25 Şubat 2018 Pazar

Temizlik / Kadınlara Mahsus Haller-Hanefi İlmihali - HAYIZ- NİFAS- İSTİHÂZA

Hayız, nifas, istihâza denilen üç çeşit hal vardır ki, bunlar kadınlara mahsus olup erkeklerde olmaz. Kadınların temizliğe bağlı bir takım ibadetleri yapabilmeleri ve karı-koca ilişkilerinde harama düşmemeleri için kendileriyle ilgili İslâm’ın bu özel hükümlerini öğrenmeleri gerekir. Bu duruma göre, belli yaştaki bir kadının cinsel organından üç türlü kan gelebilir:

A) Hayız kanı: Sağlıklı kadından belli yaşlar arasında gelir.

B) Özür kanı: Kadının cinsel organından değil de çatlak bir damardan gelip, cinsel organ yolu ile akan kokusuz bir kandır.

C) Lohusalık kanı: Doğumdan sonra belirli bir süre gelen kandır. Aşağıda bu üç hali açıklayacağız.

A) Aybaşı Hâli:
Kadınların aybaşı hallerine çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü temizliği gerektiren bazı ibadetlerin geçerli olması, boşanmada iddet ve nafaka gibi konuların tespiti bu bilgilere dayanır.


 Aybaşı Hâli Nasıl Belli Olur?

Hayız akıntısı kırmızı, siyah, sarı, bulanık yeşil ve kiremit renklerinde olabilir. Pamukta bu renklerden biri görülse, muayyen hâlin başlamış olduğuna hükmedilir. Muayyen hâl kesildiğinde ise, gelen akıntı beyaz renktedir ve rahimin tabiî akıntısıdır.

Rahimden gelen akıntının ay hâli sayılabilmesi için kadının hâmile olmaması da şarttır. Hâmilelik süresi içinde gelen kan, muayyen halden sayılmaz.

Kadın âdet görmeye yaklaşık  9 yaşlarında başlar ve 55 yaşına kadar devam eder. Bu yaşların dışında cinsel organdan gelecek kan “özür kanı” sayılır. Âdet gören kadın artık ergin kabul edilerek, namaz, oruç, hac gibi bütün şer’î emir ve yasaklara muhatap olur. Erkek çocuğun ihtilâm olması da aynı sonuçları doğurur. Âdet veya ihtilâm gecikirse, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre 15 yaşın bitmesiyle her iki cins erginlik çağına girmiş sayılır.

Âdet görmenin üst sınırı için açık bir âyet veya hadis bulunmadığından İslâm fakihleri tecrübeye dayanarak değişik yaşlar belirlemişlerdir. Ebû Hanife’ye göre elli beş yaş olan bu sınır, Mâlikîlere göre yetmiş, Hanbelîlere göre ise elli yaştır. Şâfiîler ise aybaşı halinin ömür boyu devam edebileceğini, ancak çoğunlukla bunun altmış iki yaşında sona erdiğini belirtmekle yetinmişlerdir. Bununla birlikte Hanefîlere göre, nâdir de olsa elli beş yaşından sonra gelen kan, koyu kırmızı veya siyah renkte ise âdet kanıdır.

Aybaşı haliyle ilgili çeşitli nass’lar vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “ (Resûlüm!) Sana, bir de kadınların âdet hali hakkında sorarlar. De ki: “O bir rahatsızlıktır. Bu yüzden aybaşı halinde kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara (cinsel ilişki için) yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah’ın size emrettiği yerden onlara varın (birleşin). Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever.” (Bakara-2/ 222)

‘(Bir veya iki kez) boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı (veya üç temizlik) hali bekler (evlenemez)ler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, rahimlerinde Allah’ın (önceki evlilikten bir çocuk) yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz. Bu (üç aylık) müddet içinde kocaları gerçekten barışmak isterlerse onları geri almaya öncelikle kendileri hak sahibidirler. Erkeklerin, kadınlar üzerinde ma’rûf (meşru olan) hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde (bazı hakları) vardır. Yalnız erkeklerinki onlara göre (aile reisliği ve görevleri bakımından hukûken) bir derece fazladır. Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.’ (Bakara-2/228)

‘Âdet görmekten ümidini kesen (yaşlı) kadınlarınızın iddet (bekleme süre)lerinde eğer şüphe ederseniz, (bilin ki) onların da iddeti üç aydır. Henüz âdet görmeyenler de öyledir. Hamilelerin de iddet müddetleri (doğurup) yüklerini bırakmalarına kadardır. Kim Allah’ın emirlerini yerine getirirse, (Allah) ona işinde bir kolaylık verir.’(Talak-65/4)

Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Bu hayız, Allah’ın, Âdem (as)’in kızlarına yazdığı bir şeydir” Âdet gören kadından tamamen uzak mı kalınacağını soranlara Rasûlullah (sas) şöyle cevap vermiştir: “Cinsî münasebet dışındaki şeyler, normal zamanlardaki gibi yapılabilir.”

Âdetli kadının, temiz olmayan sadece adet kanıdır. Onun tükürüğü ve teri pis değildir. Pişirdiği yenir. Yemek, ya da su artığı temizdir.

Hanefî ve Hanbelîlere göre gebe kadın âdet görmez. Mâlikîler ve son dönemdeki fetvasına göre İmam Şâfiî ise gebe kadının da bazan âdet görebileceğini söylemişlerdir.

*En uzun ve en kısa âdet süresi:


Hanefîlere göre, hayız en az 3 gün, en çok da 10 gün sürer. 3 günden (72 saat) az görülen akıntı ile, 10 günden (240 saat) fazla gelen akıntı muayyen halden sayılmaz. Bir hastalıktan geldiği kabûl edilir. Bu kanamalar özür kabul edilir

En kısa ve en uzun süre arasında görülecek kanlar ise “hayız kanı” sayılır. Şâfiî ve Hanbelîlere göre, en kısa süre bir gün, bir gece; en uzun süre altı veya yedi gündür. Mâlikîler, en az süre için bir sınır belirlemezlerken, en uzun süreyi yeni âdet görmeye başlamış bir kadın için on beş gün olmak üzere takdir ederler.

Ortası beş gün, en uzun süresi ise on gün on gecedir. On günü geçen kanamalar özür kabul edilir. En kısa ve en uzun süre arasında görülecek kanlar ise “hayız kanı” sayılır.

Kanın hayız süresince aralıksız olarak gelmesi şart değildir, ara sıra kesilebilir. Meselâ; bir kadın dört gün kan görse de sonra iki gün kan kesilip, bundan sonra iki gün daha devam etse, bu sekiz günün tamamı âdet gününü teşkil etmiş olur.

İki âdet arasındaki temizlik hâline “tuhr” denir. Bunun süresi on beş günden az olamaz. Fakat bundan fazla olabilir. Aylarca, yıllarca da devam edebilir. Bu şekilde temizlik hali uzayıp giden kadına “mümteddüttuhr” denilir.

Mâlikî ve Hanbelîlere göre, bir hayız arasında kanın kesildiği günlere “temizlik günleri (yevmünneka)” denir ki, âdet gören, kadın bu günlerde temiz sayılır ve diğer temiz kadınların yapacaklarını yapar.

Bazı kadınların âdet günleri düzenlidir. Meselâ; her ay beş veya altı yahut dokuz gün âdet görürler. Bir âdet hali, bir defa ile belirli hale gelebilir. Meselâ; henüz adet görmeye başlayan bir kız, ilk defa olarak sekiz gün kan, bundan sonra yirmi iki gün temizlik görse, bu şekilde âdeti belirli hale gelmiş olur. Böyle bir kadın, rahatsızlığı sebebiyle ayrıca özür kanı görmeye başlasa, âdeti ve temizlik günleri her ay bu şekilde hesap edilir.

Bazı kadınlarda da hayız günleri düzensiz olabilir. Bunlar, meselâ; bir ay, beş; diğer ay da altı gün âdet görebilirler. Bu durumda, ihtiyatlı olanla amel etmek gerekir. Meselâ; böyle bir kadın, altıncı gün olunca yıkanır, namazlarını kılar ve Ramazan-ı şerife rastlamışsa orucunu tutar. Çünkü bu altıncı gündeki kanın özür kanı olması akla gelir. Fakat bu altıncı gün çıkmadıkça cinsel ilişkide bulunmaz. Boşanmışsa iddeti bitmiş sayılmaz. Çünkü bu altıncı gündeki kanın hayız kanı olması da muhtemeldir.

Bir aybaşı süresinin değişmiş sayılması için, en az iki defa başka bir sürede cereyan etmesi yeterlidir. Meselâ; bir kadın düzenli olarak her ay beş gün süreyle aybaşı hali görürken, bu süre daha sonra altı güne çıksa, artık bu yeni süreye tabi olur.

Düzenli süreyi aşan, fakat on günü geçmeyen kanlar aybaşı kanı sayılır. Bu durumda düzenli süre on güne dönüşmüş olur. Meselâ; her ay yedi gün kan gören kadın, daha sonra on gün kan görse, toplam on gün hayız hali sayılır. Bu takdirde âdeti yedi günden on güne çıkmış bulunur. Ancak, düzenli olarak görülen kandan sonra, on günden fazla süreyle kan görülmeye başlansa, düzenli süreye itibar edilir, fazlası özür kanı sayılır. Meselâ; daha önce ayhali düzenli olarak yedi gün süren bir kadın, daha sonra her ay on bir veya on iki gün kan görmeye başlasa, bunun düzenli olan yedi günü hayız, geri kalan, dört veya beş günü ise özür kanı kabul edilir.

Düzenli süreden önce görülmeye başlayan ve toplam on günü aşmayan kan da hayız kanı sayılır. On günü aşarsa düzenli süre kısmı hayız, önceki fazlalık özür kanıdır. Meselâ; her aybaşından itibaren beş gün âdet gören kadın, daha sonra düzenli süreden önce iki veya üç gün daha kan görmeye başlasa, bunların toplamı olan yedi veya sekiz gün hayız sayılır. Eğer toplam on günü aşarsa, düzenli süre olan yedi gün hayız, fazlalık günler ise özür kanı kabul edilir.

*Aybaşı günleri içinde kanın kesilmesi:

Hayız hâli devam ederken kimi zaman kan kesilir, sonra yine görülmeye başlayabilir. Kanın kesildiği süre içinde kadın temiz mi, yoksa hayızlı mı sayılacaktır?

Hanefî ve Şâfiîlere göre, hayız süresi içinde kanın görülmediği sürelerde de kadın, hayızlı kabul edilir. Meselâ; bir kadın 3 gün kan görse(3 günden az olursa hayız sayılmaz), 4. günde bir pamuk koyduğu halde kirlenmeyecek şekilde kan kesilmiş olsa ve 7. veya 8. gün yeniden kan görse, kadın bütün bu süre içinde hayızlı sayılır. Bu duruma göre, iki kan arası görülen temizlik, ay-başını bölen bir süre kabul edilmemiştir. Aksine, başında ve sonunda kanın görülmesi şartıyla, on günü aşmayan bu süre içinde kadın hayızlı sayılır.

* Sürekli olarak özür kanı gören kadının hayız süresi:

İlk defa hayız görmeye başlayan bir kızın âdeti sabit olmaksızın kanı kesilmeyip devam edecek olursa, her aydan on günü “hayız”, yirmi günü de “temizlik” günleri sayılır.

Not:İmam-ı A'zam'a göre, âdet tam üç gün devam edip hayız hâli olduğu kesinleşmeden namazı ve orucu terketmek câiz olmaz.

Düzenli âdet görmekte olan bir kadından, hastalık sebebiyle sürekli olarak kan gelmeye başlasa, düzenli âdet süresine karşılık olan günlerde hayızlı, bunun dışında temiz sayılır. Yine her ay on gün hayız; yirmi gün veya altı aydan daha az bir süre temizlik hali düzenli olan bir kadından daha sonra sürekli olarak kan gelecek olsa, her ayın ilk on günü hayız, diğer yirmi günü veya altı aydan az olan süre de temizlik sayılır. Ancak temizlik süresi altı ayı aşarsa, altı aydan bir saat eksik kabul edilir. Çünkü altı ay, gebelik süresinin alt sınırıdır.

Bir hastalık veya dikkatsizlik sonucu, âdet günlerini unutmuş olan bir kadına “mütehayyire” denir. Böyle bir kadında kan kesilmeksizin devam ederse, hayzı konusunda galip zannıyla amel eder. Galip zan da yoksa ihtiyata uyar. Meselâ; hayız süresinin beş gün olduğuna kanaat getirirse buna uyar. İhtiyat uygulanırsa; boşanma iddeti konusunda âdeti on gün, temizlik süresi de altı aydan bir saat eksik olmak üzere takdir edilir. Başka bir görüşe göre ise, temizlik süresi iki ay olarak kabul edilir.

B – Lohusalık (Nifas):

Nifas, doğumun arkasından gelen kan demektir. Doğum sırasında çocuk ile birlikte veya doğumdan önce gelen kan, bozuk bir kan veya özür (istihâza) kanıdır. Kadın gebelik süresince ve doğum gerçekleşinceye kadar abdest alır ve namazını kılar. Rahatsızlığı sebebiyle abdest alamazsa teyemmüm eder ve namazını ima ile kılar, namazı vaktinden sonraya bırakmaz.

Lohusalığın en kısa süresi için bir sınır yoktur. Bir gün bile olabilir. Çünkü bunu belirleyen bir âyet veya hadis yoktur. Bu durumda, onun fiilen var olduğu süreye bakılır. Hanefîlerle Hanbelîlere göre, lohusalığın en uzun süresi kırk gündür. Bundan sonra görülecek kan özür kanıdır. Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise azamî lohusalık süresi altmış gündür. Ancak bu süre uygulamada genellikle kırk gün olarak gerçekleşir.

Kadın doğum yapmakla birlikte kan görmeyebilir. Rivayete göre, Rasûlullah devrinde bir kadın doğum yapmış ve lohusalık kanı görmemiş, bu yüzden de kendisine “zâtu’l-cüfûf” adı verilmiştir.

El, ayak gibi uzuvları belirmiş olan bir çocuğun düşmesiyle nifas hali meydana gelir ve genellikle on-onbeş gün kadar devam eder. Fakat henüz uzuvları belirmemiş bir düşüğe nifas hükümleri uygulanmaz. Bunun düşmesiyle görülen kan üç gün sürer. Daha önce de en az on beş gün temizlik hali devam etmiş bulunursa bu, bir hayız kanı olmuş bulunur. Böyle değilse, özür kanı sayılır.

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, çocuk doğuran kadından hiç kan gelmese lohusa sayılmaz. Bu yüzden de gusül gerekmediği gibi, oruçlu ise orucu da bozulmaz. Yalnız abdest alması yeterlidir. Ebû Hanîfe’ye göre, ihtiyat olarak gusül yapar.

Lohusalık süresi içinde kanın kesilmesi fasıla meydana getirmez. Başta ve sonda kanın bulunması peşpeşe akan kan gibi kabul edilir. Kanın kesilme süresinin on beş günden daha az veya daha çok olması arasında fark yoktur.

Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, aradaki temizlik süresi on beş günü geçerse, “temizlik”, bundan sonrası “hayız” sayılır. Temizlik hâli yarım aydan az devam ederse, hepsi lohusalık sayılır.

İkiz doğumlarda lohusalık süresi, ilk çocuğun doğumu ile başlar. Şâfiîlere göre ise, bu süre ikinci çocuğun doğumu ile başlar. Birinci çocuğun doğmasından sonra gelen kan ise, eğer âdet zamanına rastlanmış ise hayız kanı, aksi halde özür kanı sayılır.

* Hayız ve Lohusalığın Hükümleri:


1) Hayız ve lohusalık kanları kesildikten sonra gusletmek gerekir.

2) Kadın aybaşı olmakla erginlik çağına gelmiş olur ve şer’î yükümlülüklere muhatap olur.

3) Boşanan kadının üç hayız süresi iddet beklemesi kadının hamile olmadığını ortaya koyar. Çünkü iddetin asıl sebebi rahmin temizliğinin bilinmesidir.

*Aybaşı veya lohusalık sebebiyle haram olan şeyler:

1) Namaz kılmak: Âdetli veya lohusa kadının namaz kılması caiz değildir. Hz. Peygamber, Fatıma binti Ebi Hubeyş’e; “Hayız gördüğün zaman namazı bırak ve hayz halin sona erince, kanı temizleyerek guslet ve namaz kıl.” diye buyurmuştur.

Âdetli kadın kılamadığı namazları kaza etmez, yalnız tutamadığı oruçları, Ramazan ayı dışında kaza eder.

2) Oruç tutmak: Âdet gören veya lohusa olan kadın oruç tutmaz. Ancak oruç borcu onların üzerinden düşmez. Bu yüzden de kaza gerekir.

3) Tavâf: Hz. Peygamber, hac sırasında âdet gören Âişe (r. anhâ)’ye şöyle buyurmuştur: “Hayız gördüğün zaman, temizleninceye kadar Beytullah’ı tavaf dışında hacıların yaptığı diğer hac ibadetlerini yap.”

4) Kur’an-ı Kerim okumak: Mushafa el sürmek ve onu taşımak. “Şüphesiz o, korunmuş bir kitapta (yazılı) olan pek şerefli/değerli Kur’an’dır ki O’na temiz olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkı’a-56/77-78-79)

Bir kılıf içindeki Kur’an’a el sürmek ve taşımak hayızlı ve cünüp için mümkün ve caizdir. Yine ilimle uğraşan kimse, tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarını zaruret yüzünden elbisesinin yeniyle veya eliyle tutabilir. Kur’an yapraklarını abdestli çevirmek müstehaptır. Yine bu yaprakları okumak için bir kalemle çevirmek de caizdir. Mâlikîlerin sağlam görüşüne göre, aybaşı veya lohusanın ezberden Kur’an-ı Kerim okumasında bir sakınca yoktur. Hanefîlere göre ise, bu durumda ezbere ancak dua ayetleri dua niyetiyle okunabilir.

5) Mescide girmek, orada eğleşmek veya itikâfa çekilmek

6) Cinsel temasta bulunmak veya göbekle diz kapağı arasından yararlanmak (istimta’): Bu yasağın delili âyet ve hadistir. Âyette şöyle buyurulur: “Hayız halinde iken kadınlardan uzaklaşın ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” Uzaklaşmaktan maksat, onlarla cinsel teması bırakmaktır. Yine hayızlı eşiyle ne derece ilgilenebileceğini soran bir sahabiye Allah’ın elçisi şöyle cevap vermiştir: “Senin için göbekten üst taraf serbesttir.”

Hanbelîlere göre, göbekle diz kapağı arası, cinsel temas dışındaki istimta için caizdir.

Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre, hayızlı veya lohusa eşiyle cinsel temasta bulunan erkeğe bir keffâret gerekmez. Haram işlediği için tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir.

7) Boşama: Hayız görmekte olan kadını boşamak caiz değildir. Ancak buna rağmen boşama geçerlidir ve bid’î talak adını alır. Âyette: . Ey Peygamber! (Son çare olarak) kadınları boşayacağınız vakit, iddetleri içinde (âdet halinden temizlendikten sonra ve kendilerine yaklaşmadan) boşayın ve iddeti sayın (üç defa âdet görme veya temizlenmelerine kadar bekleyin.) Rabbiniz Allah’a saygılı olup emrine uygun hareket edin. (Bu bekleme müddeti içinde, kadınlar evlenemezler. Siz de) evlerinden onları hemen çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Ancak apaçık bir hayâsızlık (zina) ya da aşırı edepsizlik yapmaları hariçtir. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim de Allah’ın sınırlarını (çiğneyip) aşarsa, hakikaten kendine yazık etmiş olur. Nereden bileceksin! Bakarsın ki Allah, bu (bir veya iki defa boşama)dan sonra (bekleme müddetleri bitmeden aranızda) yeni bir iş (bir sevgi) meydana getirir (tekrar anlaşıp birleşme hâsıl olur).(Talak-65/1) buyurulur. Yani içinde, iddet meşrû olan bir sürede boşayın demektir. Çünkü ay halinin geri kalan kısmı iddetten sayılamaz.

C – Özür Kanı (İstihâza):


Rahmin iç taraflarında bulunan bir damardan hastalık veya bozukluk sebebiyle aybaşı veya lohusalık süresi dışındaki zamanlarda kanın akmasına “istihâza” denir. Bir kadından üç günden az, on günden fazla gelen bir kan, lohusadan kırk günün üstünde gelen kan, Hanefî ve Hanbelîlere göre gebe olan kadından gelen kan hep istihâza (özür) kanıdır.

İstihaza kanı, dinmeyen burun kanaması veya yaradan akan kan gibidir. Bununla yalnız abdest bozulur. Devam ederse sahibi “özürlü” sayılır. Bu yüzden kendisi hakkında özürlülere ait hükümler uygulanır. Yani aybaşı veya lohusalık sebebiyle yasaklanan oruç ve namaz gibi ibadetlere, tavafa, Kur’an okumaya, mushafa el sürmeye, mescide girmeye, itikâfa ve cinsî münasebette bulunmaya engel teşkil etmez. Bunlarda bir kerahat de bulunmaz. Çünkü İslâm dini özürlülere bu kolaylıkları göstermiştir.

Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, hayız veya lohusalık süresi dışında özür kanı gören kadının, kanı temizleyip, pamuk vb. şeyler koyarak akmaması için gerekli tedbirleri aldıktan sonra, her namaz için abdest alması gerekir. Hz. Peygamber (sas), aşırı kan geldiği için şikâyette bulunan Hamne (r. anhâ)’ye şöyle demiştir: “Fercine pamuk koyup bağlamanı tavsiye ederim. Çünkü bu kanı keser.” Yine özür kanı gören bir kadın için Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Âdet günlerinde namazı terk eder, sonra gusleder, arkasından her bir namaz için abdest alır, namazını kılar, orucunu tutar”

Çünkü kadının bu temizliği özür ve zaruret hali temizliğidir.

Özür kanı, bazen dokuz yaşından küçük olan kız çocukları ile âdetten kesilme çağına gelmiş olan yaşlı hanımlarda da görülebilir. Meselâ; yetmiş yaşına girmiş bir kadından, daha sonra gelecek kan, özür kanıdır. Başka bir görüşe göre ise böyle bir kadın daha önceki âdeti üzere gelen kan görürse, aybaşı hali geri dönmüş olur. Fakat az yaşlık görmesi hayız sayılmaz.

* Özür kanı gören kadının âdet süresinin hesaplanması:

1) Büluğ çağına ilk giren kız, hayızla birlikte özür kanı da görmeye devam ederse, her ayın on günü “hayız”, yirmi günü “temizlik” kabul edilir. Bu durumdaki kadının lohusalığı da kırk gündür.

2) Düzenli âdet görmekte olan bir kadın, özür kanı görürse, âdet süresinden fazla olarak devam eden kan, özür kanı sayılır.

3) Âdet süresini unutmuş olan (muhayyire veya mütehayyire) kadın, özür kanı görürse, ihtiyatlı olanı alır ve onunla amel eder.

Beyhan Büşra ÖZKUL

Kaynaklar:
Feyzül Furkan Kur’an-ı Kerim Meali
Doç. Dr. Hamdi DÖNDÜREN/İslam İlmihali/Erkam Yayınevi


VE:

Yüce yaratıcı Allah insanları neden yaratmıştır?


Allah Teâlâ'nın yüce ve kâmil sıfatları vardır, bunlardan biri de yaratma sıfatıdır. Bu sıfatın âtıl olması, hiç olmaması gibidir, faal olması ise devamlı yaratmanın bulunmasını gerektirir. Allah yaratandır, en güzel yapandır, mutlak iyilik, güzellik ve kemaldir. İşte bu sıfatların eseri, tecellîsi (ilgili olduğu yerlerde eserlerinin görülmesi) diğer varlıklar arasında insanın da yaratılması sonucunu doğurmuştur. İnsan Allah'ın, birden fazla sıfatının tecelli ettiği, eserinin görüldüğü bir varlıktır, yaratılmışların -bu bakımdan- en kâmilidir. Yaratılış amacına uygun olarak varoluşunu gerçekleştirdiği takdirde (yani Allah'ı bilme, O'na inanma ve O'nun rızasına uygun bir hayat geçirme amacını gerçekleştirmesi durumunda) insan, dünya ve ahirette mutlu olacak, Allah Teâlâ'nın nice sıfatlarının eseri onda tecellî edecek, ilâhî güzelliklerin -deyim yerinde ise- kopyası, yansıması onda gerçekleşecek, ölümden ve kıyametten sonra gelecek/yaşanacak olan ebedî ahiret hayatında ise yine Yüce Mevlâ'nın ebedîlik sıfatının insancası yaşanacaktır.


24 Şubat 2018 Cumartesi

Giyinmiş, çıplak kadınlar hadisi

Soru:"Ateş ehlinden iki sınıf vardır, henüz onları görmedim: Yanlarında sığır kuyruğu gibi birşeyler taşıyıp onu insanlara vuran insanlar; giyinmiş, çıplak kadınlar... Başları deve hörgücü gibidir..." Bu hadisi açıklar mısınız?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

(5969)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Ömrün biraz uzarsa, ellerinde sığır kuyruğu gibi bir şeyler taşıyan birtakım insanları çok geçmeden göreceksin. Onlar Allah'ın gadabına uğrayarak sabaha ererler, Allah'ın nefretine uğrayarak akşama ererler."

Resulullah bir başka rivayette de:

"Ateş ehlinden iki sınıf vardır, henüz onları görmedim: Yanlarında sığır kuyruğu gibi birşeyler taşıyıp onu insanlara vuran insanlar; giyinmiş, çıplak kadınlar ki bunlar Allah'a taatten dışarı çıkmışlardır. Bunlar, başkalarını da baştan çıkarırlar. Başları deve hörgücü gibidir. Bu kadınlar cennete girmek şöyle dursun, kokusunu dahi almazlar. Halbuki onun kokusu şu şu kadar uzak mesafeden duyulur." buyurdular." [Müslim, Cennet 53, (2857), 52, (2128).]

Hadisin Açıklaması:

1. Teysir iki ayrı rivayeti birleştirerek tek bir rivayet gibi sunmuştur. Biz iki paragraf şeklinde ayırdık. Her iki hadisi de Ebu Hureyre rivayet etmiş olmakla birlikte Müslim, bunları kitabına ayrı ayrı almıştır. Hatta, ikinci paragrafta yer alan rivayet Kitabu'l-Cennet'te daha önce yani 52 numarada kaydediliyor, birinci paragraftaki hadis ise daha sonra yani 53 numarada kaydediliyor. Dahası, bu hadis, Müslim'in az sayıdaki mükerrerlerinden biridir, daha önce Kitabu'l-Libas'ta 2128 müteselsil numara ile 125. hadis olarak kaydedilmiştir.

2. Alimlerimiz bu hadisleri, Resulullah (asv)'ın gaybtan haber verme nevine giren mucizelerinden olarak değerlendirmişlerdir. Çünkü hadislerde zikri geçen ihbarlar az bir zaman sonra vukua gelmeye başlamıştır.

Sığır kuyruğuna benzeyen şey, zabıta memurlarının kamçıları ile yorumlanmıştır. Resulullah (asv)'dan bir müddet sonra, bilhassa Emeviler devrinde halka zulmeden idareciler eksik olmamıştır. Mesele çoğu durumda "kamçılama seviyesi"nde kalmayıp idama kadar ulaşmıştır. İmam Malik, Ahmed İbnu Hanbel, İmam Âzam gibi nice büyükler bile bu zulümlerden nasiplerini almışlardır. Resulullah (asv) halka zulmeden insanların akşam ve sabah Allah'ın hışım, gadab ve nefretlerine maruz kaldıklarını belirterek onların davranışlarını tel'in ediyor.

3. Kâsiyat "giyinmiş kadınlar" demektir, âriyat da "çıplak kadınlar" demektir. Kadın, hadiste iki zıt vasıfla tavsif edilmektedir: "Giyinmiş fakat çıplak kadın."Alimler, bunu farklı yorumlara tabi tutarlar:

* Bazıları kâsiyatı Allah'ın nimetine bürünmüş fakat şükür yönüyle çıplak yani nimetlerin şükrünü eda etmeyen kadınlar diye yorumlamıştır.

* Bir kısmı: Kadın kadınlık yönünü ortaya koymak, dikkatleri çekmek için, vücudunun bir kısmını örttüğü halde, diğer bir kısmını açar diye yorumlamıştır.

* Bir kısmı da bedenini gösteren şeffaf elbiseler giyenler kastedilmiş demiştir.

Bu açıklamaların hepsi doğrudur. İslamî tesettüre aykırı olan bütün giyimler bu hadiste ifade edilmiş durumdadır. İslamî tesettür sadece "giyinmek" aramaz, giyinmenin tarzını da ister.

* Belirlenen hududu örtecek büyüklükte olmalıdır; el, ayak ve yüz hariç bütün beden örtülmelidir.

* Vücud hatlarını gösterecek darlıkta olmamalıdır. Çok dar giyinen "giyinmiş çıplak" hükmündedir. Batı menşeli modaları takip edenler bu hallere düşmektedirler.

* Elbise bedeni göstermemelidir. Çok ince naylon ve şeffaf elbise giyenler de giyinmiş çıplak durumundadır.

* Hadislerde yasaklanan bir başka kıyafet şöhret elbisesidir. Yani dikkatleri üzerine çekmek gayesini güden kıyafetler. İslam elbiseyi örtünmek için emrettiği halde günümüzde birçok çevreler elbiseyi örtünmeden çok dikkatleri üzerine çekme vasıtası olarak kullanıyorlar. Şu halde bu nev'e giren giyimler de giyinmiş çıplak manasına dahildir.

4. Mâilat: Lügat olarak eğilen, meyleden kadın demektir. Alimler umumiyetle Allah'ın gösterdiği istikametten ayrılan, yanlış istikametlere meyleden diye anlamışlardır. Bazı alimler de bu tabirle sağını solunu oynatarak, kırıtarak yürüyenlerin kastedildiğini söylemiştir. Mümilat da başkasını baştan çıkaran, başkasına salınarak yürümeyi öğreten kadın manasına gelir.

5. Başlarını deve hörgücü gibi yapacak kadınlar tabiri bilhassa günümüzün kadınlarını tasvir ediyor gibidir. Kadınlar, değişik saç modaları uygulayarak saçlarını muhtelif şekillerde bağlayarak tepelerinde hotos denen çıkıntılar teşkil etmektedirler. Mü'min kadınlar, gerek giyecekte ve gerekse baş tuvaletinde bu hadislerin tehdidini dikkatle gözönüne alıp cennetin kokusundan bile mahrum kalmaktan korkmalıdırlar.

(bk. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Baş örtüsünün kullanımı nasıl olmalıdır ve saçı topuz yapma konusunda bilgi verir misiniz?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

https://sorularlaislamiyet.com/ates-ehlinden-iki-sinif-vardir-henuz-onlari-gormedim-yanlarinda-sigir-kuyrugu-gibi-birseyler-tasiy-0

23 Şubat 2018 Cuma

Abdest aldıktan sonra makyaj yapıp namaz kılmanın sakıncası var mı?

Abdest aldıktan sonra makyaj yapıp namaz kılıyorum, bir sakıncası var mıdır? Parfüm kullandıktan sonra namaz kılınır mı?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Abdestten sonra yüze krem sürmek veya makyaj yapmak abdesti bozmaz. Bu bakımdan abdest aldıktan sonra yapılan makyajla namaz kılınabilir.

Makyaj yapıldıktan sonra makyajdaki maddeler suyu geçirmeyecek maddelerden yapılmışsa, abdeste mani teşkil edeceğinden, bu maddeler giderildikten sonra abdest alınmalıdır.

Makyaj sürüldükten sonra namaz kılınıp kılınmayacağı hususunda iki noktaya dikkat etmek gerekiyor:

Birisi, makyajda kullanılan malzemede ve kozmetikte pis ve zararlı bir madde bulunmamalı, abdest alırken suyu altına geçirmelidir. Şayet içinde pis madde var ve altına suyu geçirmiyorsa, bu halde iken namaz kılınmaz, bir an önce giderilmelidir.

İkinci nokta ise, kadın makyaj yapıyorsa, bunu kocasından ve emin olduğu mahremlerinden (oğlu, babası ve kardeşi gibi) başkasına göstermemelidir. Yabancı erkeklere o şekilde görünmesi ve dışarı çıkması insanı günaha iter.

Oje ise, namazdan önce abdestle alakalıdır. Bilindiği üzere, abdestin sahih olabilmesi için suyun abdest azalarının dış kısmına temas etmesi gerekir. Eğer abdest azalarına sürülen madde suyun temasına engel oluyorsa abdest sahih olmaz. Oje tırnağa bütünüyle sürüldüğünden suyun alta geçmesine engel olmaktadır. Meselâ mumun abdeste engel olduğu fıkıh kitaplarımızda açıkça belirtilmektedir. Mumu gidermeden nasıl abdest olmazsa, ojeyi gidermeden de abdest olmuyor.

Parfüm hususuna gelince; öncelikle bir hususa işaret etmekte fayda vardır: Bir kere alkollerin hepsi sarhoş edici değildir. Yani Kur'ân'da "hamr" olarak geçen ve "sarhoş edici" özelliği bulunan alkol türleri necistir ve haramdır. Bunun dışında, meselâ, etil alkol cinsinin sarhoş edici bir yapısı olmadığından haram sınıfına girmemekte ve necis sayılmamaktadır.

Bakara Sûresinin "hamr" ile ilgili âyetlerinin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır bu konuda şu hususlara temas etmekte ve şöyle demektedir:

"Üzüm şarabından yapılmayan ispirto, bira vesaire müskirat içilemezse de elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza mâni olur diye iddia edilemez."

Bu nakilden de anlaşılacağı gibi, deodorant, parfümleri ve kolonyadaki alkol Hanefi mezhebinin bazı imamlarına göre necis kabul edilen alkol cinsine girmediğinden, elbiseye veya bedene sürülmesiyle namaza mâni olmaz. Şâfii ve Hanbeli gibi diğer mezheplere göre pis sayıldığı için, sürülen yeri yıkadıktan sonra namaza durmak gerekir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Mehmet Paksu


https://sorularlaislamiyet.com/abdest-aldiktan-sonra-makyaj-yapip-namaz-kiliyorum-bir-sakincasi-var-midir-parfum-kullandiktan-sonra

22 Şubat 2018 Perşembe

Nazardan korunmak için ne yapabilirim?

S:İnsanda nazar olduğu nasıl anlaşılır? Eğer insanın üzerinde gerçekten bir nazar varsa bundan kurtulmak için ne yapmak gerekir?

C:Nazar değmesi haktır. Ancak nazarı kesin olarak şundan şu şekilde diye tespit etmek zordur. Akılla yorumlanamayan, bir sebebe dayandırılamayan sıkıntıları nazara bağlamak âdet olmuştur. Her hâlde bilinebilecek olanı da bu kadardır. Sürekli Felak-Nas surelerini okuyarak korunmaya çalışılmalıdır.

Nureddin Yıldız

21 Şubat 2018 Çarşamba

Aynanın Karşısında Namaz Kılmak Caiz Midir?

Selamünaleyküm hocam. Bid’atler hakkında birkaç sorum olacaktı.

1) Parmaklar yerine tespih için tespih kullanmak bid’at diye duydum, doğru mu?
2) Namazdan hemen sonra, yani selam verildikten sonra, elleri yüze sürmek bid’at mi?
3) Aşure bid’at dediniz. O zaman biz aşureyi o gün pişiremeyiz mi? Başka bir gün olursa olur mu?
4) Bu soru bid’atle ilgili değil ama aynanın önünde namaz kılmak doğru değil diye duydum. Böyle bir şey var mı?
Allah razı olsun hocam. Allah’a emanet olun.

Selamünaleyküm.
1- Tespih bir alet olarak kullanıldığı için ibadetin kendisi ile alakalı değildir, kullanılabilir.
2- Duadan sonra ellerin yüze sürülmesi hususunda zayıf da olsa hadisler vardır. Dolayısıyla bu şeklide amel edilmesi bid’at değildir.
3- Normal durumlarda aşure yenmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Bir ibadet muamelesi görmesi bid’attir. Allah rızası için aşure dağitilması, sevap için aşure yenmesi çirkindir.
4- İnsanı namaz esnasında meşgul eden her şey mekruhtur. Ayna da meşgul edici olduğu için mekruh olur.

Nureddin Yıldız

20 Şubat 2018 Salı

Hayatın Nabzını Tutmak

Dersten Notlar

Bedende bir arıza olduğu zaman, doktorların yaptıkları ilk işlerden biri nabzı ölçmektir. Çünkü bedenin merkezi kalptir; kalbin atışlarında eğer bir problem varsa, bütün bedene etki edeceği için, önce nabız ölçülür, bir anormal durum varsa ona göre adımlar atılır.

Malumunuz, nabız bedende bir çok yerden ölçülür, ama genelde bilekten ve gırtlaktan ölçülür. Normal bir insanın dakikada 60 ile 80 arası nabzı atmalıdır. 60’dan aşağısı tehlike olduğu gibi, 90’dan yada 100’da fazlası da tehlikedir. Düşük nabız veya yüksek nabız ortaya çıktığında, tedbir alınmalı, bunun neden kaynaklandığı tespit edilmeli, ona göre tedavi edilmelidir.

Meselenin, tıbbı yanı böyledir. Birde “nabzını tutmak” diye bizde bir deyim vardır. Bir işin nabzını tutmak, o işin sağlıklı yürümesi için öncelikle o işin iyice öğrenilmesi, yapılmasını amaç ve gayesinin ortaya konması, usul ve kaidelerinin belirlenmesi ve ona gerekli adımların atılmasıdır.

Her Suffa Muallimi, bu manada beş şeyin iyice nabzını tutmalıdır. Nedir bu beş şey?

Muallim Olarak Kendinin
Talebe Olarak Meclis Arkadaşlarının
İçinde Bulunduğu Mevsim Olarak Zamanın
Derslerini Yaptığı Zemin Olarak Mekânın
Tüm Bunların Etkisiyle Şekillenecek Olan Hayatın

Muallim Olarak Kendinin Nabzını Tutarken şunlara dikkat etmeli:

Sağlam bir niyet muhasebesi
Selim bir merhamet ufku
Sabit bir dava aşkı
Sahih bir menhec/usul zemini
Sarsılmaz bir sabır azığı
Ebû Musa el-Eş’ârî naklediyor, diyor ki:
“Biz Resulullah (sas) ile beraber oturuyorken Medine dışından bir adam yani bir bedevi geldi ve şöyle bir soru sordu: ‘Ya Resûlullah! Bir adam, bir savaşa ganimet elde etmek için çıksa, bir diğeri başkaları tarafından övülmek, anılmak, taltif görmek için çıksa, bir başkası mevki, makam, şan için yani kendi konumunu yüceltmek için çıksa ve bunlar için cihad etse, bunların hangisi Allah yolundadır?” Allah Resulü (sas) buyurdular ki: “Hiçbiri… Her kim sadece ve sadece Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa, onunkisi Allah yolundadır.” (Buharî, Kitâbü’l-Cihâd, 16; Müslim, Kitâbü’l-İmâret, 42)

Abdullah b. Abbas (ra) naklediyor, diyor ki:
“Bir adam geldi ve Resûlullah’a (sas) şöyle dedi: “Ya Resûlullah! Ben öyle bir yerde duruyorum ki hem Allah’ın rızasını çok ama çok istiyorum, hem de yaptığım hizmetlerin başkaları tarafından görülüp takdir edilmesini istiyorum.” Hz. Peygamber (sas) cevap olarak şu ayeti okudu: “Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih ameller işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf, 110)

Talebe Olarak Meclis Arkadaşlarının Nabzını Tutarken şunlara dikkat edilmeli:

Tesis edilmesi gereken Haşyet
Artması gereken Heyecan
Kuşanılması gereken Hamiyet
Oluşması gereken Hassasiyet
Temsil edilmesi gereken Heybet

İçinde Bulunduğu Mevsim Olarak Zamanın Nabzını Tutarken şunlara dikkat edilmeli:
Mevsimi iyice anlayacak bir Marifet ufku
Doğru işi doğru zamanda yapacak bir Mükellefiyet ızdırabı
Muhatapların gönüllerine tesir edecek bir Muhabbet meltemi
Düşmanın oyunlarını bozacak bir Medine Stratejisi
Gündelik rüzgârlara kapılmayacak bir Medeniyet Şuuru

Derslerini Yaptığı Zemin Olarak Mekânın Nabzını Tutarken şunlara dikkat edilmeli:

Mekânları imkânlara dönüştürme adımları atılmalı!
Helal bir zeminin olmasına dikkat edilmeli!
Meşru vasıtalar kullanılmalı!
Şahitlik özelliği hiçbir zaman unutulmamalı!
Vefa görmek için vefalı davranılmalı!

Tüm Bunların Etkisiyle Şekillenecek Olan Hayatın Nabzını Tutarken şunlara dikkat edilmeli:


Ne kadar zor olursa olsun Müslümanca yaşama gayreti
Uydum kalabalığa demeyip, kitleleri şuurlandırma azmi
Güzellikleri kitaplarda bırakmayıp, hayata taşıyacak temsiliyet misali
Hikmetli bir usul ve üslup ile hakikatleri her zeminde tebliğ etme arzusu
Neticelere takılmadan, başarı hesaplarına odaklanmadan büyük hayallerle yürüme sevdası

“Abdullah b. Mes’ûd’un (ra) rivayetine göre de Hz. Peygamber (sas) bir gün:
“İsrail oğullarının ilk eksikliği şöyle olmuştu: Onlardan birileri münker işleyen birini ilk gördüğünde ona bunu yapmasının helal olmadığını söylerdi. Ertesi gün o kimseyi aynı halde görmesine rağmen oturur, onunla yer, içerdi. Bunun üzerine Allah kalplerini birbirine çarptı.”
Daha sonra Hz. Peygamber Maide 78. ayetin başından 81.ayetin sonuna kadar okudu ve şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim, ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyar, kötülük işleyenin Hakkın dışına çıkmasına fırsat vermezsiniz. Yada Allah sizin de kalplerinizi birbirine çarpar. Onları lanetlediği gibi sizi de lanetler.” (Ebû Davud, Melahim,17; Tirmizî, Tefsir,5,6)

Videoyu izlemenizi tavsiye ederim:

http://www.siyervakfi.org/hayatin-nabzini-tutmak/

19 Şubat 2018 Pazartesi

Allah’ın (cc) Kelimesi Yücelsin Diye!

 Bu derste Muhammed Emin Yıldırım hocamız, ‘İ’lâ-yi Kelimetullah’ ifadesinin üzerinde ciddi bir şekilde durarak, bizlere çok önemli mesajlar verdi.

Dersten Cümleler

“Eğer siz ona (Resûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına: ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir!’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi. Ve kâfir olanların kelimesini/sözünü alçalttı, alçak kıldı. Allah’ın kelimesi/sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Tevbe Süresi, 40)

Bir davanın sahibi Allah (cc) ise kim o davayı durdurabilir ki?

Küfrün kelimeleri bütün dünyayı kaplasa bile alçaktır, değersizdir.

Küfrü alçaltan Allah (cc) olduğu için onu yüceltecek hiçbir güç yoktur.

Allah’ın (cc) kelimesi zaten yücedir, hiçbir beşer ona yücelik adına bir şey kazandıramaz.

Allah’ın (cc) kelimesi zaten yüce olduğu için, o kelimeye az yada çok hizmet eden yücelir.

Eninde, sonunda yükselecek olan kelime/dava, sadece ve sadece Allah’ın (cc) kelimesidir/davasıdır.

Cenneti yüreğinde taşımaya başlarsan, dünya cehennem olsa ne yazar!

Ebû Musa el-Eş’ârî naklediyor, diyor ki:
“Biz Resulullah (sas) ile beraber oturuyorken Medine dışından bir adam yani bir bedevi geldi ve şöyle bir soru sordu: ‘Ya Resûlullah! Bir adam, bir savaşa ganimet elde etmek için çıksa, bir diğeri başkaları tarafından övülmek, anılmak, taltif görmek için çıksa, bir başkası mevki, makam, şan için yani kendi konumunu yüceltmek için çıksa ve bunlar için cihad etse, bunların hangisi Allah yolundadır?”

“Her kim sadece ve sadece Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa, onunkisi Allah yolundadır.”
(Buharî, Kitâbü’l-Cihâd, 16; Müslim, Kitâbü’l-İmâret, 42)

Abdullah b. Abbas (ra) naklediyor, diyor ki:
“Bir adam geldi ve Resûlullah’a (sas) şöyle dedi: “Ya Resûlullah! Ben öyle bir yerde duruyorum ki hem Allah’ın rızasını çok ama çok istiyorum, hem de yaptığım hizmetlerin başkaları tarafından görülüp takdir edilmesini istiyorum.” 

Hz. Peygamber (sas) cevap olarak şu ayeti okudu:
“Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih ameller işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.”
(Kehf, 110)

Şirkü’l-Asğar/Küçük Şirk yada Şirkü’l-Hafî/Gizli Şirk…

‘Ey Cübeyr! Bugün biz Allah’a kul olmayı terk eden bir topluluğun nasıl zelil bir duruma düştüğünü gördük. Korkarım ki yarın kulluğu gerçek manada yerine getiremeyelim de onların durumuna düşen biz olalım.”

Abdullah b. Abbas, ‘İ’lâ-yi Kelimetullah’ın La ilaha illallah Kelime-i Tayyibesi’ olduğunu söyler.

İ’lâ-yi Kelimetullah bir Müslüman için ne ifade eder?

1. İ’lâ-yi Kelimetullah, davaların en mukaddesidir.
2. İ’lâ-yi Kelimetullah, sevdaların en yücesidir.
3. İ’lâ-yi Kelimetullah, hedeflerin en yükseğidir.
4. İ’lâ-yi Kelimetullah, amellerin en bereketlisidir.
5. İ’lâ-yi Kelimetullah, hayallerin en güzelidir.

İ’lâ-yi Kelimetullah’ı bizler nasıl yüceltebiliriz?


1. Selim bir niyet, derin bir safvet ve engin bir sükûnetle
2. Büyük bir şefkat, eşsiz bir merhamet ve fevkalade bir fedakârlıkla
3. Doğru bir usul, düzgün bir üslup ve kuşatıcı bir lisanla
4. Güçlü bir iştiyak, sağlam bir hamiyet ve yakışır bir heybetle
5. Sarsılmaz bir istikamet, devamlı bir istikrar ve daimi bir istiğnayla

Üç sahabî efendimiz üzerinden örneklendirme:

Ukbe b. Âmir
Ukbe b. Nâfi
Abdullah b. Huzafe

Ukbe b. Âmir, Resulullah’ın (sas) mübarek lisanından bizlere 55 tane hadis rivayet etmiştir.

“Kim güzelce abdest alırsa, günahından temizlenerek annesinden yeni doğmuş gibi olur.”
(Müslim, Tahâret, 33;Nesâî, Tahâret, 84)

“Kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölürse, Allah ona cennet kapılarını açar. O da istediği kapıdan cennete girer. Cennetin sekiz kapısı vardır.”

“Ey Allah’ın Resûlü! Anam babam size feda olsun! Niçin benden yüzünüzü çeviriyorsunuz?”dedim. Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Sence bir kişinin istifadesi mi daha kıymetli, yoksa 12 kişinin mi?” buyurdu. Hatamı anladım, hemen kalkıp; develerin başına doğru koştum.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 9/307)

“Allah’ım! Eğer karşıma şu uçsuz bucaksız denizi çıkarmasaydın, senin yüce olan adını, gidebileceğim en son noktaya kadar götürecektim!”
Ukbe b. Nâfi, uzun bir ömrü olduğu için, Hicri 62’de vefat emiştir; birçok sefere ve cihada katılmıştır.

“Ey Allah’ın yarattığı hayvanlar! Bizler Resulullah’ın ashabıyız. Allah’ın yüce olan kelimesini gidebileceğimiz en son noktaya kadar götürmekle mükellefiz. Çekilin önümüzden, bize engel olmayın ki vazifemizi yerine getirelim.”

Abdullah b. Huzafe: “Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun dinimden dönmem!” Kral: “Öyleyse öldürüleceksiniz!” dedi. Hz. Abdullah ise: “Buna gücünüz yetebilir. Ama imanımı kalbimden çıkarıp atamazsınız!” diye cevap verdi.

“Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar, Allah yolunda ölümden korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki, şimdi şehit olup gideceğim. Keşke beni bir tane değil, bin tane canım olsaydı ve her gün birini Allah yoluna kurban verseydim.”

Hz. Abdullah, başından geçenleri gözyaşları içerisinde Halife Hz. Ömer’e anlattı. Hz. Ömer, Abdullah’ı tebrik etti ve orada bulunan Müslümanlara hitaben: “Abdullah, kralın başından öperek 80 Müslüman kardeşimizin kurtuluşuna vesile olmuştur. Onun için, Abdullah’ın başından öpmek, her Müslüman’a bir vazifedir. İşte ilk önce ben öpüyorum!” dedi ve başından öptü.
(İbn Esir, Üsdü’l-Ğabe, 3/142; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/297)

Ebû Said el-Hudri (radiyallahu anh) anlatıyor: “Bir gün Resûlullah aleyhissalatu vesselam bize ikindi namazı kıldırdı. Sonra bir hutbede bulundu. Bu hutbede, Kıyamet vaktine kadar olacak birçok şeyi bize haber verdi. Bunu belleyen belledi, unutan unuttu. Söyledikleri arasında şunlarda vardı:“Dünya caziptir, tatlıdır. Allah sizi buraya halife olarak göndermiştir, nasıl amel edeceğinize bakmaktadır. Aman uyanık olun, dünyadan kaçının, kadından kaçının. Aman uyanık olun! İnsanlardan korkarak hakikati gizlemeyin; korkarak hakikatin üstünü örtmeyin.”

Tam burada rivayeti aktaran ravi diyor ki: Ebû Said el-Hudri ağladı ve sonra sözlerine devam etti: “Vallahi öyle şeyler gördük ki, korktuk. Resûlullah’ın söyledikleri arasında şu da vardı: “Haberiniz olsun! Kıyamet günü, her bir vefasız için vefasızlığı nispetinde bir bayrak dikilecektir. Devlet reisinin/Müslümanların başındaki idarecinin vefasızlığından daha büyük bir vefasızlık olmayacaktır. Onun bayrağı hemen yanı başına dikilecektir.”

Ebû Said el-Hudri devam ediyor, diyor ki: “O günkü işittiklerimizin arasında şunlarda vardı: “Resûlullah (sas) dedi ki: “Haberiniz olsun! İnsanoğlu çok çeşitli tabakalar halinde, farklı farklı yaratılmıştır: Onlardan kimi vardır; Mü’min olarak doğar, Mü’min olarak yaşar, ama kâfir olarak olur. Kimisi vardır, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, ama mü’min olarak ölür. Kimisi de vardır ki, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve yine kâfir olarak ölür.”
(Tirmizi, Fiten, 26)


Videoyu izlemenizi tavsiye ederim:

http://www.siyervakfi.org/allahin-cc-kelimesi-yucelsin-diye-cihad-ahlaki/

18 Şubat 2018 Pazar

Vazifesi Sahabe Mesleği Olan Bir Alim

Dersten başlıca notlar:

“Salihlerin anıldığı meclise rahmet yağar.”
(Müsned, Ahmed b. Hanbel)

Alimler peygamberlerin varisleridir. Biz hangi alimden bahsedersek bahsedelim bir verasetten bahsederiz. Cenab-ı Hak 14 asırlık zaman içerisinde çok alim nasip etti. Alimler bizim yolumuzu aydınlatan rehberlerdir.

Sahabeden çok alim vardır. Bunlar da kendilerinden sonra gelen Tabiin nesline sancağı devrettiler. Onların arkasından gelen Etbai Tabiin nesli de tabiin neslinden aldı ve bu sancak günümüze kadar geldi.

“Bir alimde olması gereken vasıflar” dediğimiz zaman 5 kavram çıkar karşımıza. Alim, sadece malumat sahibi kişi demek değildir.

1. Haşyet: Eğer haşyet olmazsa gerçek manada alimlikten bahsedilemez.
2. Celâdet: Alime celadet yakışır. Hakkı haykıracağı yerde hiç korkmadan haykıracaktır.
3. Salâbet: Rüzgâr ne kadar eserse essin sarsılmadan durabilendir. İstikamet çizgisini koruyabilmektir. Bu ancak salâbetle olur.
4. Verâset: Rasûlullah’tan (sav) aldığı dini, büyük bir sadakatle, en ufak taviz vermeden kendinden sonraki nesle aktarır.
5. Zürriyet: Zürriyet deyince günümüzde salt manada anlaşılan “nesil” manası aklınıza gelmesin. Onlarca evlenmemiş alim vardır. Biz onlarca evlenmemiş alim biliyoruz ki zürriyeti devam etmiş. Onlara hakikat adına bağlanmışsanız maneviyat adına onun evladı sayılırsınız.

Unutmayalım ki Kur’an-ı Kerim bize ilaçları verir, Hz. Peygamber (sas) hangi ilacın hangi hastalığa iyi geleceğini gösterir, Sahabe (ra) o ilaçlar kullanılarak nasıl iyileşeceğini öğretirler. Alimler de bunu öğrenip, kavrayıp bize aktarırlar.

Gelin bir zamana gidelim. Osmanlı son zamanları, İslam adına ümitlerin tükendiği bir zamandır. “Şu istikbal-i inkılabat içinde en gür seda İslam’ın sedası olacaktır” nidasını haykırabilmiştir. Sadece ümitler yeşersin diye değil ilerde gerçekleşecek bu hakikati aktararak mesleğini sahabe mesleği olduğunu haykırır.

Sahabeyi Üstad bize 3 kavramla anlatır. Bu üç kavram şunlardır.
İnsibağ: Boyalanmak. Allah Resulünün (sas) elinde olan vahiy fırçasıyla, Allah’ın boyasıyla boyalanmaktır.
İn’ikas: Yansıtmak. Peygamber, dünyasında neyi yaşamışsa bize yansıtırlar. O aynaya bakarsanız peygamberin yaşantısı görülür. İdeal kulluğu biz onlardan öğreniriz.
İnzicab: Coşmak. Kur’anla, vahiyle muhatap olduktan sonra coştuklarında, atlarına binerek “Davam! Davam!” diyerek kendilerini dahi unutarak koşmuşlardır.

Sahabe mesleği deyince ne anlıyoruz?

1. Sahabe mesleği davaların en büyüğü olarak kendine iman davasını seçen bir meslektir. Allah Resulünün (sas) davası, Risâlet davasıdır. İman hakikatlerinin muhataplara aktarılma davasıdır. Eğer bizim davamız bu değilse sahabeyle bizim bağlantımız kesilmiştir. Bütün mesele iman hakikatlerini duyurma meselesidir. Onun davası da risalelerdir. İman hakikatleri adına bilgileri ihtiva eder.

2. Sahabe mesleği, kurtulma derdi olduğu için kurtarma adına çırpınmayı kendine asli iş olarak belirleyen bir meslektir. Sahabeler bu dini aldıktan sonra birçoğu bir daha Medine yüzü görmediler. İlâ’yi Kelimetullah’ı yayma adına dağıldılar. Öylelerini okuyoruz ki küfür toprakları olan uç topraklarda vefat etmişlerdi. 124 bin sahabe içerisinde sadece 10 bininin Medine’de metfun olduğunu bilsek, bu meselenin ne kadar ehemmiyetli olduğunu görürüz. Şahıs bu davayı aldığı zaman önce kendini kurtarmak adına çalışır ve hemen arkasından başkalarını kurtarma adına çırpınmaya başlar. “Karşımda müthiş bir yangın var içinde evladım yanıyor.” Şu an yeryüzünde onlarca insan ölüyor. Biz, onlar iman hakikatleriyle buluşmadığı için sarsılmıyorsak bu işin anca dedikodusunu yapmış oluruz.

3. Sahabe mesleği; hiçbir olumsuzluğa takılmadan, bahanelere sarılmadan, çölde gül yetiştirme derdini kendine dert olarak edinen bir meslektir. Bahanelere sarılırsak Allah o bahanelere bizi mahkum eder. Eğer biz hedefimize kilitlenirsek Allah karşımızdaki dağları vadi yapacaktır.

4. Sahabe mesleği, her durumda müspet hareketi korumaya çalışan, şartlara göre değil usule göre hareket etmeyi kendine temel esas olarak kabul eden meslektir. Efendimiz (sas) bize doğru işi doğru zamanda yapmayı öğretir. Üstadın da hayatının gayesinde Medreset’üz-Zehra hayalini kuruyor çünkü o günün doğru işi buydu. Medreset’üz-Zehra’yı sadece binadan oluşan bir medrese olarak hayal etmeyin. Medreset’üz-Zehra hayali gerçekleşmiştir. Arapçayı vacip, Türkçeyi Lazım, Kürtçeyi caiz kabul eden bir eğitim modelini karşımıza çıkarıyordu. Düşünün bu proje bugün hayat bulsaydı terör belası karşımıza çıkar mıydı?

5. Sahabe mesleği, dünyevi hiçbir beklentiye girmeden hizmet burada, ücret orada ilkesini kendine en büyük ilke telkin eden bir meslektir. Sen Risâlet davası diyorsan gönülde iki sevda olmaz. Birileri “ne güzel koştu” desin diye, birileri “ne güzel konuşuyor” desin diye hareket edersen ücretini burada almış olursun. Bu riyadır ve Allah Resulü (sas) buna küçük şirk demiştir. Risalelerin sahibi de bu ufku yakalayarak “Ben beni beğenmiyorum, beni beğeneni de beğenmiyorum” diyor. Dünyaları değiştirmek isteyen adam olmak istiyorsan dünyadan hiçbir şey beklememen gerekiyor. Eğer böyle olursanız sahabilerle aynı mesleği paylaşmış olursunuz.

Üstadın 82 yıllık ömrünü şöyle özetleyebiliriz.
Mesleği; Sahabe mesleği
Hayali: Medresetü’z Zehra
Davası: İman hakikatleri
Derdi: Milletinin selameti
Dünyası: Sırtındaki bohçası
Menheci: Suffa mektebi
Ahlakı: Peygamber ahlakı
Akıbeti: Meçhul bir kabir
Terekesi: Milyonlara varan bir iman hizmetidir.


17 Şubat 2018 Cumartesi

Akıbet Karartan Hâl, Küçük Şirk; Riya - Muhammed Emin Yıldırım

Muhammed Emin Yıldırım Hocamız, iman ahlakının önemli bir bahsi olan ve Hz. Peygamber’in (sas) küçük şirk diye isimlendirdiği riya hastalığını anlattı. “Akıbet Karartan Bir Hâl Küçük Şirk Riya” başlığında bu manevi hastalığın muhtevası, sebepleri ve tedavisi üzerinde durdu.

Dersten Cümleler

Nefis, insanın içindeki tağuttur.

Şirkin çeşitleri:
1. Şirk-i istiklâl
2. Şirk-i teb‘îz
3. Şirk-i takrîb
4. Şirk-i taklîd
5. Şirk-i esbâb (Yeni İlm-i Kelâm, c. 2, s. 102-103)

Muhtevasına göre şirkin çeşitleri:
1. Hâkimiyet Şirki
2. Velayet Şirki
3. Tevessül / Vesile Şirki
4. İstiğaze / Yardım Dilenme Şirki
5. İtaat Şirki

Türleri açısından şirk:
1. Büyük Şirk
2. Küçük Şirk
Yada;
1. Açık Şirk
2. Gizli Şirk

Hüküm açısından büyük ve küçük şirkin farkları:

1. Büyük şirk kişiyi dinden çıkartır. Küçük şirk ise kişiyi dinden çıkartmaz.
2. Büyük şirk, kişinin ebedi olarak cehennemde kalmasına sebeptir. Küçük şirk ise kişinin cehenneme girse dahi ebedi olarak kalmasına sebep olmaz.
3. Büyük şirk bütün iyi amelleri boşa çıkartır, küçük şirk ise bütün amelleri boşa çıkartmaz. Sadece küçük şirkin karıştığı ameli yahut ta sadece dünya için yapılan ameli boşa çıkartır.
4. Büyük şirk sebebiyle can ve mal mubahtır, ama küçük şirk sebebiyle bunlar mubah olmaz.
5. Büyük şirk koşan bir kimse ile müminler arasında katıksız bir düşmanlık gerekir; Müminlerin böyle bir kimseyi sevmeleri ve onu veli edinmeleri caiz değildir.

Mahmud b. Lebid (ra) isimli sahabî efendimizin bize naklettiği bir hadis…

“Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir.”
Ashab-ı Kiram dediler ki: “Ya Resûlallah! Küçük şirk nedir?”
Resûlullah (sas) buyurdular ki: “Riyadır. Başkalarına gösteriş için ibadet yapmaktır. Allahu Teâla, kıyamet günü herkesin amelinin karşılığını verirken, insanlara gösteriş için ibadet yapanlara şöyle der: “Ey Riyakarlar! Dünyada kendileri için gösteriş yaptığınız kimselere gidin. Bakın bakalım onların yanında size verecekleri bir şey bulabiliyor musunuz?”
(Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, c.5, s. 428)

“Riyanın en azı bile şirktir.”

Şeddad b. Evs isimli sahabi efendimiz naklediyor. Efendimiz (sas) bir gün şöyle buyurdu: “Ümmetim hakkında iki şeyden korkuyorum: Gizli şirk ve gizli şehvet.” Sahabe, dehşete kapıldı ve sordu: “Ey Allah’ın Resulü! Senden sonra ümmetin Allah’a ortak mı koşacak?” Efendimiz (sas) buyurdular ki: “Evet, ama onlar Güneş’e, Ay’a, taşa ve puta tapmayacaklar. Fakat amelleri ile gösteriş yapacaklar!” (Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, c. 4, s. 124)

İffet, hududullaha riayet ederek yaşamaktır.

Riya, sözlükte “görmek” anlamına gelen “re’y” kökünden türeyen, “gösteriş” manasına gelen bir kelimedir.

“Dünyada en aziz şey ihlastır; riyayı kalbimden söküp atmak için ne kadar çok gayret ediyorum. Buna rağmen riya kalbimde, başka bir renkte bitmektedir.” Yusuf b. Hüseyin Kirmastî (ö. 900/1494)

Üç soruya cevap aranmalı:
1. Kur’an ve Hadisler ışığında Riya nedir?
2. İnsan neden riya hastalığına kapı açar?
3. Bu sinsi hastalıktan kurtulma yolları nelerdir?

Bakara Sûresi 264, Nisa Sûresi 38, Enfal Sûresi 47, kavram olarak; Nisa Sûresi 142, Maun Sûresi 107 ise fiil olarak riyayı doğrudan ele alır.

Kur’an ve Hadisler ışığında Riya nedir?
1. Riya, güzeli çirkin; tayyibi habis yapan bir ameldir.
2. Riya, “debîbü’n-neml/geceleyin yürüyen karıncanın ayak izi” gibi, gizli ve sinsi bir hastalıktır.
3. Riya, fıska, nifaka ve küfre insanı düşüren bir felakettir.
4. Riya, ‘desinler, demesinler, dediler, demediler, diyecekler’ şeklinde hayatı yaşamaktır.
5. Riya, Allah’ın (cc) hukukunu korumamak ve haddi aşmaktır.
6. Riya, basit ve küçük karşılıklara talip olup, değerli ve büyük mükâfatları kaybetmektir.
7. Riya, Allah’tan başkasının hoşnutluğunu kazanma düşüncesiyle, amelde ihlası terk etmektir.
8. Riya, iç-dış uyumsuzluğu; kalp-dil çatışması, ruh-madde ayrışmasıdır.
9. Riya, mutlak manada kurtuluşun, akıbetin hayr ile neticelenmesinin en büyük manisidir.
10. Riya, Allah’ın yapılan amelleri sahibinin yüzüne çarpıp, kabul etmeyeceği bir durumdur.

“Malını gösteriş için harcayan insanın durumu “safvanın aleyhi turab” üzerinde biraz toprak bulunan büyük bir kayaya benzer. (Dışarıdan bakan o toprağa aldanarak, o kayayı verimli bir arazi zanneder.) Ama üzerine biraz yağmur isabet edince o yağmur toprağı alır götürür, geriye sadece kaya kalıverir.” (Bakara Sûresi, 2/264)

“Rabbim şöyle ferman buyurdu: “İşlediği bir amelde benden başkasını bana ortak koşan kişiyi de, onun şirkini de reddederim/asla kabul etmem!” (Müslim, Zühd, 46; İbn Mâce, Zühd, 21)

İnsan neden riya hastalığına kapı açar?
1. İman zaafiyeti
2. Takdir edilme isteği
3. Tenkit edilme korkusu
4. Menfaat elde etme arzusu
5. Elindekileri kaybetme endişesi

Bu sinsi hastalıktan kurtulma yolları nelerdir?

1. İhsan ve İhlas ile örülü bir kulluk
2. Muhasebe ve kalp ayarına dikkat edilen bir bilinç
3. Beklentisiz ve pazarlıksız bir hayat
4. Salih ve sadıklarla beraber olunan bir meclis
5. İltica ve dua ile süren bir yürüyüş

“Riyanın Devası İhlas, İhlasın Kaynağı İhsan”


“Allah’ım! Beni halkın nazarında üstün/büyük, kendi nazarında alçak/küçük eyleme” (Müslim, Zühd, 14; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 174)

“Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyaya girer.” (Bediüzzaman, Lem’alar)

Akıllı adam, dünya ile tatmin olmayan adamdır. Akıllı adam, mükâfatını, ecrini, ücretini, ahirete bırakan adamdır.

“Ya Resulullah! Bir adam hayır adına bir iş yapsa ve bunun üzerine halk onu övse, ona teveccüh gösterse böyle bir adam hakkında ne buyurursun?”

Efendimiz (sas) dedi ki: “(Beklenti içerisine girmeden) Aldığı bu tarz karşılıklar o müminin acil müjdeleridir, yani dünyada aldığı bahşişlerdir.”
(Müslim, 2642)

“Ey insanlar! Şirkten/riyadan kaçınınız, çünkü o karıncanın taş üzerinde bıraktığı izden daha gizlidir!”

“Ey Allah’ım! Bildiğimiz halde şirk koşmaktan sana sığınıyoruz. Bilmediklerimizden ötürü de senin affını talep ediyoruz! deyin” buyurdu.”
(Ahmed, el-Müsned, c. 4, s. 403)

Uhud’dan bir tablo: Abdullah b. Cahş ve Kuzman b. Haris

Videoyu dinlemenizi tavsiye ederim:
http://www.siyervakfi.org/akibet-karartan-bir-hal-kucuk-sirk-riya-muhammed-emin-yildirim/

Şehitliği ne zannediyoruz?


Şehitlerin gerçekte ölmediklerini, bu dünyanın sıkıntılarından uzak, nimetler içerisinde yaşamakta olduklarını Kuranıkerim söylüyor ve bu kadarını herkes biliyor (Bkz. Âl-i İmran 171-72). Demek ki, şehitler bizim bildiğimizden başka bir varlık düzeyinde hayatlarını sürdürüyorlar..


..Allah yolunda, iyi bir niyetle ve savaşırken ölen şehit yıkanmaz, üzerindeki kanlı elbisesi çıkarılmaz ve öylece defnedilir. Çünkü o şehadetle öyle arınmıştır ki, kimsenin onu temizlemesine ihtiyacı yoktur. Hem hakikaten hem de ona uygulanacak hükümler bakımından, yani hükmen şehit budur. Ama böyle kanlı elbisesiyle defnedilmediği halde Allah katında şehit derecesini kazanan başka şehitlerin olduğunu da yine Resulüllah (sa) haber vermektedir. Mesela ‘karın ağrısı, taun (veba, kolera, verem, kanser) göçük altında kalma, yırtıcı hayvanlarca parçalanma, suda boğulma, yanarak ölme, doğum yaparken ölme’ gibi sebeplerle ölenlerin de şehit sevabı alacağı bildirilmiştir. Bu ölümlerin şehitlik vesilesi olmasının hikmeti, Allahualem, şudur: Eskiden bunlara müptela olanların öleceği kesin görülüyordu. Bugün için kanseri düşünelim, yakalanan birisi artık adım adım ölüme gittiğini bilmektedir ve dünya onun gözünde küçüldükçe küçülmektedir. Yanı başındaki herkes hiç ölmeyecekmiş gibi yiyip içip eğlenirken o her an ölümü beklemekte ve eğer Allah’a imanı varsa günahlarını hatırlayıp onlardan sürekli bir tövbe hali yaşamaktadır. Bu hal onda günahtan eser bırakmaz ve şehit sevabına denk sevap alır. Nitekim Resulüllah’a bir gün şehidin neden kabrin fitnelerine maruz kalmayacağı sorulduğunda o şöyle buyurmuştu: ‘Savaşırken başının üzerindeki kılıç şakırtıları fitne olarak ona yeter de ondan’. Yani o ölümün ayak seslerini her an duymaktadır. Bu tür hastalıklar da böyledir. Ölümle boğuşma insanı ölmeden önce temizler. Onun için Resulüllah Efendimiz (sa) ‘lezzetleri darmadağın eden ölümü çok hatırlayın’ (Tirmizî, sahih-l) buyurmuştur. Bugün bize şehit olmanın, Allah yolunda ölmenin çok zor gelmesi, dünyaya dalmış olmamız ve ölümü hatırlamak istememizdir.

Şehitlikle ilgili olarak şunları da bilmeliyiz:

Şehit olmayı candan isteyen birisinin, yatağında iken ölse bile şehit olarak öleceğini yine Resulüllah haber verir (Müslim)...


..Şehit için yine buyurulur ki, ‘vefat edip cennetteki yerini gördükten sonra, dünyanın tamamı bile kendisine verileceği söylense dünyaya tekrar dönmek isteyen kimse olmaz. Ama şehit öyle değildir. O şehitlikle elde ettiği karşılığı görünce onlarca kez dünyaya dönüp her seferinde şehit olarak ölmeyi arzular’ (Buhari, Müslim)...

Yazının tamamı için:


16 Şubat 2018 Cuma

Evlatlık almak


Soru:
Çocuğu olmayan bir aile evlatlık alma niyetinde, kadın 50 yaşına geldiğinde çocuk ergenlik çağına girmiş olacak. O yaşta, aldığı çocuğun kendisine mahrem olup olmayacağını merak ediyor ve ona göre çocuk alacaklar.

Cevap:
Evlatlık almak ancak bir çocuğu himaye altına alıp ona bakmak, yetiştirmek, kol kanat germek, ölmeden ona mal bağışlamak... mânasında olur. Çocuğun kendi ana babası ile soy ilişkisini keserek kendi kütüğüne kaydettirmek ve mirasçı kılmak mânasında evlat edinmek caiz değildir.
Sevgili Peygamberimiz, özellikle yetimlerin himaye altına alınmasını teşvik etmişlerdir. Çok çocuklu ve yoksul ailelerin çocukları için de bu teşvik geçerlidir.
Himaye altına alınan, aile içinde bakılan, yetiştirilen çocuk (nikah düşmeyecek kadar) yakın akraba değilse yabancıdır, namahremdir. Erkek veya kız olma durumuna göre ev içinde örtünme, başbaşa kalmama, dokunmama gibi sınırlara riayet edilmesi gerekir.


İmanın tabiatı ve haber-i vahidin akidedeki yeri meselesi-Faruk Beşer


Meselenin esası şu: Sahih olsa bile tevatür derecesine ulaşmayan hadislerle bildirilen şeylere iman etmek gerekli midir? ...

..İman bir kesin bilgi meselesidir. Şüphe ile iman olmaz. Kesin bilgi ya akılla oluşur; bir şey parçalarından büyüktür, ikinin yarısı birdir gibi. Ya duyularla oluşur; şu çiçek sarıdır, şu da kırmızıdır gibi. Ya da yalan olma ihtimali bulunmayan haberlerle oluşur. Bizde bunlara bilginin kaynağı değil, yolları ya da vasıtaları denir. İlk ikisi imanın değil, aklın, bilimin ve tecrübenin alanıdır. Dinin asıllarını, usulü’d-dini ve imanı öğreten bilgi ise üçüncüsüyle elde edilir.

Kuranı kerim’deki bilgilerin doğruluğu önce, hayatında hiç yalan söylemeyen birinin, yani Resulüllah’ın onun Allah’tan aldığı vahiy olduğunu söylemesiyle, sonra da insanların ona iman etmesiyle gerçekleşmiştir. Elbette kırk yaşına kadar hiç yalan söylemeyen birisinin ondan sonra söyleme ihtimali vardır. Ama hayatının sonuna kadar hiç söylememiş olmasına ilaveten, kendi dillerinde gelen bu kitabı duyanların onun beşer sözü olamayacağını gösteren icazını görerek ona iman etmiş olmaları müminler nezdinde onu kesin bilgi haline getirmiştir. O halde Kuranı kerim’in otoritesi ve kesinliği tecrübe, akıl ve iman iledir. Sadece tecrübe ve akılla olsaydı o zaman dinin gayb ve iman boyutunun bir anlamı kalmazdı.

Sünnetin otoritesi, yani kesinliği ve bağlayıcılığı ise önce Kuranıkerim’in ona uyulmasını istemesi, sonra da onunla ilk muhatap olan müminlerin onun lüzumunda ittifak etmeleriyledir. Arkadan gelenler de bu ittifakı/icmaı sürdürmüşlerdir.

Kesin bilgi oluşturmada üçüncü sırada icma vardır. Kuranıkerim’le ve Sünnetle tanışan ilk Müslümanların, yani sahabenin, dinin sabite alanında, yani aklın, bilimin ve içtihadın konusu olmayan akide ve ibadetler alanında, bu iki kaynağa, yani Kuran’a ve Sünnete göre bu mesele böyledir diye üzerinde ittifak etmelerine icma denir. Müslümanlar için bilimin ve aklın alanı dışındaki icma da kesin ve bağlayıcı bir bilgidir. İcmaın otoritesi, ise Kuranıkerim’in ve Sünnetin işaretleriyle ve yine bu işaretler üzerinde gerçekleşen icma iledir. Yani icmaın sadece kendisi ile değildir.

Bu üç kaynaktan sonraki bilgiler iman açısından ilim, yani zorunlu bilgi ifade etmezler.

Sünnet uyulması gereken kesin bilgi olmakla beraber kesinlik ifade edebilmesi için onun bize tevatürle, yani yalanın sızma ihtimali olmayacak bir yolla ulaşması gerekir. Böyle olmazsa Sünnet zorunlu bilgi oluşturmaz, ancak çeşitli kademeleriyle ‘zan’ oluşturur. Müçtehitlerin Kuranıkerim’e ve Sünnete dayalı içtihatları da yine zannî bir bilgidir, zorunlu bilgi değildir. Yani içtihatlar kesin bilgi oluşturmaz.

Zannın kademeleri şunlardır: Vehm, tahmin, za’m/zu’m, rayb, şübhe, şek ve zan. Bunların zan dışındakileri bilginin, kesinlik bakımından yüzde ellinin altındaki kademeleridir ve itibar edilmesi gereken bilgi adına bir şey ifade etmezler. Bazen bunların her birine zan dense bile ıstılah olarak zan bilgi derecesi bakımından yüzde ellinin üstündeki bir ihtimali ifade ettiği için çoğu zaman hesaba katılmak zorundadır. Yüzde doksanlardaki bir bilgi, zan olma noktasını yukarı geçmiş ve itminan derecesine ulaşmıştır. Yüzde yüz olursa ‘ilim’ olur, imanı oluşturur ve aksine düşünmek caiz olmaz. Yakîn de bunu ifade eder. Marifet ise bilginin genel adıdır ve hepsi için kullanılabilir. Bazen mutlak bilgi anlamında ‘ilim’ de hepsi için kullanılabilir olmakla beraber, kavram olarak ‘ilim’, yakîn bilgidir ve marifetten üstündür. Bilahare ‘marifet’ tasavvufta sezgi, dini tecrübe ve işrak ile oluşan kalbi yakîne ad kılınmıştır.

Konumuza dönelim: İman esaslarını belirleyen bilgilerin gayba ait ve zorunlu bilgi oluşturacak düzeyde olması şarttır. Bu da tevatürle gelen bilgilerle olur. Onun için imanın altı şartı vardır denir. Çünkü inanmamız gereken bu altı şeyin dinin esası olduğu mütevatir haberlerle sabittir. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahirete ve kadere iman. Gayba, yani sadece imanın konusu olan şeylere ilişkin bunun dışında da pek çok konu vardır, ama onlara inanmak imanın olmazsa olmaz şartı sayılmamıştır. Ancak iman için şart olmamaları, olmadıkları anlamına gelmez. İşte bizim üzerinde duracağımız alan da burasıdır. Acaba imanın bulunması için şart sayılmayan konulara iman etmemiz gerekmez mi? Ya da onlara yok diyebilir miyiz? Bu meselenin din ıstılahındaki adı; haber-i vahidle akidenin oluşup oluşmayacağı meselesidir. Gelecek yazımızda işte bu önemli meseleyi anlatacağız.


15 Şubat 2018 Perşembe

Şeriatsız tasavvuf olmaz


..Resulüllah Efendimiz arkadaşlarına şöyle buyurdu;
‘siz muhakeme olmak için bana geliyorsunuz, ama delil getirmede biriniz diğerinden daha dilbaz olabilir. Ben de onun konuşmasına bakarak onun lehine hüküm verebilirim. Ona hakkı olmayan bir şeyi vermişsem ateşten bir parça almış olur’ (Buhari). Yani Resulüllah bile mahkemeleşenlerin kalplerini bilmiyordu...

Bazı kabilelerin Resulüllah’ı aldatıp zarar vermek için ondan İslam’ı öğretecek muallimler istemeleri ve yetmiş kadar Kuran bilen sahabiyi pusu kurup öldürmeleri olayı meşhurdur. Resulüllah bundan o kadar üzülmüş ve etkilenmişti ki, bu kabilelere kunût ile iki ay beddua okudu, onlar da helak oldular. Medine gibi sekiz on bin nüfuslu bir kasabadan yetmiş tane seçkin insanın yok edildiğini düşünürsek olayın ne kadar vahim olduğunu anlarız. Hatta Enes, ben Resulüllah’ın bu kadar üzüldüğüne daha hiç şahit olmadım diyecektir. Resulüllah (sa) onların kalbindeki bu kötü niyetlerini bilmiş olsaydı bu kadar arkadaşını onlara kurban verir miydi?

Meselenin kerametle alakası

Ehlisünnet akidesine göre keramet haktır. Ama keramet insana Allah’ın özel alanına müdahale edebilme gücü vermez. Kalbi bilmenin bir gayb meselesi olduğunu daha önce söylemiştik. Daha doğrusu başta Ebu Hanife olmak üzere âlimler kalpteki bilgilerin gayb olduğunu söylüyorlar. Allah da buyuruyor ki, ‘biz seçtiğimiz peygamberler dışında gaybı hiç kimseye bildirmeyiz’. O halde bunun için ‘bir keramet olarak Allah bildirirse bilir’ demenin bir anlamı kalmaz, çünkü eğer o bir gayb ise bildirmeyeceğini söylemiştir. Bu tıpkı, ‘Allah dilerse beni peygamber yapabilir’ demek gibidir. Çünkü o artık peygamber göndermeyeceğini, Hz. Muhammed’in (sa) peygamberlerin sonuncusu olduğunu söylemiştir.

O halde meseleyi bir tasavvuf meselesi olarak görüp savunmanın bir anlamı yoktur. Bilinir deyince tasavvufu kabul etmiş, bilinmez deyince inkâr etmiş olmazsınız. Eğer böyle bir inanç, insanı ilahlaştırmaya doğru götürüyorsa bunun doğrusunu anlamaya çalışmak da abesle iştigal olmaz. Ayetler, hadisler, âlimler, hatta Kuşeyri gibi sufi önderler (Bkz. Letaif, Ta-ha 7. Ayetin tefsiri) bilinemeyeceğini söylerken, bilinebilir diyenlerin, dinin delil saydığı hiçbir delilleri yoktur. Söylenenler sadece, falan zatın yanına gittim ve kalbimden geçenleri söyledi, gibi nakillerden ibarettir. Kendini bilen hiçbir tasavvuf büyüğü, mürşidi, ben sizin kalbinizi bilirim dememiştir, diyemez.

Bu konu dinimizin bizi imtihan ettiği bir konu değildir. Dolayısıyla bunu savunmada hamasi refleksler göstermeye de gerek yoktur. Din bu değildir, tasavvuf da bu değildir. Farzımuhal bilinir diyelim, bu bizim mükellefiyetlerimizden hangisini değiştirir? Aksine böyle ezoterik inançlar sadece insanı yoldan çıkarmaya yarar. Ayrıca bütün ihtimallerle böyle bir konuda zahirden yana olma dinimiz açısından ‘eslem tarik’tir, yani en garantili yoldur. İmam Rabbanî’nin şu tespiti burada da yol göstericidir: ‘Zahirle batın arasında bir çatışma varsa, batın bilgi atılır, zahir alınır. Farklılık kıl kadar olsa bile’.

Ayrıca mesele bir inanma/iman mesesi ise ki, başka bir şey olamaz, o zaman bundaki iman çizgisini belirleme noktasında mütevatir, dalalet çizgisini belirleme noktasında da en azından sahih rivayetlere ihtiyaç duyulur. Oysa değil mütevatir ve sahih, zayıf bir dini delil bile bize böyle bir bilgi vermez, hatta tam aksini söyler.

Şimdi tekrar gelelim işin keramet yönüne: 1990 yılı olabilir, rahmetli Mehmet Emin Er Hoca (ki, hem fakih hem sufi idi, yani âlim bir mürşitti) bizim Hadis Enstitümüzü ziyarete gelmişti. Kendisiyle uzun uzun sohbet yaptık, bu meseleyi ona da sordum. Söyledikleri beni ikna etti ve hala o kanaate devam ediyorum. Dedi ki: ‘Kalbi Allah’tan başka kimse bilmez. Ancak Allah’ın veli kullarına şöyle bir ikramı olabilir. Siz Allah dostu bir zatı ziyaret edersiniz, Allah ona bir ikram olarak sizin kalbinizdeki şeyi söylettirir. Siz de onun kalbinizi okuduğunu sanırsınız. Oysa onun sizin kalbinizde böyle bir şey olduğundan haberi bile yoktur, bu bir tevafuktur, ama aynı zamanda bir keramettir’.

İşte meselenin keramet yönü burasıdır.

Sonuç: Mezhepçilikten kurtulmadan mezheplerin nimet olduğunu anlayamayacağımız gibi, tasavvufumuza giren batıni/ezoterik inançları ayıklamadan da Hasan Basri, Abdullah bin Mübarek ve Abdülkadir Geylani gibi sufilerimiz olmayacak ve tasavvuf uçsuz bucaksız Batıniliğe doğru sürekli kayacaktır. Tasavvuf şeriatı en hassas çizgilerle yaşamaksa doğrunun yegâne ölçüsü şeriat olmalıdır. Bunun başka da bir izahı yoktur.


12 Şubat 2018 Pazartesi

Afrin’de ölenler şehit değil mi?


Şehitliğin çokça konuşulduğu ve muhtemelen çokça yaşandığı bugünlerde şehidin kim olduğunu bilmek de önem kazanıyor...


..Şehitlik dini bir kavramdır bu dünyadan çok öbür dünya ile alakalıdır. Bu sebeple asgari dürüstlük, o dünyaya inanmayanların şehit adını ve şehitlik payesini kullanmamalarını gerektirir. Demokrasi şehidi, laiklik şehidi, devrim şehidi olmaz. Hem öbür âleme inanmayacaksınız, hem de böyle ulvi bir duygu ile kendi batılınızı teşvik için insanları motive edeceksiniz, bu ikiyüzlülük olur.

Şehit Allah’ın katında alacağı sevap, ya da dünyada uygulanacak ahkâm bakımından iki çeşittir. Mesela birisine Allah katında şehitlik payesi verildiğini biz bilmeyebilir ve onu şehit saymayabiliriz, ama o gerçekte, yani Allah’ın hükmünde şehit olabilir. Aksine, birisini biz kendi ölçülerimizle şehit sayar ona şehit muamelesi yaparız ama o Allah katında böyle olmayabilir. Biz zahire, yani görüp bilebildiklerimize göre hüküm veririz, nihai hüküm Allah’ındır. Bu sebeple hiç kimsenin Allah katında kesin olarak şehit sayıldığını bilemeyiz. Çünkü bu büyük ölçüde savaşanların niyetleriyle de alakalıdır.

Ama dinin işte açık ölçüleriyle şehidin Allah yolunda savaşırken öldürülen mümin olduğunu biliriz. Resulüllah’a, peki ‘Allah yolu’nda olan kimdir, diye sorulduğunda, ‘Allah’ın sözü, yani hükmü, nizamı, kanunları en yüce olsun diye savaşandır’ buyurur...

.. O halde ülkemizi Allah için savunmamız gerekir. İslam adına yaşanan olumsuzlukları da ancak bu yolla ve her bakımdan güçlenerek kademe kademe azaltıp bir gün tamamen ortadan kaldırabiliriz…

İşte bunları ya da bunlara yakın düşünceleri yaşarken niyeti, dinini, ülkesini, vatanını, ırzını, namusunu ve onurunu Allah için korumak olan, bu sebeple savaşan mümin bir askerin Afrin’de ya da başka bir cephede vurulması onu gerçek anlamda şehit yapar. İşin hakikatini bilen ise sadece Allah’tır. Biz insanların niyetlerini bilemeyiz. O halde askerin bu duygularla bilinçlendirilip motive edilmesi de önemlidir ve gereklidir.

Dini ahkâm açısından biz şunu da biliyoruz. Resulüllah Efendimiz (sa) asabiyet, ırkçılık yani kavmiyetçilik adına savaşanların, bizden olmadıklarını ve savaşırken ölürlerse cahiliyet ölümüyle ölmüş olacaklarını haber veriyor. Cahiliyet ölümü şirk üzere ölümdür. Biz Çanakkale’de, İstiklal Harbi’nde, Yemen’de, Filistin’de, Kûtü’l-amara’da ırk olarak değil, millet olarak, Türk, Kürt, Arap, Laz, Boşnak… hep beraber Allah için savaştık. Şimdi karşımızda İslam’ı tamamen reddeden ve bu özellikleri sebebiyle İslam’ı boğmak isteyenlerce de desteklenen kavmiyet savaşçıları var. Dolayısıyla sadece Kürtlük adına savaşanlar da, sadece Türklük adına savaşanlar da Resulüllah’ın bu beyanına muhataptırlar. Bu uğurda ve bu niyetle ölenlerin şehit olduğunu söyleyemeyiz.

İslam’ın şehitliğe bakış açısı budur. Başkaları başka türlü düşünebilir.


Yazının tamamı için:

10 Şubat 2018 Cumartesi

Çocuklara Allah-u Teala'yı nasıl anlatalım?

 Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Çocuğun sorularına doğru, aynı zamanda basit ve açık cevaplar verilmeli. Size Allah'ı sorduklarında basit bir anlatımla  Allah'ın bütün kullarına vermiş olduğu nimetlerden örnekler vererek (onların anlayacağı şekilde basitleştirerek belki birlikte resim çizerek) mesela tabiattan yararlanarak göğün direksiz nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine; çivi vazifesi gördüğüne, yeryüzünün nasıl yayıldığından bahsederek O'nun kudretini, merhametini, rızıklandırmasını yani sıfatlarını anlatmaya çalışabiliriz.

Basit bir anlatımla, sabırla, geçiştirmeden, kısa cevaplar şeklinde onların hem Allah-u Teala'yı tanımalarına hem de sevmelerine de vesile olursunuz. 

Çocukların en çok sordukları sorulara şu şekilde cevaplar verilebilir:

*- Allah ölür mü?
Ölüm yaratılmışlar için geçerlidir. Başlangıcı olan varlıkların sonu olur. Bu başlangıcı başlatan , var eden bir varlık olmalıdır. O da Allah'tır. O'nu var eden bir varlık olmadığı gibi O'nu yok edecek , ölümüne karar verecek, buna güç yetirecek bir güç de yoktur. Çünkü Allah, varlığı kendindendir. O'ndan başka herşeyin varlığı kendinden olmayıp Allah'a dayanmaktadır.

*- Allah nerede?

“Allah’ı görmemiz mümkün değil… Nasıl mı? Örneğin bana «hava»yı gösterir misin? Gösteremezsin… Çünkü gözlerimiz her şeyi göremiyor… Göremiyoruz, ama havanın varlığını her an her yerde hissediyoruz.

İşte bunun gibi, Allah’ın varlığını, her an her yerde hissediyoruz… Çiçekleri yaratışından hissediyoruz ki, hemen yakınımızda… Kuşları yaratışından hissediyoruz ki, bizimle beraber… O her an, her yerde… Nefes alırken, uyurken, uyanıkken, hep bizimle…” 

*- Allah kimdir? neye benzer?

  Çocuğun bir çok sorularının cevabını Kuran'dan çıkarabiliriz; örneğin çocuğumuz bize Allah kimdir diye sorarsa şu âyeti ona okuyabiliriz:

"Allah gökleri ve yeri yaratan, gökten su indiren, onunla sizin için rızk olarak meyveler çıkarandır. O’nun emriyle denizde hareket etmesi için gemileri emrinize verdi, ırmakları emrinize verdi."
[ İbrahim, 64. ]

*(şöyle bir örnek verebilirsiniz)

- Bu masa kendi kendine olur mu?


- Olmaz.


- Yani bunu yapan biri var, diyorsun.


- Evet.


- Şu giydiğimiz terlikler ve ayakkabılar da kendi kendine olmaz, değil mi?


- Olmaz.


- Onları kim yapıyor?


- Adamlar.

- Evet, adamlar yapıyor. Biz onlara ayakkabıcı diyoruz.Ayakkabı kendisini yapan ayakkabıcıya hiç benziyor mu? Ayakkabıcının ağzı, gözü, kulağı, ayağı, kolu var, yürüyor ve konuşuyor. Ayakkabıya bakıyoruz, kendisini yapan ustaya hiç benzemiyor, ne gözü var ne de kulağı, ne yürüyebiliyor ne de konuşabiliyor, değil mi?

- Evet.


- Basit bir masa ve ayakkabı kendi kendine olmazken, gökyüzünde gördüğümüz güneş, ay, yıldızlar ve üzerinde yaşadığımız şu dünya kendi kendine olur mu?


- Olmaz.


- Demek onları yapan, yani yaratan biri var. Kimdir o?


- Allah.

- Evet, dünyayı ve üzerinde yaşayan canlıları yaratan yüksek bilgi ve güç sahibi Biri var ve biz Ona Allah diyoruz. Nasıl ayakkabıcı yaptığı ayakkabıya hiç benzemiyorsa, Allah da yarattığı varlıklardan hiçbirine benzemez. Yemek, içmek, uyumak, bir evde oturmak bize mahsus şeylerdir. Allah, bize benzemediği için bunlardan hiçbirine ihtiyacı yoktur. Allah'ın varlığını biliyoruz, ama Onu göremiyoruz. Duyularımız, aklımız ve bilgimiz sınırlı olduğu için her şeyi göremez, her şeyi duyamaz ve her şeyi bilemeyiz. 


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR