarından bazılarını siler, bazılarını ise aynen uygular. ‘Sanki’ dedik, çünkü bu ayet başka anlamlara da yorumlanabilir. O yorumlara girmiyoruz.

... Olup biten her şey kader açısından ikiye ayrılır: İnsan iradesiyle ilişkili olmayan alan ki, çoğunlukta olan da budur. İnsan iradesiyle ilişkili olan alan. İşte bu ikincisinde Allah insana bir ölçüde seçme ve müdahale etme hakkı ve yetkisi vermiştir. Ama bu yetki de yine sınırsız değildir. Tıpkı, daha önce sözünü ettiğimiz bilgisayar oyunlarında olduğu gibi, sınırlı ihtimallerden birini seçip yapmasından ibarettir. Yani bir noktada insanın önünde beş tercih var da o, onlardan birini seçerse onun iradesine bağlı olarak Allah da onu yaratır ve bu beş ihtimal içerisinden seçtiği ispat edilmiş/sabitlenmiş, diğerleri ise mahvedilmiş/silinmiş olur. İnsanın hangi ihtimali seçeceğini bildiği halde Allah ona böyle bir seçme yetkisi vermiştir, o da bu alanda bu yetkisi sebebiyle sorumludur. Dolayısıyla insan bu seçeneklerle sınırlı kalmak üzere kendi kaderini adeta kendi seçmiş ve belirlemiş olur. Onun için Hz. Peygamber’e “Madem ki Allah’ın bir takdiri var, artık biz neden çaba gösterelim ki?” diye soranlara: “Siz çalışın, çünkü herkes ne için yaratılmış ise onu yapabilmeye muktedirdir” buyurmuştur.

İlginçtir ki, bizzat bu ‘mahv ve ispat’ ayetinin bulunduğu surede bunu açıklar gibi duran şu ayet de vardır: “Bir millet kendi içindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah o milleti değiştirmez” (13/11). Yani insan için potansiyel bir hareket alanı vardır ve o alandaki ihtimallerden birini seçmesi onun iradesiyledir. Seçince diğer ihtimaller silinmiş, seçtiği de ispat edilmiş olur. Şu hadisi şerifler de bunu anlatıyor olmalıdır:

“Kaderi ancak dua değiştirebilir, ömrü de ancak iyilikler uzatabilir”. (Ahmed, Sahihl)

“Akraba ile ilgilenmek/sıla-ı rahim, ömrü uzatır, sadakalar da Allah’ın gazabını söndürür”. (Taberanî, S. Sahihl)

Yani insan için dua etmesine ve etmemesine, iyilikler yapmasına ve yapmamasına göre potansiyel ve geniş bir kader çizilmiştir. Onun bu ihtimallerden birini seçmesiyle diğer ihtimaller silinir ve onun sabitlenmiş kaderi artık bu olmuş olur.
Bu noktada karşımıza bir de Kaza kavramı çıkar. Aslında Kaza ve Kader denmiş olması bile bu iki alana işaret eder. Kaza, hükmetme ve uygulama demektir. Dolayısıyla Allah’ın takdir ettiği şeye en baştan hükmünü vermesi Kaza olabileceği gibi, sonunda onu takdir ettiği gibi uygulaması da Kaza olabilir. Onun için Kaza ve Kader kavramları birbiri yerine kullanılır. Bu durum bile işin başının da sonunun da Allah için aslında aynı olduğunu gösterir.

'Bu bilgilerle sanırım evlilik bir kader midir?' sorusu da cevaplanmış olur. Ne hikmetse kader konusunda en sık sorulan soru budur. Evet, olmuş ve olacak olan her şey bir kaza ve kaderin sonucudur. Bir insanın Ayşe, Fatma, Emine, Güllü gibi pek çok kişiden biriyle evlenmeyi seçme yetkisi vardır. Bu yetkiye bütün olarak potansiyel kader dairesi diyebiliriz. Sadece Fatma'yı seçmiş olması ile kaderini kendi belirlemiş, böylece diğer ihtimaller silinmiş, Fatma ile evlenmesi ispat edilmiş, kişi sorumluluğu da kendi üzerine almış olur. Allah onun bu tercihini biliyordu ama aynı zamanda onu bu seçimde serbest kılmıştı.

Böylece, maden ve trafik kazaları gibi bazı olaylar için, “Buna kader diyemezsiniz, böyle kader olmaz” gibi cahilce ifadelerin ne kadar saçma olduğunu da anlamış oluruz. Belki şöyle denebilir: Bu kader, yani bu sonuç insanların ihmalinden kaynaklanmıştır. İhmali olan sorumludur ve cezasını çeker. Kimse bunu Cebriyye gibi kadere yükleyip sorumluluktan kurtulamaz... İşte, “buna kader diyemezsiniz” ile böyle bir determinizm kastediliyorsa bu doğru olabilir ama onu da doğru ifade etmek gerekir.


Yazının tamamı için:

http://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk_beser/kaderimizi-degistirebilir-miyiz-2007691

12 Ekim 2016 Çarşamba

İhlas kavramı ve Bursevî’nin harika bir yorumu-Faruk Beşer


Kuranıkerim'in, dolayısıyla da İslam'ın temel kavramlarından biri ihlastır...


...kısaca, kulun din adına ne yapıyorsa bunu safi Allah için yapması, ona başkalarını hiçbir surette karıştırmamasıdır.

Amellerin ruhu ihlastır, amele Allah için olmasından başka bir niyet karışırsa bozulur, sevabı ve faydası kalmaz. Kul ibadet ettiğini sanır ama sonuçta hiçbir karşılığını göremez. O halde ihlasın niyetle de alakası vardır. Niyet insanı bir şeyi yapmaya götüren iç dürtüdür. Yapılan bir iş için; onu neden yapıyorsun, neden öyle değil de böyle yapıyorsun? Sorularının cevabı hem niyeti hem ihlası belirler...

...Kul bir şeyi sırf Allah için yapıyor olduğu iddiasında sadık ve dürüst ise ihlaslı demektir.

...hiçbir dini eylem ve düşüncede Allah'tan başkasının rızası hesaba katılmamalıdır. Katılırsa din halis olmaz şaibeli olur, kul da ihlaslı olmaz. Bu şaibenin iki yönü vardır. Ya doğrudan doğruya kul başka bir şeye ya da şahsa ibadet eder ki bu açık şirktir, ya da ibadetinde Allah ile beraber başkasının rızasını ve beğenisini de kazanmak ister, ibadetine ondan katkı bekler. Bu da riyadır, riya da gizli şirktir, şirke götürür...


...İhlas için demişler ki, ihlas Allah ile kul arasında bir sırdır; onu melek dahi bilemez ki, yazsın, şeytan dahi bilemez ki, bozsun, nefsi dahi bilemez ki, caydırsın.
 
İhlas yaptığın işlerde insanların onu bilip bilmemesinin, beğenip beğenmemesinin sende hiçbir değişiklik yapmamasıdır.

Yazının tamamı için:

1 Ekim 2016 Cumartesi

*** YENİ YIL MESAJI!!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Müslümanların yeni yılı bugündür(2 Ekim 2016 Pazar)Bu şuurla tüm müslümanların en azından bir küçük mesajla birbirlerinin yeni yılını kutlamalarını, hayır dua etmelerini çok önemli buluyorum.

Tüm Müslümanların yeni yılı mübarek olsun.Ümmet-i Muhammed'e hayırlar getirsin. 


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR