7 Temmuz 2024 Pazar

***Riyâzü's Sâlihîn'in " MUHARREM ORUCUNUN FAZİLETİ " Bâbı-1-


MUHARREM, ŞÂBAN VE HARAM AYLARINDA NÂFİLE ORUÇ TUTMAK 

Hadisler

1249. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 

"Ramazan orucu dışında en faziletli oruç, Allah'ın ayı muharremde tutulan oruçtur. Farzlar dışında en faziletli namaz da gece namazıdır." 

Müslim, Sıyâm 202, 203. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Savm 56; Tirmizî, Mevâkît 207; Nesâî, Kıyâmü'l-leyl 6 

Açıklamalar 

Yüce dinimiz hemen her farz ibadetin cinsinden nâfile ibadet yapmak imkânı getirmiştir. Bu durum, müslümanlar için büyük bir şans ve nimettir. 1170 numarada da geçmiş olan hadisimizde en faziletli nâfile oruç ve namazlar açıklanmaktadır. Bilindiği gibi ramazan ayında oruç tutmak farzdır. Ramazan bayramının birinci günü ile kurban bayramının dört günü hariç, senenin her gününde Allah rızâsı için oruç tutmak mümkündür. Ancak bunun için en uygun ve faziletli ay hangisidir? İşte akla gelebilecek bu soruyu Resûl-i Ekrem Efendimiz bu hadislerinde "Allah'ın ayı muharrem" olarak bildirmektedir. Muharremin "Allah'ın ayı" diye nitelendirilmiş olması, onun değerini anlatmak içindir. Yoksa zaman da aylar da günler de hepsi Allah'ın yaratmasıyla var olmuştur. 

Muharrem ayında tutulacak orucun fazileti iki şekilde yorumlanmıştır. Birincisi, söz konusu fazilet, hadisin ifadesinden anlaşıldığına göre, muharrem ayının herhangi bir gününde tutulacak nâfile oruç için geçerlidir. İkincisi, ondan maksat, o ayda bulunan âşûrâ gününde tutulacak oruçtur. Muharrem ayı söylenmek suretiyle onun bir parçası olan âşûrâ günü kastedilmiştir. Muharrem ayının onuna rastlayan âşûrâ gününün fazileti de o günde cereyan edegelmiş olaylardan kaynaklanmaktadır. 

Bilindiği gibi Hz. Peygamber âşûrâ günü oruç tutmuştur. Yine aşağıdaki hadiste görüleceği üzere Hz. Peygamber'in, ramazan dışında en çok oruç tuttuğu ay, şâban ayı idi. 

Hadisimizde ikinci olarak, farz namazlar dışında nâfile olarak kılınacak namazların en değerlisinin gece namazı olduğu bildirilmektedir. Hatta gece namazının, farz namazlardan önce veya sonra kılınan ve revâtip diye anılan sünnet namazlarından bile faziletli olduğu kabul edilmektedir. Gece namazının fazileti, meşakkat, yorgunluk, riyâ ve gösterişten uzaklık gibi özelliklerinden ileri gelmektedir. Ayrıca gece namazı, Hz. Peygamber'in bütün hayatı boyunca sürekli kıldığı bir namazdır. Bu sebeple de sünnetlerin en faziletlisi, Hz. Peygamber'in bu sünnetidir. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Dinî terimiyle tatavvu, bizim söyleyişimizle nâfile oruç için en faziletli ay, muharrem ayıdır. 

2. Âşûrâ günü orucu da en faziletli nâfile oruçlardandır. 

3. Nâfile olarak kılınacak namazların en değerlisi gece namazıdır. 

4. Müslümanlara her işte olduğu gibi nâfile ibadetlerde de en faziletli olanlarını yerine getirmeye çalışmak yaraşır.

***MUHARREM AYI,OLANLAR ve OLMAYANLAR-Faruk Beşer




yazısındaki konuyu, Faruk Beşer Hoca kaleme almış. Mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum. Bu mübarek ayda bizde bu bi'datlerin yayılmasını engelleyerek ibadet yapalım inşallah.


... Muharrem boyunca güzel bir iş yaptıklarını sanan bazılarının sayıp dökecekleri bidatleri de duyacağız. Bilindiği gibi bidat günahların en çirkini ve affı en zor olanıdır. Zordur, çünkü bidat işleyenler başkalarını yanlış yola sokarlar. Onlar o yolda yürüdükçe onu ihdas edenin günahları da sürüp gider.


Önce şu kurallarımızı hatırlayalım.

Zamanların ve mekânların birbirinden farkı yoktur. Onları Allah seçer ve değerli kılar, biz de öyle inanır ve gereğini yaparız.
Kul ibadet koyamaz. İbadetlere zaman mekân keyfiyet ve sayı belirleme sadece Şeriatın sahibinin hakkıdır.
İbadetlerdeki meratip, yani derece sıralaması da yine Mabudun seçimidir. Farz sünnetten, sünnet müstehaptan değerli ve önceliklidir. Daha değerli ve öncelikli olan bırakılarak diğerinin yapılması yanlış olur.

Sünnetin birimleri olan hadislerin sıhhati için söylenecekler söylenmiştir. Biz bir hadisin sahih, zayıf ya da uydurma olduğunu ancak asıl kaynaklarına bakarak bilebiliriz. Bu konuda kahramanlık sökmez, kuru iddianın bir anlamı olmaz.
Söylemediği bir sözü Hz. Peygamber'e isnat etmek cehennemlik olmayı gerektirebilecek çirkin bir günahtır.
İmdi, Muharrem için bizim dinimizde olanlar ve olmayanlar şunlardır.

Önce olanlar

Muharrem Ayı Haram aylardan biridir. Haram olması, muhterem/değerli ve saygın olması, bu sebeple de onda savaşın yasak olması demektir.

“Ramazan orucundan sonra en faziletli oruç, Allah'ın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur”. Bazılarına göre bu ifade ayın tamamına da delalet edebilir, bazılar da bundan sadece dokuz, on ve on birinci günleri anlamışlardır. Çünkü Hz. Peygamber bu ayın tamamını hiç oruçlu geçirmemiştir.

Demek ki, 'Allah'ın Ayı' ifadesi de Recep için değil Muharrem için söylenmiştir. Sadece onuncu günü değil, dokuzu ve onu, ya da dokuzu onu ve on biri yahut onu ve on biri günleri oruç tutmak sünnettir.

Hz. Peygamber (sa) “Allah'tan ümit ederim ki, Aşure Günü oruç tutmak önceki bir yılın günahlarına kefaret olur” buyurmuş ve Yahudilere benzememek için de, söylediğimiz gibi ona dokuzunun ya da on birinin de ilave edilmesini istemiştir.

“Kim Aşure Günü çoluk çocuğuna bol davranırsa, Allah da ona senenin kalan günlerinde bolluk verir”, sözünün Ahmet bin Hanbel aslının bulunmadığını söyler. Bazılar zayıf bir hadistir derler. Yani hiç hesaba katılmayabilir. Ancak sevap için itibar edene de bir şey denmez demek isterler.

Aşure Günü çocukların da oruca teşvik edilmesi sünnette olan güzel bir davranıştır.
Aşure günü gerçekleştiği sayılıp dökülen olaylardan sadece Hz. Musa'nın ve kavminin Firavunun zulmünden kurtulmaları doğrudur.

Olmayanlar
Bu konuda kitap dolduracak bir edebiyat gelişmiştir.

Muharrem'de kim dokuz, on… gün oruç tutarsa Allah ona semada bir kubbe inşa eder.

 Kim Zilhicce'nin son günü, Muharrem'in ilk günü oruç tutarsa elli senelik, yetmiş senelik günahlarına kefaret olur. 

Kim Muharrem'de şöyle şöyle bir namaz kılarsa onun için şu kadar melek yaratılır, onlar onun için sürekli istiğfar ederler. 

Allah Arşı, Kürsüyü, cenneti ve cehennemi Aşure Günü yaratmıştır.

 Âdem'in tövbesi o gün kabul edilmiş, İsmail kurban edilmekten o gün kurtulmuş, Yusuf kuyudan o gün çıkarılmış, Yunus balığın karnından o gün çıkmış gibi sayılan onlarca olayın Aşure ile ilgili bir aslı ve ilgisi de yoktur. 

Kim o gün bir fakiri doyurur, bir yetimin başını okşarsa ümmetin bin fakirini doyurmuş sevabı alır, bin hac ve umre sevabı alır, yabani hayvanlar bile o gün oruç tutarlar. 

Kim o gün sürme çekerse, musafaha ederse şu kadar sevap alır gibi haberler birer çirkin yalandan ibarettir.

Aşure Günü'nü eğlence ve ışıklandırmalarla bir kutlama günü yapmak da dinimize uygun değildir.

Bütün müminlerin göz nuru Hz. Hüseyin'in Aşure Günü şehit edildiği gerçektir. Bu olay azıcık imanı olan her mümini dilhûn eder. Hatırlayınca üzülür ve zulme lanet okuruz, ancak o gün yas tutup ağlayıp dövünmek, kan akıtmak cahiliye adetlerinden çirkin birer bidattirler.

“Hz. Nûh'un Cûdi Dağı'na inmesi Aşure Günü'dür hadisi” zayıftır. Gemideki insanların azıklarından arta kalanlarla karıştırıp bir çorba yapılması söyleminin aslı yoktur. Dolayısıyla Aşure Günü aşure tatlısı yapıp dağıtmanın da dini bir dayanağı bulunmamaktadır. O güne denk getirilerek bundan bir sevap umulursa bidat işlenmiş olur. Yoksa aşure tatlısı çok güzel bir tatlıdır ve yemek kültürümüz olarak devam ettirilmelidir.

Hz. Peygamber'in hicreti sanıldığı gibi Muharrem'de değil Rabiulevvel ayındadır.
Diyebiliriz ki, Hz. Peygamber'in dediklerini ve demediklerini öğrenmek suretiyle böyle zamanlar için uydurulan sözleri ayıklamaya çalışmak böyle günlerde yapılacak en güzel ibadetlerden biridir. Mübarek olsun.

***İSLAMİ YILBAŞI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


ÖNEMLİ BİLGİ:
 Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, muharrem ayında değil rebiülevvel ayında hicret etti. Ancak o dönemde yaygın olarak kameri takvim kullanılıyordu ve ilk ay da muharrem ayı olduğu için ayların sırasına riayet ederek ve yıl olarak da hicret yılını alarak tarihi iki ay sekiz gün geri alınıp Hicri takvimin başlangıcı 23 Temmuz 622 olarak tesbit edildi. 

İslâm tarihinde ve Müslümanların hayâtında maddî-mânevî büyük te’sirleri bulunan Muharrem ayı ve Hicret, Hazreti Ömer(radıyallahu anh)’ın hilâfeti (Hazreti Peygamber’in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) vekîli olarak Müslümanların Dînî ve dünyevî işlerini idare edip, hukûkunu koruma vazifesi) zamanında kurulan bir şûrâ (Müslümanların işlerini idare eden yetkili tarafından hazırlanan kânun tasarıları üzerine düşüncesini bildirmek gibi vazifeleri olan seçilmiş kişiler) tarafından Islâmî takvim başlangıcı olarak kabul ve ilan edilmiştir.

Hazreti Ömer
(radıyallahu anh)devrine kadar Arap yarımadasında, doğru dürüst bir takvim mevcut değildi. Geçen seneler ise, o yıl içinde meydana gelen önemli hadisenin adı ile anılıyordu.

Hicretin 21. senesinde, (miladî 643) Halife-i Müslimîn Hazreti Ömer’e
(radıyallahu anh) getirilen bir borç senedi üzerindeki ihtilaf, (anlaşmazlık) İslâmî idâre (devlet yönetimi) için esaslı bir tarih başlangıcı ve takvim kabûlünün şart olduğunu ortaya çıkardı.

Halife’ye getirilen bu ihtilaflı senette, borcun Şaban ayında ödeneceği yazılıydı. Ancak bu ay, alacaklının iddiasına göre, bu yılın; borçluya göre ise, gelecek yılın Şaban ayı olarak gösteriliyordu.

Ayrıca hudutları çok genişlemiş bulunan İslâm memleketlerindeki vâlilerden Hilâfet makâmına gelen yazılarda da, bu gibi tereddüde sevkedici
(şüphe ve kararsızlığa sebep olucu) zaman mefhumları ortaya çıkıyordu.

İleri görüşlü büyük halife Hazreti Ömer
(radıyallahu anh), ileride bu işin daha çok karışıklıklara sebebiyet vereceğini, daha çok mahzurlar çıkaracağını düşünerek, istişâre (eshâbın büyükleri ve âlimlerinden oluşan danışma) meclisini topladı. Meseleyi izah ederek bir tarih ve takvim başlangıcı tesbit edilmesini istedi.

O tarihte dünyada kullanılmakta olan muhtelif millet ve inançlara mahsus takvimlerden birisinin kullanılmasına dair tekliflerde bulunanlar oldu, ancak bu tekliflerin hiç biri “İslâmî
(Kur’ân’da ve Rasûlüllah’ın uygulamalarında örneği) olmadığı için” kabul görmedi.

Daha sonra, Rasûlüllah’ın
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ifadeleri ile “İlim şehrinin kapısı ” makâmının sâhibi ve eshâbın en âlimi bulunan Hazreti Ali kerremAllahü vecheh: “Rasûlüllah’ın(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Mekke’den Medine’ye yaptığı tarihî hicretinin, takvim yılı başlangıcı olmasını” teklif etti.

Bu teklif, heyette bulunanlar tarafından ittifakla kabul edildi. Ancak küçük bir değişiklik yapılarak mer’iyete
(yürürlüğe) konuldu.

Şöyle ki; Rasûlüllah’ın
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hicreti, 12 Rebîülevvel, miladî 622 senesinde vukû bulmuştu. Araplar arasında ise, sene başı, Muharrem ayının biri olarak kabul edilegelirdi. Bu hususta kolayca intibâkı (uyumu) sağlamak için, yeni kabul edilen hicret takvimi yılının başı, o senenin Muharrem ayının biri olarak kabul edildi. Böylece, 1 Muharrem miladî 622 senesi, Hicrî birinci senenin başlangıcı oldu. İslâm âlemi de kendi takvimine kavuşmuş oldu.

Özetle;  Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, rebiülevvel ayında hicret etmişti. Ancak yaygın olarak kameri takvim kullanılıyordu ve ilk ay da muharrem ayı olduğu için Hz Ömer (radıyallahu anh) ayların sırasına riayet ederek yıl olarak hicret yılını ay olarak da kameri yıl muharrem ayı ile başladığından tarih iki ay sekiz gün geri alınıp Hicri takvimin başlangıcı 23 Temmuz 622 olarak tesbit edildi. 

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Temmuz 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 122

Sorumluluk toplumun kendisindedir

Allah celle ve alâ’ya isyan eden hiç bir mahluka (adı halife, şeyh ne olursa olsun) itaat asla yoktur. 

Bireyin aklını pasifize eden, onu zayıflatan, emre buyruk hale getiren anlayışlar kesinlikle İslamî değildir. 

Allah bireyin sorumluluğunu kaldırmamıştır. 

“Yöneticine itaat et, anlamasan da itaat et, ne derse yap” şeklinde bir zorlama yoktur. Tam tersi, yöneticinin senden istediğine akletmelisin. Yaratıcı’ya karşı gelecek bir şeyi senden istiyorsa itiraz etmelisin, tepki vermelisin. Kur’anın yaklaşımı bu, Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in tesis ettiği toplum da bu. 

O yüzden peygamberimizin meclisinde de, hutbesinde de kalkıp soru soran insanlar görebilmektesiniz. Ondan sonraki topluluklarda da hutbe verirken Hz Ebubekir’e, Hz Ömer’e itiraz eden, muhalefet eden, “sana itaat etmiyorum” diyen kimseler görmektesiniz. 

Bunlar Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in oluşturduğu, bireylere sorumluluklarını iyice bellettiği, canlı toplumların tezahürüdür. 

Ne var ki sonralarda, bireyin sorumluluğunu törpüleyip yontan, hatta dini-İslamî argümanlar ile bunu ortadan kaldıran, Halife’ye itaati Yaratıcı’ya itaatin bir parçası olarak vurgulayıp, kişilerin sorgulayıcı yanını kaldıran, susan, her türlü zulme sessiz kalan, emre buyruk, ihtilal yapamayan, başkaldıramayan, yıllarca diktatöryel yönetimlere karşı sessiz, pısırık o toplulukları böyle oluşturdular. 

Bu, İslam’dan kaynaklanan değil, insanların kendi elleriyle bozduğu bir yapının neticesidir. 

Kuranı Kerîm “Onlar başlarındakilere itaat ederler, onun dediğinden çıkmazlar” demedi. Sorumluluk toplumun kendisindedir. Sorumluluğu toplumdan çekip kendi uhdesine aldığını söyleyenler toplumu pasifize etmiştir. Topluma “Siz işinize bakın, artık yönetim benim elimde. Ben ölene kadar böyle devam edecek. Hatta ben öldükten sonra da benim soyum üzerinden devam edecek.” algısını oluşturan ve bunu toplumun selameti açısından en uygun yolmuş gibi, fitne tazyikiyle (bak bu sisteme yanaşmazsanız fitne çıkar) toplumu sindiren anlayışlar, toplumun çökmesine, her türlü haktan ve gelişmeden mahrum kalmasına ve çürümesine yol açmışlardır. Halbuki canlı bir tartışma-muhalefet ortamı, yanlış bir filizin önünü keser ve böylece toplumda esenliğin, selametin, dürüstlüğün, nizamın sağlıklı ve kalıcı olmasına imkan verir. 

Adı halife de olsa kişilerin uhdesine bırakılacak bir şey değildir İslam toplumunun yönetimi ve akibeti. Allah “Onlar her türlü işlerini istişare ile çözerler.”derken hariçten gazel okumuyor. Katılımcılık ilkesi Kuranın emridir. 

Allah celle ve alâ halkın bile ses çıkarmasını beklerken alimler, ilim sahipleri ses çıkarmadılar. 

Vaktiyle ilim sahiplerine zoraki kadılık görevi vermek isteyenler, onu yönetimin bir parçası haline getirip böylece susturmak isteyenler kendi düzenlerini kurmaya çalışıyorlardı. Adına hilafet de deseniz bu İslamî bir şey değildi. Onlar “ben ne dersem o olsun” diyen kendi düzenlerini kurmaya çalışıyorlardı !!! 

Nitekim kimi alimler buna isyan ettiler, sistemin bir parçası olmamak için hapishanelerde işkence gördüler. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

5 Temmuz 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 121

Namaz onların muhafızlarıdır

Şûrâ 38: “Rablerinin çağrısına icabet ederler, namazı ikame ederler.”

Cenab-ı Allah’ı hatırlatan her türlü çağrıdan, çağrışımdan uzak duran kimseler vardır. 

Rablerine icabet etmediği suçluluğu yaşamamak için, buna dair hatırlatıcı unsurlardan uzak duran kimseler. 

“Eyvah, camiye yakın yerde ev tutmuşuz. Ben burada nasıl yaşayacağım. Her gün ezan sesi beni rahatsız ediyor.” 

Bu çağrı, bu mesaj onu rahatsız ettiği için camiye uzak muhitleri tercih ediyor. Biri etrafta ölümü hatırlatacak olsa “içimizi kararttın bunalttın” diye onu susturanlar, suçluluklarını derinden hissederler ki, bundan kaçmak için bir ömür farenin kediden kaçtığı gibi Allah’ın ayetlerinden ve Allah’ı işaret eden her türlü şeyden uzak kalarak güya kendilerince rahatlamaya çalışırlar. 

Böyle kimselere Cenab-ı Hakk’ı hatırlattığımızda yaydan çıkmış ok gibi ani tepkiler vermelerine şaşırmamak lazım. 

O tepkileri bize değil. O tepkileri, içlerinde var olan sıkışmış, hazır tepkilerdir. 

Kendi içlerinde çözememişlerdir, bizden duyduklarında bize patlarlar. Mesaiyi dünyaya harcayıp, Cenab-ı Hakk’ın çağrısına icabet etmeyenler ağır bir sorumluluğu yaşarlar. 

Rablerine icabet edenlerin hayatlarındaki en belirgin unsur namazdır. Resulullah (sav) Mü’min olanla olmayan arasındaki en temel fark namazdır, buyurmuştur. Onlar ki namazların muhafızlarıdır, namaz da onların muhafızlarıdır, bekçileridir. Karşılıklı birbirini koruyan, bekleyen mıknatısın iki kutbu gibi. 

“Onlar işlerini kendi aralarında şûrâ ile hallederler.”

İstişare ile birbirlerine danışarak hallederler. Mü’minler öyle kimselerdir. Mü’minler istişare ederken hangi referansları kullanacaklar? Elbetteki ayeti kerimelere ve peygamber efendimizin (sav) uygulamalarına dayanarak görüşme yapacaklar: 

“Bu konuda Rabbimizin bir sözü yönlendirmesi var mı? Peygamberimizin uygulamaları nasıldı?”

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

4 Temmuz 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 120

Sabır tek başına baş edilmesi ağır olabilir

Sabrı, Cenab-ı Allah yaşamın her alanında başvuracağımız bir kavram olarak önümüze koyuyor. 

Ve eşliğinde de çoğu zaman namazı zikrediyor. 

Sabır tek başına baş edilmesi ağır, zor olabilir. Bedende sabrı etkili ve sürdürebilir kılabilmek için eşliğinde namaz kılmak, hamd etmek gerektir. 

Böylece sen razı olursun, mutmain hissedersin. 

Rabbi’ni anmakla Allah kalbine sükunet indirir. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

3 Temmuz 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 119

Mü’minler sabra tutunmalı

Şûrâ 43: “Ama kim sabreder ve bağışlarsa, işte bu güçlü irade gerektiren işlerdendir.”

Marufu anlat, marufu yay, doğruyu söyle, kötülükten sakındır. Ve başına gelene sabret. 

Bunları yapan kimsenin başına neler geleceğini biliriz, sen doğruyu söyleyince dokuz köyden kovulacaksın. Aile içinde bile doğruyu söylediğin takdirde yerilecek, küçümsenecek, hakir görüleceksin. 

Dolayısıyla sabra ihtiyacın var. Hele kötülükten sakındırmak istediğinde, sanki iyi olan onlar kötü olan senmişsin gibi dalga geçecekler. Mü’minlerin sabra tutunmaları, Cenab-ı Hakk’ın özellikle test ettiği bir sahadan ibaret. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

2 Temmuz 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 118

Allah bir kerecik yanlış yaptın diye hemen azab vermez

Delalet içinde ölen kimseleri Cenab-ı Hak neden mahşerde yüzleri üzre, kör, sağır, dilsiz ve sahipsiz olarak sürükleyerek haşredecek? 

Kanaatimce şundan ötürü; Allah’ın ayetlerine karşı israf ile karşılık verdiler, umursamadılar. Ayetlerden kaçtılar, gözlerini kapatıp kulaklarını tıkadılar. 

Şûrâ 44: “Allah kimi delalete, sapkınlığa uğratırsa artık onun velisi olmaz.”

Bir insan, Cenab-ı Hakk’ı memnun edememiş, O’nun o müşfik, o esirgeyen, o rahmet dolu yaklaşımına karşı ısrarla, inatla, istikbarla delaleti hak edecek bir hoyratlıkla davranmış ise artık Allah celle ve alâ onun velisi olmaz. Artık onun dostu yok. 

Bir kimse delalete saptırılmayı hak edecek davranışlarından ötürü, Allah celle ve alâ onu delalete sürüklediyse bu gelinen noktanın kurtuluşu yok. 

Sadece Allah’ı memnun etmeye odaklanmak gerekmektedir. Allah bir kerecik yanlış yaptın diye hemen azab vermez, o Halîm olandır. Toleranslıdır. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

1 Temmuz 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 117

Yaptığı sınav da O'nun gücüne ve ilmine uygun düşecek mükemmelliktedir

Bu mükemmel sistemleri var eden Cenab-ı Hakk’ın sınavını da ona uygun olarak düşünmemiz lazım. Nasıl yaratmada, yaşatmada kusur işlememişse, atomlardan yıldızlara kadar bunca karmaşık ve iç içe sistemi gücü ve ilmiyle yaratmışsa ve bu bizde hayranlık oluşturuyorsa, O’nun yaptığı sınav da bu güce ve ilme uygun düşecek mükemmelliktedir. 

Bu sistemdeki denge ne kadar ayarlı, ahenkli ise sınavımız da aynı şekilde ayarlı, dengeli, intizamlı, ahenkli, anlaşılır, mantıklı ve hayranlık uyandıracak güzellikle olmalıdır. O’nun sınavlarını adaletsiz tasavvur etmek; bunca kanıtı ve sanatı ortadayken, bizim kendi kendimizle çelişmemiz olur. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

29 Haziran 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 116

Bir uyduruk ehliyet sınavındaki kadar heyecanlanamayışımız!

Haşr gününün ürpertisi, heyecanı konusunda kendimi ve insanlığı derin bir aymazlığın içerisinde görüyorum. 

Nedense heyecanlanamıyoruz. Bir uyduruk ehliyet sınavındaki kadar heyecanlanamayışımıza şaşırıyorum. 

Kuran-ı Kerim’de bitiş çizgisini Allah CELLE CELÂLUH bize defaatle vurguluyor. 

Her an böyle dehşetli bir günle karşılaşacak olan bizlerin heyecan yapamayışımızı anlamakta zorlanıyorum. “Ey insanlar, bu yaşam bitmeden yapmanız gerekenleri, Rabbinize icabetimizi muhakkak yerine getirin. Gerçekten O’nun vâdettikleri haktır, sakın yanılmayın.” 

Bu ifadelere neden kendimizi kaptıramıyoruz, değişik bir aymazlıkla yaşıyoruz. Başına ölüm gelmeyenler için dünya güllük gülistanlık, başına gelenler içinde her şey harap bir halde. Bir gün ben de aynı duruma düşeceğim tümevarımını yapamıyor, serinkanlı yaşıyoruz. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

28 Haziran 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 115

Esas olan Rabbimize olan güvenimiz

Cenab-ı Allah, kul neye tutunmaya çalışırsa Kendisi’nden gayrı elinin altından çekip alıyor. Çünkü orada “Bana tutun” diyor. 


Kişinin Rabbi’yle kaim olması muazzam bir şeydir. Esas olan Rabbimize olan güvenimiz, O’nun esirgemesine olan güvenimiz. 

Bu aradaki bağlantı bizi mutlu ediyor, yarınlar için bu bağlantı ile kendimizi huzurlu hissediyorsak, bu yaklaşım Mü’min olmayan ile Mü’min arasındaki temel farktır. 

Biz hayatımızda neyin üzerine titrersek, Cenab-ı Hakk’a adeta bunun değersiz olduğunu göster diye yalvarmış oluyoruz. 

Cenabı Hak da çekip alıyor, o şeyi bir hiçe dönüştürüyor. O anda anlıyoruz, muazzam bir düşünceye çekiliyoruz. Bu işleri kim çekip çeviriyor???

“Benim Rabbim var” diyenler mutluluğu yakalayabiliyorlar. Diğer değişkenler onun mutluluğuna zarar veremiyor. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

27 Haziran 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 114


Biz başkasının sorusuyuz!

Birimiz diğerimize sınav aracıyız. 

Hayatımızdaki herkes sınavımızın parçası, ama aynı zamanda biz de onlara sınav malzemesi olup duruyoruz. 

Böyle karmaşık bir yapıyı yürüten Cenab-ı Hak sınırsız ilim ve kudret sahibi. 

Biz başkasının sorusuyuz adeta. Aynı anda da başkaları bizim sorumuz noktasında. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

21 Haziran 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 113

İnsan 150 sene daha yaşasaydı yine öğüt almayacaktı

Cenab-ı Hak, hakikati kabul edecek, kulluğunu ikrar edecek, öğüt alacak kimsenin, Yüce Yaradan’ına saygı gösterecek bir niyette olan kimsenin bunda muvaffak olacak kadar imkan ve ömrü insanlara nasip ettiğini söylüyor. 


İnsanların yaşama ömürlerinde de çeşitlilik vardır, bazıları bu duruma itiraz ediyor. “20 sene yaşadı, belki 40 sene yaşasaydı öğrenecekleriyle belki hidayet bulacaktı. 

Mesela bak kardeşi 40’ında hidayet buldu. Ama o bu yaşta kaza geçirerek son derece menfi bir hayat üzre vefat etti. Neresinde bunun fırsat eşitliği” gibi sorgulamalar da yanlış. 

Çünkü görünürde bizim 20 senelik gibi gördüğümüz ömürde o dediğimiz şey bu kişi için gerçekleşmiş. 

Yani Cenab-ı Hak kimisine 20 senelik ömürde yaşatır, diğerine daha seyreltilmiş halde 40 senede yaşatır. Biz dışarıdan farklı farklı uzunlukta yaşamlar görürüz ama bunu Cenab-ı Hak nisbî olarak dengeler, adil bir imkan ve fırsatı verir. 

O kişi 20 sene daha değil 150 sene daha yaşasaydı yine öğüt almayacaktı. Yani o öyle bir sınandı ki kalan müddet ne kadar uzun olursa olsun Allah’ın o kişi için hükmü değişmiyor. Tüm insanlar hakkında bu böyle. 

Allah ölçme ve test etmede fire vermez. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

20 Haziran 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 112

İbrahim aleyhisselam evlat sevgisinden vazgeçebileceğini gösterdi

İbrahim aleyhisselam ve İsmail aleyhisselam... 


Bu ikili, baba sevgisinin, oğul sevgisinin ve de can sevgisinin Cenab-ı Allah’ın emri karşısında bir hiç olduğunun en kalıcı, en gözle görülen, en tereddütsüz kanıtını icra ettiler. 

Onlar icra edince Cenabı Hak bize şunu gösterdi; “Ben ne çocuğu istedim ne babaya kıymak istedim. Ben sadece önceliğimi görmek istedim.” 

İbrahim aleyhisselam evlat sevgisinden vazgeçebileceğini gösterdi. 

Cenabı Allah da onu bütün insanlığa baba olarak takdim etti. Çünkü o babalığın en kralını yaptı, çocuğunu bile Yüce Yaratıcı karşısında bir hiç saydı. 

Çocuğunuza bakarken sınavda testin en önemli sorusuna bakar gibi bakın!!!

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 


19 Haziran 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 111

Çocuklarına bir iyilik yapacaksan onları ateşten koru!

Allah-u Teala’nın Kuran-ı Kerîm’de öğrettiği salih bir şekilde yaşayıp, Allah’a sığınıp, orada güvenlik aramak varken, çocuklarımız için hayali bir kurgu oluşturuyoruz, sığ bir dünya kuruyoruz, “Bizler çocuklarımız için, çocuklarımız bizler için olacaklar ve onlara iyi bir gelecek bırakarak hayatı devredeceğiz.” 

Bu şeytanın neredeyse her insana yutturduğu basit bir bilmeceden ibaret. Bu kurgunun içinde Yüce Yaratıcı’nın her şeye kudretinin yettiği inancı yok. Bu kurgunun içinde, hayatın zorluklarla dolu olduğu, tedbirin kendi başımıza alınması gerektiği, Allah’a güvenerek olursa “İşin Allah’a kalmış, sokaklarda kalırsın, perişan olursun.” biçiminde, arka planda tamamen seküler bir yaklaşım var. 

Tâhâ 132: “… ailene namaz kılmayı emret. Ve bunun üzerinde sabırlı bir şekilde dur.” 

Yani pes etme. “Bugün emrettim, yarınlarda emrettim ama kılmıyor, ben de yakasını bıraktım” diyorsun ama Cenabı Hak yakasını bırak diye emretmiyor. 

Sen çocuklarına bir iyilik yapacaksan onları ateşten koru. 

Onu gerçekten korumak istiyorsan ona namazı emret. “20 yıldır her sabah kaldırmaya çalışıyorum ama kalkmıyor hocam ne yapacağım?” Öyleyse 21. Yılı da aynı şekilde geçireceksin. Ayette sana “Artık bırakabilirsin” demiyor. Artık senin hanende değil, başka evde yaşıyor. Bundan sonra sorumluluk kalktı mı? Kalkmadı. 

Eğer Allah’ın elçisine bakarsan, namazda eğer Hz. Ali’yi görmediyse doğrudan Fâtıma’nın evine gider ve neden namaza kalkmadıklarını sorardı. Onların namazı konusunda bu denli sabırlı ve titiz bir bekçiydi; çünkü Yüce Yaratıcı’nın emri ortada. 

O namazı terk ettiği halde sen onla iyi olamazsın. O namazı terk ettiğinde, sen onunla iyi isen, artık o senin hayatında Cenab-ı Hak ile yarışa başlamış demektir. 

Artık Cenab-ı Hakk’ın bir emri çocuk dolayısıyla yere düşmüş ve çocuğun hatrı Cenab-ı Hakk’ı dengelemektedir. “N’apalım, şimdilik idare ediyoruz.” demek bir ödündür, bu ödünün ileride neyi getireceği bilinmez. 

Senin ailen hususunda birinci yükümlülüğün onlara namazı emretmek. “Ben sanıyordum ki birinci yükümlülüğüm akşam eve yiyecek götürmek” Hayır değil. “Biz senden rızk istemiyoruz; üstelik seni de biz rızıklandırıyoruz.” diyor ayeti kerime. Seni de biz yedirip giydiriyoruz. 

Eğer bir baba ailede Allah’ın halifesi olmak istiyorsa, ailede Allah’ın sözünün temsilcisi olmak istiyorsa, o babanın sorumluluğu ailede namaz kılınmasını gözetmektir. 

Şunu unutma sonuç müttakîlerin olacaktır. Bu düzeyde sakınma sahibi olan, hayatında Allah’ın buyruklarını öncelemiş olan, çocuğu namazı terk ettiğinde artık onunla problemli hale gelmiş “Sen Allah’la mesafelisin yavrum, ben de seninle mesafeliyim. Sen O’nunla arayı açtıkça benimle de böyle olacaksın” diyebilen. 

O çocuk bilecek ki “Babam bana karşı şuan soğuk çünkü ben Allah’a karşı soğuk duruyorum. Ben Allah’ın emrini yapmadıkça babam bana ısınamıyor. Çünkü ben babamın hayatında, eğer konu Allah’sa, bir hiçim.” 

Çocuk bundan emin olduğu gün, biz o sınavdan geçmişiz demektir. 

Ama çocuk “Yok, babam bana canını verir. Ben namaz kılmasam da katlanır buna. Ben düğünümü içkili de yapsam katlanır. Babam dindar bir insandır ama çocuklarına çok düşkündür.” 

Çocuğun izlenim ve deneyimleri buysa; o zaman Yüce Yaratıcı’yı geride bırakan öne çıkmış bir tanrıdan söz ediyoruz demektir. Kendisi tanrı değil ama, buyrukları Yüce Yaratıcı’yı geride bıraktığı için Allah ona şerik diyor, ortağım diyor, haberimiz yok !!!

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

18 Haziran 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 110


Ruh, Allah-u Teala’nın bir parçası değil, emriyle ortaya çıkmış bir varlıktır

Şûrâ Sûresi Mart 2023 


Ruh, Allah-u Teala’nın bir parçası değil, emriyle ortaya çıkmış bir varlıktır. 
Rabb’e saygı ve tazimde bulunur. 

Ruh Allah-u Teala’nın bir parçası değildir, Allah hâşâ ruhtan ibaret değildir. Hz Adem’in yaratılışında “Ona ruhumdan üfledim” demesi, “Ona emrimden olan ruhtan üfledim.” anlamındadır. 

Her birimizin içinde bulunan bu ruh, kişiye kişilik kazandıran Cenab-ı Hakk’ın muazzam bir eseri. Ama Allah’ın bir parçası olarak, O’ndan kopmuş bir unsur olarak görmek söz konusu değil. Asla Yüce Yaratıcı’nın gölgesi veya parçacıkları değillerdir. 

Zaten aklen düşünecek olsak Zâtı İlahi için bu muhaldir. Hz Mesih’in yaratılışında da Cenabı Hak Hz Meryem’e “Ona ruhumuzdan üfleyiverdik” haberini bize veriyor. (Gönderdiği elçi üzerinden) Bu ifadeyi hem Hz Adem’in hem Hz Mesih’in yaratılışında görüyoruz. Yaratılışları benzerdir. OL emriyle yaratıldılar. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

17 Haziran 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 109

Din sadece Cenab-ı Hakk’a tahsis edilmiş olmalı

İnsan hiç bir şeye ümit bağlamayacak, ümidi sadece Cenab-ı Hak olacak, gayesi amacı bütün beklentileri O’na dayalı olacak. 

Böyle olursa din sadece Cenab-ı Hakk’a tahsis edilmiş olur. Buna erişmek kolay değil. 

Kul bu anlamda gayrette bulunursa Cenab-ı Hak onu muvaffak kılar.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

16 Haziran 2024 Pazar

Kurban Bayramında yapılan ibadet ve merasimlerin dindeki yeri nedir?


Ezanımız, camimiz, minaremiz, selamlaşmamız, günlük dildeki dinî motiflerimiz, giderek açılsa bile kılık kıyafetimiz, bayramlarımız, âdâb-ı muaşeretimiz (görgü kurallarımız)... müslümanlar olarak bizim alâmet-i fârıkamızdır (bizi başka din ve kültür mensuplarından ayıran işaretlerimiz, nişanlarımız, şiarlarımız, sembollerimizdir). Bugün bu nişanlarımızı korumak dünkünden daha önemli hale gelmiştir; çünkü artık topluluğumuz çoğulcudur, çok kültürlüdür, çok inançlıdır; bu çoklar yedi renk gibi ayrışmış, birbiri ile alakalarını asgariye indirmiştir; artık bu renklerin birleşerek bir aydınlık, bir aydınlatıcı ışık olması şöyle dursun, bazılarının çok severek kullandıkları mozaik bile oluşturmaktan uzaktır. Bütüne, teke, çokluk içinde birliğe yönelik bir düşünce, bir çaba, bir yöneliş mevcut değildir. Milli eğitim politikası toplumun harcı olacak unsurdan mahrumdur. Tevhîd-i tedrîsât, ideolojilerden bir ideolojiyi diğerlerine dayatmayı, topluluğun tarihinden gelen ve onu bütünleştiren unsurları görmezlikten gelmeyi, dahası zaman içinde yok etmeyi, en fakir, en cılız, en yalınkat, en tevhid amacı yönünden uygunsuz bir "harcı" bütünleştirici olsun diye ileri sürmeyi, devreye sokmayı tercih etmiştir. Her şeye rağmen insanımızda hala varlığını sürdüren, ama Cumhuriyet ideolojisinin dışladığı, hatta zaman zaman düşman ilan ettiği değerlerimiz olmasa bu millet ne ile ayakta durur, niçin yaşar, niçin ölür, niçin itaat veya isyan eder, niçin sever veya nefret eder... soruları cevapsız kalmaktadır; şöyle de denebilir: Bu soru karşısında verilecek cevaplar neredeyse bireylerin sayısınca olacaktır. 

İşte böyle bir kültür ve eğitim ortamında vazgeçilmez değerleri olanların üzerine titremeleri gereken bir unsur da inanç (din, iman) nişanlarıdır. Onlar manaları, muhtevaları, içte ve derinde olanları muhafaza eden zarflardır, siperlerdir, zırhlardır; işleri ve işlevleri yalnızca korumaktan ibaret de değildir, onlar aynı zamanda telkin eder, talim eder, terbiye eder.
Sözü fazla uzatmadan şiarlarımızdan biri olan Kurban bayramına gelelim.
Bu bayramda kurban keseriz, bayram sabahı bayram namazı kılarız, Arafe günü sabah namazından sonra başlayarak bayramın dördüncü günü ikindi namazı sonuna kadar devam etmek üzere "teşrık tekbirleri" getiririz, yoksullara kurban eti dağıtırız, ölü (mezarlarda) ve diri (evlerde) yakınlarımızı ziyaret ederiz, halleşir, dertleşir, hasret giderir, muhabbeti arttırırız. Günümüzde haberleşme imkanları geliştiği için ziyarete gidemediğimiz yakınlarımızı telefon vb. vasıtalarla arar, hal hatır sorar, bayramlarını tebrik ederiz.
Bayramda yapılan bu ibadetler ve merasimlerin dindeki yeri (hükmü; farz mı, vacib mi, sünnet mi olduğu) tartışılıyor. Asıl sorulması gereken soru şudur: Bunlar terkedilirse ne olur, neleri kaybetmiş oluruz? Bence en önemlisi bir şiarımızı kaybetmiş oluruz; "Şiarı kaybetmek caiz midir?", soru böyle sorulmalıdır.
Kurban kesmenin bazı mezheplerde vacibi bazılarında sünnet olduğunu söyleyenler, önce şu soruya cevap vermelidirler: Meselâ kurbana sünnet diyen Şafi'î mezhebini örnek olarak alalım: Şâfiîlere göre sünnet ve vacib olan ibadetler var da kurban bunlar içinde sünnet ibadetlere mi giriyor? Bu sorunun cevabı "Hayır" dır. Şâfiîlerde, "farz ile sünnet arasında yer alan" bir vacib kavramı yoktur; onlara göre ibadetler ya sünnettir ya da vâcib (yani farz)dır; onlara göre vacib ile farz aynı manada kullanılır. Şâfîlerde, Hanefîlerde olan manasında bir vacib olmadığı için onlar kurbana sünnet demişlerdir; başka bir deyişle sünnet demeselerdi farz diyeceklerdi. Kafanız karıştı ise daha açık ifade edeyim; hiçbir İslam mezhebinde kurban, terkedilmesinde sakınca bulunmayan, yapılması da fazla önemli olmayan bir ibadet değildir; kurban önemli bir ibadettir, Hz. Peygamber (s.a.) buna önem vermiş ve hayatı boyunca yerine getirmiştir. 

Bir müslüman gerekli ve meşru olmadıkça otu bile koparmaz. Gerekli ve meşru olunca insanı bile öldürür (savaşta düşman öldürülür ve düşman bir insandır). Kurban kesmek, başka hikmetleri yanında işte bu şuur ve teslimiyetin de sembolüdür, eğitimidir.
Şiarlarımızı koruyalım, yoksa bu toz duman içinde her şeyimizi kaybedebiliriz.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00068.htm

***Kurban Bayramı


Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Kurban Bayramını, her yıl hac ibadetini yerine getiren yüz binlerce mü'min kardeşimizle birlikte, vecd ve huzur içinde idrak ederiz. Ve bu mübarek bayramın, bütün İslâm dünyası için fetihlere, hayırlara ve maddi-manevi gelişmelere vesile olmasını niyaz ederiz.

Cenab-ı Hakka kul olmanın ebedi hazzını namazlarımızla, tekbir ve tehlillerimizle ve kurbanlarımızla bütün kâinata ilan eder; tükenmez bir şükran ve minnet duygusu içinde Cenab-ı Hakka sonsuz şükürlerimizi arz eder ve mukaddes dinine bağlılığımızı yenileriz.

Kurban Bayramı Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'i kurban etmek istemesi ve Hz. İsmail'in buna razı olması, sonunda Allah'a karşı gösterilen büyük sadakatin karşılığı olarak hayvan kurban edilmesinin hâtırasını taşımakta ve mü'minler bu günlerde kurban kesmek suretiyle bu iki peygamberin Allah'a karşı verdikleri başarılı imtihanın sevincini yaşamaktadırlar.

Özellikle hacca gidenlerin ifa ettikleri hac ibadeti sırasında bu hatıraları diğerleriyle de takviye ederek Kurban Bayramının sevincini daha büyük bir heyecanla tadarlar.

Dini bayramlarımızda, Allah'a kulluğun ve yaratılışın bir borcu olan namazların ayrı bir yeri vardır. O günde her gün kıldığımız sabah namazından sonra bayram namazını kılarız. Cemaatle kılınan bu namaza, dini hayattaki yaşantısını büyük ölçüde kaybetmiş kimseler dahi gelmemezlik edemezler. Çünkü bayram namazları toplumun manevi hayatında yer etmiş ve gelenek haline gelmiş güzel birer âdet olmuştur.

Namazda rütbesi, mevkii, serveti ne olursa olsun, herkes kudret ve rahmet sahibi olan Allah'a karşı, Onun huzurunda saf bağlayıp, Ona kul olmanın manasını idrak ile kulluk vazifesini yerine getirir. O kudretin büyüklüğünü tekbirlerle haykırır. Rahmetin ihtişamını, üzerinde tecelli eden sayısız nimetlerde görüp ruhunda coşup taşan şükran hissini Elhamdülillah'larla ilan eder. El açıp Rabbine yalvarır. Bayramın "mehabetti" sabahında, maziden gelip istikbale ve ebede giden zaman çizgisi içinde kendi yerini düşünür ve o şendin böyle saadet dolu kesitlerinde duyduğu hazzı ebedileştirmek için Rabbine verdiği kulluk akdini yeniler.

Diğer taraftan bayram namazları, Yaratıcının dergâhında saf saf dizilen mü'minlerin kardeş olduklarını ilan eden en manalı tablolardır.

Evet, kardeş ne kadar günahkâr, ne kadar hatalı olsa da yine kardeştir. Zaten o kardeşlik ruhudur ki, dünyayı on dört asırdır aydınlatan îslâm ruhunu Kıyamete kadar nesilden nesile devam ettirecek.

Namazdan sonra herkes sevinç içinde birbiriyle bayramlaşır ve arkasında, bayramın ikinci vazifesini yerine getirmek için kurbanlarını kesmek üzere dağılır.

Kurbanlar Allah rızası için kesilir. Namazla başlayan Allah'a yakınlaşma, kurbanla daha ileri merhalelere erişir. Mü'min, kestiği kurbanın kanıyla birlikte günahlarının da akıp gittiğini, iç dünyasında beliren tadına doyulmaz sevinçle hisseder. Allah uğrunda fedakarlık yapmanın en güzel örneğini, kurbanıyla gösterir. Kurban onun Allah'a teslimiyetinin bir işaretidir. Ayrıca kurban onu ve ailesiyle çocuklarını her türlü bela ve musibetlerden, sıkıntılardan kurtarmaya vesile olur.

Kurbanların kesilmesinden sonra sıra kurban etlerinin taksimine gelir. Öteden beri yapılan taksimatla, etin üçte biri fakirlere, üçte biri komşulara, kalan kısmı da evde çoluk çocuğa ayrılır.

Böylece mü'minler bir taraftan Allah'a karşı kulluk vazifelerini yerine getirirken, diğer taraftan da insanlara karşı mes'uliyetlerini ifa etmiş olurlar. Böylece insanlar arasında sevgi ve kardeşlik hisleri gelişir. Kin ve düşmanlık gibi fertleri birbirinden soğutucu duygular kendiliğinden eriyip gider.

Bu suretle kurban ibadeti, fakirlerin gıda ihtiyacını temin ederken, zengin fakir kaynaşması gibi sosyal dayanışmayı da sağlar.

Bütün İslâm âleminde aynı anda milyonlarca Müslümanın kurban kesmesi ne kadar muhteşem bir manzaradır.

Demek ki, bunca insan Rabbinin tek bir emriyle harekete geçip, Onun kendilerinden istediklerini yerine getirmeye hazırdır. Bu hayal ve düşüncenin insana kazandırdığı manevi kuvvetin derecesini düşünmek kolay değildir.

İşte bütün mü'minler İlahi rızaya erebilmek için, güçlerinin ve imkanlarının müsaade ettiği nisbette birer kurban satın alarak Allah için keserler.

Diğer taraftan o mü'minler, kurban kesilmesini akıllarına sığdıramayan kimselerin itirazlarına karşı da hikmet dairesinde düşünerek derler ki:

"Dünyada her gün yüz binlerce hayvan insanların günlük et ihtiyacını karşılamak için kesiliyor. O zaman hayvan sayısında korkunç bir azalma olmuyorsa, Kurban Bayramında neden olsun? Kurban Bayramında kesilen kurbanların sayısı, diğer zamanlarda- aynı dönem içinde-kesilenlerin sayısından hiç de fazla değildir. Çünkü bayrama yakın günlerde kasaplar normal kesimlerini çok azaltırlar."

Kurban Bayramında kurban eti dağıtımının yanı sıra, sadaka ve hediyelerin de büyük yeri vardır. Nitekim Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam bayram namazı sonralarında cemaati sadaka vermeye teşvik etmişlerdir. Bilhassa kadınlara bu hususta ısrarlı teşviklerde bulunmuşlar ve bayramda en çok sevdikleri zinetlerinden verecekleri sadakaların, günahlarının affına vesile olacağına işaret etmişlerdir. (1)

Bayram günlerinde yiyip içmek ve ikramda bulunmak dinimizin mü'minlere tavsiye ettiği güzel vazifeler arasındadır. Hatta bayram günlerinde oruç tutmak bile haram kılınmıştır.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam bir hadis-i şeriflerinde Kurban Bayramı hakkında "Teşrik günleri yemek içmek günleridir" (2) buyurmuşlardır.

Bu bakımdan namaz sonralarında getirilen teşrik tekbirleri sebebiyle "teşrik günleri"olarak adlandırılan bayram günlerinde yemek, içmek, neşelenmek, sevincini açıkça göstermek ve etrafındakilere, bilhassa çocuklara maddi-manevi ikramlarda bulunmak sünnettir.

Bayramlar neşe ve sevinç günleri olduğu için, içinde günah bulunmayan meşru oyun ve eğlencelere de izin verilmiştir. (3) Çünkü bunlar coşkunluğun ve ruh sevincinin işaretidir. Bu heyecan ve hazzm açığa vurulmasıdır.

Ancak bu sevinç gösterilerinin ve oyunların gaflet haline gelecek kadar taşkınlaşmaması lazımdır. Bayramlarda Allah'ın zikrine ve şükrüne ağırlık verilmesi bundandır.

Böylece bayram sevinci insanda ve hayatında tecelli eden nimetlere duyulan bir şükre dönüşür ve bu suretle nimetler devam edip ziyadeleşir. Çünkü "şükür nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır." (4) Halbuki gaflet dairesinde yaşanan sevinçler, geçicidir. O coşkunluk anı geçtikten sonra geride, o lezzeti kaybetmenin eleminden başka bir şey kalmaz. Bu itibarla, o lezzeti ve nimetleri ikram eden Allah'a şükredilmelidir ki, nimetlerin tükenmeyen kaynağına erişilsin ve böylece mü'min İlahi rahmetin daimi iltifatlarına mazhar olsun.

Bayram günlerinde uyulmasında büyük faydalar bulunan âdâblardan birkaçı:

Bayram sabahında erken kalkmak,

gusletmek, 
misvak veya fırça ile dişleri temizlemek, 
güzel kokular sürünmek, 
temiz ve güzel giyinmek, 
olabildiğince sevinçli olmak, 
mü'minlere güleryüz göstermek, 
sadaka ve hediyeler vermek, 
bayram gecesini ihya etmek, 
evden namaz için çıkarken hiçbir şey yememek ve iftarı, kesilecek kurbanın etiyle yapmak, sokakta açıktan tekbir almak, 
eve dönerken camiye giderken kullandığı yoldan başka bir yolu tercih etmek, 
mü'minlerle bayramlaşmak ve musafaha etmek, aile fertlerini ve bilhassa çocukları hediyelerle sevindirmek, 
bayramın en güzel âdâbları arasındadır.

 Bayramın dördüncü günü ikindisine kadar bütün farz namazların sonunda teşrik tekbirleri almak da vacibdir.

(1) - Müslim. Salatü'l-İydeyn:9.
(2) - A.g.e., Sıyam:144.
(3) - A.g.e., Salatü'l-İydeyn: 4.
(4) - İbrahim Suresi, 7; Lem'alar, s. 260.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

15 Haziran 2024 Cumartesi

***LEYLA İPEKÇİ'nin yazısı:Kanda ezeliyet sırrı

Hac'cı anlatan mukemmel bir yazı!

... Bir bakıyordun ki, her uzvuna nur inmiş. Allah'ın nuru yerleri ve gökleri kaplar ne demekmiş... İnsanda seyretmeye başlıyordun. Bütün o helak olmuş vücutların nura gark olduğuna şahitlik ettikçe... Ben'inden ve ten'inden soyunarak o nur deryasına dalmanın asıl yolculuk olduğunu görüveriyordun. Bir anda. Milyonlarca kişinin ameli tek bir amel oluyordu. Ve size içinizdeki en güzel amel ile muamele ediliyordu...

...İnsanın o karanlıkta küçük orta ve büyük günahlarının muhasebesini yapması müthiş bir tecrübe...


...Mina'da avucuna aldığın kendi suçların, vicdan azapların, pişmanlıkların. Kendi kanın, terin, gözyaşın idi. Avucuna alıp fırlatıyordun onları. Varlık bir; içinde celal de var cemal de. Terk ettikçe nefsinin putlarını... Şeytan da dahilmiş, fark ediyordun. Sana 'gayrı hak' olarak gözüken şeytana rağmen, Hakka yaklaşıyordun. Ondan istiyor, ondan bekliyordun. Her şey O oluyordu derken.
Artık kurban edeceğin kendi nefsindi:...


...Anlıyorsun ki, akıttığın kan da bir. Senin kanın. Bıçağı dayadığın oğlun sensin. Boğazını kestiğin koyunun canı senin canın. Kurban da sensin, kesen de. Kanda ezeliyet sırrı var. Vücud bir. Hepsi Kendi. Bazen bu külli aşka; direnirken katledilenler şahit, bazen de Mina'da üst üste yığılanlar.


Yazının tamamı için:

http://www.yenisafak.com/yazarlar/leylaipekci/kanda-ezeliyet-sirri-2022033

Kurbanlık Hayvanın Satış Usûlleri

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 19
Konusu: Kurbanlık Hayvanın Satış Usûlleri ve Kilogram Birim Fiyatı Üzerinden Kurban Alım-Satımının Dini Hükmü hk.
   

Din İşleri Yüksek Kurulu, 07.04.2021 tarihinde Kurul Başkanı Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. İbadetler Komisyonu tarafından hazırlanan “Kurbanlık Hayvanın Satış Usûlleri ve Kilogram Birim Fiyatı Üzerinden Kurban Alım-Satımı” başlıklı metin ve gerekçesi müzakere edildi. Yapılan müzakereler neticesinde aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
KARAR
Kurban ibadeti; akıl sağlığı yerinde, bulûğa ermiş, nisap miktarı mala sahip ve mukîm olan her Müslümanın yerine getireceği mâlî bir ibadettir. Kurban ibadetinin geçerli olması için; kişinin, kendi mülkü olan ve gerekli şartları haiz bir hayvanı kesmesi veya kestirmesi gerekir.
Günümüzde kurbanlık alım-satımı genellikle şu üç şekilde gerçekleştirilmektedir.

  1. Götürü (kabala) usûlü ile kurban alım satımı: Bu satışta, satıcı ve müşteri muayyen olan bir hayvan üzerinde pazarlık yapmakta ve belirledikleri bir fiyat üzerinde anlaşmaktadırlar. Kurbanlık hayvanda geçmişten günümüze uygulanagelen yaygın yöntem budur.

  2. Hayvanın canlı olarak tartılarak fiyatının belirlenmesi yoluyla alım-satım: Bu satış işleminde kurbanlık hayvanın fiyatı, canlı haldeki kilosu dikkate alınarak belirlenmektedir. Bu şekilde de kurbanlık alım satımı yapmak mümkündür.

  3. Hayvanın karkas etinin kilogram birim fiyatının belirlenmesi ve toplam fiyatının, kesildikten sonra tartılarak elde edilecek rakam olduğu hususunda tarafların anlaşması yoluyla alım-satım.

Kurbanlık hayvan bu yöntemle de alınıp satılabilir. Ancak bu şekildeki satın alınan kurbanın geçerli olabilmesi ve ibadetin et alım satımına dönüşmemesi için aşağıda belirtilen şartlara riayet edilmesi gerekir:

  1. Karkas etin kilogram birim fiyatının belirlenmiş olması.

  2. Alış-veriş esnasında satışa konu olan hayvanın belirlenmiş olması.

  3. Belirlenen hayvan üzerinde satış işleminin tamamlanmış olması.

  4. Hayvanın, sadece kurban niyetiyle kesilmesi. Yani herhangi bir organının (et, deri, sakatat vb.) satıcıda kalmasının şart koşulmaması veya kesim veya organizasyon ücretine sayılmaması gerekir.

  5. Şayet kurban günlerinden önce alıcı, hayvanı yukarıda belirtilen usullerden biri ile alacağını vadetmiş ve alım-satım tamamlanmamışsa, kurban kesiminden önce satım akdinin tamamlanması-kesinleştirilmesi gerekir.

GEREKÇE
Kurban ibadetinin geçerli olması için kişinin, mülkiyetinde bulunan belirli nitelikleri haiz bir hayvanı kurban kesim günlerinde kesmesi gerekir. Günümüzde kurbanlık hayvan alım satımı hususunda bazı farklı uygulamalar gelişmiştir. Bu uygulamalar, kurban ibadetinin sahih olmasına engel teşkil edebilecek bir takım unsurlar içerebilmektedir. Bu şüpheler, genellikle hayvanın kurban kesen adına belirlenmesi ve alım satımı ile ilgili hususlarda yoğunlaşmaktadır.
Kurbanlık hayvanların alım-satımı hususunda geçmişten günümüze yaygın uygulama, hayvanın göz kararı ile götürü şekilde (kabala usûlü) fiyatının belirlenerek satılmasıdır. Alım satımın diğer bir yolu hayvanın canlı bir şekilde tartılarak fiyatının belirlenmesidir. Kurbanın kesiminden önce satış tamamlandığı için bu iki yöntemde, bir sakınca bulunmamaktadır.
Genel uygulama yukarıdaki şekilde olmakla birlikte şehirleşmenin artmasıyla beraber hayvanın fiyatının belirlenmesi hususunda zorluklar ortaya çıkmış ve insanlar aldanma riskine karşı farklı yöntem arayışı içerisine girmişlerdir. Bu çerçevede son yıllarda kurbanlık alışverişinde yeni bir yöntem yaygınlaşmıştır. Bu yöntemde, taraflar arasında hayvanın karkas etinin kilogram birim fiyatı belirlenmekte ve kesildikten sonra karkas et tartılarak toplam fiyat elde edilmektedir. Hayvanın toplam fiyatı başlangıçta tamamen belli olmamakla birlikte belirlenen birim fiyatta anlaşma sağlandığı için, bu tür satış, taraflar arasında bir belirsizliğe ve anlaşmazlığa yol açmamaktadır. Bu açıdan, toplam fiyatın miktarının belli bir rakam olmaması satım akdinin sıhhatine engel değildir. Nitekim, fiyattaki belirsizlik taraflar arasında çekişmeye sevk edecek derecede fâhiş olmadığında, akdin fesâdını gerektirmediği fakihler tarafından ifade edilmiştir. (Bkz. Kâsânî, Bedâi, V, 158,159; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, IV, 539-542; İbn Hacer, Tuhfetu’l-Muhtâc, IV, 259,260; el-Haraşî, Şerhu Muhtasari’l- Halil, V, 25; Büceyrimî, Haşiyetü’l-Büceyrimî ale’l-Hatîb, III, 8) Ayrıca, fiyatın nasıl belirleneceğinin bilinmesi bizzat fiyatın bilinmesi hükmünde kabul edilmiştir. (Şeybânî, el-Câmiü’s-Sagîr mea Şerhihi en-Nafii’l-Kebîr, s. 338-339; Derdîr, eş-Şerhu’l-Kebîr, III, 15; Râfiî, eş-Şerhu’l-Kebîr, IV, 45).

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/39694/kurbanlik-hayvanin-satis-usulleri-ve-kilogram-birim-fiyati-uzerinden-kurban-alim-satiminin--dini-hukmu-hk-

Teşrik Günleri ve Oruç


Zilhiccenin 11-13. günleri teşrîk günleri diye adlandırılır. Bayramın birinci gününden sonraki üç güne teşrîk denmesi yaygın olmakla birlikte arefe ve nahr günlerini (9 ve 10.günler) ilâve etmek suretiyle bunun sayısını beş güne çıkaranlar da vardır.

Peygamber aleyhisselam Zilhicce ayının ilk on gününde yapılacak ibadetlerin faziletçe üstün olduğunu, teşrîk günlerinin yeme içme ve zikir günleri sayıldığını1, dolayısıyla bu günlerde oruç tutulmayacağını belirtmiş, aynı günlerde tekbir, tehlîl ve tahmîdlerin çoğaltılmasını istemiş, kendisi de teşrîk tekbirlerini okumuştur.

Zilhicce’nin on, on bir, on iki ve on üçüncü günleri (kurban bayramının dört günü) oruç tutmak tahrimen mekruhtur. Buna haram da denilir.2 Bu günlerde farz ya da vacip oruçların da tutulması caiz değildir. Bu günlerde oruç tutmak yasaklanmıştır.3

1 (Müslim, “Ṣıyâm”, 144-145)

2 TDV İslam Ansiklopedisi

Diyanet İlmihali
Ali Fikri Yavuz İlmihali
Ömer Nasuhi Bilmen İlmihali

3 Mebsut, 3.cilt, 125.sayfa El-İhtiyar, 125.sayfa

***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-9-


1287. İbni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle dedi: Ukâz, Mecinne (Micenne) ve Zülmecâz İslâm öncesi dönemde meşhur panayır yerleri idi. Bu sebeple İslâm döneminde (bazı müslümanlar) bu pazarlarda alış - veriş yapmayı günah sandılar. Bunun üzerine hac mevsiminde "Alış - veriş yaparak Rabbinizin fazl ve kereminden istifade etmenizde sizin için bir günah yoktur" âyeti indi. 

Buhârî, Hac 150, Büyû 1, Tefsîru sûre (2), 24 

Açıklamalar 

Abdullah İbni Abbâs hazretleri bu beyanı ile hac ibadetini yerine getirirken ticaret de yapılabileceğini ortaya koymaktadır. Araplar’ın İslâm öncesi dönemde ve özellikle hac mevsiminde Mekke civarında umumi pazarlar kurdukları, oralarda alış-veriş yaptıkları hatta şiir ve edebiyât yarışmaları düzenledikleri bilinmektedir. İbn Abbâs hazretleri bu dört büyük pazar veya panayırdan üç tanesinin adını vermiştir. Bir de Hubâşe panayırı vardır. Bu panayırların en büyüğü ve en uzun süreli olanı zilkade ayının başında kurulup yirmi gün süren Ukâz panayırı idi. Hz. Peygamber peygamberlik öncesi dönemde Kus İbni Sâide'nin ünlü hitâbesini bu panayırda dinlemişti. 

İslâm geldikten sonra müslümanların bir kısmı, bu eski Câhiliye dönemi panayırlarında hac mevsiminde ticaret yapmayı hoş karşılamamışlar, aksi halde günah işleyecekleri kaygısına kapılmışlardı. Bunun üzerine nâzil olan Bakara sûresi'nin 198. âyeti, hac mevsiminde müslümanların alış - veriş yaparak Rablerinin fazl ve kereminden istifade etmelerinde herhangi bir günah bulunmadığını bildirdi. Böylece hac ibadetinin îfâsı için mukaddes topraklara giden kimselerin ticaret yapmalarında herhangi bir sakınca bulunmadığı kesinleşmiş oldu.

 Günümüzde hacca gidenlere oralara ticaret için değil, ibadet için gittikleri hatırlatılarak âdeta ticaret yapmamaları önerilmektedir. Bu, ticaretin haram veya yasak olduğunu değil, ticarete dalarak hac ibadetinden elde edecekleri mânevî feyz ve bereketi kaçırmamaları anlamında bir uyarıdır. Yoksa bir insan sırf ticaret veya geçimini sağlamak maksadıyla işçi olarak oralara gitse ve hac mevsiminde de haccetse, haccı sahihtir. 

Hac, bir anlamda en büyük dinî turizm olayıdır. Hele günümüzde milyonlarca insanın aynı anda aynı mekânlarda bulunması dikkate alınırsa, elbette o kadar insan arasında sadece mânevî değil maddî ve ticarî birtakım muamelelerin olması hem kaçınılmaz hem de oldukça tabiidir. Bu sebeple hacıların oralarda alış-veriş yapmalarını ve ticaretle iştigal etmelerini garipsememek gerekmektedir. Ancak bütün vaktini ticarete tahsis etmek, elbette hac niyetiyle gitmiş bir kimse için uygun olmaz. İbadeti de ticareti de kararınca yapmak gerekir.

 Memleket ve yörelerin örf ve âdetine göre aşırıya kaçmadan dönüşte eş-dost ve akrabaya hediye edilmek üzere bazı şeyler almak anlayışla karşılanmalıdır. Ancak bu konuda da oldukça mûtedil davranılması gerekir. Fuzûli harcama ve israfa yol açılmamalıdır. Mukaddes topraklara olan hasret, özlem ve saygıyı arttırıcı olumlu tavırlar sergilemek herhalde hac ibadetini yerine getirme bahtiyârlığına kavuşmuş insanlara daha çok yakışır. 

Hac-ticaret ilişkisi söz konusu olunca, halkımız arasında hacı olan kimsenin bir daha ticarî hayata dönmemesi, tartı - terazi başına geçmemesi gerektiği şeklindeki yanlış bir kanaate de işaret etmek yerinde olacaktır. Oysa tam aksine hac ibadetini yerine getirmiş bir müslümanın, eskisinden daha dürüst bir şekilde işinin ve ticaretinin başında olması gerekir. Namaz kılan bir müslüman ne kadar dürüst olmak zorunda ise, haccetmiş olan müslüman da aynı şekilde dürüst olmak zorundadır. Öteki ibadetleri yerine getiren müslümanlar nasıl geçimlerini sağlamak, üretmek için çalışmak zorunda iseler, haccetmiş kişiler de aynı şekilde çalışmak zorundadırlar. Ama onlara yakışan tam anlamıyla dürüst olmaya çalışmak, "hacı" sıfatını asla birtakım sahtecilikleri ört-bas etmek için kullanmamaktır. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Hac mevsiminde ticaret yapmak serbesttir.

 2. Hacceden kimselerin iş ve ticaret hayatından el etek çekmesi diye bir şey söz konusu değildir. 

3. “Haccı koruyamam” veya “tutamam” gibi sudan bahanelerle şartlarını elde etmiş olanların haccı ertelemeleri doğru değildir. 

4. Önemli olan ibadetlerin bize kazandırdığı dürüstlüğü günlük hayatımıza aktarabilmek ve böylece müslümanca yaşamanın mutluluğunu hem tatmak hem de çevremizde bulunanlara telkin etmektir. 

5. İslâm'da alış-veriş, sadece cuma günü iç ezanından cumanın farzı kılınıncaya kadar yasaktır. Bunun dışında her zaman ve her yerde serbesttir.

***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-8-


1286. Enes radıyallahu anh'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, erzak ve eşyâsı da aynı deve üzerinde olduğu halde deve ile hacca gitmiştir. 

Buhârî, Hac 3. Ayrıca bk. İbni Mâce, Menâsik 4 

Açıklamalar 

Hadisin râvisi Hz. Enes, azık ve eşyası aynı deve üzerinde olduğu halde hacca gitmişti. Kendisi asla cimri bir insan değildi. Belki de böyle düşünecekleri dikkate alarak bu davranışının sebebini açıklamak istemiş ve "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, azığı ve eşyası da aynı deve üzerinde olduğu halde deve ile hacca gitti" demiştir. 

Hz. Enes bu açıklamasıyla, hem sünnete uymuş olmak için yanında azığı ve eşyasını taşıyan ayrı bir deve (zâmile) götürmediğini belirtmiş, hem deResûl-i Ekrem Efendimiz'in pek sade ve mütevazi bir şekilde azık ve eşyasını yüklediği deveye binerek haccettiğini haber vermiştir. 

Peygamber Efendimiz hayatında bir kere haccetmiştir. O da Vedâ haccıdır. O sırada Efendimiz istese, azık ve eşyasını taşıyacak ayrıca deve veya develer sevkedebilirdi. Ancak o, mümkün olduğunca az eşyâ ve yiyecek almak ve onları da bindiği deveye (râhile) yüklemek suretiyle bu haccını gerçekleştirmiştir. Böylece Efendimiz'in devesi, hem binit hem de erzak taşıyıcı ( râhile ve zâmile ) görevini yapmıştır.

 Bu tutum ve davranış, hac yolculuğunda gösterişten ve riyâdan uzak, mütevazi ve fakat temiz ve vakur olmanın ehemmiyetini gösterir. Günümüzde de markası ve firması ne olursa olsun, kişiyi azığı ve eşyası ile birlikte, temiz bir şekilde hacca götürüp getirecek araçlarla haccedilmesi, gösterişe kaçılmaması, hac ibadetinden beklenen neticenin elde edilmesi için daha uygun olur. 

Hadisten Öğrendiklerimiz 

1. Peygamber Efendimiz, daima tabii, sâde, gösterişten uzak ve mütevazi davranırdı. Yüz binlerin iştirak ettiği Vedâ haccında da Efendimiz bu tavrını korumuştur. 

2. Sahâbîler mümkün mertebe Efendimiz gibi davranmaya dikkat ve titizlik gösterirlerdi. 

3. Kula, kul gibi davranmak yaraşır.

***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-7-


1284. Sâib İbni Yezîd radıyallahu anh şöyle dedi: Ben yedi yaşımda iken, Vedâ haccında Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in maiyyetinde bana da haccettirdiler. 

Buhârî, Sayd 25 

Aşağıdaki hadis ile birlikte açıklanacaktır.


1285. İbni Abbâs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ravhâ denilen yerde bir grupla karşılaştı: 

- "Siz kimlersiniz?" diye sordu. Onlar: 

- Biz müslümanlarız, peki sen kimsin? dediler. Hz. Peygamber: 

- "Ben Allah'ın Resulüyüm" buyurdu. Bunun üzerine içlerinden bir kadın, (kucağındaki) küçük bir çoçuğu Peygamber'e doğru havaya kaldırarak: 

- Bunun için de hac var mı? diye sordu. Resûl-i Ekrem: 

- "Evet, ona hac, sana da sevap vardır" buyurdu. 

Müslim, Hac 409, 410, 411. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Menâsik 8; Tirmizî, Hac 83; Nesâî, Hac 10; İbni Mâce, Menâsik 11 

Açıklamalar 

Bu iki hadîs-i şerîf, küçük çocukların haccettirilmesi ile ilgili durumu açıklığa kavuşturmaktadır. Birinci hadisin râvisi olan Sâib İbni Yezid radıyallahu anh, kendisi yedi yaşında iken Vedâ haccına iştirak ettirildiğini bildirmektedir. Tirmizî'nin rivayetinde babasının, bir başka rivayette ise, annesinin kendisini hacca götürdüğünü ifade etmektedir. Rivayetler birleştirilince Sâib'in, anne ve babasıyla birlikte Vedâ haccına iştirak ettiği anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz'in, Medine döneminde hicretin 10. yılında yaptığı yegâne hacca, ashâbıyla vedâlaştığı için Vedâ haccı denilir. Efendimiz'in bu hac esnasında irad ettiği hutbeler de Vedâ hutbesi olarak bilinir. 

Sâib, yedi yaşında mümeyyiz bir çocukken bu hacca iştirak etme şerefine kavuşmuştur. 181 numara ile daha önce geçmiş olan ikinci hadiste ise, henüz annesinin kucağında hiçbir şeyden haberi olmayan (gayr-i mümeyyiz) bir yavruya yaptırılan haccın geçerli (sahih), çocuğun annesine de ona yardımcı olduğu için sevap olduğu Efendimiz tarafından açıklanmaktadır. 

İslâm âlimleri, bulûğ çağından önce çocukların yaptığı haccın nâfile hac olarak sahih olduğunu ancak bulûğ çağından sonra imkân bulabilenlerin haccetmesi gerektiğini, önceki haclarının onları farz olan hac görevinden muaf tutmayacağı görüşündedirler.

 Çocukların namaz ve benzeri ibadetlere alıştırılması ne kadar önemli ve gerekli ise, hac ibadeti için de aynı gerekçe ile çocuklara hac yaptırmanın yerinde ve faziletli bir iş olduğu açıktır. Nevevî merhum da bu hususa dikkat çekmek için bu iki hadisi burada zikretmiştir. 

Hadislerden Öğrendiklerimiz 

1. Küçük çocuklara hac yaptırmak câiz ve yapılan hac sahihtir. 

2. Sonradan hac yapma şartlarına sahip olan kimseler için çocukken yaptıkları hac kâfi gelmez. Onlar tekrar farz olan haclarını edâ etmelidirler. 

3. Küçük çocukları hacca götüren anne-babaya ayrıca sevap vardır.