21 Mart 2021 Pazar

23- El-Hâfıd ism-i şerifi: 24- Er-Râfi ism-i şerifi:

 

EI-Hafıd ism-i şerifini tek başına okumayıp Er-Rafi' ism-i şerifi ile beraber okumalıdır.

El-Hâfid: Alçaltan, yukarıdan aşağıya indiren, hor ve hakir kılan manalarına gelir.

Allahu teala, istediği kulunu yukarıdan aşağı atıverir. Şan ve şeref sahibi iken rezil ve rüsvay eder ve bu muamelesi çok defa, Kendisini tanımayan, emirlerini dinlemeyen asilerle, başkalarını beğenmeyen mütekebbirler ve hak, hukuk tanıma­yan zorbalar hakkında tecelli eder. Onları hem dünyada hem de ahirette zelil ve hakir eder. Bu ism-i şerif ile zalimler zelil kılındığı gibi, bazen Müminler ve masumlar da alçaltılarak sabır ile imtihan edilir. Demek bu isim, bazen kulun zulmünden dolayı ve bazen de sabırla imtihan edilmesinden dolayı kişide tecelli eder.

Allah'ın düşürdüğünü yine Allah'tan başka kimse kaldıra­maz. Eğer bunlar bu akibetten uyanıp ta, Allah'a iltica ederek vaziyetlerini kurtarabilirlerse, bu muamele kendileri için bü­yük bir ni'met olmuş olur. 

Bilmek lazımdır ki, düşüren Allah'tır, fakat sebebi insanın kendisidir. Dikkat edilirse, düşenlerin uzun zamanlar bu kötü sıfatlarla haşir neşir oldukları görülür. Herkesin bildiği gibi maddi olsun, manevi olsun yıkan ve yükselten sebeplerden her biri daima ayni neticeyi verir ve hiç şaşmaz.

Şimdi, bu ism-i şerifin âlemdeki tecellilerini görelim:

Zalim devlet reislerinin ve yöneticilerin devrilmesi bu ism-i şerifin tecellisi ile olur. Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller ve onların her asırdaki timsalleri, Hâfid isminin tecellisiyle alçaltılmış ve saltanatlarını kaybederek hor ve hakir olmuşlardır. Demek, saltanatını kaybeden her zalim sultan, bu ism-i şerifin tecellisiyle yerle bir olmuştur.

Bu isim, şahıslarda olduğu gibi devletlerde de tecelli etmiş, Roma, Bizans ve Pers imparatorlukları gibi birçok imparatorluk ve devlet, bu ismin tecellisiyle yıkılarak tarihin sayfalarına gömülmüşlerdir.

El- Hâfid ismi şuralarda da tecelli eder:

Bir yöneticinin makam ve mevkisini kaybetmesi, başarılı bir öğrencinin başarısını kaybetmesi, zengin bir kimsenin malını ve varlığını kaybederek fakir olması, sağlıklı bir insanın sağlığını kaybetmesi, güçlü ve kuvvetli bir insanın kuvvetini kaybetmesi gibi bütün alçalmalar ve yukarıdan aşağıya inmelerde Hâfid ismi tecelli eder.

Şu da bilinmelidir ki, alçalmak sadece işlenen günahlar ve kusurlar sebebiyle değildir. Bazen Cenab-ı Hak, kulunu sabır ile imtihan etmek için verdiği nimetleri ondan alır ve onu alçaltarak El-Hâfid ismine mazhar eder.

Bu isim maddi olarak böyle tecelli ettiği gibi, manevi olarak da şöyle tecelli edebilir: Bir Müslüman’ın dinden dönerek kâfir olması, namaz kılan birisinin namazını bırakması, bir hafızın hafızlığını unutması ve kulun işlemiş olduğu günahlar sebebiyle manevi mertebelerden aşağıya, ahsen-i takvimden esfel-i safiline düşmesi gibi… Hâfid isminin bu manevi tecellilerinden Rabbimiz bizleri muhafaza etsin!

Bu isim dünyada tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecek, kâfirler ve zalimler cehenneme sokularak orada hor ve hakir kılınacaktır. İşte bu, El-Hâfid isminin belki de en büyük tecellisidir!

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, El- Hâfid isminin bir tecellisine şu hadis-i şerifleri ile şöyle dikkat çekmiştir:

Hz. Enes radıyallahu anh şöyle dedi: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in devesi Adbâ, yarışta birinciliği başkasına vermez ve yarışı başkasına kolay kolay bırakmazdı. Bir gün devesine binmiş olarak bir bedevi geldi ve yarışta onu geçti. Bu durum Müslümanlara pek ağır geldi. Onların bu halini fark eden Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Dünyada yükselen bir şeyi alçaltmak, Allah’ın değişmez bir kanunudur.”

İşte bu hadis-i şerif, her çıkışın bir inişi olduğunu beyan etmekle, El-Hâfid ismini ders vermektedir.

Bu ismin tecellisi karşısında kula düşen vazifeler ise şunlardır:

1- Eğer kendisi El-Hâfid ismine mazhar olarak alçaltılmış ise, evvela kendisine bakarak buna sebep olan günah ve kusurlarını hemen terk etmeli ve Cenab-ı Hakk’a iltica ederek O’nun kulluğuna dört elle sarılmalıdır.

2- Bilmelidir ki: Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Dünyada başa gelen birçok sıkıntı ve belalar vardır ki, Allah-u Teâlâ -kulunun sabretmesi şartıyla- o sıkıntı ve belalarla kulunu günahlardan temizler ve manevi makamları kazanmasına o belaları bir sebep kılar. Bu sebeple kul, bu ismin tecellisine rıza içinde sabır göstermelidir.

3- El-Hâfid isminin tecellisiyle helak olan kavimlere, zelil olan sultanlara, makam, mevki, şan ve şöhretlerini kaybeden insanlara ibret nazarıyla bakmalı ve onların halinden bir ders alarak, onların mahvolmasına sebep olan amellerden sakınmalıdır.

Er-Râfi: Yükselten ve aşağıdan yukarıya çıkaran manalarına gelir. Cenab-ı Hak Râfi’dir. Dilediğini nasıl aşağılara indiriyor ve zelil ediyorsa, dilediğini de yükseltir ve aziz eder. Bir padişahı köle yapabileceği gibi, bir köleyi de sultanlık tahtına oturtabilir.

Allah'ın yükselttiği insanlar çok defa iyi huylu, tatlı dilli, yemekten ziyade yedirmekten zevk alan, insanların ayıplarını, kusurlarını örtüp, eksikleri­ni tamamlayan, ihtiyaç sahiplerine malıyla, bedeniyle, bilgisiyle, nasihatiyle yardım eden, nazik, kibar in­sanlardır. Onlar bu istikametten ayrılmadıkça Allah da kendilerinden bu ni'meti almaz.

Allah cc, bu ism-i şerifiyle Müminlerin cennetteki derecelerini yükseltir. Onları hem dünyada hem de ahirette kendisine yakın eder. Hâfid ismi ile zalimleri alçalttığı gibi, Râfi ismi ile de Müminleri ve salihleri yükseltir, onları yüce makamlara ulaştırır.

Devletler de bu ismin tecellisi ile büyür ve diğer devletlere üstünlük kazanır. İşte bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu da bu isme ayna olarak yükselmiş ve diğer devletlere hâkim olmuştur. Daha sonra da Hâfid isminin tecellisiyle yukarıdan aşağıya indirilmiştir.

Asr-ı saadet ve ondan sonra gelen Hülefa-i Raşidin devri de bu isme mazhar olmuş ve o asrın Müslümanları bütün din ve devletlere üstün gelerek galip olmuştur. İşte bu da Râfi isminin bir tecellisidir.

Devletlerde tecelli eden Râfi ismi, devlet yöneticilerinde de tecelli etmiş ve bir kısmı bu ismin tecellisine mazhar olarak yıllarca ülkelerini yönetmiştir. Demek sultanlar ve devlet resileri, bu ismin tecellisi ile o makamlara oturmuşlardır. Tabi bir vakit sonra bu isim yerini El-Hâfid ismine bırakmış ve iş başında olan devlet reisleri makamlarından alaşağı edilmişlerdir.

Şimdi de bu ism-i şerifin âlemdeki diğer bazı tecellilerini görelim:

Semanın yükseltilmesi, kuşların uçması, ağaçların yükselmesi, bir uçağın havalanması, gemilerin denizde batmaması ve suyun üzerinde yüzmesi, bir yöneticinin makam ve mevki kazanması, başarısız bir öğrencinin başarıyı yakalaması, fakir bir kimsenin zengin olması, bir hastanın iyileşip sağlığına kavuşması, zayıf bir kişinin güçlü ve kuvvetli bir hale gelmesi gibi bütün yükselmeler ve aşağıdan yukarıya çıkmalarda Râfi ismi tecelli eder.

Bu isim maddi olarak böyle tecelli ettiği gibi, manevi olarak da şöyle tecelli eder: Meleklerin semaya yükselmeleri, bir kâfirin Müslüman olması, namaz kılmayan birisinin namaza başlaması, ruhların bedenden ayrılıp gökyüzüne yükselmesi, bir kulun işlemiş olduğu salih ameller sebebiyle manevi mertebelerde yükselmesi ve kişinin esfel-i safilinden ahsen-i takvim sırrına yükselmesi gibi birçok hadisede Râfi ismi tecelli eder. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in en büyük mucizelerinden biri olan Miraç hadisesi de bu ismin tecellisi ile olmuştur. Rabbimiz bizleri de Râfi isminin bu manevi tecellilerine mazhar eylesin!

Bu isim dünyada tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecek ve Müslüman olarak ölenler cennete girerek orada yükseleceklerdir. İşte bu, Er-Râfi isminin belki de en büyük tecellisidir!

Bu ismin tecellisi karşısında kula düşen vazifeler ise şunlardır:

1- Eğer kendisi Er-Râfi ismine mazhar olarak yükseltilmiş ise, evvela bunun sebebinin kendi yeteneği değil, Allah’ın rahmeti olduğunu bilmeli ve kendisini yükselten Allah-u Teala’ya hamd ve şükür ederek, oradan düşmesine sebep olacak amellerden son derece kaçınmalıdır. Sözün özü Karun gibi olmamalı ve “Ben bunu kendi katımdaki bir ilim ile kazandım” diyerek nimeti kendisine isnad etmemelidir.

2- Bilmelidir ki: Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. İmtihan ise bazen sabırla ve bazen de şükürle olmaktadır. Onun yükselmesi de şükürle bir imtihandır. Kişi bunu bilmeli, gurur ve övünmek yerine şükretmelidir.

3- Er-Râfi isminin tecellisiyle yükselen kavimlere, aziz olan sultanlara, makam, mevki, şan ve şöhret verilmiş insanlara gıpta ve hased etmemelidir. Onlara verilen bu nimetlerin sadece imtihan için verildiğini düşünerek, o nimetlerin kendisine verilmesini, imtihanı kaybetmek endişesinden dolayı talep etmemelidir. Gıpta edeceği tek şey, uhrevi ameller ve Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazandıracak ameller olmalıdır.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

21- El-Kâbıd ism-i şerifi- 22- El-Bâsıt ism-i şerifi:

 

El-Kâbıd ism-i şerifini tek olarak okumayıp El­ Bâsıt ism-i şerifiyle beraber okumak edebe uygundur.

El-Kâbıd; kabzeden, tutan, daraltan, sıkan, zorlaştıran ve az veren manalarına gelir. Allah Kâbıd ismi ile bazen lütuf ve ihsanını kulundan kısar, rızkını daraltır, onu muhtaç eder, rahat yaşamından mahrum bırakır ve yoksullaştırır. Bir kimse bu hale düştüğünde Kâbıd isminin tecellisine ayna olmuştur. Demek iflas eden, borcunu ödeyemeyen, malını kaybeden, işten çıkartılan, maddi sıkıntılar içinde daralan kimselerde Allah’ın Kâbıd ismi tecelli etmektedir.

Kâbıd ismi maddi âlemde böyle tecelli ettiği gibi, bazen de manevi âlemde tecelli eder; kul bu tecelli ile koca dünyaya sığmaz bir hale gelir, içi sıkılır, kalbi daralır, ruhu sanki bir kafesteymiş gibi çırpınır. İşte bu hal Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bu tecelli ile kul kendi aczini anlar, fakrini derk eder ve rahmet-i ilahiyyenin kapısını dua ve niyaz ile çalar, Allaha iltica eder, ona sığınır. Demek Kâbıd isminin tecellisi, dua ve niyaza bir davettir.

Yağmurların yağmaması da Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bazen olur ki Allah-u Teala kimi yerlere yağmur yağdırmaz, kimi yerlere az yağdırır. Adeta yağmuru tutar, kabzeder. Demek yağmursuz geçen günler Kâbıd isminin tecellisine mazhar olan günlerdir. Kâbıd isminin tecellisini daha birçok yerde görebilirsiniz: Mesela sıkışan trafikte, öğrenilmeye çalışılan bir meselenin anlaşılamamasında ve kişiye zorlaştırılmasında, mahsullerin bir felaket ile helak olmasında, toprağın kuraklaşıp ekinlerin bitmemesinde, işlerin kesat gitmesinde, hayatın insanlara zorlaşmasında ve diğer bütün sıkıntı ve zorluk hallerinde tecelli eder.

Bu isim dünyada böyle tecelli ettiği gibi ruhun ölüm anında kabzedilmesinde de tecelli eder. Her ölen ve ruhu kabzedilen mahlûk, Allah’ın Kâbıd ismine ayna olmuştur. Ölümde tecelli eden Kâbıd ismi, ölümün kardeşi olan uykuda da tecelli etmektedir. Uyku esnasında ruhlar tutulur. Eceli gelenlerin ruhu bırakılmazken, eceli gelmeyenlerin ruhları bedenlere iade edilir. Bunun ölümden tek farkı, ölümde ruhun tamamen çıkması, uykuda ise ruhun bedenle olan irtibatının tamamen kesilmemesidir. İşte uykudaki ruhların tutulması da Kâbıd isminin bir tecellisidir.

Bu tecelli Kuran-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir: “Allah ölümleri anında ruhları alır. Ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.” (Zümer 42)

Ölüm ve uykuda ruhun kabzedilmesi ile tecelli eden Kâbıd ismi, kabrin kulu sıkmasıyla ve hesap günündeki diğer sıkıntılarla da tecelli eder.

Özetle: Çekilen her maddi ve manevi sıkıntı, dünyevi ve uhrevi zorluk Kâbıd isminin bir tecellisidir. Burada kula düşen ise: Kâbıd isminin tecellisine karşı sabır ile mukabele etmek, her sıkıntıdan sonra bir genişliğin olduğuna iman ederek dua ve yalvarma ile aczini ve Allah' a muhtaçlığını ifade etmekdir.

El-Bâsıt; genişleten, açan, kolaylaştıran ve çok veren manalarına gelir.Allah Bâsıt ismi ile kulundaki ihsanını çoğaltır, rızkını genişletir ve halini fakirlikten zenginliğe, sıkıntıdan feraha ve zorluktan kolaylığa çevirir. Bu ismin tecellisiyle fakir zenginleşir, borçlu borcunu kolayca öder, işsiz iş bulur ve diğer bütün maddi sıkıntılar yok olur, yerlerini lütuf ve ihsana bırakır.

Yine Kâbıd ismiyle daralan gönüller ve ruhlar, bu ismin tecellisiyle inşirah bulur, neşe dolar ve feraha kavuşur. Bu hal ile kul, Cenab-ı Hakk’ın ihsanını anlar, lütfunu idrak eder ve rahmetin hediyelerine karşı şükürle mukabele eder. Demek Kâbıd isminin tecellisi, dua ve niyaza bir davet olduğu gibi; Bâsıt isminin tecellisi de şükür ve hamde bir davettir.

Yağmurlar bu ismin tecellisi ile yağar, toprak bu ismin tecellisi ile içinde türlü türlü bitkileri içinde yetiştirir. 
Yine bu ismin tecellisi ile anlaşılması zor olan bir mesele insana açılır, kesat giden işler bol kazanca ve berekete dönüşür, hayat insanlara kolaylaşır, maddi ve manevi sıkıntılar yerlerini ferah ve mutluluğa bırakır.

Uykuda kabzedilen ruh, Bâsıt isminin tecellisi ile tekrar bedene döner. Demek her uyandığımızda Allah’ın Bâsıt ismini tefekkür ve zikir etmeliyiz.

Yine bu ismin tecellisi ile ibadetten lezzet ve zevk alınır, zor olan ibadetler insana kolaylaştırılır, ibadetin peşin bir mükâfatı olan manevi hazlar hissedilir.

Sözün özü: Maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi bütün genişlikler Bâsıt isminin bir tecellisidir. İnsan-ı kâmil odur ki: Nimetten nimetin hakiki sahibine çıkar, kendisine lütfedilen maddi ve manevi nimetlerin sahibi olan Allah’ı Bâsıt ismiyle tanır, her genişlikte Bâsıt ismini görür ve O’na hamd ve şükür eder.

Allah-u Teâlâ, bu ismin hürmetine bizlere maddi ve manevi genişlikler versin, sıkıntı ve darlıklardan kurtarsın ve Bâsıt isminin tecellisine bizleri mazhar etsin. Âmin!

Tekrar edersek;
El-Kâbıd, sıkan, daraltan; El-Bâsıt, açan, genişleten demektir dedik.

Bütün varlık Allah-u teala'nın kudret elindedir. İste­diği kulundan ihsan ettiği servet ve zenginliği, evlat ve ailesini, huzurunu, gönül ferahlığını alıverir. O adam zenginken fakir olur, evlat acısı çekebilir veya iç sıkıntısı­na, ıztırap ve huzursuzluk içine düşer. İşte bu haller El-Kabıd isminin tecellileridir. 

İstediği kuluna da yepyeni bir hayat verir, neş'e verir rızk bolluğu verir; bu da El-Basıt isminin tecellisidir. Allah Hakimdir, kulunu bazen Kabıd ismiyle sıkar, daraltır; bazen da Basıt ismiyle açar, genişletir. Her iki muamelenin de bir hikmeti vardır. Hayat imtihandan ibarettir. Allah her kulunu bir çeşit imtihana tabi tutar.

KULA YARAŞAN ŞEY:

El-Kâbıd ismi şerifi ile hükmettiğinde elden çıkan ni'metlerden dolayı üzüntü duysa dahi, kendini şaşırmamak, sabır denilen fazileti bütün bütün kaybedecek derecede üzülmemek.

 El-Bâsıt ismi ile tecelli ettiği zaman da  şımarıp gurur ve heyecana kapılmamak. Şükür denilen fazileti unutacak derecede sevinmemek ve bu hallerin hepsinin de Allah'ın takdiri ile Allah'tan geldiğini ve nice giz­li hikmetleri bulunduğunu düşünmek, her iki halde de gönlü­nü Allah'ın rızasına ve hoşnutluğuna bağlayarak kulluk vazi­felerini yerine getirmekten uzaklaşmamaktır. Şu muhakkaktır ki, taşkınlığa ve şaşkınlığa kapılmadan edebi gözeten, ciddi ve ağırbaşlı insanlar, Allah'ın yardımını ve muhabbetini kazanmış olurlar.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

20- El-Alîm ism-i şerifi:


El-Alim, bilen demektir. Allahu teala Alim'dir. Her şeyi bilir. İlmi, ezeli ve ebedi olup bütün kâinatı ve her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey onun ilminin dışında kalamaz.  Olmuşları bildiği gi­bi, olacakları da, olmuşlar kadar açık bilir. Zamanın başladığı tarihten sonuna kadar olmuş, olacak her şey Allah'ın ilminde her an hazırdır. Hiç bir şey Allah'ın ilminden bir an dahi dışarıda kalamaz. Hiç bir şey O'na karşı kendini gizleyemez. Mahlukat O'nun yaratmasıyla var olduğu gibi, O'nun tayin et­tiği kadar yaşar, yer, içer. O'nun müsaade ettiği kadar bilir. İlerisini bilemez. Öteki sıfatları da böyledir. Mesela, Allah'ın muktedir kıldığı kadar yapar, ilerisine gücü yetmez. O'nun ira­de ettiği kadar görür, işitir, ilerisinden haberi olmaz. İnsanla­rın her şeyi bir sınır içinde ve bir ölçüye göre olduğu gibi, bilgileri de böyledir.

Şimdi Allah’ın ilminin delillerinden bir kısmına bakalım:

1- Bütün hayat sahiplerinin, muhtaç oldukları rızıklarını, ihtiyacı olduğu bir vakitte ve umulmadık bir yerden vermek, ancak her şeyi kuşatan bir ilim ile olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını görecek ki, ancak o zaman rızkını uygun verebilirsin. Mesela insan yavrusunu anne sütü ile besleyen, kuş yavrusunu solucanla besleyen elbette o yavruları tanır, ihtiyaçlarını bilir, ona göre verir.

Suya muhtaç bitkilere yağmur ile yardım eden, o bitkileri görür ve yağmurun onlara ihtiyacını bilir ve sonra gönderir. O halde rızkı mükemmel olarak verilen her bir mahlûk Cenab-ı Hakkın ilim sıfatına şehadet etmektedir.

2- Mahlukata ayrı ayrı muntazam ve hikmetli suretler vermek ancak Allah'ın herşeyi kuşatan ilmi ile mümkündür. Bunu deveye bakarak anlamaya çalışalım:

Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç hafta su içmeden yaşayabilir. 
Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir.
Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri kum ile dolmaz.
Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes alabilir.
Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar.
Uzun boynu yerden 3 metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.
Dizleri, bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.
Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik…

Devenin hayatının devamı için en mükemmel sureti ve şekli vermek, her şeyi bilen bir zatın ilmini ispat eder. Mesela, devenin bütün özellikleri olsaydı, fakat sadece ayakları atın ayakları gibi olsaydı, çölde 1 km. bile gidemezdi. O zaman diğer özelliklerinin hiç bir önemi kalmazdı; veya kirpikleri ağ gibi olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı. Dudakları yarık olmasa beslenemezdi.

Görüldüğü gibi deveye en hikmetli özellikler verilmiştir. Sınırsız imkânlar içinde en güzel sureti, en mükemmel vücudu, en layık sıfatları vermek ise ancak Allah'ın herşeyi kuşatan ilmi ile olabilir.

Şimdi diğer hayvanları, bitkileri ve diğer mahlûkatı deveye kıyas edin ve Allahın sonsuz ilmini tefekkür etmeye çalışın.

3- Mahlûkatın yaratılışı ve yaratışındaki kolaylık sonsuz bir ilme işaret eder. Çünkü bir işte kolaylık, ilmin derecesi ile orantılıdır. Ne kadar fazla bilse, o derece kolay yapar. Şimdi yaratılmışlara bakalım: Hayret verici bir kolaylıkla, külfetsiz, kısa bir zamanda, noksansız, birbirine karıştırmadan fakat mucizevî bir şekilde yaratılıyorlar. Demek sınırsız bir ilim sahibi var ki, kolaylıkla bu icatlar yapılıyor. 

4- Kainattaki mizan ve denge Allah’ın alim ismine işaret eder. Çünkü ölçü ve denge ile yaratmak ancak ilim ile olur. Şimdi mahlûkatı bir kenara bırakarak sadece insana bakalım ve bu mizanın ne derece hassas olduğunu bir derece anlayalım:

Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Vücudumuzda belli ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler bulunmaktadır ki, bunların azlığı veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela, bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan beyin fonksiyonlarını işlettirir. Eksikliğinde davranış bozuklukları gözükür.

Kadminyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerinde elementlerin yığılması ise hormonal bozuklukları meydana getirir. İşte bu denge ve hassas mizan ancak ve ancak bir kuşatıcı ilmin tecellisi iledir. Bu dengeyi gördükten sonra bu herşeyi içine alan ilmi inkar etmek, ancak aklı doğru kullanamamak ile olur.

5- Kainattaki hıfziyet hakikati nihayetsiz bir ilme şehadet eder. Şöyle ki: Âleme bakıyoruz, küçük-büyük, yaş-kuru, gökte, yerde, karada, denizde her şey mükemmel bir intizam içinde muhafaza ediliyor.

Bitkiler tohumlarda, ağaçlar çekirdeklerde, hayvanlar yumurta ve nutfe denilen su damlacıklarında muhafaza ediliyor. Baharın bütün çiçekli ve meyveli varlıklarının şekilleri ve programları küçücük tohumcuklar içinde yazılarak muhafaza ediliyor ve ikinci baharda tekrar yaratılıyor. İnsanın vücudunun bütün özellikleri ise DNA’larında yazılıyor.

İşte bu derece dikkatli hıfziyet, ancak nihayetsiz bir ilim ile mümkündür ve onsuz olamaz. İşte bütün tohumlar, çekirdekler, nutfeler, bellekler ve DNA’lar kendilerinde muhafaza edilen bilgi ve programlar ile Cenab-ı Hakkın ilmine işaret ederler. Allah’ın alim isminin bu nevi delilleri çoktur. 

Bu varlık içinde insanın bildiği bir ise, bilmediği hadsiz ve hesapsızdır. Evinde yattığı yatağın bir metre altında altın hazinesini bilemediği için açlıktan ölen bir insan farzedelim ya da çaresiz bir hastalığa yakalanmış, ümit­sizlik içinde ıztırap çekiyor, halbuki şifası hergün üzerinden geçip çiğnediği bir otta. 

İşte bu haller, her şeyi öğrendim zanneden insanların acziyetleridir. 

İnsanoğlu ne kadar ilim sahibi olursa olsun yine de bilemedikleri bildiklerinden çok daha fazladır. Kaldı ki bildiğini sandığı şeylerde dahi bilgisi yüzeyseldir ve bir zaman gelir, insan bildiklerini de unutur. Bazen da insan bildiği şeyde yanılır ve yanlış bilir. Hakkı batıl, batılı hak sanır. İşte bu en fenasıdır!

Her şeyi bilenin sadece Allah olduğuna iman etmek insanı şirke düşmekten ve yaratılmışlarda olağanüstü yetenekler var sanıp onları tanrılaştırmaktan koruyan en önemli bilinç düzeyidir. 

KULA GEREKEN ŞEY:
İnsanda birtakım kemaller bulunur, fakat bunlar sınırlıdır. İnsanın yaşayışı sınırlıdır, mevkiisi, bilgisi, iktidarı, her şeyi sınırlıdır. Kendisinde gördüğü bu sınırlı kemallerden bütün sınırsız kemallerin hakiki sahibi bulunan Allahu teala'yı bilip rızası­nı kazanmaya çalışmalıyız. Ebedi saadet budur.

Son olarak Allah’ın her şeyi bütün incelikleriyle bildiğini bilen kişi O’ndan gelen bilgiye (vahye) sırtını dönemez. Dönerse yolunu şaşırmaya, ömrünü boşa harcamaya mahkûmdur. Mademki her şeyin en doğrusunu Allah bilir, öyleyse O’nun her sözü benim bütün bilgi ve arzularımdan daha doğru ve daha değerlidir. O’nun doğru dediklerinden her uzaklaşmamda telafisi mümkün olmayan bedeller ödemeyi göze almam gerekir.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

19- El-Fettâh ism-i şerifi:


Fettah: Kapıları açıp yardım eden, zafer ve fetih lütfeden, bütün anlaşmazlıkların en son hakemi olarak mutlak adaleti sağlayan, hak ile batılı birbirinden ayırıp gerçeği ortaya çıkaran, hüküm veren anlamlarına gelir.

Hem dünyamız hem ahiretimiz için her neye muhtaçsak Rabbimizin “Fettah” ismine de o kadar muhtacız... Çünkü biz önümüzde neyin açılmasını istiyorsak onu en hayırlı biçimde açacak ancak O’dur. (Araf, 7/89.)

 Fettah isminin tecellisiyle maddi ve manevi kapılar açılır, müşküller giderilir ve zor olan işler kolaylaştırılır. Bir işsizin iş bulması, borçlunun borcunu ödeyecek imkâna kavuşması, bir ilim talebesinin zor bir meseleyi kavraması, anlaşılması zor bir hakikatin anlaşılması, yeni bilgilerin keşfedilmesi, kilitlenen işlerin açılması, hakkı görmeleri için insanların kalplerinin ve gözlerinin açılması, günahkârlara tövbe kapısının açılması, zulme uğrayana yardım edilmesi, ümitsizliğe düşen kullara ümit kapılarının açılması, dünyanın kapatılıp ahiretin açılması; hep bu ismin tecellisiyledir. 

 Allah-u Teala'nın insanoğluna vahiy yoluyla ilahî bilgiyi açması ve zihinlerdeki kapalılığı gidermesi de bu ismin tecellisiyledir. Bunun için Allah’ın kitabını bize açan sure olduğundan ilk surenin adı da Fatiha’dır... Ayrıca, Araf suresi 40. ayette bu dünyada vahye teslim olarak Allah’ın açtığı bu kapıdan geçmeyenlere göklerin kapılarının açılmayacağı ve cennete ulaşamayacakları bildirilmiştir.

O halde bütün hayır ve bereket anahtarları Allah-u Teala'nın emrindedir, bütün zorlukları da açacak ancak O'dur. Maddi olsun, manevi olsun, dini-dünyevi olsun her hangi bir lutfunu, ni'metini açarsa onu önleyecek bir kuvvet yoktur. İnsanlar bu lutuf ve ni'metten doya doya faydalanırlar. El-Fettâh rahmetini açıcına hiç kimse Allah'ın rahmetinin ulaşmasını engelleyemez.

Ama Allah herhangi bir nimet ve rahmetin kapısını açmazsa, o nimeti hiç bir kuvvet açamaz. Çünkü açan, kapayadabilir; Kapılar kapandıysa kimse kapının arkasındakilere ulaşamaz. 

Ama Allah kapıyı açtığında da senle o kapı arasına hiç kimse giremez. Allah El-Fettâh ismiyle bize rahmet kapısını açar, rızık kapısını açar, huzur ve sukunet kapısını açar, aile kapısını, evlilik kapısını açar. 

El-Fettâh hangi kapıyı açacağına karar veren, gaybın anahtarlarından ne kadar ve hangi yöntem ile vereceğine karar verendir.

Bu sebeple, Allah'ın El-Fettâh ismi zorluk zamanlarında kullanılır. Etrafımız çevrildiğinde, kalplerimiz ürperdiğinde, bulunduğumuz durumdan nasıl çıkacağımızı bilmediğimizde El-Fettâh bize kapılarını açar. Bu yüzden Allah cc diyor ki, kim gerçekten Allah'a güvenirse Allah ona hiç beklemediği yerlerden yollar açar.

Bunun tersine de dikkat çekmemiz gerekiyor. Bazen Allah cc kapısını açtığında biz bunu rahmet zannederiz ama aslında rahmet değildir. Bize faydası var sanırız ama aslında imtihandır. O halde El-Fettâh imtihan olan kapılar da açabilir.Ve Allah Kuran'da bundan, yerle bir edilen bir uygarlıktan bahsediyor. Enam,44. ayette "Onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca her şeyin kapılarını onlara açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık! Böylece onlar birden bire bütün ümitlerini yitirdiler."

Onlar Allah'a ibadete sırtlarını dönünce her şeyin kapılarını açtık. Bu ne demek? Para, zenginlik, güç ve mevki sahibi oldular. Allah bizi seviyor diye oyuna geldiler ve bu nimetlerle gururlandılar. Allah cc diyor ki onları ansızın yakaladık. Firavun gibi, Haman ve Karun gibi. Allah bu insanlara Fettah ismiyle tecelli etmiş ama bizim istediğimiz şekilde değil. Allah cc kapılarını açıyor ama imtihan ve ceza olarak. Yani, Allah'ın cc açtığı her şey faydalı olacak değil. Bu bir imtihan olabilir.

O halde, El-Fettah;
1. bütün kapıları açıyor. Bunlar iyiliğin kapıları da olabilir, iyiliğin tersi olan kapılar da, yani, imtihan ve ceza kapıları.
2. Allah hüküm verendir.  El-Fettâh en iyi hüküm verendir. Ve ahiret gününün isimlerinden bir tanesi Fetih Günüdür.
3.  El-Fettâh zor zamanlarında çağırdığındır. Zorluklardan seni çıkarmak için kapılarını açar. Nereye döneceğini bilmediğin zamanlarda Allah sana yardım eder.

Bu ism-i şerif Allah'a yaklaşabileceğimiz, Allah'ın rahmetini elde etmemiz için kullanabileceğimiz bir isim:

Nuh aleyhisselam'ı  kavmi 950 yıl boyunca red etti, onunla alay etti, öldürmeye çalıştı. Ve o sonunda ellerini kaldırdı ve Allah'a dua etti. Şuarâ Suresi,118. "Artık benimle onların arasındaki durumu sen hükmünle açıklığa kavuştur, beni ve beraberimdeki müminleri kurtar!” dedi.

Ve o bir dua ile Allah Celle celaluhu ne yaptı? Kamer,11."Hemen göğün kapılarını bardaktan boşanırcasına inen bir yağmurla açtık." buyurdu Rabbimiz.

Allah, semanın ve yerin kapılarını açtı ve su gökten ve yerden öyle bir fışkırdı ki o ona kadar insanlık bunun gibisini görmemişti. Bu büyük sel Nuh aleyhisselam'ın El-Fettah ismiyle dua ettiği için oldu. Dedi ki: Ya Allah, düşmanlarıma karşı kapılarını aç.  Ve El-Fettah o duaya insanlığın görmediği ve göremeyeceği bir şekilde karşılık verdi. 

Sonuç olarak; 

Allah-u Teala, hiç kimsede olmayan gaybın anahtarlarının sahibidir. O'nun için imkansız diye bir şey yoktur. Bize bir yerden yol açabilir. Bu yüzden, Allah'ın  El-Fettah ism-i şerifi her sorunlu olay için, her endişelendirici problem için dua edebileceğimiz bir isimdir. O halde “Ey kapıları açan Allah’ım, bize bütün hayır kapılarını aç” duasını vird edinelim ve maddi veya manevi bir hayır kapısı açıldığında bu kapıyı açan Allah’ı Fettah ismiyle tefekkür edip O’na şükretmeyi unutmayalım.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

99 esma sonsuz mana fatma bayram

İmam Gazali Esmaü'l Hüsna

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

Beautiful Names of Allah-Yasir Qadhi

18- Er-Rezzâk ism-i şerifi:


İnsanoğlunun hayatını sürdürebilmek için muhtaç olduğu nimetlerin hepsini verendir Rezzak. Hem de sadece bu dünyada değil, ahirette de devam eder Rabbimizin rızıkları. Bedenimiz, aklımız ve ruhumuzun varlıklarını sağlıklı bir şekilde devam ettirebilmeleri için ne gerekiyorsa onları yaratan, bize ulaştıran ve onlardan faydalanmamızı sağlayan O’dur. Bedenlerimiz için gıda neyse aklımız için bilgi, kalbimiz için de ümit ve sevgi odur. 

Yani; rızk yalnız yenilip içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisi ile yararlanılan her şeye rızk denir. Mesela, iman da, din de, hidayet de rızıktır. Peygamberlik de, kime verileceğine sadece Allah’ın karar verdiği büyük bir rızıktır.

Hud, 6; Casiye, 5. ayetlerde bu dünyadaki maddi ve manevi hayatımız için ihtiyaç duyduğumuz her şey rızık olarak nitelendirilmiştir.  Ayrıca ahirette ulaşılacak nimetlere de rızık denilmiştir. Bunu da Âl-i İmran, 169; Meryem, 62; Hac, 58.ayetlerde okuyabilirsiniz.

Zahiri rızıklar, her türlü yiyecek ve içecek, giyilecek ve kullanılacak eşya, para, mücevherat ve hatta bir kimsenin çoluk çocuğu, karısı, vücudunun çalışma kudreti, bilgisi, mülk ve serveti vs. hepsini içine alır. 

Allahu teala insanlara eşyanın özelliklerini, tabiat kanunlarını ve her şeyi idare eden esasları öğretmiştir. Bunlar hep insanlar için rızk ve refah se­bepleridir. Al-i lmran suresi,191.ayet "Kainatta her şey bir hazinedir, boş şey yoktur."buyurarak tabiat­ta gizli olan bu hazineler üzerine dikkatimizi çekmek için indirilmiştir. O halde her şeyi incelemek ve ondaki özelliklerden faydalanmak gerekir. Yoksa malından, kudretinden, ilminden yararlanamayanlar rızkı verilmemiş değildir, onlar nasipsizdir. 

Manevi rızıkların başında da salih amel gelir. Çünkü dünyadaki salih ameller cennette ebedi rızıklar olarak sahiplerine ikram edileceklerdir. Cennet ehli bu ikramdan sonra; “şimdi yediğimiz rızıklar dünyada yaptığımız salih amelin neticesidir” diyeceklerdir. Yani dünyadaki salih ameller, cennette cisimleşmiş birer rızıktırlar.

Peki Rızkımızı biz mi kazanıyoruz?

Rabbimizin bize lütfettiği en büyük iki rızık, akıl ve iradedir. Bu iki güç sayesinde maddi ve manevi varlığımızı sürdürecek ve bizi geliştirecek diğer rızıklara ulaşma imkânı elde ederiz. Bunların yerli yerinde ve tam kapasiteyle kullanılması rızkımızı oluşturur. Yoksa Allah’ın rızka ulaşmak için verdiği imkânları kullanmadan O’ndan rızık isteyip durmak O’nun bize yüklediği sorumlulukları tekrar O’na havale etmek anlamına gelir.

Fatır, 12. ve Mülk,15. ayetlerde insanın yanlış bir tevekkül anlayışına sığınmak yerine karada ve denizlerde rızkını araması emredilir.

Bazı insanlar Rabblerinin onlara verdikleri kapasite ile kazandıkları nimetleri kendi çabaları ile ulaştıkları kazançları olarak görür. Halbuki Rabbi onlara o rızıkları kazanmaya yetecek bir kapasite vermeseydi onlar bunları kazanamayacaklardı.

Yani sadece çalışmakla kazanılmaz. Örneğin; bir çiftçi toprağa tohumu atar ama onu, buluttan indirdiği suyla sulayan, yeşerip ürün vermesini sağlayan Allah Teala’dır.

Elde ettiğimiz her şeyin Rabbimizin ihsanı ile değil de bizim çalışmamızın sonucu olduğunu düşünmek, insanı azgınlığa sürükler.

Allah herkesi eşit mi rızıklandırır?
Allah her mahlukun rızkına kefil olmakla (Hud, 11/6.) beraber herkesin rızkını farklı düzeylerde vermiştir. (Sebe, 34/39; Zümer, 39/52.) Ondan fazla ayette Allah’ın dilediği kimselerin rızkını bollaştırdığı, dilediklerininkini daralttığı, bazen de hesapsız verdiği ifade edilir. (Rum, 30/37; Ankebut, 29/62; Sebe, 34/36.) Bu manada fakirlik, rızkın kesilmesi değil, daraltılmasıdır. Allah’tan razı olup olmadığımızın denenmesidir.

İmtihan sadece rızkı daraltılanın değildir; aynı zamanda sürekli gözünün önünde  sıkıntı içinde olan insanlar varken kendisine bol bol rızık verilmiş olanın da imtihanıdır.

Hem şunu da belirtmek gerekir ki rızkın bol bol verilmesi her zaman hayırla neticelenmez: Şura, 27.ayette buyurulduğu gibi“Allah, kullarına (tümüne birden) rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.” 

Kulluk görevlerini rızık endişesiyle ihmal etmek
Hepimiz az veya çok rızık endişesi içindeyiz. Bazen bu durum o kadar paniğe yol açıyor ki rızkımızı kazanmak için çok çalıştığımız gerekçesiyle ibadetlerimizi ihmal edebiliyoruz. Kur’an’da biri kendi ibadet hayatımız diğeri de çoluk çocuğumuzun ibadet eğitimi ile ilgili iki ayette rızık endişesiyle bu görevlerin ihmal edilmesi kınanır: 

Zariyat, 56-58.ayetlerde “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben, onlardan bir rızık istemiyorum. Bana yedirmelerini de istemiyorum. Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir.”  

Taha, 132. ayette de“Ailene namazı emret ve kendin de ona devam et. Senden rızık istemiyoruz. Sana da biz rızık veriyoruz. Güzel sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınmanındır.” 

Kula düşen
Rezzak, rızkı peş peşe, bol ve geniş olarak veren olduğuna göre buna iman eden kul, Allah’tan başkasından rızık beklememeli, bu konuda O’ndan başkasına dayanıp güvenmemelidir. Rızkını başkası veriyor görünse de, gerçekte o da kendisine verileni vermektedir.

Ayrıca Rabbimiz Nahl Suresi 114. ayette “Allah’ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Eğer yalnız O’na ibadet ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin” buyurarak, rızkın helal ve temiz olmasına da dikkat etmemizi emreder.

99 esma sonsuz mana fatma bayram

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

17- El-Vehhâb ism-i şerifi:


El- Vehhab; Hibe eden demektir. Hibe ise; karşılık beklenmeden ve menfaat gözetmeden yapılan bağıştır.Yani, El-Vehhab karşındaki kişinin kendisinin olan bir şeyi sen bunu kazanmadığın halde sana verendir. Sebepsiz, bir şey yaptın diye değil, kalpten gelerek verilen saf hediye. Bunu hak etmek için bir şey yapmadın, onun için çalışmadın. Bu El-Vehhab'ın bonkörlüğünden sana verilen bir hediye. O halde Allah cc  El-Vehhab'dır ve  El-Vehhab'ın manası her zaman, her yerde ve her şeyi hiç durmadan verebilmek kudretidir.

Sahip olduğumuz her bir şey bizim değil  El-Vehhab'tan bir hediyedir. Hiç bir şeye sahip değiliz, bizim olan herşey ki buna biz ve hayatımız da dahil El-Vehhab'ın tecellisinden başka bir şey değil. Yani, Allah cc biz kazandığımız için değil, hakettiğimiz için değil ama O'nun doğasında olduğu için veriyor. Karşılığında bizden ihtiyacı olan bir şey yok.

Mesela: Muhtaca mal veriyor, hastaya şifa, cahile bilgi, kısır olana çocuk, sıkıntıda olana kurtuluş veriyor. 

O halde, En ufak, en önemsiz işten, en önemli işlere kadar, sınırsız, kayıtsız ve şartsız hakiki bağışlayıcı ancak Allahu teala'dır. Çünkü her şeyi Allah yarattığından ve Allah verme­dikçe hiç kimse bir zerreye sahip olamayacağından, hakiki olarak her şeyin sahibi de Allah'tır; bağışlayanı da Allah'tır.

 Allah, her sıfatında olduğu gibi bu sıfatında da tektir. İnsanlar bağışladıkları malların geçici olarak sahibi olsalar da yaratıcısı değildirler. O mal­ları onlara Allah bağışlar.

 Evet Allah Vehhab’tır; karşılıksız hibe eder, ni'metleri daima bağışlar durur, cömertçe ihsan eder ve verdiklerine karşılık bir bedel istemez. Zaten insan da kendisine verilen bu nimetlerin ücretini ödemek istese de ödeyemez.

İşte karşılıksız, cömertçe ikram ve ihsan edilen bütün nimetler üzerinde Allah’ın Vehhab ismi gözükmektedir. Demek bizlere bedelsiz verilen hayatımız, vücudumuz, gözümüz, kulağımız, dilimiz ve diğer azalarımız, duygularımız, kısaca maddi ve manevi sahip olduğumuz her şey, Allah’ın bize bir hibesidir. Ve Vehhab isminin bir tecellisidir.

Demek ağaçlara takılan yapraklar, çiçekler ve meyveler, kuşlara takılan kanatlar, balıklara verilen yüzgeçler, kısacası her bir mahluka yapılan hibeler ve ona verilen hediyeler Allah’ın Vehhab isminin bir tecellisidir.

Demek her bir varlık kendisine verilen cihazların, hibe edilen duyguların, ikram edilen rızıkların ve kendisine yapılan bütün iyiliklerin lisan-ı haliyle Allah’ı Vehhab ismiyle zikreder ve O’nu tesbih eder.

İnsanın vazifesi ise; Bu mahlukların üzerinde Vehhab isminin tecellilerini görmektir. 

İnsan bu vazifeyi yaptıkça insandır. Ve bu aleme gönderiliş vazifesi budur.

Kendisine yapılan en küçük bir iyiliği unutmayan ve yıllarca o iyiliğin sahibinden övgüyle bahsedip ona minnettar olan insan, nasıl olurda, nimetleri saymakla bitmeyen Allah’ın iyiliklerini unutur? Ve O’na karşı minnettar olması gerekirken, nasıl olurda o minneti, nimetin gelmesine vasıta olan sebeplere verir?

Bir padişahın kıymetli bir hediyesini bize getiren miskin bir adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece ahmaklık ise, Allah’ın nimetlerini bize getiren sebeplere övgüler yapıp ve muhabbet edip, nimetlerin hakiki sahibi olan Allah’ı unutmak, ondan daha büyük ahmaklıktır.

Evet tavuk sebeptir, yumurta Allah’ın ihsanıdır. Koyun sebeptir, süt Allah’ın ikramıdır. Arı sebeptir, bal Allah’ın nimetidir. Bulut sebeptir, yağmur Allah’ın rahmetidir. Ağaçlar sebeptir, meyveler Allah’ın hediyesidir. Bunlar gibi sebeplere takılan bütün nimetler Allah’ın hibesidir. Ve Vehhab isminin tecellisidir.

O halde şükredilmeye, övülmeye ve methedilmeye en çok layık olan; nimetlerin gerçek sahibi olan Allah’tır. Çünkü nimeti getirene değil, onu gönderene bakılır.

İnsanın bu ismi ahlak edinmesi ise şöyle olur; yaptığı iyiliklerde karşılık beklememelidir. Karşılık sadece malla, mülkle de olmaz. Beklenilen bir övgü, kazanılmak istenen bir şeref, istenilen bir hürmet ve arzu edilen bir teveccüh de manevi bir bedeldir. Eğer yaptığı iyiliklere karşı böyle manevi bir bedel beklerse, yine Vehhab ismini ahlak edinememiştir.

Hatta yaptığı ibadetleri, sadece Allah’ın rızası için yapmalı ve karşılığında cenneti beklememelidir ki, Vehhab ismine mahzar olabilsin. Zaten ibadet, geçmişte verilen nimetlerin şükrüdür. Yoksa gelecekte verilecek nimetlerin karşılığı değildir. Evet biz ücreti almışız ve ibadetle mükellefiz.

Allah'ın El-Vehhab ismi Kuranda özellikle manevi rahmete ve aileye bağlanıyor. Mesela İbrahim,39. ayette İbrahim as şöyle diyor: "Yaşlılığıma rağmen bana İsmâil’i ve İshak’ı armağan eden Allah’a hamdolsun! Şüphesiz rabbim duaları kabul edendir." Elhamdulillah, veren O. Ben, yaşlandığım halde İsmâil’i ve İshak’ı
bana hediye etti. Ve Allah cc İbrahim as a diyor ki En'am,84. ayette; İbrahim'e çocuklar ve torunlar hediye ettik diyor. 

Meryem 4 ve  5. Ayette " O, şöyle demişti: “Rabbim! Şüphesiz kemiklerim zayıfladı. Saçım sakalım ağardı. Sana yaptığım dualarda (cevapsız bırakılarak) hiç mahrum olmadım.”  "Gerçekten ben, arkamdan yerime geçecek varislerden endişedeyim, karım da kısır, sen bana katından bir oğul ihsan et."
Beni koruyup bana bakacak bir evlat ver diye dua ediyor.Yani, Yahya'yı istemek için 
Vehebe fiilini kullanıyor. O zaman Allah cc ne yapıyor: Enbiya,90: "Biz onun da duasını kabul ettik ve ona Yahyâ’yı verdik; eşini de bunun için elverişli kıldık. Onlar, hayır işlerinde koşuşurlar, umarak ve korkarak bize yalvarırlardı; onlar, bize karşı derin saygı içindeydiler."

Meryem as ve İsa as için de aynı fiil kullanılıyor. Cebrail as, Meryem as'a geliyor ve diyor ki: Meryem,19. Ayette Cebrail as: “Ben, yalnızca Rabbinin bir elçisiyim. Sana tertemiz bir oğlan çocuğu bağışlamak üzere gönderildim” dedi.
"Ben, sana  Allah'ın hediye ettiği saf bir evladın habercisiyim" diyor. Vehhab isminin bir tecellisi. Bu sebepten düzenli olarak etmemiz gereken Kurandaki dualardan biri Furkan,74. Ayettir:
Onlar, “Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle” diyenlerdir. 

O halde El-Vehhab ismini, ailemiz ile ilgili dua ederken kullanıyoruz. Özellikle çocuğu olmayanlar için El-Vehhab kullanabilecek en güçlü isim. Zekeriya as bu ismi kullandı.Allah  El-Vehhab, o halde bana ihsan eder dedi. Hatta, çocuğu olanlar da Vehhab ismini aileyi nimetlendirmesi için kullanıyoruz.  El-Vehhab ismini eşlerimize ve çocuklarımıza manevi nimetlerin verilmesi için kullanıyoruz. 

Yine  El-Vehhab ismini takva ve manevi nimetler için kullanırız.

Musa as dua ederken:Şuara,83. " Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat." 
Ve Ali İmran Suresi 8. ayette şu duayı etmekle emrolunuruz: “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.”
Bize rahmetini bağışla. Çünkü Sen Vehhab'sın diyoruz. O halde Vehhab ismini manevi nimetler için de kullanıyoruz. Kuran'da bu isim bir çok yerde geçerken 2 si duada kullanılıyor. Bu da dua ederken bu ismi kullanmanın önemini göstermek içindir. 
Bu dualardan biri Ali İmran Suresi 8. ayet, “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.” inneke ente-l vehhâb

2.si de Sad,35:"Dedi ki: “Rabbim! Bana mağfiret buyur ve bana, benden sonra hiç kimseye nasîb olmayacak bir saltanat ihsân et! Şübhesiz ki Vehhâb (çok ihsân edici) olan ancak sensin!”  inneke ente-lvehhâb.

Bu Süleyman as'ın duası ve bu dua El-Vehhab isminin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Süleyman as, en büyük Peygamberlerden biri, kendisi Davud as'a hediye olarak verilmiş. Kendisi El-Vehhab'ın tecellilerinden. Olgunlaşıp, Davud as'ın krallığına geçtiği zaman ve peygamber olduğu zaman, ki burada bir açıklama yapalım: insanlık tarihinde bu çok nadir bir durum yani hem peygamber hem kral olmak. Bu bir istisna. Davud as da oğlu Süleyman as da hem peygamber hem de  kraldılar.
Süleyman as İsrail egemenliğini kontrol ediyorken ellerini kaldırıp bu duayı ediyor Sad,35. Duayı gücünün zirvesindeyken ediyor. Eski İsrail krallığı zaten güçlü bir krallıktı. "kimsenin ulaşamayacağı bir egemenlik, krallık ve güç istiyorum." Bu Peygamber hangi isimle dua ediyor. Yani Süleyman as tam bir yâkine sahip iken El- Vehhab'a güvenip dayanıyor ve diyor ki:"Ya Vehhab, benle kimsenin yarışamayacağı bir hediye ver." Allah cc nasıl cevap veriyor:  Sad,36: "Ona rüzgarın hakimiyetini hediye ettik. Nereye gitmek isterse rüzgar onu oraya götürürdü."
Süleyman as halıya otururdu ve rüzgara beni şuraya götür derdi. Ve rüzgar onu nazikçe istediği yere götürürdü. Sadece rüzgar değil, aynı zamanda ona cinleri ve şeytanları da hizmetine verdi Rabbimiz cc. Sad,37: "Binalar kuran, dalgıçlık yapan şeytanları da emrine boyun eğdirdik."

Biliyorsunuz Süleyman as'ın tapınağı dünyanın en harika yapılarından biriydi. Kocaman taşlar oraya nasıl gelmiş, nasıl kaldırılmış, nasıl işlenmiş. O kocaman taşları kimler kaldırdı da bu kocaman yapıyı oluşturdu. Kuranımız bize bunun bilgisini veriyor. Allah cc Süleyman as'a cinlerin kontrolünü verdi ve cinler bu yapıyı yaptı. Cinler okyanuslara derin dalış yaparlardı. Yani ilk dalgıçlar aslında cinler. Okyanusların derinliklerine dalıp mercanlar, inciler ve daha bir çok harika şeyler çıkarırlardı.
Sad,38: Ayrıca demir zincirlerle birbirlerine bağlanmış daha nice yaratıkları da… emrine verdi Rabbimiz cc.

Ve Allah cc ona hayvanları verdi, kuşların, hayvanların konuşmasını anlama yetisi verdi. Bu nasıl bir krallık! Duasını hatırlayın: Bana mağfiret buyur ve bana, benden sonra hiç kimseye nasîb olmayacak bir saltanat ihsân et! Şübhesiz ki Vehhâb (çok ihsân edici) olan ancak sensin!”  Hangi ismi kullanmıştı?

Ne dedik hatırlayın. Allah cc doğası gereği veriyor, yani biz istemeden de veriyor. E bir de isteyince neler olur? O halde Allah'tan istersek garantilemiş oluruz.
Mü'min,60 "Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, duanızı kabul edeyim."

Peygamberimiz as diyor ki: Bir müslümanın kalbinden, içtenlikle ettiği hiç bir dua yoktur ki Allah o duaya cevap vermesin. Ama, duaya nasıl cevap veriliyor? 3 şekilde. İlki, istediğin şey sana veriliyor. Ama bazen istediğin şey senin için hayırlı değil ama sen bilmiyorsun böyle olduğunu. O işi istiyorsun, o pozisyonu istiyorsun veya o kişiyle evlenmek istiyorsun. Bilmiyorsun ki, o istediklerin senin yararına mı. Belki de Allah cc duana başka şekilde cevap verecek. 

İkincisi, kaderinde olan kötü bir şeyi Allah senden çevirecek, ve Allah bundan seni kurtaracak. Ama sen bunu bilmeyeceksin bile. Diyelim maddi bir kayıp yaşayacaktın, bir kaza geçirecektin duandan dolayı, Allah bu kötülüğü kaldırarak duana cevap verdi. 

Ve üçüncüsü, ilk ikisi olmazsa Allah hesap gününde, ettiğin duadan daha güzel bir ödül verecek. 

Yani Allah El- Vehhab'tır, sen ne istersen iste. O üçünden biriyle sana verir. Bu yüzden Aişe ra Peygamberimiz as'ın vefatından sonra sahabeye derdi ki: Allah'tan herşeyi isteyin. isteklerinizi limitlemeyin. Süleyman as limit koydu mu? Hiç limit yoktu isteklerinde. Kimsede olmayan krallığı istiyorum Sen El- Vehhab'sın dedi. 

Aişe ra Allah'tan kalbinizden geçen herşeyi isteyin derdi. O kadar ki Pey as ayakkabınızın bağı kopsa Allah'tan isteyin buyurdu. Sen iste. El-Vehhab O. Sahip olduğun herşey El-Vehhab'tan geliyor. Ayakkabı bağın bile. 

Bu sonsuz hazinenin sahibi Allahtır. Başka kim bu sonsuz hazineye sahip olabilir? O bu hazineyi Kendine saklamıyor. O El-Vehhab. Verir, verir, verirde verir. Kim ne kadar isterse vereceği gibi, istemeden de verir.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

İmam Gazali Esmaü'l Hüsna

16- El-Kahhâr ism-i şerifi:


Allah'ın isim ve sıfatları kavramı Kuranın tamamının merkezinde olan bir kavramdır. Neredeyse her bir ayet Allah'ın 1, 2 veya 3 isim ve sıfatını içinde bulundurur. Allah bilgisi dinimizin en temel bilgilerindendir. Öğrenmemiz gereken en öncelikli ve önemli konularından biridir. Zira, Allah'ın kim olduğunu bilmekten daha önemli bir bilgi yoktur.

İmanın ilk şartı Allah'a imandır. O halde iman edeceğimiz Allah kimdir öğrenmemiz gerekir. Allah hakkında tek bilgi kaynağımız ise O'nun isim ve sıfatlarıdır. Bizim Allah'ın kim olduğunu bilmemizin başka bir yolu yoktur. Bu nedenle alimlerimiz Allah bilgisi tevhidin yarısıdır demişlerdir. Tevhidin diğer yarısı Allah'a ibadet etmektir. Bu yüzden, tevhidin tamamı Allah'ı tanımak ve Allah'a ibadet etmek etrafında döner. 

Allah'ın isim ve sıfatları bilgisinden daha önemli, daha mübarek bir bilgi yoktur dedik. Bu nedenle, Allah cc Kuran'da bize Kendisinin kim olduğunu öğrenmemizi emretmiştir. Kuran'da "öğren" ve "bil" diye onlarca kez geçen bir emir vardır. Aslında bu emirler her geçtiğinde çoğu zaman ayetler Allah'ın isim ve sıfatlarıyla devam eder. Mesela Mâide, 98.ayette Rabbimizin buyurduğu "Bilin ki, Allah’ın cezası şiddetlidir. Ve Allah Gafur ve Rahimdir."  gibi.

Bu yüzden Kuran'ın başlıca emri "bilmek" ten sonra Allah'ın isim ve sıfatı takip eder.  Çünkü Allah cc O'nun kim olduğunu bilmemizi istiyor. Zira, Allah'ın kim olduğunu bilmezsek O'nu nasıl seveceğiz? O'ndan nasıl korkacağız?Allah'ın kim olduğu bilgimiz yoksa nasıl yakîne (kesinlik) ereceğiz, nasıl O'na tevekkül edeceğiz? Bu nedenle, Allah bilgisi iman ve tevhidimizin merkezindedir. 

Alimlerimiz, Allah bilgisinden başka imanımızın artmasına daha fazla sebep olan bir bilim yoktur demişlerdir. İman bir çok yol ile artabilir. İyilik yapmak, Kuran okumak, sadaka vermek, bir yetime yardım etmek tüm bunlar imanımızı artırır. Ancak, en hızlı yol, iman dozumuzu maksimuma çıkaracak yol için alimler, "imanımızı hiç bir şey Allah bilgisinden daha fazla artıramaz" diyorlar. 

İkincisi nedir? Allah Resulu bilgisi, yani siyerdir. Bu iki bilgi imanımızı hiç bir şeyin yapmadığı kadar çok artırır. O halde tekrar ifade edelim ki, Allah'ın isim ve sıfatlarının bilgisi, inanç ve ibadetimizin merkezi öğesidir.

 Bütün bunları kavradıktan sonra anlıyoruz ki, Allah'ın her bir ismini öğrendiğimiz zaman, bu isimlerin her biri yeni bir deneyim, yeni bir yakîn, yeni bir sevgi, yeni bir umuda yol açacaktır. Bu isim ve sıfatların bilgisi kadar imanımızı, Allah sevgimizi hemen ve anında artıracak hiç bir şey yoktur. 

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem "övülmeyi Allah'tan çok seven başka biri yoktur. Bu yüzden Kendisini övmüştür." buyurur. Biz birini övdüğümüz zaman bu övgünün yarısı doğru yarısı değildir. Çünkü hiç birimiz mükemmel değiliz. Ama Allah övüldüğü zaman, o övgü kesinlikle hakkını veremez. Ben birini övdüğüm zaman o kişide benim bilmediğim hataları vardır. Bu yüzden bize birini överken abartmamamız gerektiği söylenmiştir. Hiç bir insan koşulsuz övgüyü haketmez, sadece koşullu övgü olabilir. "Sen bazen iyi bir insansın" diyebilir. Hiç kimse her zaman iyi ve nazik olamaz. Hiç kimseAllah cc dışında koşulsuz övülemez. Allah'ı cc ne kadar översek övelim övgüde yetersiz kalır hakkını veremeyiz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de teheccüde kalktığında duasında; 
"Allah'ım, seni hakkıyla yüceltmekten acizim. Sen, kendini övdüğün gibi yücesin." buyurmuştur. Bunu neden söyledik burada? Bunun Allah'ın isim ve sıfatlarıyla ne alakası var diyebilirsiniz. Çünkü  Allah'ın isim ve sıfatları övgüde en yüksek formdur. Bu isim ve sıfatlardan daha yüksek bir şey yoktur. Bu yüzden Allah cc bize A'râf,180., İsra, 110., Taha,8., Haşr 24. ayetlerde 4 kez şöyle hatırlatır: "en güzel isimler Allah'ındır."

 Allah'ın isimlerine El-Esma, El-Hüsna denmiştir. Hüsna, Ahsen'nin dişi şeklidir. Ahsen, "en mükemmel" demektir. Hasen, iyi, güzel demektir. Allah'ın isimleri sadece hasen yani sadece güzel değildir. Allah'ın isimleri ahsendir. En güzel! En mükemmel, en görkemli, en güzel isimler Allah'ındır. Allah'ın isimlerinden daha görkemli, daha güzel, daha mükemmel, daha heybetli isim yoktur. O halde A'râf,180. ayette de buyurulduğu gibi bu isimlerle dua edeceğiz. Duanın manası ellerini kaldır demek değildir. O'na O'nun isimlerini kullanarak ibadet edeceğiz. O halde, Allah'ın isim ve sıfatlarının ana amaçlarından biri Allah'a bu bilgi ile ibadet etmektir.

Bu bilgiyi öğrenmenin ne kadar gerekli olduğunu anlayalım ve bu isim ve sıfatları öğrenmeye gayret edelim. Bunu öğrenmek istemek imanın bir işaretidir. Sahihi Buharide geçen rivayeti hatırlayacaksınız: Bir sahabi, komutan tayin edildiği bölüğe her namaz kıldırışında 2. rekatında zammı sure olarak ihlas okuyordu. Dönüşte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem e bunu bildirerek şikayette bulundular. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem neden böyle yaptığını sormalarını istedi. O da, "İhlas suresi Rahman'ın sıfatlarını ihtiva ediyor, bu yüzden bu sureyi okumayı severim" deyince bunun üzerine Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem: "Allah-u Teala'nın da onu sevdiğini müjdeleyiniz" buyurdu. Çünkü İhlas suresi Er-Rahman'ı izah ediyor. Çünkü Allah'ı sevdiğin zaman, Allah'ın isim ve sıfatlarını da sevmek istersin ve sen Allah'ın isim ve sıfatlarını sevdiğin zaman Allah da seni sever. İşte biz de O'nun isimlerini çalışarak, anlamlarını öğrenerek Allah'a olan sevgimizi artıracağız. Ve bu, ibadetlerimizin de daha samimi ve ihlaslı olmasına vesile olacak inşallah. Allah cc bu bilgiyi hepimize faydalı kılsın.

Bir bilgi daha vererek bugünkü ism-i şerifimize geçelim.
Allah cc O'nun hakkında bilgimiz olmadan kendisi hakkında konuşmamamız konusunda bizi uyarmıştır. Kuran ve sünnette olmayan bir terim kullanmak yanlıştır. Mesela Allah gökyüzünün mimarı ve yerin mühendisidir demek uygun değildir. Çünkü Allah Kendisini böyle isimlendirmemiştir. El-Halık, El-Bari, El-Müsavvir demeliyiz.
 
Bu sebeple biz de Rabbimizi O'nun bize Kendini tanıttığı gibi tanımaya devam ediyoruz. 

Bu derste El-Kahhâr ism-i şerifini çalışacağız. Kahhâr, düşmanlarını kahreden ve perişan eden, gücünün üstünde güç olmayan, mutlak galibiyetin sahibi ve her an kahretmeye muktedir olan. 

 Allahu teala Kahhar'dır, her yönüyle üstün ve daima galiptir. Kuvvet ve kudretiyle her şeyi içinden ve dışından kuşatmıştır. Hiçbir şey O'nun bu kuşatmasından dışarı çıkamaz. O'na karşı her şeyin boy­nu büküktür. Kahrına ne yer ne gök dayanabilir. Kahrı ile nice ümmetleri ve milletleri mavf ve perişan etmiştir.

Kahhar ismi bu manalarıyla; Allah’a isyan eden Ad kavmi, Semud kavmi, Nuh kavmi gibi bir çok kavimde tecelli etmiştir. Allah O kavimleri Kahhar ism-i şerifi ile kahretmiş ve mahvetmiştir.

Yine Kahhar ismi, binlerce kişinin öldüğü depremlerde, sel felaketlerinde, ağaçları kökünden koparan fırtınalarda, kasırgalarda ve maddi musibetlerde tecelli ettiği gibi, imansızlık ve küfür musibetinde de tecelli etmektedir. Zira iman nimetinden mahrum olanlar devamlı olarak kalben ve ruhen sıkıntı çekerler. Bu da manevi bir kahır olduğu için el-Kahhar isminin bir tecellisidir. 

Kahhar ism-i şerifi ile dünyada onları böyle manevi bir kahır ile kahreden Allah, ahiret aleminde de Kahhar isminin en geniş aynası olan cehennemde onları perişan ederek, adaletini ve mutlak galibiyetin tek sahibi olduğunu gösterecektir. Evet cehennem, el-Kahhar ismine en geniş ayna olarak ehl-i isyanı içine alacaktır.

Madem biz bu aleme, bu alemin sahibi olan Allah’ı tanımak ve O’na iman etmek için geldik. Ve madem her şeyde O’na açılan pencereler ve hakka giden yollar vardır. O halde bizler her şeyde Rabbimizin isimlerini görmeli ve bu isimlerle  O’nu zikir ve tesbih etmeliyiz. Mesela;
Helak olan bir kavmin kalıntılarını gördüğümüzde; Allah’ın kahrının, adaletiyle tecelli ettiğini, kendisine isyan edenleri helak ettiğini, her şeyin O'nun kudret elinde olduğunu görürüz. Hiçbir asi O'nun kahrından kaçamaz ve hiçbir zalim O'na karşı gelemez; O mühlet verir ama ihmal etmez.

Ya da bir deprem felaketinde binaların yıkıldığını binlerce kişinin öldüğünü gördüğümüzde; O'nun yeryüzünü kudretiyle bir beşik gibi salladığını, yıkılan bütün binaların ve ölen bütün insanların O'nun Kahhar isminin tecellisi olduğunu anlarız. 

Ancak biliriz ki, bu Kahhar isminin tecellisi altında O'nun rahmeti tecelli ediyor. Çünkü Rabbimiz iman üzere ölenleri şehit kabul ediyor. Çektikleri sıkıntıları, günahlarına keffaret yapıyor, bu sıkıntılarla onların günahlarını döküyor, onların helak olan mallarını sadaka kabul ediyor. Ayrıca ayetlerden de biliyoruz ki, O'nun Kahhar isminin bu tecellisine bizim işlediğimiz günahlar sebep oluyor. 

Rabbimiz bizim sahibimizdir. Biz O'nun Kahhar ismiyle yaptığı bu ikazları dehşet veren korkutmalar olarak değilde, Rahman olan Rabbimizin gidişatımızdan duyduğu endişeyle bizi akıbetimiz konusunda uyarması olarak görürüz.

Üzerimizde hiçbir otoritenin olmadığını düşünmek, yapıp ettiklerimizin tek sorumlusunun kendimiz olduğunu kabul etmemek bu çağın hastalığı maalesef. Şöyle inanıyorlar:
İnsan kendi hayatının gerçek sahibidir, istediğini istediği gibi yapabilir ve kimsenin ona engel olma hakkı yoktur. 

Ancak Kur’an’da bize anlatılan küfür ve şirke baktığımızda, küfür önderlerinin işte tam da bu düşüncenin körüklediği bir kibirle azıp yoldan çıktıklarını ve Allah’ın gücünü sorguladıklarını görürüz. Rabbimiz onlara bir hidayet çağrısı olarak zaman zaman kahrını hatırlatır. Yani sınır tanımayan güç ve kudretini ve her şeyi avucunun içinde tutan kuşatıcılığını onlara yaşatarak gösterir. Bu kahır bazen dünyada, hayat devam ederken burnun sürtülmesi yoluyla olur. (Bakara, 2/211; Enam, 6/6; Hud, 11/102.) Bazen ölüm karşısındaki çaresizliğimizde görürüz gerçek kudret ve tasarruf sahibinin kim olduğunu. (Enam, 6/61.) Bazen de Allah kıyamet sahnelerini anlatırken vurgular kahrını… (Mümin, 40/16; İbrahim, 14/48.)

Rabbimizin kahrını hatırlatması aslında bir hidayet çağrısıdır. Ancak hidayete davet, kahrı hatırlatarak başlamaz; hidayet çağrısı öncelikle akla ve duyulara hitap eden delillerle gelir. (Ra’d, 13/16.) Böylece Allah’ın indirdiği Kitap’ta ve kâinatta sergilediği delillerde Allah’ı bulanlar, hakikati görerek teslimiyetle Allah’a boyun eğerler. 

Bu işe yaramadığında Rabbimiz bize geçmişte yaşanmış çeşitli afet ve belaları hatırlatarak ikaz eder. Kur’an’da anlatılan helak kıssalarında olduğu gibi. Allah-u Teala, Kur’an-ı Kerim’de helak edilen kavimleri anlatırken tek tek hepsinin neden helak edildiklerini de açıklar. Bu da bize O’nun kahrının keyfî olmayıp bir sebep-sonuç ilişkisi içinde cereyan ettiğini gösterir.

Bunlar Rabbimizin korkutmaları değildir; O'nun bizi akıbetimiz konusunda uyarmasıdır. Bu açıdan bakıldığında kahrın arkasında tüm varlığı rahmetiyle kuşatan (Araf, 7/156.) Allah’ın lütuf ve merhameti gizlenmiştir.

İkazlar işe yaramadığında sıra adaletin icrasına gelmiştir. İşte bu noktada bazen adalet; zelil kılan, sınırsız bir güç (kahr) olarak tecelli eder. Bu nedenle Allah Teala’nın Kahhar oluşu kimileri için tehdit, kimileri için tesellidir. Bize düşen safımızı belirlemektir.

Kahhar olana karşı her başkaldırı, bunu yapanın aleyhine döner. İşte bu yüzden Allah’ın kahrından yine O’na sığınmaktan başka çare yoktur. (Enam, 6/17-18.) Bu sığınış da, bizi kahra götüren hatalarımıza tövbe ile başlar, hayatımıza salih amelleri yerleştirerek sürecek olan ıslah çabası ile devam eder. Bazen kişisel bir kusurdan kaynaklanmayan külli kahırlardan da payımıza acının düştüğü olur. Dünya savaşları, salgın hastalıklar ya da tabii afetler gibi. Bu durumda değiştiremeyeceğimiz bu imtihanların hakkımızda hayırla sonuçlanması için tek yapabileceğimiz şey sabırdır. Allah’ın imtihanlarından ancak bu sabırla geçilebileceğini unutmamak gerekir.

İnsanın dünyada Allah’ın yarattığı nizama uyması ve akıbette de cenneti kazanması için önündeki bazı engelleri aşması gerekir. Öfke, şehvet, dünyaya düşkünlük gibi nefsani kuvvetler ile şeytan gibi çeldiricilere söz geçirebilmemiz ancak Kahhar isminin tecellisiyle olur. Bu isim tecelli ettiğinde, insan artık kendine zarar verecek iç ve dış etkilere hâkimiyet kurmuştur; galib olmuştur kimsenin elinde oyuncak olmaz.

Allah’ın Kahir, Kahhar, Galip gibi isimlerini bilen Müslüman, Allah’a karşı derin bir saygıdan doğan bir korku duyar. Esma-i Hüsna’nın tamamına baktığımızda görürüz ki aynı zamanda hem saygı hem korku içermeyen bir sevgi düzgün bir Allah sevgisi değildir. Çünkü insan yapısının derinliklerinde korku da sevgi gibi bir motivasyondur. İnsan; hayatı boyunca sevdiği şeylere ulaşmak, korktuğu şeylerden uzak durmak için çalışır. Kimilerinde ulaşma, kimilerinde kaçınma güdüsü baskındır. Burada sevilen ve elde edilmek istenen şey Allah’ın affı, rahmeti, lütfu, ihsanı gibi cemal isimleri; korkulan ve kaçınılan şey de azabı, cezası, intikamı ve kahrı gibi celal isimleridir; dikkat edin korkulan şey zatı demedik. 

Bu iki yönlü motivasyon insanın mutluluk arayışındaki temel iki duygusuna karşılık gelir. Böylece hiçbir insan hidayet çağrısının dışında kalmamış olur. Herkes ne ile motive oluyorsa ona yapışarak bir üst mertebeye doğru yola çıkar. Nefse ve şeytana galibiyet de böyle sağlanır.

Kahrın zıddı lutufdur. Lutuf, iyi muamele ile birinin gönlünü hoş etmek demektir. Allah'ın kahrı da var­dır, lutfu da vardır. Yani Allah, lutfu için de, kahrı için de sebepler, vasıtalar yaratmıştır. Mesela iman ve irfan, adalet, doğruluk, hayırseverlik ve bütün güzel huylar Allah'ın lutfu­na ulaştıran vasıtalardır. Küfür, şirk, isyan, bilgisizlik, zu­lüm, yalancılık ve bütün kötü huylar da kahrına çarptıran se­beplerdir.

Allah lutfunun da, kahrının da sebeplerini bildiren kitaplar gönderdiği gibi, insanlara bu hakikatleri sezip anlayacak kapasiteyi de bağışlamıştır ve sonra lutfu veya kahrı seçmeyi iradelerine bırakmıştır. 

Görürüz ki insan Allah'ın verdiği bu serbestliğe dayanarak iki sınıfa ayrılıverir: Biri lutfunun sebeplerinden, öteki kahrının se­beplerinden hoşlanır. Her biri bulunduğu tercihe göre arkadaş da bulur, beğendiği yolda yol alır ve bu uğurda ömrünün günleri­ni, saatlerini tüketir gider. Böyle yapmakla biri Allah'ın lutfuna taliptir diğeri de kahrına. Allah'ın kahrından yine Allah'a sı­ğınırız.

O halde Kahhar isminden alacağımız en büyük ders şudur;
Geçmiş asırlara bakıp, o asırlarda yaşayan asi ve inatçı kavimlerin akıbetini hatırlamalıyız. Demek ki insan başıboş değildir. Her vakit bir celal ve kahıra maruzdur. Günahlarından dolayı azabın onu yakalamaması, Allahın kendisine verdiği mühletten dolayıdır. Yoksa Allah asla ihmal etmez.
Bu mühleti bir ganimet bilmeli ve kahhar isminin tokadını yemeden evvel takva dairesine girmeliyiz.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

İmam Gazali Esmaü'l Hüsna


99 esma sonsuz mana Fatma Bayram

15-El-Gaffar ism-i şerifi:


Gaffar olan Allah-u Teala kusurları görür; ama ifşa etmez, örter; hiç işlenmemiş gibi kişinin kendisine bile unutturarak izlerini siler.

Gazali’nin işaret ettiği gibi Gaffar olan Allah-u Teala, iç organlarımızı gül yaprağı gibi bir ciltle örtmesiyle tecelli ettiği gibi; hepsi ortaya dökülseydi insan içine çıkamayacağımız hatalarımızı da mağfiretiyle örterek tecelli eder. 

Ne kadar çok hata yapmış olursak olalım nasuhi bir tevbe ettiğimizde Allah’ın mağfiretiyle O'nun bizi affedebileceğini bilmek bizi yeniden başlamaya cesaretlendirir .

Ancak Allah’ın bağışlayıcılığından ümit kesmek doğru olmadığı gibi O’nun mağfiretine yaslanarak günahlara fütursuzca devam etmek de yanlıştır. 

Ayrıca Allah’ın mağfiretini dilemek sadece bir temenni olarak kalmamalı; bu arzu amellerle de desteklenmelidir. Kur’an ve sünnetten öğrendiğimize göre beş vakit namaz, sadaka, seherlerde dua gibi ameller günahların affına sebeptir. Allah Teala, Taha suresi 82. ayette Gaffar isminin tecellisini sırasıyla tövbe, iman, salih amel ve hidayet olarak sayarken bu hakikati bize açıkça göstermiştir.

Günahlar ne kadar tekrar edilmiş olursa olsun Rabbimizin her seferinde bağışlamaya hazır olduğunu vurgulayan Gaffar isminden başka Kur’an-ı Kerim’de bu kalıptan türemiş iki isim daha vardır: “Gafur” ve “Gafir”. Gafir, “hata ve kusurları örten, günahkârı dünyada da âhirette de cezalandırmayan, onun iç yüzünü insanlara bildirmeyen” manasına gelirken; Gafur ismi, kullar ne kadar çeşitli günah işlemiş olursa olsun Rabbimizin hepsini örtüp bağışlayabileceğini ifade eder. Burada önemli olan hatasını kabul edip tövbe ederek ilk adımın kuldan gelmesidir. Çünkü insan, günah işleyerek Yaradan’la kendisi arasındaki Rab-kul ilişkisini ihlal etmiştir. Tövbe de, bir dönüş olduğu için bu ilişkinin yeniden tazelenmesi talebidir. Tövbenin tecellisi olan mağfiret, bu isimlerin ifade ettiği şekilde Allah Teala’nın kulun bu talebine cevabıdır. (Nuh, 71/10.)


Abdullah b. Ömer’den rivayet edilen bir hadise göre, âhiret gününde Cenâb-ı Hak mümin kulunu kimsenin görmeyeceği bir şekilde kendisine yaklaştıracak, günahlarını bir bir hatırlatarak ikrar ettirecek, öyle ki kul artık mahvolduğuna hükmedecek; fakat Allah, “Ben onları dünyada gizlediğim gibi bugün de bağışlıyorum” diyecek ve bu mümine sadece sevap defteri verilecektir (Müsned, II, 74; Buhârî, “Meẓâlim”, 2, “Edeb”, 60; Müslim, “Tevbe”, 52; İbn Mâce, “Muḳaddime”, 13).

El-Gafr, örtmek manasındadır dedik. Allah’ın kullar hakkında birinci örttüğü ve meydana çıkarmadığı şey, bedeninin ayıplarıdır. O ayıplar içeri de gizlenmiş ve yüzüne vurulmamıştır. Allah, insanın yüzünü, gözünü, elini açığa çıkardığı halde; midesini, bağırsaklarını, diğer organlarını içeride yaratmıştır. 

İkincisi; bütün çirkin duygu ve eğilimlerin yeri olarak kimse görmesin diye kalbi seçmiştir. Eğer kulun aklından geçen kötü duygularını, kalbindeki çirkinlikleri başkaları bilselerdi onu helak ederlerdi. Allah onu bu durumdan da kurtarmıştır. İçindekileri dışa vurdurmamıştır.

Üçüncüsü, kullar arasında rezil olmasına sebep olacak günahlarını da örtmesidir. Sırf günahlarının çirkinliklerini örtmek için, imanda sebat ettiği müddetçe, günahlarını sevaplara çevireceğini bile vaad etmiştir.

Bir insan, ne kadar günahkar olursa olsun, bu günahları üstüne bir perde çekilip, örtülmesini samimiyetle Al­lah'tan dilerse, Allahu teala o günahların hepsini örter, açık­lamaz.  Günahları ne kadar çok olursa olsun, ne kadar büyük olsursa olsun Rabbimizin mağfireti hepsine yetişir. 

Bu ismi affedici manasındaki ‘el-Afuv’ isminden ayıran fark şudur; el-Afuv isminde sadece günahı affetmek ve günaha ceza vermemek vardır. El-Gaffar isminde ise günaha ceza vermemekle birlikte, günahı yüze vurmamak ve kulu rezil etmemekte vardır.

Mesela birisi size karşı bir kusur işlese, eğer siz onun bu kusuruna karşı ona ceza vermeyip, sadece kusurunu ve hatasını yüzüne vursanız, sizde el-Afuv ismi tecelli etmiş olur. Eğer ceza vermez, işlediği hatayı yüzüne de vurmazsanız, sizde el-Gaffar ismi tecelli etmiş olur.

İşte Allah suçlara ceza vermeyip, suçu kuluna hatırlatmakla el-Afuvdur. Ve hatayı bütün bütün silerek, kulun yüzüne vurmayıp onu mahcup etmemekle de el-Gaffardır.

Bu yüzden dualarımızda “Allah’ım bizi af ve mağfiret et” deriz ki, bu duada af dileyip, günahlarımıza ceza vermemesini istemekle el-Afuv ismine, mağfiret dileyip, günahlarımızı yüzümüze vurarak bizi rezil etmemesini istemekle de el-Gaffar ismine sığınırız.

Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur;

Melekler kulun günahını yazarlar ve daha sonra semaya yükselirler. Semaya yükseldiklerinde kulun amel defterinde bu günahın yazılı olmadığını, buna mukabil işlemediği sevapların yazılı olduğunu görünce Allah-u Teala’ya şöyle derler;

“Ey Rabbimiz biz kuluna zulmetmedik. Ancak onun işlediğini yazdık.” Buna karşı Allah meleklere şöyle buyurur: “Evet doğru söylediniz. Kulum o günahları işlemiş ve defterindeki sevapları işlememişti. Lakin kulum günahına tövbe etti ve göz yaşlarıyla benden af diledi. Bende onun günahlarını mağfiret ettim ve ona karşı cömertçe muamele ederek günahlarını sevaba çevirdim. Ben ikram edenlerin en çok ikram edeniyim.”

Allah-u Teala, Gaffar olduğunu Kur’an’daki şu ayetlerle de bize haber vermektedir;

“De ki: Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, gafurdur, çok bağışlayıcıdır ve rahimdir, çok merhamet edicidir.” (Zümer 53)

“Tövbe ve iman edip, salih amel işleyenlere gelince; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır ve çok merhamet edicidir. Ve her kim tövbe edip Salih amel işlerse, şüphesiz o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner. (Furkan 70-71)

Demek dua ve tevekkül, hayırlara meyletmeye büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tövbe de günaha ve şerre olan meyilleri keser.

Bu isimden alacağımız ders ise şudur;


Nasıl ki Allah Gaffar ismiyle hatalarımızı örtüyor, ayıbımızı yüzümüze vurmuyor. Aynen bunun gibi, biz de Gaffar ismini ahlak edinerek başkalarının hatalarını örtmeli ve kimsenin ayıbını yüzüne vurmamalıyız.

Böylece, hem Gaffar ismine ayna olalım, hem de Peygamber Efendimiz (sav)’in şu hadiste verdiği müjdeye nail olalım;

“Her kim, bir müminin ayıbını dünyada örterse, Allah’ta onun ayıbını hem dünyada hem de ahirette örter.”

Gıybet eden, gizli olanı merak eden ve ortaya çıkaran, intikam seven, uğradığı cezayı mutlaka ödetmek isteyenler tabiî ki bu vasıftan uzaktırlar. 

Hiç kimse kusursuz değildir. İnsanlar arasında kemale ermiş olgun kimseler olduğu gibi zayıf karakterli kimselerde vardır.

Çirkinliklere göz yumup da ayıbını bildiği halde örten kişinin iyiliklerinden bahseden kimse bu vasfa lâyıktır. Aşağıdaki rivayet de buna bir örnektir:

Hz. Peygamber ashabıyla beraber yürürken yol kenarında bir köpek ölüsüne denk gelirler. Sahabelerden bazıları manzara karşısında "Bu leş ne kadar da pis kokuyor" demekten kendilerini alamazlar. Bu durum karşısında Allah Rasûlünün tepkisi ise hayli farklı olmuştur: "Köpeğin ne güzel dişleri var!"

Bu ism-i şerif hükmünce kula gereken şey:  
Maddi kirlerin temizlenmesi için suyu, sabunu yaradan Allah, manevi kirlerden temizlenmek için de istiğfarı sebep kılmıştır. Bundan dolayı da çokça hamd etmeli ve sık sık istiğfar edilmelidir. Bu da zor bir iş değildir. Çünkü özel bir merasim gerekmez. Bir insan işiyle, gücüyle meşgul iken de, yalnız gönlünden mağfiret isteyebilir. Allah bundan ha­berdardır. Ayrıca vakti gelince namazı ihmal etmemeli. Çünkü na­mazlar büyük mağfiret vesilesidir. Hele seher vakitlerinde is­tiğfar çok makbuldür. Çünkü Allah Kur'an'da seher vakitle­rinde istiğfar edenleri övmüştür. 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

99 esma sonsuz mana-Fatma Bayram

14- El-Musavvir ism-i şerifi:


Rabbimiz bizi önce “halk” ederek yokluğun dipsiz kuyusundan yeryüzüne çıkarmış, sonra “var” etmekle yetinmeyip her bir varlığı bütün evren içinde sadece kendine mahsus olan şekline kavuşturmuş, ona fiziki ve ruhi bir şahsiyet ihsan etmiştir. (Araf, 7/11.) Böylece artık ne bir çakıl taşı diğerinin aynıdır ne bir yaprak ne bir su damlası. 

Varlığın tasarımını yapan Musavvir’in her eseri o kadar özgündür ki sadece dış görünüşü ile değil, duygularının ve düşüncelerinin en derin detaylarına kadar hiçbir varlık diğerinin aynı değildir.

Her insanın sesinin, yüzünün, mimiklerinin birbirinin aynı olduğunu düşünün. Hangisi anneniz, hangisi kardeşiniz, hangisi eşiniz ayırt edemeyeceksiniz. Ya da susadınız ama bütün nesneler, her şey su gibi görünüyor ama hangisi su anlayamayacaksınız. Çünkü suyun da ateşin de görüntüsü aynı olacak. Sizi yakana kadar ateşin ateş olduğunu anlayamayacaksınız. Her şey birbirine karışacak. 

İşte dünyamızın bu ürkütücü hale dönüşmesini engelleyen, taşlardan kuşlara, çiçeklerden insanlara kadar her bir varlığa, evrende yalnızca ona mahsus olan, benzersiz şeklini verendir Musavvir. Sadece her bir türü değil, her türün her bireyini dahi diğerlerinden ayıracak özellikleri verendir. Bizler ancak bu sayede varlıkları birbirinden ayırabilir, birbirimizi tanıyabilir, tanışabiliriz.

El-Musavvir; tasvir eden, şekil ve suret veren demektir. Her şeyin kendine göre bir şekli, dıştan görünüşü vardır ve bu başkalarına benzemez. Mesela tamamiyle birbirinin aynı ikinci insan yoktur. Bir çok yerleri birbirine benzese bile, mutlaka benzemeyen tarafları vardır. İnsanların yüzle­rindeki alametler hep birbirinin aynı olduğu halde, tıpa tıp­ birbirine benzeyen iki insan görülmez. Bundan daha garibi, parmak uçla­rındaki çizgilerdir. Bu çizgiler, her insan için özeldir ve hiç biri ötekine uymaz.

İşte bu ism-i şerif hükmünce eşya biribirinden ayrılmış, seçilmiştir. Bunlar Allah-u Teala'nın büyük bir rahmeti ve hik­metidir. Eşyayı biribirinden ayıran özellikler olmasaydı o zaman hiç bir varlık birbirinden ayırt edilemeyecekti.

O halde, bütün mahluklar kendilerine verilen şekilleriyle, tasvir edilen suretleriyle Cenab-ı Hakkın Musavvir ismini göstermektedir.

Yağmur damlasından, kar tanesine, papatyadan karanfile, parmak izinden göz bebeğine, zerrelerden galaksilere kadar her mevcud kendine mahsus suretiyle ve şekliyle Allah’ın Musavvir ismine aynadır.

Şimdi bir insanı ele alarak Musavvir isminin tecellisini görmeye çalışalım; Musavvir olan Allah, bir kafatasının  üzerine geçecek bir yüz için sayısız ihtimaller yaratmıştır. O cc, insanları seri imalat ile yaratılmaz. Musavvir olan Allah, her insanda aynı unsurları kullanır, ancak her birine ayrı bir sima verir. Ayrıca bu yüze tebessüm, endişe, sevinç, korku, kahkaha gibi yüzlerce mana da ekler. 

Bir heykeltıraşın basit bir heykele bile bir simetrik verebilmesi için bazen yıllarca çalışması gerekiyor. Buna rağmen saniyede 4 insan ve her gün 350.000 insan son derece kolaylıkla yaratılıyor. Her birine farklı bir yüz veriliyor. Yani milyarlarca insan birbirine benzetilmeden yaratılmış ve yaratılmaya devam ediyor. 

Ayrıca, Allahu teala bir şeyi yaratırken örneğe, maddeye, müdde­te, yardımcıya, muhtaç değildir. O, bir işi yap­mak isteyince sadece ona "Ol!" der. O da hemen oluverir. Baş­ka hiçbir şeye muhtaç olmaz. Yerleri, gökleri her şeyi yalnız bir istemesiyle, sade bir "Ol!" demekle yaratır.

Demek ki; dış görünümlerimizin ayırt edilmesi bu ismin tecellisi ile olmuştur. Eğer Musavvir’in tecellisi olmasaydı evrende tüm varlıklar birbirine karışıp tam bir kaos olacaktı.

Aynı şekilde Musavvir’in tecellisi olmasaydı düşünce ve duygu dünyamızda da hiçbir hissi diğerinden ayırt edemeyecektik ve duygularımızı ve düşüncelerimizi tek tip olarak algılayacaktık. Olaylar karşısında ne hissettiğimizi ve ne düşündüğümüzü bir türlü tanımlayamayacaktık. 

İşte dünyamızın bu ürkütücü hale dönüşmesini engelleyen, taşlardan kuşlara, çiçeklerden insanlara kadar her bir varlığa, evrende yalnızca ona mahsus olan, benzersiz şeklini verendir Musavvir.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

 İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

99 esma sonsuz mana-Fatma Bayram

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

13- El-Bâri ism-i şerifi:


Yaşadığımız evrende herşeyde bir denge ve ahenk vardır. Kâinat üzerinde var olan her sis­tem üstün bir aklın tasarımıdır. Bu üstün aklın sâhibi, herşeyi hayranlık uyandırıcı bir düzen içinde vâr etmiş­tir. Kâinattaki her cisim, yeryüzünde yaşayan milyarlar­ca canlı müthiş bir ahenk içinde varlıklarını sürdürürler. Doğadaki düzen hiçbir şekilde bozulmaz ve binlerce yıldır son derece istikrârlı bir şekilde devâm etmektedir.  

Rabbimiz, insanın kavramaktan aciz kaldığı ilmi ve kudretiyle varlık âlemini tasarlamış sonra da belirlediği ölçü ve nizama göre hiçbir örneğe bakmadan eşsiz bir yaratışla var etmiştir.
 
Alemde her bir varlık hem kendinin hem de bütün kâinatın düzenli bir şekilde devamına katkıda bulunacak tarzda tasarlanmış ve yaratılmıştır.

Zerreden kürreye kadar yaratılmış âlemin her bir ferdinin mükemmelliği ve bildiğimiz bilmediğimiz tüm bu sayısız varlığın, birbiriyle ahenk içinde ve sonsuz hareket hâlinde akıp gidişlerindeki nizam ve uyum... İşte bu sistemi bir örneğe ihtiyaç duymadan yoktan var edendir Bâri…

Hâlık ismi varlığı yaratmadan evvel ölçüp biçen, hesaplayıp takdir eden (bir anlamda projelendiren) demekti. Bâri de bu ölçüm ve takdire göre bakılıp örnek alınacak bir modeli olmadan (özellikle canlı varlıkları) yoktan var eden demektir.  Bütün canlılarda bulunan şekil, suret ve düzen Allah’ın el-Bari isminin tecellisidir.

Buna göre; El-Bari isminde, el-Halık isminden farklı olarak şu manalar vardır;

1- Bir kalıptan döker gibi düzgün ve güzel bir şekilde yaratan,

2- Mahlukların azalarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan,

3- Her varlığı kainattaki nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan demektir.

Şimdi bu anlamları biraz açalım:

1- Bir kalıptan döker gibi düzgün ve güzel bir şekilde yaratan,

Bir çiçeğin doğada kendiliğinden var olduğunu farzedelim: Bir toprağa bir gül tohumunu attığımızda, o toprağın ‘gülü yaratmak’ fiiline sahip olabilmesi için, gülün kendi plan ve programını yapabilmesi, güle lazım olan maddeleri toplayabilmesi, hassas bir teraziyle ona lazım olan kadarını ayırabilmesi ve bu maddeleri maddi bir kalıba dökebilmesi gerekir. Bir gül ancak bunlar yapıldıktan sonra var olabilir.

İlk 3 maddeyi bir kenara bırakıp, sadece maddi kalıbının olması gerektiği hakkında biraz düşünürsek; madem o toprak, kendisine atılan binlerce farklı tohumdan, farklı bitkiler çıkartabiliyor. O halde o toprakta, yeryüzündeki bitkiler adedince maddi kalıpların var olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Ayrıca her bitkinin yaprakları, meyveleri, çiçekleri, şekilleri farklı olduğundan, o toprakta sadece bitkiler adedince kalıplar değil, aynı zamanda yapraklar, meyveler, çiçekler adedince maddi kalıpların var olduğunu da kabul etmek gerekir. Bu da alemdeki bitkiler, çiçekler ve meyveler adedince imkansızlık demek olur.

Halbuki bu sanatlı bitkiler Allah’ın Bari ismine isnad edildiğinde, o atomlar Allah’ın ilminin ve kaderinin manevi kalıplarına, kudretinin sevkiyle girerler. Ve düzgün ve tertipli bir şekilde çıkarlar. Rabbimizin Sadece bir "Kün" demesi yeterlidir.

O halde bizler bir elmaya, bir kelebeğe, bir çiçeğe, bir insana ve insanın azalarına, kısaca, her bir mevcuda baktığımızda, bir kalıptan çıkarcasına düzgün ve tertipli yaratılışı görerek Allah’ı ‘Bari’ ismiyle tesbih etmeliyiz.

Demek düzgün ve tertipli yaratılan her şey, Allah’ın Bari isminin tecellisine mahzardır.

Bari isminin 2. manası; Mahlukların azalarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan

Azaların birbirine uygun olarak yaratılması, Bari isminin bir tecellisidir. Bu manasıyla Bari ismi, insanlarda, hayvanlarda, hatta bitki ve ağaçlarda dahi tecelli etmektedir. Zira her mahlukun bütün azaları, birbiriyle uyum içinde yaratılmıştır.

Mesela insana bakalım; 

Dişler ile ağız arasında bir uyum vardır. Eğer dişlerimiz uzun olsaydı ve ağzımıza sığmasaydı, rahatsızlığı bir düşünün. Dişlerin, ağza uygun olarak yaratılması Bari isminin bir tecellisidir.

Kaşlar ve göz arasındaki uyum da bu ismin bir tecellisidir. Kaşlar göze kadar uzamamakta ve insanın görüşünü etkilememektedir. Kaşların da saçlar gibi uzadığını ve insanın gözüne perde olduğunu düşündüğümüzde, Bari isminin tecellisine ne kadar muhtaç olduğumuzu anlarız.

Yine insanın iki gözü ve iki kulağı arasındaki uyum, kol uzunluğunun boy ile uyumu, el ve ayak parmaklarının arasındaki uyum, bacakların birbiriyle eşit uzunlukta olması, dişlerin kendi arasındaki uyumu ve iç organların birbiri arasındaki uyumu hep Bari isminin bir tecellisidir. Bu ismin tecellisi sayesinde bir ayak uzun, diğer ayak kısa olmamakta ve bütün azalar birbirini tamamlamaktadır.

İnsanda azami mertebede tecelli eden Bari ismi, hayvanlarda da tecelli etmektedir. Kartala sinek kanadının takılmaması, sineğe arının iğnesinin verilmemesi ve her mahluka vücuduna uygun azaların takılması hep Bari isminin bir tecellisidir.

Bari ismi bu manasıyla ağaçlarda da tecelli etmektedir. Ağacın gövdesi ile dalları arasındaki uyum, dallar ile meyveler arasındaki uyum hep Bari isminin bir tecellisidir. Hatta bir ağaca baktığınızda, yaprakların dallara gelişigüzel takıldığını zannedersiniz. Halbuki hakikat böyle değildir. Çünkü dala takılan her bir yaprak, diğer yaprağın güneşine en az mani olacak şekilde takılmaktadır. İşte bir ağaca yaprakların takılması dahi bu ismin tecellisi ile olmaktadır.

Madem vazifemiz Allah’ı tanımak ve mahlûkatta tecelli eden isim ve sıfatlarını okumaktır ve bu vazife bizim yaratılışımızın en büyük gayesidir; O halde bizler hem kendimize hem de her bir mahlûka baktığımızda azaların birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratıldığını görerek Allah’a hamd etmeli ve O’nu Bari ismi ile tespih etmeliyiz.

3- Her varlığı kainattaki nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan.

Her yaratılan varlık, kainattaki nizama ve gayelere uygun bir şekilde icad edilmiştir.

Mesela, insanı ele alalım; bütün azaları kainattaki nizama ve gayelere uygun olarak yaratılmıştır. Işığı görebilen göze, sesleri işitebilen kulağa, kokuları hissedebilen burna, yiyeceklerin tadını alabilen ve konuşmayı sağlayan dile, havayı teneffüs edebilen ciğerlere sahiptir.

Bari olan Allah insanın gözünü yarattığı gibi ışığı da icad etmiştir. Kulak verdiği gibi sesleri de var etmiştir. Kısaca; insanı yarattığı gibi alakadar olduğu bütün eşyayı ve kainattaki nizamı da o yapmıştır. İnsan da O'nun mülkü, kainatta O'nun mülküdür. Ve O zatın adı El-Bari’dir. ”

Her şey kainattaki gayelere uygun bir şekilde yaratılmıştır. Mesela, alemde hayatın devamı gibi bir gaye vardır. Her çiçek ve ağaç bu gayeye hizmet edecek şekilde tasarlanmıştır. Adeta atmosferdeki oksijen ve karbondioksit dengesini ayarlayacak şekilde bir hesap uzmanı gibi çalışır. Bütün ömrü boyunca oksijen üreterek o dengeyi sağlar. Ölürken de ömür boyu karbondioksit emen o çiçek oksijen vererek ölür. 

Demek ki kainattaki her şey nizama uygun alet ve cihazlar takılmış olarak yaratılıyor ve herbirine amaçlara hizmet edecek görevler veriliyor. O halde her yaratılan, nizama uygun cihazları ve amaçlara hizmetleri ile Allah’ın Bari ismine aynadır. 

O halde kul; yaradılışın bu kanununu örnek tutarak kendisine bağışlanan kuvvetleri yerli yerinde ve yaradılış i'tibariyle vazifesine uy­gun olarak kullanmalı,  aykırı hareketten sakınmalıdır. Bunu örneklendirmek gerekirse: 

Allah'ı bilmek için verilen akıl nimetini vahyin ışığında kullanmak onu vazifesine uygun kullanmaktır. Akıl nimetini  Allah-u Teala'yı inkar yolunda kullanmak ise tamamiyle çarpık ve ters bir muame­ledir ve umumi ahenge aykırı bir yoldur.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

99 esma sonsuz mana-Fatma Bayram

https://feyyaz.tv/el-mumin.html