21 Mart 2021 Pazar

12- El-Hâlık ism-i şerifi:


Halık; Her şeyin varlığını ve varlığı süresince görüp geçireceği halleri, hadiseleri tayin ve tesbit eden ve ona göre yaratan, yoktan var eden demektir.

Bu ism-i şerifin iki yönü vardır: Birincisi bir şeyin nasıl olacağını tayin ve takdir etmek, ikincisi o takdire uygun olarak o şeyi icad etmek.

Her bir varlığın nasıl olacağını, yerince, miktarınca takdir edip yaratan... Birinin sınırını ötekine geçirmeden eşsiz bir düzen kuran... Kendi katında bir taslak hâlinde sırasını bekleyen mahlukata, zamanı geldiğinde esmasıyla tecelli edip “kün” emriyle hayat veren, yokluktan varlığa çıkaran…

Ezelde ne kainat vardı, ne mahlukat, ne bir zerre, ne de bir element vardı. Sadece Allah vardı.

Al­lah-u teala bu kainatı yaratmayı diledi, eğer dilemeseydi herşey yoklukta kalır, hiçbir zerre varlığa çıkamazdı. Yaratmayı diledi ve her şeyin ömrünü, rızkını, şeklini, suretini, soyunu, doğum ve ölüm yerlerini ve zamanlarını ve her an görüp geçi­receği bütün hadiseleri de tayin buyurdu.

Her şey muntazam kanunlarla sırasını, yolunu şaşırmadan akıp gitmektedir. Kainatta hiçbir şeyin oluşu körü kö­rüne ve rastgele değildir.

 Halık ismi alemde en çok tecelli eden isimlerden biridir. Çünkü yoklukdan varlık alemine çıkan her mahlukta ‘halık’ ismi tecelli eder. Aleme bakıyoruz, eşya ve bilhassa hayat sahibi olanlar, birdenbire ve çok kısa bir zamanda vücuda geliyorlar. Mesela saniyede 4 insan ve günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. İnsanın yaratıldığı o saniyede bakterilerden tutun da hayvanlara ve diğer canlılara kadar bir çok canlı aynı saniyede yaratılıyor.

Bu kadar çabuk ve ani bir şekilde yaratılmasına rağmen her şey bir sanatla, mükemmel bir şekilde yaratılıyor. 

 Buna göre Hâlık “bir amaca göre planlı, şuurlu ve ahenkli bir şekilde yaratan”dır. O'nun her işi bir ölçüye ve hesaba göredir. 

Allah-u teala'nın kainatı yaratması her hangi bir ihtiyaç­tan dolayı  veya yaradılmışlara muhtaç olduğu için değildir. Kainatı ya­rattı, belki on­ları yaratmak hususundaki ezeli iradesini gerçekleştirmek istedi ve onlara azamet ve kudretini göstermek, sayısız ni'metlerinden onları faydalandırmak gi­bi lutuf ve keremiyle yarattı. O'nun her yaptığı işte, her verdiği emirde ancak yaratılmışlar için menfaatlar, ve hikmetler vardır.

Kur’an’da Cenab-ı Hakk’ın “Hâlık” oluşu O’nun Rablığına en önemli delil olarak gösterilir (Zümer, 39/62; Mü’min, 40/62; Fatır, 35/3.) ve her şeyi yaratmasının neticesi olarak kulluğun yalnızca O’na olması gerekirken (En’am, 6/102.) hiçbir şey yaratmaya gücü yetmeyenlere neden kulluk edildiğine şaşılır. (Ra’d, 13/16.) Yine Kur’an’a göre yaratma işi bitmiş değildir. O her an yaratmaya devam etmektedir (Rahman, 55/29; Nahl, 16/8 vb.). Rabbimizin yaratıcılığının çeşitli yönlerini vurgulayan başka isimler de vardır: Bâri’, Musavvir, Muhyî, Mubdi’, Bedî’ gibi... On yedi ilahî ismi peşpeşe zikreden Haşr suresinde yaratmanın birbirini takip eden üç safhasına işaret eden Hâlık, Bâri’ ve Musavvir isimleri peşpeşe zikredilmiştir. Esma-i hüsnada eş anlamlılık kabul etmeyen Gazali rahmetullahi aleyh, bu üç ismin işlevini anlatabilmek için Hâlık’ın projelendiren mimara, Bâri’in projeyi uygulayan mühendise, Musavvirin de tezyinatçıya karşılık gelebileceğini söyler.

Hicr, 15/86 ve Yasin, 36/81. ayetlerinde geçen Hallâk ismi de Rabbimizin sürekli ve mükemmel bir şekilde yaratan olduğunu ifade eder. Allah Teala’nın eşsiz yaratıcılığını ve bir kez yaratmakla bırakmadığını, yarattıklarını her daim yeniden var etmeye devam ettiğini idrak ederiz.

Yoktan var etmekten farklı olarak yaratma bazen mevcut bir ana maddeden gerçekleştirilir. Mesela Âdem’in topraktan, insan soyunun nutfeden yaratılışı böyledir. Bu anlamda yaratıcılık Kur’an’da Hazreti İsa’nın mucizevi olarak çamurdan bir kuş yaratması örneğinde de geçer. Bu olay Âl-i İmran, 3/49 ve Maide, 5/110’da anlatılırken kullanılan “halk/yaratma” ifadesi de mevcut bir ana maddeyi başka bir kalıba dökerek şekillendirmek olarak anlaşılmıştır. Ayrıca Hz. İsa’ya atfedilen halk fiili de ayetlerde daima “Allah’ın izniyle” ifadesiyle sınırlandırılmıştır. 

O halde, yaratma, örneksiz var etmektir. Allâh-u Te‘âlâ yaratan, O’nun dı­şında her şey yaratılandır. Her şey O’nun emrinde ve hizmetin­dedir. O’ndan başka bir yaratıcı yoktur. Bütün her şey, gökler, yer, ikisi arasında ve içinde bulunanlar ve bunların hareketleri, rızıkları, ecelleri, sözleri, ve fiilleri yaratılmıştır. Bunların tek yaratıcısı Yüce Allâh’tır. Bütün varlıklar sonradan yaratılmış ve yoktan var edilmiştir. Her şey O’ndan başladı ve yine O’nda son bulacaktır.

Yaratıklara nisbet edilen hiçbir sanat, Allâhü Te‘âlâ’nın takdîr buyurduğu keşf ve icâd mâhiyetinden ileri geçemez. Çünkü mah­lûk, fiilerinin ayrıntısını takdîr edemez ve bir atom bile yapamaz. Böyle bir yaratma sonsuz ilim ve kudrete bağlıdır. Mahlûk ise bundan ancak sınırlı kısmını elde edebilir. Herşeyi tam anlamıy­la takdîr ve icâd ederek yaratan ancak Allâhü Te‘âlâ’dır.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

99 Esma Sonsuz Mana-Fatma Bayram

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

11- El-Mütekebbir ism-i şerifi:

 

Allah mütekebbirdir. Bu ismin manası; Allah’ın, azameti ve büyüklüğü, ancak kendi zatına layık görmesi ve her hadisede büyüklüğünü göstermesidir.

Bu itibarla bu isim; depremlerle yeryüzünün sallanmasında, dağlarda, yıldızlarda, ağaçları kökünden koparıp savuran hortum ve fırtınalarda, gök gürlemesinde ve çakan şimşeklerde ve kendisinde büyüklük ve azamet görünen her eserde tecelli eder.

Büyüklük ve ululuk, ancak Allah'a mahsustur, varlığı ile yokluğu Allah'ın bir tek emrine ve iradesine bağlı bulunan kainattan hiçbir şey bu sıfatı takınamaz. Yaradılmışlar içinde ilk defa kendini büyük gören İblis olmuştur. İblis'in izinde
giden, İblis tabiatlı insanlar da vardır ve bu kişiler, geçici bir zaman için Allah'ın kendisine ihsan ettiği varlık, zeka, bilgi, servet veya makamı kendinin sanır ve kibirlenir, kendine kıymet verir. Halbuki kendi başlangıcını, sonunu dü­şünen bir insan kibir yapamaz.

O halde bir düşünelim; Başlangıcın, idrar yolundan gelmiş bir damla pis bir su; sonun da, iğrenç bir gövde. Seni sevenler bile bu gövdeye tahammül edemezler ve hemen topra­ğa atarlar. Sonra hayatının her anında yemeğe, içmeğe, nefes almaya, uykuya, dinlenmeye ve daha başka bir çok şeye ihtiyacın var. Allah, senin muhtaç olduğun bu şeyleri kesi­verse, bunları kimden dileneceksin? Ve sen böyle aciz bir halde iken, sana büyük görünmek seni gülünç bir vaziyete düşürüyor.

Geçmiş insanlar arasında da büyüklük taslayanlar vardı. Şimdi onlar ne halde? Düşünecek olursak ayakları­mızın altında çiğnediğimiz topraklar, çok eski devirlerde ya­şamış insanlardır. 

Allah’ın niçin mütekebbir olduğunu ve büyüklenmek niçin sadece Allah’a mahsus olduğunu anlamak için ilk önce Allah’ın zatının, isim ve sıfatlarının ve fiillerinin büyüklüğünü anlamak gerekir. Bu büyüklük anlaşıldığında şu hadisin sırrı da anlaşılacaktır:

“Büyüklük ridam, azamet örtümdür. Kim bunlardan birisinde bana ortaklığa kalkışırsa onu cehenneme atarım.” (Müslim, Birr 136; Ebu Davud, Libas 29)

Evet şimdi, Allah’ın mütekebbir ismine ulaşmak için zatının, isim, sıfat ve fiillerinin büyüklüğünü görmeğe çalışalım.

Büyüklük Allah’ın zatına mahsustur.

Ne kadar büyük ve büyüklük ifadesi varsa onun büyüklüğü yanında bu ifadeler ne kadar küçüktür. Akıl, Allah’ın bu büyüklüğünün mahiyetini anlamaktan acizdir.

Evet akıl, Allah’ın zatının mahiyetini anlamaktan acizdir. Bu şuna benzer; Bir kitabı gördüğümüzde, onu yazan katibin varlığını biliriz ve onu kabul ederiz. Ve bu katibin ilim sahibi olduğunu biliriz. Çünkü kitabı ilmiyle yazmıştır. İlmi olmayan kitap yazamaz. İrade sahibi olduğunu biliriz. Çünkü yazmayı, yazmamaya tercih etmiştir. Kudret sahibi olduğunu biliriz. Çünkü kalemi tutamayan kitap yazamaz. Hayat sahibi olduğunu biliriz, çünkü hayatı olmayan bir kitaba katip olamaz. Ve bunlar gibi ona ait olan bir çok isim ve sıfatı biliriz.

Ancak onun kim olduğu ve boyu, kilosu gibi zatının özellikleri hakkında fikir yürütemeyiz.

Aynen bunun gibi, şu kainat kitabı da, bu kitabı yazan Allah’ın ilmine, iradesine, kudretine, hayatına ve diğer isim ve sıfatlarına delalet eder. Ancak az önceki örnekte kitabın katibi hakkında fikir yürütemediğimiz gibi, kainat kitabının katibi olan Allah’ın zatı hakkında da fikir yürütemeyiz. Zira akıllar onun zatını kavrayamaz, fikirler O’nun büyüklüğünü anlayamaz.

İsim ve sıfatlarında büyüktür

Allah’ın isim ve sıfatları nihayetsizdir. Kudreti, ilmi, iradesi, görmesi, işitmesi sonsuz olduğu gibi rahmeti, ihsanı, hikmeti ve diğer bütün isim ve sıfatları da nihayetsizdir. İlmi her şeyi kuşatmıştır, sonsuz kudret sahibidir, her şeyi engelsiz görür, her sesi işitir ve cevap verir, en yüce sıfatlar ve en güzel isimler O'na aittir,
en geniş rahmetin sahibidir, daimi izzet sahibidir, hakimler hakimidir, adillerin en adilidir, ikram edenlerin en kerimidir, merhametlilerin en rahimidir.

Allah fiillerinde büyüktür


Bir hayvana öyle bir elbise dikmeli ki, hayvan büyüdükçe elbise de büyümeli, ne bol, ne dar olmalı. Dünyanın bütün terzileri bir araya gelse bir karıncaya elbise dikemez. Halbuki Allah her an milyonlarca bitki ve hayvana mükemmel elbiseler giydirerek  mütekebbir ismini göstermektedir.
Bir boyacı bir papağanı boyayabilir mi? Öyle bir boya ki, renkler birbiriyle uyumlu olucak, solmayacak, akmayacak. Dünyanın bütün boyacıları bir araya gelse suyun içinde yüzen bir balığa o çıkmaz boyayı vuramaz ne de bulunduğu ortama göre 7-8 farklı renge bürünen ahtapotu boyayabilirler. Halbuki Allah her mahluku en güzel renklerle boyamakla  Mütekebbir ismini göstermektedir.

 Allahın idaresine bakın. kainat, şaşmaz bir intizam içinde. İçindeki her bir mahluk hikmetle idare ediliyor. Her birinin sesi işitiliyor, ihtiyacı görülüyor. İşte kainattaki mükemmel idare ile Allah Mütekebbir ismini göstermektedir.

Bir heykeltıraş bir taş parçasını yontarak bir heykel yapabilmek için aylarca çalışıyor. Halbuki Allah bir su damlasından saniyede 4, günde 300 bin insan yaratıyor. Hem de öyle taştan değil, cansız değil, hayat sahibi. Ve insanın yaratıldığı o saniyede, aynı zamanda mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sinek ve böceklerden ve diğer canlılardan da yaratıldığını düşünün ve yine o saniyede bir milyona yakın bitki çeşitleri de yaratıldığı göz önüne alınırsa Allahın yaratmak fiilindeki büyüklük ile belki Mütekebbir ismi bir nebze anlaşılır.

Netice olarak Allah’ın zatının, isim ve sıfatlarının ve fiillerinin büyüklüğü ve azametinden dolayı Allah Mütekebbirdir. Büyüklüğü ve azameti ancak kendi zatına layık görür.

BU İSM-İ ŞERİF HÜKMÜNCE KUL İÇİN GEREKEN
ŞEY:

İnsan çalışıp çabalamalı. Büyük bir adam olmalı, fakat hiç bir zaman büyük görünmemeli. Kendini bilen büyüklen­mez. Büyüklük ancak Allah'ın şanıdır. O'nun sıfatını mahluk takınamaz, haddini aşmış olur. Böylelerinin cezası da çetin
olur. Allah-u Teala, kibirlenen­leri hor ve hakir, rezil ve rüsvay bir hale indirir. Haddini gözetenleri de yükseltir.

Kendini yüksek görmeğe çalışmak hakikatte kendinin iflasına uğraşmak demektir. Çünkü tekebbür denilen haslet bü­tün feyzlerin, saadetlerin nefsimizde ve ruhumuzda yer tutma­sına engel olur.

Madem sadece Allah Mütekebbirdir ve büyüklenmek ona mahsustur. Kula düşen şu ayete kulak verip tevazu ile onun büyüklüğü ve azameti karşısında hayretle ve muhabbetle secdeye kapanmasıdır;

“ Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilir, nede boyca dağlara erişebilirsin.” (İsra 37)

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/
 İ:Gazali Esmaü'l Hüsna
https://feyyaz.tv/el-mumin.html

10. El-Cebbâr ism-i şerifi:


Allah Cebbardır. Cebbar isminin Allah hakkında şu manaları vardır.

1-Allah’ın dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olması.

2-Kullarının işlerini yoluna koyması ve eksikleri gidermesi.

3-Kırıkları onarması ve dertlere derman vermesi.

4-Çok büyük ve azametli padişah olması.

Şimdi Cebbar isminin bu farklı manalarını tek tek anlamaya ve kainattaki tecellilerini görmeye çalışalım:

1- Allah’ın dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olması

 Allahu teala Cebbardır, ceberut sahibidir. Kainatın her noktasında ve her şey üzerinde dilediğini dilediği gibi yaptırmağa muktedirdir.  Hükmünü geri çevirecek ve takdirini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur.  Hüküm ve iradesine karşı gelinmek ihtimali yoktur. Her şey üzerinde Allah-u teala'nın cebbariyeti hakimdir.
Önünden sonuna kadar yaratacağı bütün mahlukat, bunların cinsleri, nevi'leri, sınırları ve varlığa çıkış sırası, varlığı, müddeti ve bu müddet içinde görüp geçireceği bütün haller, bütün evreler üzerinde Allah'ın cebbariyeti, emir ve iradesi hakimdir. Her mahlukun hayat şartları ve bu alemde göreceği iş, yapacağı vazife Allah-u teala tarafından tayin edilmiş, sınırları çizilmiştir. Her mahluk bu sınırlar içinde yürümek ve bu vazifeleri yapmak mecburiyetindedir. 

Aslında kim bu kainata dikkatle baksa, kainatı; son derece haşmetli, sürekli faaliyette,  hikmetli bir şekilde idare edildiğini, kuvvetli bir hakimiyeti olduğunu görür ve her şeyi ve her mahluku birer vazife ile itaat halinde bulur.

Kimi bal yapar, kimi süt verir, kimi şu dünyaya lamba ve soba olmuştur. Her bir mahluk Allah’ın kendisine emrettiği vazifeyle meşguldür. Ve o vazifeye isyan edemez. Güneş o büyüklüğü ile “ben bugün doğmayacağım, yada batmayacağım” diyerek Cebbar olan Allah’ın hükmüne karşı gelemez. Ay, kandil ve takvimcilik vazifesinden geri kalamaz. İnsandan başka her şey vazifesine gayet dikkat eder ve Cebbar-ı azim olan Allah’ın emrine boyun eğer, itaat eder. İşte vazifesini yaparak Allah’ın emrine itaat eden ve ona karşı gelemeyip boyun eğen her mahlukta ‘Cebbar’ ismi görünür.

Bizler bir tavuğun yumurtladığını, koyunun süt verdiğini gördüğümüzde hiç Allahın Cebbar ismini tefekkür ettik mi? Yada atın üzerine binmiş bir adamı gördüğümüzde, atı insana hizmet yapmaya zorlayan Allah’ı Cebbar ismiyle zikredip ona hamd ettik mi?

Çünkü insana itaat ettirilmiş ve vazifesine isyan edemeyen her mahlukta cebbar ismi tecelli eder. Evet kainatın zerrelerinden, semanın yıldızlarına kadar her şey Allah’a itaat ederek Cebbar ismine ayna oluyor ve onu Cebbar ismiyle tesbih ediyor. Yalnız bedbaht insanlar müstesna…

 İlk komut ile baş­lamış olan bu değişmeyen düzen son komuta kadar devam edip gidecektir.
Allah teala yalnız teşrii hükümlerinde insanları serbest bırakmıştır. Allah-u teala'nın teşrii yani insanları vazifelendi­ren dini bir takım hükümleri ve emirleri vardır ki, bunların üstünde cebbariyetini kaldırmış ve bu emirlerin yapılıp ya­pılmaması ve bu hükümlerin yerine getirilip getirilmemesi hususunda insanları mecburi değil, muhayyer bırakmıştır yani onların seçimlerine bırakılmıştır. Bir insan isterse dine uyar dindar olur, dinin hükümlerine göre yaşar; isterse dinsiz ve imansız olur. Tamamen serbesttir. Gerçi Allah-u teala insanları, kendini bilsinler ve kendine kul­luk etsinler diye yaratmıştır; fakat bu teklifi zorlama ile de­ğil, isteğe bağlı yapmış ve tamamen kendi arzularına bı­rakmıştır. Eğer Allah, diğer hususlarda olduğu gibi bu husus­ta da cebretmiş olsaydı, insanlar içinde Allah'tan başkasına ibadet eden bir fert bulunmazdı. Halbuki Allah'ın insanlara ve ibadetlerine ihtiyacı yoktur. Rabbimiz cc kendisine intisap ve kulluk şerefini, kullarının isteklerine bağlamıştır. İsteyen Allah'a kul olur, rızasını bulur. İsteyen heva ve hevesine köle olur.

Bu ism-i şerifin hükmüne göre kul ne yapmalı:
Kırılan ümitlerin canlanması, perişanlıkların iyi bir hale ve yola konması için tek merci Allahu teala ol­duğunu bilerek yanlış kapıya müracaat etmemeli ... Bu hususta Allah'ın yarattığı sebeplere tutunmayı kafi görmeli ve insanlara yüz suyu dökmemeli.

Bir de Allah'a asi vaziyette olanlar, Allah'ın azap ve cezası kendilerine gelip kuşatmadan derhal O'nun afv ve mağfire­tine, rahmetine sığınmalıdır. Çünkü vakti gelince azap onları ister istemez saracaktır. Sonra bunu önleyecek bir kuvvet ve ondan saklıyacak bir sığınak da bulamayacaklar­dır.
Allah'ın intikamına karşı tek çare: O intikam gelip çatma­dan yine Allah' a sığınmaktır.

2- Kullarının işlerini yoluna koyması ve eksikleri gidermesi

Allah Cebbardır. Kullarının işlerini yoluna koyar ve onların eksikliklerini giderir. Cebbar ismi bu manasıyla devamlı bizde tecelli eder; Bir işsizin iş bulması, siftah bile yapamayan bir esnafın işlerinin açılması, borçlunun borçtan kurtulması, dersleri zayıf olan bir öğrencinin derslerini düzeltmesi, yakacak odun kömürü olmayan bir ailenin bu ihtiyacının giderilmesi, eksik bir dosyanın evraklarının tamamlanması ve bunlar gibi işlerin yoluna konulup eksiklerin giderildiği bütün işlerde Allah’ın Cebbar ismi tecelli etmiştir.

Maddi alemde bu manasıyla tecelli eden Cebbar ismi manevi alemde tecelli ettiğinde kullarının hallerini ıslah eder, onlara tövbeyi nasip eder, ahlaklarını güzelleştirir, yapamadıkları ibadetleri onlara kolaylaştırır ve kulunun mana alemindeki eksikliklerini giderir.

Allah Cebbar ismi hürmetine maddi ve manevi işlerimizi yoluna koysun ve eksikliklerimizi gidersin.

3- Kırıkları onarması ve dertlere derman vermesi

Allahu teala Cabirdir, Cebbardır, kırılanları onarır, her türlü perişanlıkları düzeltir, yoluna kor, dertlere derman ihsan eder.

 Kırılan bir kalbin tesellisi Cebbar ismi ile olur. Kırılan bir kemik bu ismin tecellisiyle iyileşir. Tereddüt içinde bocalayanlara maddi ve manevi yollar gösterir, ihtiyaç sahiplerine imdat eder, ağır belalara düşen kullarının feryadına yetişir. Hastalar bu isimde şifa, dertliler dertlerine derman bulur. Demek ki hastaya şifa, dertliye deva, borçluya eda bu isim ile gönderilir. Küsler bu ismin tecellisi ile barışır,

Meselemiz Allah’ı tanımak ve her şeyde ona bir pencere açmak. Acaba kırılan bir eşyamızı birbirine yapıştırdığımızda, bu fiilin Cebbar isminin bir tecellisi olduğu hiç düşündük mü?

Veya borcumuz var ama ödeme imkanımız yok. Kara kara düşünürken hiç beklemediğimiz bir yerden gelen yardımla borcumuzu ödediğimizde, derdimize derman olan Allah’ı Cebbar ismiyle tefekkür ettik mi?

4- Çok büyük ve azametli padişah olması

Allah Cebbardır. Çok büyük ve azametli padişahtır. O öyle bir padişahtır ki; saltanatının başlangıcı olmadığı gibi nihayeti de yoktur. Onun saltanatından başka hiçbir saltanatın devamı da yoktur.

O öyle bir sultandır ki; sineğin kanadından, semavatın kandillerine kadar, bedenin hücrelerinden, semanın burçlarına kadar her şey O’nun mülküdür. O koca güneş O’nun mülkünde küçük bir lamba, yıldızlar birer kandil ve ay bir takvimcidir.

Evet kainatın sultanı birdir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir.

Bu manalar insana şunu ifade eder;

Kainatın Rabbini bulan her şeyi bulur. tüm minnetlerden ve korkulardan kurtulur. O’nu bulamayan ise hiçbir şey bulamaz. Bulsa bulsa başına bela bulur.


Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

9- El-Azîz ism-i şerifi:

 

Yüksek bir dağa baktığınızda, helak olan bir kavmin kalıntılarının yanından geçtiğinizde, yıldızların, ayların, güneşlerin ve diğer mahlukların itaatini gördüğünüzde Allah’ı hangi ismiyle hatırlıyorsunuz?

El-Aziz…

Aziz isminin 3 manası vardır.

1. Allah’ın izzet sahibi ve yüceler yücesi olması

2. Allah’ın mağlup olmayan galip olması

3. Yarattıklarının onun emrine itaat etmesidir.

Şimdi Aziz isminin bu üç tecellisini alemdeki yansımalarını görmeye çalışalım:

1-İzzet sahibi ve yüce olan

Allah azizdir. Yani Azamet, büyüklük ve kuvvet sahibidir. Şanı pek yücedir. Bu alemde kendine büyüklük verilen mahluklar Allahın aziz ismine aynadırlar. Yüksek dağlar, engin denizler, denizlerde ki fırtınalar, uçsuz bucaksız çöller, ay, güneş, yıldızlar aziz isminin tecellileridir.

Aziz ismi alemde böyle gözüktüğü gibi insanda hatta devletlerde bile gözükür. Aziz isminin tecelli ettiği insanlar Munafikun suresi 8. ayetinde
”Üstünlük, ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere mahsustur.” diyerek anlatılır.

Yani aziz olan yalnız Allah, O’nun resulü ve müminlerdir. 

Şimdi bize düşen: Allah’ın aziz ismini alemde okumak ve Kur'anı kendimize rehber yaparak hem dünyada hem ahirette aziz olmaktır.

2- Mağlup olmayan galip

Allah-u teala mutlak surette kuvvet ve galebe sahibidir. Emir ve iradesine karşı bütün bu kainatın hiç hük­mü yoktur. O, muradına karşı asla mağlub edilmez. İsterse bir
saniyenin binde biri kadar kısa bir zamanda bu muazzam kainat­ hemen sönüverir.

Allah azizdir. Yarattıkları üzerine galiptir. Yeryüzü Allah-u Teala’ya asi olup ta mağlup olmuş nice kavimlerin kalıntıları ile doludur. Bakın Allah, o asi ve inatçı kavimleri helak ettiğini kitabında nasıl anlatıyor.

﴾34﴿ "Biz, yoldan çıkmalarının cezası olarak bu memleket halkının üzerine gökten alçaltıcı bir belâ indireceğiz!"

﴾36﴿ Medyenliler’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. "Ey kavmim" dedi, "Allah’a kul olun, âhiret gününü ümitle bekleyin; yeryüzünde bozgunculuk yapıp karışıklık çıkarmayın!"

﴾37﴿ Ama onu yalancılıkla suçladılar. Bunun üzerine kendilerini o dehşetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında yere serildiler!

﴾38﴿ Âd ve Semûd kavimleri de öyle. Onların durumlarını meskenlerinin kalıntıları size apaçık gösteriyor. Şeytan onlara, (kötü) işlerini güzel gösterip kendilerini doğru yoldan saptırmıştı; oysa gerçeği görme yeteneğine de sahiplerdi.

﴾39﴿ Kārûn, Firavun ve Hâmân’ın âkıbeti de aynı oldu. Gerçekte Mûsâ onlara açık seçik deliller getirmişti; ama onlar yeryüzünde ululuk tasladılar. Oysa kaçıp kurtulmaya güçleri de yoktu.

﴾40﴿ Her birini günahından dolayı cezalandırdık; kiminin üzerine taşları savuran fırtınalar gönderdik, kimini o korkunç ses yakaladı, kimini yerin dibine gömdük, kimini sularda boğduk. Allah’ın muradı onlara kötülük etmek değildi, fakat onlar kendi kendilerine kötülük ediyorlardı.(Ankebut 34-40)

İşte Helak olan bütün bu kavimlerde Allahın aziz ismi haşmetiyle gözüküyor.

Biz hiç bu kavimlerin yıkıntılarının arasından geçerken, onların yerle bir olmuş kabirlerini gördüğümüzde Allahı aziz ismiyle andık mı?

O kalıntıların ve harabelerin üzerinde Allahın Aziz ismini okuduk mu?

Yada bizde Allah-u Telaya asi olursak, Allahın bizi de onları yakaladığı gibi yakalayacağını hiç düşündük mü?

3- Mahlukatının itaat etmesi

Mahlukatının Allah’ın emrine itaat etmesi ve ona karşı gelememesi de Aziz isminin bir tecellisidir.

Evet insan ve bazı yaratıklardan başka, güneş, ay, yeryüzünden tutunda, tâ, en küçük mahluka kadar her şeyin dikkatle vazifesini yapması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, umumi bir itaatin bulunması, gösterir ki, büyük bir celal ve izzet sahibi bir zatın emriyle hareket ediyorlar. İşte, vazifesini yapmakla ona itaat eden her bir mahluk bu itaatiyle Allah’ın aziz ismine aynadır.

Bütün mahlukat, yıldızlar, ay, güneş O'nun emirlerine itaat ederler. Hepsi böyle itaat ederken, biz nasıl isyan etmeye cesaret ediyoruz?

O halde kula gereken şey:
Bütün heveslerine hakim ve galip olmaya çalışmak, is­teklerini, arzularını temiz, dürüst ve helal yollardan te'min etmesini bilmek, her işinde, her sözünde akıl ve basiretin icap ettirdiği sınırı aşmamağa gayret etmektir.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

8-El-Müheymin ism-i şerifi


Allah Müheymindir. Bu ismin Allah hakkında 2 manası vardır:

1. Manası ile: Allah, koruyup, muhafaza edendir. Bir şeye göz kulak olan kişi o şeyin koruyucusu ve müheyminidir demektir. Muhafaza edene müheymin derler.

2. Manası ile Allah, yarattıklarını her an gözetleyen ve onların her haline şahit olandır.

Şimdi bu ismin iki farklı manasını anlamaya çalışalım:

1- Allah, koruyup, muhafaza edendir.


Hücre bilimcilerinin araştırmaları neticesinde insanın bir tek hücresindeki DNA’larda 1 milyon sayfayı dolduracak bilginin var olduğu anlaşılmış.

Dünyanın en büyük ansiklopedisinin 40.000 sayfa olduğu düşünülürse, bir tek DNA’nın taşıdığı bilginin büyüklüğü daha iyi anlaşılmış olur.

Dünyanın en büyük ansiklopedisindeki bilgilerden 25 kat daha fazla bilgi, mikroskop ile yüzlerce defa büyütüldükten sonra ancak görülebilen bir hücredeki DNA’lara yerleştirilmiş. Böyle harikulade bir işin tesadüf eseri olması mümkün müdür?

Acaba bütün dünya toplansa, dünyanın en büyük ansiklopedisinin tesadüfler sonucu meydana geldiğine bizi inandırabilirler mi? Elbette hayır. Peki, bu dev ansiklopediden yüzlerce defa daha mükemmel olan DNA ansiklopedisinin sebeplerden yada tesadüfler neticesinde meydana geldiği nasıl iddia edilebilir?

İşte her bir DNA hücresi, kendisinde muhafaza edilen ve saklanan 1 milyon sayfalık bilgiyle, Allah'ı Müheymin ismiyle bizlere bildirir. Allah-u Teala bu ismin tecellisiyle insanların amellerini hafızalarında, amel defterlerinde ve levh-i mahfuzda muhafaza eder.

Yine bu ismin tecellisiyle çiçeklerin ve bitkilerin programlarını çekirdek ve tohumlarında muhafaza eder. Ve bir sonraki baharda aynen iade eder.

Ve hayvanların hayat programlarını yumurtalarda ve su damlacıklarında saklar ve muhafaza eder.

Müheymin ismi hayat sahiplerinin programlarını ve amellerini muhafaza etmek ile tecelli ettiği gibi, yarattıklarını tehlikelerden korumak ve muhafaza etmekle de tecelli eder. Müheymin isminin bu manadaki tecellisini insan üzerinde görelim:

İnsanın en önemli organı olan beynini çok sert ve sağlam olan kafatası ile muhafaza etmek…

Gözü göz kapakları ve kaşlarla muhafaza etmek….

Konuşma ve tad alma cihazımız olan dili ağız ile muhafaza etmek….

Bir elbise gibi giydirilen deri ile vücudumuzu dış etkenlerden muhafaza etmek…

İç organlarımızı göğüs kafesinde muhafaza etmek

Ölmemek için gereken rızkı iç yağ suretinde vücudumuzda depo ederek açlıktan ölüme karşı muhafaza etmek…

Bütün bunlar bu ismin bir tecellisidir. Ayrıca bize korku duygusu vererek muhtemel tehlikelerden sakındırmak da Müheymin isminin bir tecellisidir. Eğer bu isim bizde tecelli etmeseydi, elektrik tellerini tutabilir, trafikte korkmadan sürat yapabilir ya da hızla gelen trenin önüne atlayabilirdik.

Gördük ki, hayatımızın devamı ve muhafazası için vücudumuzda yerleştirilen bütün maddi ve manevi cihazlar, Allah’ın müheymin isminin bir tecellisidir. Acaba , yaratılış gayesi onu tanımak olan insan, bütün bu cihazlardan istifade eder de, bu cihazları kendine takan Allah’ı müheymin ismiyle bilmezse, aleme gönderiliş gayesine muhalefet etmiş olmaz mı?

2- Allah-u Teala'nın, yarattıklarını her an gözetleyen ve onların her haline şahit olması

Müheymin isminin diğer manası; Allah’ın her şeye şahid ve gözeten olmasıdır. Her şey onun gözetlemesi altındadır. Allah’a karşı bir şeyin gizlenmesi imkânsızdır. 
Her şeye nüfuzu vardır. 

Bu kainatın sahibi olan Allah, kelamında hadid suresi 4. ayette; “Nerede olursanız olun, Allah yaptıklarınızı görendir”

ve mücadele suresi 7.ayette “Göklerde ve yerde olanları, Allah’ın bildiğini görmüyor musunuz? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlak O, onlarla beraberdir.” ifadeleriyle Müheymin olduğunu beyan eder.  Allah-u Teala her şeyi görür ve gözetir ve elbette bizi ve amellerimizi de görüyor ve gözetiyor.

Acaba yaptığı kötü bir işin başkası tarafından bilinmesinden rahatsız olan insan, nasıl olur da, hiçbir şey kendisine gizli kalmayan Allah’ın huzurunda günah işler ve ona isyan eder.

Bu ismin bizde tecellisi için ne yapmalıyız?

Kendini murakabe eden, kendi kusurlarını anlayan ve düzeltmeye çalışan, kendisini iyi hal üzere devam ettirmeyi başaran her kul kalbine hakim olma itibari ile müheymindir. O halde kusurlarımızı tespit edip düzeltmeye sonra da o iyi halde kalmaya çalışacağız. Ayrıca, kişi Allah'ın kullarına yol gösterip onları irşad edebilirse bu mânadan nasibi daha fazla olur. 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

7-El-Mü’min ism-i şerifi


El-Mü’min isminin 4 manası vardır:

1. manası; mahlukatını korkulardan emin kılması ve onları güven içinde yaşatması.

2. manası; kullarına iman nurunu vermesi ve onları mümin yapması.

3. manası ; Allah’ın emin olması, sözünde sadık olup vaadinden dönmemesi.

4. manası ise: Kullarının emin olup, sözlerinde sadık ve güvenilir olmasıdır.

1- Yarattıklarını korkulardan emin kılması ve onları güven içinde yaşatması
Allah-u Teala'nın nimetlerinden biri de emniyettir. İn­san, malı, canı, ırz ve namusu için her saat korku ve endişe içinde kalsaydı, bu ne büyük azap olurdu. Yüreklerimizde böyle bir korku taşımıyor, tam tersi rahatlık ve iç ferahlığı
içinde yaşıyorsak, bunun El-Mü 'min ism-i şerifinin tecel­lisinden olduğuna şüphe yoktur. Bundan dolayı emniyet ve asayişin te'mini için çalışan her şahıs ve bu uğurda kullanıla­cak her çeşit silah ve araç, hep bu ism-i şerifin mazharıdır.Yani aynasıdır, sebepleri ve vasıtalarıdır.

Hal böyle iken acaba şimdiye kadar kalbimize yerleştirilen bu emniyet duygusu için hiç şükür ettik mi?

Ve bu halin, Allah’ın hangi isminin tecellisi olduğunu hiç düşündük mü? Halbuki Allah, “her şey zıddıyla bilinir” kaidesiyle, bu nimetin farkına varabilmemiz için bazı insanları bu nimetten mahrum ediyor. Tıp diliyle panik atak, depresyon, ve benzeri hastalıklarla, güven ve emniyet duygusunu onlardan alıyor, yani Mümin ismiyle onlara tecelli etmiyor. Ta ki bizler bu nimetin farkına varalım ve Mümin olan Allah’a şükür secdesi yapalım…

O halde Allah mümin ismiyle kuluna tecelli ettiğinde, kalbine korku ve endişelerine karşı bir emniyet duygusu koyar. Eğer bu ismin tecellisi bir an bizden çekilseydi, korku ve endişelerin hücumuyla aklımız başımızdan gidecek ve dünya bize manevi bir cehennem olacaktı. O halde emniyet duygusu büyük bir nimettir, ve Allah’ın Mümin isminin bir tecellisidir. Bu isim, insanlarda tecelli ettiği ve insanlar bu isme mahzar olarak emniyet içinde yaşadıkları gibi, hayvanlarda da bu isim tecelli eder ve onlarda bu ismin tecellisiyle güven içinde hayatlarını sürdürürler. Bizlere Mümin ismiyle tecelli edip, kalplerimizi korku ve endişelerden emin kılan ve bizi bu nimetten mahrum etmeyen, Rabbimize sonsuz şükürler olsun.

2- Kullarına iman nurunu vermesi ve onları mümin yapması
Allah mümindir. Bu ismiyle kuluna tecelli ettiğinde kalbinde iman ışığını yakar. Allah’a iman eden her kul bu isme aynadır. Bu ismin tecellisiyle insan ateşe tapmaktan, puta tapmaktan, güneşe ve diğer fanilere kulluk etmekten kurtulur, sahibini, malikini tanır. İmanda binlerce mertebe vardır. Mümin isminin Hz. Ebubekir radıyallahu anh deki  tecellisi ile bizlerdeki tecellisi elbette bir değildir. Bize düşen iman hakikatlerini çok tefekkür ile taklidi olan imanımızı tahkike çıkartmak ve bu ismin tecellisinden hissemizi çoğaltmaktır.

3- Allah’ın emin olması, sözünde sadık olup vaadinden dönmemesi
Allah mümindir. Yani emindir, sözünde sadıktır. Vaadinden asla dönmez. Çünkü sözünde durmamak, vaadinden dönmek asla izzetine yakışmaz. İşte bu manada Allah, sözünden asla şüphe edilmeyendir. O halde madem Allah mümindir , vaad ettiklerini yerine getirecektir, günahkarlara cehennemi vaat ettiği gibi müminlere cenneti ve rızasını vaat etmiştir. O halde bize düşen; vaadine itimat ederek, ona hakkıyla kulluk etmektir.

4- Kullarının emin olup, sözlerinde sadık ve güvenilir olması

İnsanların emin olup sözlerinde güvenilir ve sadık olması da bu ismin bir tecellisidir. Bu isim bu mana ile azami mertebede Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemde tecelli etmiş, dost ve düşmanlarının ittifakıyla Muhammedü-l emin ismini almıştır. Bize düşen Cenab-ı Hakkın bu ismiyle ahlaklanıp sözünde ve özünde doğru ve emin bir mümin olmak ve şu hadisi kulağımıza küpe yapmaktır:

“Doğruluğa yapışın, ondan ayrılmayın. Zira doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete iletir.. kişi doğru söyledikçe ve doğruyu araştırdıkça Allah katında doğru yazılır. Yalandan kaçının, zira yalan kötülüğe götürür. Kötülük de cehenneme iletir. Kişi yalan söyledikçe ve yalan peşinde koştukça Allah katında yalancı yazılır” (Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103, 104)

-Bir de insanın daima kötülüğüne ve zararına çalışan ve hiç bir zaman onun mutlu olmasını istemeyen düşmanlar vardır.Bunların içinde en azılısı ve en merhametsizi ve kendisiyle sa­vaşmak en güç olanı şeytandır. zalimler, iftiracı­lar, hasetçiler ondan sonra gelir. Bir insan idrak ve şuurla "Bütün bunların şer­rinden Allah'a sığındım'.' dediği zaman, Allah onu reddet­mez. Çünkü Allah el-mü'min'dir, kendine iltica edenlere aman vermesi,onları özel olarak himayesine almasıdır. Şerlilerin şerrinden
daima Allah'a sığınırız.

Kul, bu isimden ne elde edebilir:
 Bize düşen; Rabbimizin vaadine itimat ederek, ona hakkıyla kulluk etmek, Cenab-ı Hakkın bu ismiyle ahlaklanıp sözünde ve özünde doğru ve emin bir mümin olmak, Şerlilerin şerrinden daima Allah'a sığınmak. Ayrıca etrafındaki herkesi şerrinden emin kılmak, hiç kimseye zarar vermemek, ona başvuran her korkan kişiyi, gerek kendi nefsi gerekse dini hakkında duyduğu korku ve endişeden kurtarmaya çalışmak, etrafındakilerin emniyetini kazanmak ve imanını bütün­leştirmeye çalışmaktır. İman bütünlüğü dünya ve ahiret saadeti için olmazsa olmaz şartı.

  İMANIN Bütünlüğü nedir:
Bir şeye inanmanın üç mertebesi vardır. Bu mertebelerin üçü ile birden imanı benimsemek, onun bütünlüğünü gösterir. Bu mertebeler şunlardır:

1 - Kalb ile tasdik: Peygamberimiz Efendimiz'in (sal­la'llahu aleyhi ve sellem) Allah tarafından getirip haber ver­diği şeylerin doğruluğunu gönlünde kesin bir şekilde kabul etmek.

2 - Dil ile tasdik: Gönlünden doğruluğuna inandığı bir şe­yi başkalarına karşı, evet Peygamberimiz Efendimiz'in Allah tarafından getirip haber verdiği şeylerin hepsi de gerçektir ve ben buna kati olarak inanmış bulunuyorum diye söyle­mektir.

3 - İş ile tasdik: İnandığı şeyin icabına göre yürümektir. Farzları yapmak, haramlardan sakınmak gibi.

Kalb ile tasdik esastır. Hiç bir surette bırakılamaz. Allah saklasın, gönüllerden bu tasdik gidince küfür tahakkuk eder ve o zaman dil ile, iş ile yapılan tasdik de bir işe yaramaz. Kalbten tasdiki olmadığı halde sade dili ile tasdik edene münafık, sade­ce işi ile tasdik edene mürai denir. 

Kullar arasında bu isme en çok hak kazanan, halkı, kurtuluş yoluna, Allah yoluna irşad ve hidayet ederek Allah'ın azabından kurtaran kişilerdir. Bunu da hiç şüphe yok ki, Peygamberler ve alimler yaparlar. 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

6-Es-Selam ism-i şerifi


Bu ismin üç manası vardır.

1- Selamete çıkartan.

2- Selamette olan yani zatının tüm hata ve kusurlardan münezzeh olması.

3- Kullarına cennette selam veren.

Şimdi bu üç manayı tek tek anlamaya çalışalım.

1- Selamete çıkartan

Es-Selam ism-i şerifi, gerek dünyada, gerek ahirette, teh­like içine düşen kullarını, isterse selamete çıkaran diye de tef­sir edilmiştir. Her türlü selametin sahibi ancak O ol­duğu gibi, istediğini selamete erdirecek olan da ancak O'dur.

Allah Selam’dır. Bu isim ile yarattıklarına tecelli edince onları düşmanlardan, sıkıntılardan, tehlikelerden, musibetlerden ve her türlü kederlerden selamete çıkartır. Selam isminin bu manasını şöyle maddeleyebiliriz:

• Yarattıklarını düşmanlarının saldırılarından kurtarmakla selamete çıkartması: Her varlığın bir çok düşmanı vardır. O varlığın düşmanlarının saldırılarından kurtularak selamete ulaşması Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir. Geyiği kurdun saldırısından kurtarması gibi, yine bir insana zarar vermek isteyen birini onun kötülüklerinden kurtarması. 

• Hayatının devamı için lazım olan cihazları vermekle selamete çıkartması: Sineğe kanat takmaktan tutun, balığa süzgeç takmağa; ağaçlara yaprak ve çiçek takmaktan tutun, her mahluku, hayatının devamı için gerekli olan cihazlarla donatmaya kadar her ihsan Selam isminin bir tecellisidir.

• Kullarını tehlikelerden kurtarmak suretiyle selamete çıkartması: Mesela, anne karnında bir bebek düşünün! Gayet aciz, zayıf ve savunmasız. Onu o dar mekânda boğulmak, aç kalmak, zehirlenmek gibi tehlikelerden muhafaza edip selametle dünyaya çıkartmak, Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir.

Yine insanın görünmeyen düşmanları olan Mikroplar! Mikroplara karşı insanın bedeninde bir savunma sistemi kurmakla onları hastalıklardan korumak ve bazen birçok hikmete binaen hasta edip şifa vermek de Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir. İnsanın vücuduna savunma sistemi kuran Allah-u Teâlâ, dünyayı da savunma sistemleri ile donatmış ve Selam ismini farklı farklı tecellileri ile bizlere tanıttırmıştır.

Mesela, bunlardan bir tanesi dünyamızı çepeçevre kuşatan atmosfer! Canlılar için zararlı olabilecek gök taşlarından, zararlı ışınlara kadar birçok tehlikeye siper olmakla Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir.

Bizler de her an bu isme aynayız ve bu ismin tecellisine muhtacız. Kaçınılmaz bir trafik kazasından umulmadık bir şekilde kurtulmak; canlı çıkılması mümkün olmayan bir kazadan yara almadan çıkmak; çatıdan düşen bir kiremitin başımıza değil de yanımıza düşmesi; depremde evimizin yıkılmaması veya yıkılan bir binanın altından ölmeden kurtulmak; tehlikeli bir ameliyattan sağ salim çıkmak ve bunlar gibi görünür ve görünmez tehlikelerden selamete çıkmamız Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir.

BU MANAYA GÖRE KULA GEREKEN ŞEY:
Selameti yalnız O'ndan bilmek ve yalnız O'na teşekkür et­mektir. Allah-u Teala her türlü tehlikenin selamet yollarını ve sebeplerini yaratmıştır, tanzim ve tertip etmiştir. Fakat bu sebepler nihayet bir kurtuluş vasıtasıdır. O halde tehlikeden selamete çıkanın, vasıtaya değil , o vasıtayı yaratıp sevkedene  teşekkür etmesi icabeder. Tabiki vasıtaya da teşekkür edilir ama, Allah'a ortak gibi değil, iyi bir işe vasıta olduğu için.

Hayatta bazen öyle hadiseler olur ki, bu hadiseler karşı­sında insan, müthiş bir fırtınaya tutulmuş gibi üzüntüler içinde kıvranıp durur. Nasıl ki vapurun bir kaptanı varsa, vücudun kaptanı da akıl ve ilimdir. Fakat onu destekle­yecek olan kuvvet de imandır. İman dengeyi sağlar. Denge de, selamete çıkaracak bir sebep olur. iman yoksa denge de yok. Denge olmayınca selamete çıkar bir yol da yok demektir.

Örneğin denizin ortasında azgın dalgalar arasında teknesi battı-batacak durumda olan kaptanın tek dayanıp güveneceği kuvvet, kalbindeki Allah-u Teala'ya olan imanıdır. O bilir ki, her türlü selametin tek sahibi, yaradanı, bağış­layanı yalnız Allah'tır ve inanmıştır ki, Allah-u teala merha­metlidir, kudretlidir, bütün işleri hikmetlidir. Artık o, Al­lah'ın hükmüne ve kendi hakkındaki hükmüne razıdır.
Allah'ın yardımından ve merhametinden asla ümidini kesmez. Kalbinin bir tarafında korku varsa, öte tarafında da ümit bulu­nur. Korku ile ümitten meydana gelen denge içinde karamsarlığa, ümitsizliğe kapılmaz, izini şaşırmaz, ma'nasız telaşlarla vahameti arttırmaz. Tam tersi soğukkanlılığını korur, duruma göre tedbir alır, yapılması gerekeni yapar, ondan ötesini Allah'a bırakır. Onun yaratıp sevkedeceği fırsatları gözetir ve her fırsattan sükunetle faydalanarak selamete çıkar. Fakat bu inan­cı ve bu kuvveti bulamayan kalblerde yalnız korku hakimdir. Müthiş bir ümitsizlik, karamsarlık, bütün kalbi kaplamıştır. Orada hiç bir ışık, hiç bir ümit yoktur. İşte bu umutsuzluk hali, daha büyük felaketlere yol açabilir. Bu dengeyi  kaybederek kendisini fazla karamsarlığa ve üzüntüye kaptıranlar­da ani öfke patlaması, olura olmaza hiddetlenmek, düşünmeden her şeye saldırmak gibi anormal ve zarar veren haller görülür. Onun için kalpleri perişan, fikirleri kararsız­dır. Çaredir diye asılsız şeyler araştırır, tedbirdir diye yanlış şeylere baş vurur. Halbuki böyle yapmak zaten mevcut olan zarara daha başkalarını eklemekten, durumu daha da kötüleştirmekten başka bir şeye yaramaz. Bu yüzden bu gibi hallerde dengeli ve ölçülü davranmak Allah'ın büyük ni'me­tidir. Çünkü bu dengesizliğin neticesinde ruhi bunalımlara düşülebilir, helak girdapları­na batar gider. Şayet kurtulmaları mukadder değilse, kaderinde yazılmamışsa imanlısıda, imansızı da dalgalar veya ıztıraplı hadiseler arasında boğu­lur gider. Bunlar, görünüşe göre hayatlarının sonucu itibariy­le birleşmiş gibi olsalar da, ölümden sonra görecekleri mua­mele ayrıdır.

Bir hadis-i kutside Allah-u teala buyurmuştur ki: "Kullarımdan bir kuluma bedeni, yahut malı, yahut evladı yüzünden bir musibet ve­rirsem, o da bunu sabr-ı cemil ile karşılarsa, kıyamet günü kendisi için mizan kurmaktan yahut defter-i a'malini aç­maktan haya ederim." 

İşte iman sahibi, sabr-ı cemili sebebiyle Hak'kın o büyük mükafatına erecektir.
Sabr-ı cemil ne demektir? İnsanın mukadderatı içinde ho­şuna giden hadiseler olduğu gibi, hoşlanmadığı hadiseler de olur. Bunların hepsi de Allah'ın hükmü neticesidir. Hoşlanmadığı hadiseleri de hoşuna giden hadiseler gi­bi karşılayabilmek sabr-ı cemildir. Bunun izahı, öfkelenme­mek, yeise dalmamak, önüne gelene halinden şikayet etme­mek, hele ağzından Allah'ın hükmüne i'tiraz yollu bir söz kaçırmamaktır. Bunlar tam bir olgunluk nişaneleridir.

Her zaman için ve özellikle hayatın kor­kunç safhalarında din ve iman kadar kalbe dayanma gücü veren bir kuvvet yoktur.

Hile, kin, hased, kötülüğü istemek gibi şeylerden uzak, günah ve yasaklardan beri olan her kul, Allah'a selamet bulmuş bir kalple gelecektir. İşte kulun bu gibi huylardan arınması Selam isminden istifade etmesiyle mümkündür.

2- Bütün kusurlardan selamette olan

Selam isminin ikinci manası: Allah’ın her türlü noksandan, ayıp­tan, afat ve belalardan son derece salim ve münezzeh bulunması demektir. Bu ifadeye göre bu ism-i şerif de El-Kuddus ism-i şerifine yakın bir ma'na bildirmekte ise de bu daha ziyade geleceğe aittir.

Yani Allah-u teala'nın gerek zatı, gerek sıfatı ileride en ufak bir değişikliğe uğramaktan münezzehtir. O ezelde nasılsa, ebedde de öyledir. O, asla yok olmaz, ilmi gevşemez, kudreti kesilmez, mülkü elinden çıkmaz ... 

Bu sıfat da ancak Allah-u Teala'ya mahsustur. Ondan başka salim kalacak yoktur. Mahluk varken yok olur, sultanken kul olur, bilirken cahil, muktedirken hiç olur. Hiç bir varlığa ina­nılmaz, hiç kimseye güvenilmez; bir anda hepsi yalan oluverir.­

BU MA'NAYA GÖRE KUL İÇİN GEREKEN ŞEY
Her işinde fanilere değil, yalnız Allah-u Teala'ya dayanıp güvenmektir. Çünkü yıkılmayacak ve her türlü afat ve beladan salim kalacak olan yalnız O'dur. Fanilere bağlananlar sonunda hayal kırıklığına uğrayanlardır.

3- Selam isminin üçüncü manası:

"Cennetteki bahtiyar kullarına selam eden" denmiştir. Yasin suresi 58. ayette Selamünkavlen min Rabbi'r-Rahim" buyurulmuştur.

Meal-i şöyledir: Ehl-i cennete, Rahim olan Rab'dan doğru­dan doğruya söylenme bir selam da vardır. Bu ayetteki Er­ Rahim ism-i şerifi, sonunda mü'minleri rahmetiyle muratla­rına erdirecek demek ma'nasınadır.

Ey lutuf ve kerem sahibi Allahım biz günahkar kullarını da cemalini gören, selamını duyan o bahtiyarlar sırasına kat.  Âmin!

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

5-El-Kuddüs ism-i şerifi


Allah Kuddüs’tür. Bütün kusur ve noksanlıklardan uzaktır. Âcizlikten, fakirlikten, zaaftan ve bütün eksikliklerden münezzehtir. Bu ismin diğer bir manası ise bütün yarattıklarını maddi ve manevi kirlerden temizleyendir.

Allah-u teala mahlukata benzemekten münezzehtir. Allah yaradılmışların zatlarından, hallerinden, vasıflarından hiçbi­rine benzemez. Mesela cisimlerin, lezzet, renk, koku, soğukluk, sıcaklık, sertlik yu­muşaklık gibi bütün hallerinden; dert, tasa, sevinç, korku, hüzün gibi nefsani keyfiyetlerinden veya her hangi bir şekilden, suretten, miktardan, zamandan, mekandan ve bunlar gibi di­ğer bütün mahlukatın şanından olan her hangi bir hal ve vasıf­tan, bir şeye benzemekten çok uzaktır. Her türlü ayıptan, kirden, pas­tan, lekeden, eksiklikten son derece temizdir.

Mahlukat içinde ise her türlü ayıplardan, kusurlardan tam ve mutlak surette tertemiz bir varlık sahibi bulunması imkansızdır. Mahlukun kusursuzluğu, kendi aralarında ve birbirle­rine nisbetle göreceli ve sınırlıdır; bu i'tibarla en kıymetli in­sanlar hiç noksanı bulunmayan değil, pek az noksanı olandır.

 İnsanların birbirlerine karşı üstünlüğünü ve kıymetini ifade eden ve insanlar tarafından kemal sıfatlar diye adlandırı­lan sıfatlardan da Allahu teala münezzehtir. Allah teala hakkın­da bunlar hep noksan sıfattır. 

Mesela ilim, kudret birer kemaldir, fakat muhakkak surette Allah-u Teala insanların bildiği gibi bilmekten, insanların yapabildiği kadar yapmaktan çok üstündür. Çünkü O, kayıtsız şartsız her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter. İşte hakiki kemal sıfatı budur. İnsanlar ise bir şeyi bilir, fakat bilmediği çok fazladır. Bir şey yapar, fakat isteyip de yapamadığı çok fazladır. Daha doğrusu Allah-u Teala'nın müsaade ettiği sınıra kadar bilir ve tayin ettiği sınıra kadar yapar. Ondan ilerisi kat'i bir acziyet ... kat'i bir hiçlik.­

Evet, güzellik güzelden gelir, mükemmellik kemalden gelir, ihsan cömertlikten ve servet zenginlikten gelir.

Bu âlem bütün güzelliğiyle Cenab-ı Hakk’ın güzelliğine, kusursuzluğuyla O’nun sonsuz ilmine, icadı ve intizamlı hareketleriyle O’nun eşsiz kudretine, hazineleriyle sonsuz servetine, ihsanlarıyla O’nun sınırsız cömertliğine işaret eder. Yani sözün özü: Kâinat bütün güzelliğiyle ve mükemmelliğiyle O’nun kemaline ve Kuddüs ismine bir aynadır.

 Kuddüs isminin diğer manası da, “Yarattıklarını maddi ve manevi kirlerden temizleyen” demektir dedik.

Bir sokak görseniz, bir süpürge tarafından temizleniyor ve sizler süpürgeyi tutan eli görmeseniz. Acaba bütün dünya toplansa, bu sokağı bizzat süpürgenin kendisinin temizlediğini iddia etse, inanır mısınız? Elbette hayır! Hatta bu iddiaya gülersiniz. Çünkü:

• Sokağı süpürmek için hayat sahibi olmak lazım. Hayatı olmayan süpüremez. Hâlbuki süpürgenin hayatı yok.

• Ayrıca süpürenin kuvveti olmalı. Hâlbuki süpürgenin kuvveti de yok.

•  Sonra süpürenin iradesi olmalı. Temizlemeyi temizlememeye tercih etmeli. Hâlbuki süpürgenin iradesi de yok.

• Ve bu sıfatlarla birlikte ilmi olmalı, süpürmeyi bilmeli.

• Merhameti olmalı. Sokak sakinlerine acımalı.

• Hikmeti olmalı, faydayı anlayabilmeli. Ve daha birçok sıfatı olmalı.

Hâlbuki bu sıfatların hiçbiri süpürgede yok. İşte bundan dolayı, süpürgeyi tutan eli görmesek de bu hikmetli faaliyeti, bu sıfatları taşıyan bir faile veririz. O eli görmememiz yokluğuna delalet etmez, bilakis bu hikmetli faaliyet onun varlığına delalet eder.

Acaba küçücük bir sokağı temizlemek bile süpürgeye isnat edilemezse, bu koca kâinatı ve Dünya’yı temizlemek, nasıl olur da süpürge hükmündeki sebeplere havale edilebilir.

Evet, bu kâinat ve bu Dünya sürekli kirleniyor. Eğer bakılmaz ve temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Hâlbuki kâinat ve dünya o kadar temiz ve kirsizdir ki lüzumsuz bir şey, yararsız bir madde, tesadüfî bir kir bulunmaz. Bulunsa da çabuk bir şekilde temizlenir. Demek bu kainatın öyle bir sahibi var ki, bu koca kainatı, küçük bir oda gibi süpürtür, temizler.

 Eğer sürekli temizlenmese ve bakılmasaydı, bir senede bütün hayvanlar yeryüzünde boğulacak, uzaydaki yıldızların enkazları başımıza yağacaklardı.

Hâlbuki bu âlem Kuddûs isminin tecellisiyle yıkanmış ve temizliğiyle O’nun Kuddüs ismine ayna olmuştur.

Mesela denizler! Her gün binlerce balık ölür, ama hiçbir cenaze göremezsiniz.

Ormanlara bakın! İçlerinde yüz binlerce hayvan yaşar, her gün binlercesi doğar ve binlercesi ölür, ama kirlilik eseri yok.

Ve mahlukların kendilerini nasıl temizlediklerine bak! Kuddüs isminin bir tecellisini gör!

Kuddüs isminin askerleri ve memurları olan hayvanata Kim temizlik yapmayı öğretti? Ve kimin emriyle çalışıyorlar?

Acaba yaratılış gayemiz ve vazifemiz Allah’ı tanımak ve O’nu isim ve sıfatlarıyla bilmek olmasına rağmen, hiç bulutlardan indirilen yağmur damlalarıyla yeryüzünün yıkandığını gördüğümüzde Allah’ı Kuddus ismiyle andık mı?

Yağmurların yağması da  rüzgârların esmesi de Kuddüs isminin bir tecellisidir. Bu sayede havadaki pis kokular ve zemin yüzü temizlenir.

Ve göz kapakları gözleri temizlemekle bu isme aynadır. Ve biz her nefes alıp vermekte kanımızın temizlenmesiyle Kuddüs isminin tecellisine her an mazhar oluruz.

Ve bu ismin tecellisi sayesinde simsiyah topraktan ve kupkuru dallardan çıkartılan tertemiz sebze, meyve ve çiçeklere bakın! 

Özetlersek; El-Kuddus ism-i şerifinin tek ve eşsiz olarak biricik sahibi, Allah-u Teala'dır. Her bakımdan mutlak kemal O'na mahsustur. Allah-u Teala zatında, sıfatında, işlerinde, kararlarında, esmasında her türlü lekeden, eksiklikten uzak ve çok temizdir. O zatında veya her hangi bir sıfatında veya fiilinde veya hükmünde veya isminde mahlukundan birine benzemek­ten veya mahlukatından biri O'na benzemekten mukaddestir.

O'nun zatı kadimdir, bakidir, sıfatları kamildir, ezelidir. Hiç bir fiilinde maddeye, müddete, yardımcıya ihtiyacı yoktur. Bütün hükümleri hikmetlidir. Kullar içinde baştan başa hayır, menfaat ve iyiliktir. O'nun isimleri de sonsuz kemâlatını, faziletini bildirdiği için en yüce, en güzel kelimelerdir.

İnsanların zatları, sıfatları, fiilleri, hükümleri, isimleri hep ayıplı ve kusurludur. Bir kere varlıkları sınırlıdır. Halle­ri, sıfatları da sınırlıdır. Hükümlerinin doğrusu olduğu gibi hatalısı da çoktur. 

Allahu teala'nın bütün varlığa hakim bir saltanat sahibi bulunduğunu bildiren El-Melik ism-i şerifinden sonra El­ Kuddus ism-i şerifinin getirilmesi, fikirleri yanlış yollara sapmaktan koruduğu için ne kadar uygun düşmüştür. Ni­ce insanlar var ki, Allah-u Teala'yı hakkıyla bilmediklerinden, O'nu kendi aralarındaki hükümdarlara benzetiyorlar, O'nun -haşa- Arş üzerinde ikametgahı olduğunu ve mahlukatı içinden
bir takım şahısları seçerek onlara tasarruf yetkisi verdiğini ve onların eliyle ahkamını yürüttüğünü ve güya onların vere­ceği raporlarla işlerden haberdar olacağını ve daha bunun gibi üluhiyyet şanına uymayan batıl zanlara düşüyorlar. Bütün bunlar düzeltilmesi vacip bozuk akidelerdir. 

Allah-u Teala, bir yerde oturmaktan, bir yerde bulunmaktan, bir işi başkasına gördürmekten münez­zehtir. O'nun her zerreye yakınlığı birdir. Her şeyi ilmiyle,
kudretiyle kuşatmıştır. İkametgah, zaman, mekan kavramla­rı yaradılmışlarla beraber doğmuştur. Yaratılmışlar yokken zaman ve mekan da yoktu, fakat Allah-u Teala vardı. 

 BU İSM-İ ŞERİF HÜKMÜNCE KUL NE YAPMALI:
1. Allahu teala'yı üstün güzelliklerle yani kendine mahsus vasıflarla övmeli ve O'na noksan vasıflar isnat etmekten sa­kınmalıdır. Birincisi takdis, ikincisi tesbih'dir.

 Yani Allahu teala'ya kendine mahsus kemal sıfatlarıyle hamd-ü sena etmek, takdis; 
O'nu herhangi bir lekeden, herhangi bir O'na yakışmayan, yaraşmayan şeyden tenzih etmek, tesbihtir.

2. İ'tikadını, ibadetini, kalbini lekeden ve çirkinlikten te­mizlemeye çalışmalıdır.

İ'TİKAT TEMİZLİGİ: Şüphe ve tereddütten uzak olma­sı, inanışın yakine dayanmasıyle olur. Onun için i'tikada ait herhangi bir mes'elede tereddüt duyulunca hemen o noktayı kat'i bir kanaat haline getirinceye kadar çalışmak ve ilim sahiplerinden öğrenmek gerekir. Çünkü i'tikat mes'elesi bir bütündür, bölünme kabul etmez. Herhangi bir unsurunda şüphe duymak, bütün i'tikadı sarsar. 

İBADET TEMİZLİGİ: İhlas ile olur. Mali olsun, bedeni olsun, her türlü ibadet yalnız Allah için yapılır. Kulun gaye­si ancak Allah'ın rızasına ermektir. Bu gaye gönülde başka maksatlara, başka düşüncelere yer vermeyecek kadar kuvvet­li olmalıdır. Eğer ibadetlerde Allah'ın rızası ile bera­ber başka maksatlar da olursa, o ibadette ihlas kalmaz; ka­rışık ve katkılı olur. İbadette şirk işte budur. Bu da insan için bir yüz karası, tevbesiz affedilmeyen bir suçtur.

KALB TEMİZLİĞİ: Oradan kötü huyları atmakla olur. Kalbler Allah-u Teala'nın daima bakıp durduğu yerlerdir. O'nun için çok temiz tutulmalıdır. 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

4-El-Melik ism-i şerifi


Ne inkar eden Allah'ın ne dediğini biliyor ne iman eden . Okumuyoruz. Allah neyden razı, neyi seviyor neyi sevmiyor, bizde ne görmek istiyor. Peygamber nasıl biri. Onu tanıyacağız ki örnek alacağız çünkü o seçildi peygamber olarak. 

Esma-i hüsna bize Rabbimizi tanıtıyor. Kitab'ı da bizden ne istediğini anlatıyor. 

İnsan önce kendine bazı sorular sormalı. Neye inandığını ve nasıl inandığını tespit etmeli.

İlk soru:
 -Allah'ın varlığına inanıyor musunuz?

 Cevap Evet ise o zaman 2. soru:

-Allah var ama benim ona ihtiyacım yok mu diyorsunuz? "Çok teşekkür ederiz tanrım ama ben kendime yeterim; aklım, bilgim, gücümle baş ederim bu hayatla." Ben bu dünyada kendime yeterim diyorsanız bu deizm. 

- Yoksa Allah'ın rızasına, yardımına, desteğine, himayesine ihtiyacınız var mı?

Cevap Evet ise o zaman 3. soru:

-Allah var ve benim O'nun yardımına, himayesine, şefkatine ihtiyacım var ama O'nun bunun için bana ne şart koştuğu umrumda değil diyebilir misiniz? 

Allah cc sizden şunları istiyorum diyor ve hepsi sonuçta bizim menfaatimize olan şeyler. Ama Kuran'ı okumazsanız ne istediğini de bilmezsiniz. 

En şerefli bilgi Allah bilgisidir. Doğru bilgi edinmemize yardım ediyor Allah'ın isimleri. 

Bu yüzden Rabbimiz'i isimleriyle öğrenmemiz, tanımamız çok önemli. O'nu Kendini tanıttığı gibi bizzat Kendisinden öğrenmek. 

Biz de Allah'ımızı tanımaya El-Melik ism-i şerifi ile devam ediyoruz.

Melik, sultan ve padişah demektir. Cenab-ı Hak Melik’tir. Bu kâinatın sultanı ve padişahıdır. Her şeyin anahtarı O’nun yanında ve her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir.

Nasıl ki muhteşem bir saray görsek, o sarayın sultansız ve sahipsiz olması mümkün değildir. Biz sultanı görmesek de o saray, varlığı ve ihtişamı ile sultanının varlığına ve ihtişamına delalet eder.

Acaba böyle bir saray bile maliksiz, sultansız olamazsa; kâinat sarayının sultansız,  şu mülkün maliksiz ve sahipsiz olması mümkün müdür?

Kâinata bakalım ve Allah’ın saltanatının haşmetini ve Melik isminin tecellisini bir parça da olsa görmeye çalışalım.

 Güneş, Dünyamız’dan 1.300.000 defa daha büyüktür.

Bizim galaksimiz olan Samanyolu galaksisinde iki yüz milyar ile üç yüz milyar arasında yıldız vardır. Her biri Güneş büyüklüğünde üç yüz milyar yıldızın kapladığı alanı hayal edebilir misiniz? Acaba bu kadar yıldızı birbirine çarptırmadan gezdiren kim?

Bilim adamları 800.000.000 galaksiyi keşfetmişlerdir. Kendi itiraflarıyla bekli de kâinatın milyonda birini ancak keşfedebilmişler. Acaba kâinatın büyüklüğü ne kadardır?

Güneşin merkez sıcaklığı 20.000.000 santigrat derecedir. (Suyun 100 derecede kaynadığı malumdur.) Eğer Güneş’ten toplu iğne ucu kadar bir madde getirebilseydik, 160 km uzaklıktaki bir maddeyi yakabilirdi. Acaba güneşi söndürmeden yakan kim?

Güneş’in Dünya’ya uzaklığı 150.000.000 km’dir. Samanyolu galaksimizin çapı ise 100.000 ışık yılıdır. (Işığın saniyedeki hızı 300.000 km’dir) Eğer saniyede 10.000 km hızla giden bir rokete binseydik, Galaksimiz’in bir yanından öbür yanına gitmek için 15.800.000.000 yıla ihtiyacımız olacaktı.

Bilim adamları 1.400 adet kuyruklu yıldızı tespit etmişlerdir. En kısasının kuyruk uzunluğu 300.000.000 km.dir.

Güneşimiz’in, Dünya’dan 1.300.000 defa daha büyük olduğunu söyledik. Şimdi hayalinizin dahi tasavvur edemeyeceği bir yıldızdan bahsedeceğiz: Betaklus yıldızı. Bu yıldız o kadar büyüktür ki, çapı 250 Güneş büyüklüğündedir. 


Büyüklükleri güneşin dörtte birinden, üç misline kadar olan yıldızlar ölünce nötron yıldızına dönerler. Eğer bir çay kaşığı kadar maddeyi o yıldızlardan koparabilseydik, ağırlığının bir milyar ton olduğunu görürdük. Bir milyar ton ağırlığı bir çay kaşığı maddede toplayan Allah ne de yücedir.

İntizamla hareket eden bu muhteşem mülkün meliksiz, sahipsiz ve başıboş olabileceğine ihtimal verebilir miyiz?

Elbette hayır!

Dünya yüzünde bir çok hükümdar var, her hükümdarın bir yurdu, yönettiği halkı, ordusu, idari teşkilatı var. Hiç bir hükümdar, yabancı bir kuvvetin yurduna saldırmasına veya işlerine karışması­na tahammül edemez ve buna meydan vermemek için bütün kuvvetiyle çalışır. Hükümdar, halkıyla yakından ilgilen­mek, onların durumlarına vakıf olmak, aralarında haklıyı haksı­zı, iyiyi kötüyü, hırsızı doğruyu, zalimi mazlumu, sadık olanı haini bilmek ister. Bunun için askeri kuvvetler, kanunlar, hakimler, mahkemeler, hapishaneler gibi bir çok teşkilat oluşturmak ve bu teşkilatı beslemek ve ayakta tutmak için halkından vergiler almak zorundadır. 

Arazisi ne kadar geniş, halkı ne kadar çok, ordusu ne kadar kuvvetli olursa olsun, dünya hükümdarlarından hiç birinin hükümdar­lığı hakiki değildir. Allah-u teala tarafından geçici olarak iktidar mevkiine getirilmiş bir memuriyetten ibarettir ve bunlardan her biri hakiki hü­kümdarı bildiren küçük birer izdir. O izlerden hakiki hüküm­dar sezilir. 

Kainatın ezeli ve ebedi tek hükümdarı ancak Allah-u Teala'dır. Kainatda hakiki ve mutlak olarak hükümdarlık an­cak Allahu teala'nın hakkıdır. Bu sıfatta O'na denk olacak baş­ka bir hükümdar yoktur. Çünkü mülkü yaratan O'dur, bütün mahlukatı yoktan var eden O'dur. O'nun mülkünün genişliği­ni, ordularının sayısını yine ancak O bilir. Üzerinde bir çok hükümdarların barındığı dünya, bu genişliğin içinde bir zerre olmaktan ileri değildir. İşte bu sonsuz alemlerde ve bu sayısız mahlukat üstünde hakimiyet ve saltanat ancak O'nundur, ancak O'nun iradesi, hükümü ve ta­sarrufu geçerlidir. Ancak O'nun istediği olur, istemediği olmaz. Fermanını geri döndürecek, hüküm ve kazasını bozacak yok­tur. Her dilediğini dilediği gibi yapar. seni ister patron ister işçi yapar. ister kadın ister erkek. Allah'ın sana senin istediğin bir şeyi vermesi vacip değildir caizdir ister yapar ister yapmaz. Dilerse mülk verir, şah yapar, dilerse padişahken indirir atar, dilerse zorla yaptırır, dilerse serbestlik verir, dilerse küçültür, dilerse büyültür, dilerse sı­kar, dilerse açar, dilerse yıkar, dilerse yapar, dilerse daha baş­ka alemler yapar, onlarda da dilediği gibi tasarruf eder. Burda sen buna ne kadar teslimsin çok önemli.

Kısaca, bu sonsuz mülk ve saltanatta herşeyin varlığı veya yokluğu O'nun bir tek iradesine bağlıdır. "Ol" deyince oluverir. "Olma" derse bir anda her şey yoklu­ğa dönüverir. Her şey O'nun kudretine mahkum, herkes O'nun iradesine tabi, fermanına baş eğmeye mecburdur. O'nun müsaadesi olmadan kimin haddine düşmüş ki, O'nun karşısında hükümdarlık da'va etsin. O'nun mülküne göz diksin.

 Hü­kümdarlar halkından vergi alır. Allah-u teala mahlukatından bir şey almaz. her şeyi O verir. O kainata muhtaç değil, kai­nat O'na her an muhtaçtır. Yardımcıya, vezire, vekile, vasıtaya ihtiyacı yok­tur. Bütün dünya hükümdarları bir araya gelseler O'nun irade­si eklenmedikçe hiç bir şey yapamazlar. O, dünyayı bir çalışma yeri, ahireti de hesap günü olarak yaratmıştır. Mahkeme-i kübra oradadır. İyiler için cennetler, kötüler için cehennem hazır­lanmıştır. Herkes akıbetini görecektir. O günden ve o mahke­meden kaçıp kurtulacak bir sığınak da yoktur.

Bu ism-i şerif hükmünce bizim vazifemiz nedir?

Kul, Allah'ın hüküm ve tasarrufu altında bulunduğunu ve hayatı boyunca, iyi kötü bütün söylediklerinin, yapıp ettiklerinin kayıt edildiğini ve mahkeme-i kübrada bütün bu dosyaların ortaya dökülüp hesabı sorulacağını kat'i surette bilir ve ona göre davranır. Verilen nimetlerin geçici olduğunu ona dünyada emaneten verildiğini gereğini yaptıktan sonra karşılığını alacağını bilmeli böyle yapmazsa da ceza göreceğini bilmeli.

O halde, Rabbini Melik ismiyle tesbih ve tefekkür etmeli ve her şeyin kendisine itaat ettiği O Melik’e itaat ederek ona abd ve kul olmalıdır.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

Vaize Fatma Bayram

3-Er-Rahim ism-i şerifi


Rahim, çok merhamet edici, verdiği ni'metleri iyi kul­lananları daha büyük ve ebedî ni'metler vermek sure­tiyle mükâfatlandıran.

Er-Rahmân ism-i şerifinde, Allahu teâlâ'nın ezelde bü­tün mahlûkâtı için hayr ve rahmet irâde buyurduğu anlaşılıyo­r. 

Er-Rahîm ism-i şerifi ise mahlûkâtı arasında irâde sa­hipleri için iki misli bir rahmet-i ilâhiyyeyi ifâde eder. Yâni in­sandan başka her mahlûk, kendisi için tâyin edilen sınırlar için­de kendisine verilen ni'metlerden yaradılışı gereği faydala­nır ve o sınırdan dışarı çıkmazken, irâde sahibi olan insanlar için gelişme, ilerleme imkânı verilmiştir. Bu imkân, fıtrî ni'metleri art­tırma ve ebedîleştirme imkânıdır. 

 Yaradılışımız­da başka mahlûkâta verilmeyen bir çok kabiliyetler ve lütuflar vardır; örneğin tabiat kanunları bize tâbidir ve emri­mize verilmiştir. Bunların hepsi Yüce Rahmân'ın lütuf ve ihsanıdır.

Allah Rahim’dir; rahmetiyle bütün âlemleri kuşatmıştır. Merhametiyle bu âlemi yoktan icat etmiş, Her bir varlığa kendine mahsus bir elbise giydirmiş, her birini farklı şekillerde terbiye etmiş,vazifelerini öğretmiş, hayatını devam ettirebilmesi için lazım olan her türlü cihazlarla donatmış, maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarını şefkatle karşılamıştır.

Zehirli bir böceğin karnında şifalı ve tatlı bir balı bizim için yapmak ve o böceğin eliyle bize ikram etmek elbette, o böceğin işi olamaz. Elbette ki balı yapan böcek değil, Allah’ın rahmetidir.

Ağaçlara en güzel elbiseleri giydirip çiçek ve meyvelerle süslendirip onların elleri hükmünde olan kuru dallarıyla lezzetleri farklı, renkleri farklı, kokuları farklı, şekilleri farklı meyvelerle bizi beslemek, elbette rahmetin bir tecellisidir. Yoksa o kuru ağaçlar bizi tanımaz ve bize merhamet etmez.

Yine elsiz bir böceğin eliyle bize ipek gibi yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek rahmetin neticesidir. Yoksa o elsiz böcek yemyeşil dut yaprağını yiyip bembeyaz bir ipeği bizim için çıkartamaz.

Ya inek, deve, koyun ve keçi gibi hayvanlara yemyeşil otu yedirip kan ve fışkıları arasından bembeyaz, besleyici bir sütü çıkarmak elbette, rahmetin işidir.

Ve Güneş’i Dünyamız’a soba ve lamba yapmak, Ay’ı kandil ve takvim yapıp yıldızlarla semayı süslendirmek elbette, rahmetin bir tecellisidir.

Ya rahmetin insandaki tecellisi:

Acaba gözümüz olmasaydı ne yapardık? Her yer kapkaranlık olurdu. Ya kulaklarımız olmasaydı? Her yer Sessiz! Ya dilimiz olmasa ve ona tat alma duygusu verilmeseydi? Konuşmanın ve lezzetin olmadığı bir âlem! Ya burnumuz olmasaydı? Kokunun olmadığı bir âlem!

Elbette, böyle bir âlemde yaşamak çok zor olurdu. elimiz, ayağımız olmasaydı, aklımız, şefkat duygumuz olmasaydı ne yapardık? Demek her bir azanın verilişinde rahmetin bir tecellisi görünüyor.

İnsanları böyle maddi ve manevi aza ve duygularla süsleyen Allah, hayvanlara da bu âlemden istifade edebilmeleri için lazım olan cihazları takmıştır. Kuşa kanat takıp uçmayı, balığa yüzgeç verip yüzmeyi öğretmiş ve her canlıya rahmetiyle muamele edip hayatının devamı için gerekli olan vücudu ve azaları vermiş. İşte Allah’ın rahmeti her şeyi böyle kuşatmıştır.

Cenab-ı Hak, rahmetinin eserleriyle kendisini bize Rahim ismiyle tanıttırmak istiyor.

O zaman insanın görevi nedir?:

Allah-u Teala'nın nimetlerine karşı şükür ve hamd etmek. 
Bu rahmeti kalbimize yerleştirip mahlukata şefkat göstermek.
 Her şeyde ve kendimizde gizlenmiş olan bu sayısız ni'metleri meydana çıkarmak ve onlardan faydalan­mak için çalışacağız.

 Bütün kabiliyetlerimizi kullanacağız. Bu takdirde gayretlerimizin boşa gitmeyeceğini bize müjdeleyen işte bu, Er-Rahîm ism-i şerifidir. Çünkü bu ism-i şerife göre her gayret bir mükâfatla karşılanacaktır.

O zaman tekrar edersek, Er-Rahmân ve Er-Rahîm isimleri iki türlü rahmet ifâde eder. 

Er-Rahmân ism-i şerifinin ifâde ettiği rahmet, hiç bir türlü şarta, hiç bir türlü çalışmaya, amele, irâdeye bağlı olmayarak bahşolunan rahmettir. Bu herşeyi içine alan bir rahmettir ve bütün mahlû­kâtı kaplar. Bunda çalışan-çalışmayan, suçlu-itaatkar, imanlı-imansız ayırt edilmez.

Er-Rahîm ism-i şerifinin ifâde ettiği rahmet ise, Rahmân'ın lûtfu olan rahmeti iyiye kullanarak çalışanlara bir mükâfat olmak üzere verilen rahmettir ki, bu da en az (bire on) dur. Çalışan, gayret eden kulun ihlâsındaki kuvvete göre Allah-u Teâlâ daha fazla, hattâ sınırsız ve hesapsız da mükâfatlandırabilir. İşte bu sebepten gayr-i meşru arzulara kapılmamaya gayret etmek, kötülükten korunmak, Allah yolunda fedakârlıkta bulunmak önemlidir. Şunu kati olarak bilmeliyiz ki, -dünya için olsun, âhiret için olsun- çalışanlarla çalışmayanlar eşit muamele görmeyeceklerdir.

Rahim İsm-i Şerifine Mazhar Olanlar:

Aramızdaki merhametli insanlar, Allah-u Teâlâ'nın rahmet sıfatına mazhar olmuşlardır (mazhar demek, bir şeyin görün­düğü yer demektir). Allahu Teâlâ'nın merhameti, içimizdeki merhametli insanlardan sezilir. Eğer dünyâda merhametli in­sanlar olmasaydı ve merhamet denilen ma'nâdan ortada hiç bir belirti bulunmasaydı, Allah-u Teâlâ'nın rahmetini öğrenemez ve merhamet hakkında hiç bir fikir edinemezdik.

İnsanlardaki merhamet sıfatı, Allah'ın Rahmet sıfatına benzer mi? Hayır asla benzemez. Allah'ın hiç bir sıfatının benzeri yoktur. O bütün sıfatlarda tektir, eşsizdir, insanlarda­ki merhamet, Allah-u Teâlâ'nın merhametini bildiren bir iz, bir nişandır. Bir şeyin izi ve nişanı o şeyin ne benzeridir, ne de ondan bir parçadır. Sadece ona delâlet eden bir gölge veya bir akisdir. Asıl merhamet, Allah'ın merhametidir. Yâni merha­met kelimesinin hakîkî ma'nâsı, Allah-u Teâlâ ile kâim bulu­nan ma'nâdır. insanlara merhametli denmesi hakikat ma'nâsıyle değil, mecaz ma'nâsı iledir. O halde Allah-u Teâlâ'daki mer­hametle insanlardaki merhamet arasındaki münâsebet yalnız kelime benzerliğinden ibarettir. 

Burada bu noktayı da izah edelim: İnsanların hayâtı, kudreti, bilgisi sınırlı olduğu gibi merhametleri de sınırlıdır.

Gelin en merhametli farzettiğimiz kişinin merhametini tahlil edelim: - bu merhamet sahibi insan neler yapmış olabilir? Bir çok hastane, çeşme, yol, köprü, okul yaptırmış bu kişi, bir çok kimsesiz çocuğu himayesine almış, onları yetiştirmiş, bir çok felâketzedeye yardım etmiş, evsizlere ev almış, işsizlere iş bulmuş. Bunları ne kadar artırırsak artıralım, Allah'ın cc bugüne kadar yaratılmışlar üze­rindeki merhameti karşısında dâima sönük kala­caktır.

 Ayrıca insanlar, yaptıkları iyilikten mutlaka kendileri­ne sevap ve mükâfat dilerler ya da bir menfaat umarlar, şan, şöhret kazan­mak gibi bir gaye gözetirler. Dünyalık veya âhiretleri için bir karşılık beklerler. Çünkü noksanlıkları, ihtiyaç ve aczleri böyle icap ettirmekte­dir. Bu da cömertlik değildir. Hakikî cö­mertlik, minnetsiz, karşılık beklemeden yapılan iyiliktir. Buna da insanlar muktedir değildir.

 Mutlak ve hakîkî merhamet edici ancak Allah-u Teala'dır. Daha doğrusu merhametli dediğimiz şahısların kendilerini yaradan O olduğu gibi, ellerindeki ni'metleri yaradan da O'dur. O ni'metlerden muhtaçlara vermek üzere kalplerinde arzu uyandıran da yine O'dur. Bütün bunları sahibine verdikten sonra ortada kalan şey, yalnız hayır sahiplerinin irâdesi, yâni hayrı yapmağa vic­danlarında karar vermiş bulunmalarıdır. Fakat bu da yine Al­lah'ın verdiği serbestliğin bir neticesidir. Şu kadar ki, onlar Allah'ın verdiği bu serbestliği kötüye kullanmayıp iyi niyete sarfetmişlerdir. Mükâfatı haketmeleri de işte bu yüzdendir. 

Merhametli İnsanların Yapması Gereken Şeyler:

1- Bu hayırları yapma arzusunu verdiği için dâima Allâh-u Teâlâ'ya şükretmelidir.

2- Hayırlı işlerde kullanıldığından dolayı kesinlikle övünmemelidir. Çünkü o imkânı veren ve bu meziyeti yaratan Allah'tır. 

3- Kendine bahşedilen bu meziyetten Allah'ın kullarını elinden geldiği kadar faydalandırmağa çalışmalı ve bu uğurda zorluk görse bile tahammül etmelidir ve bunu ya­parken kalbindeki niyeti, yalnız Allah'ın rızâsı olmalıdır. O zaman bu uğurdaki çalışmaları bir ibâdet olur ve Allah'tan mükâfatını görür, kazancı yalnız dünyada eline geçenden iba­ret kalmaz.

4- Yaptığı iyiliği, iyilik ettiği insanların başına kakma­malı; çünkü bu hal iyiliğin sevabını öldürür. Halbuki Allah-u Teâlâ eğer başkalarının yardımına muhtaç in­sanlar yaratmasaydı, servet sahipleri, ellerindeki servetleri ile Allah'a yarar bir iş yapmağa fırsat bulamazlardı. Şu halde aramızda aciz ve fakir kişilerin bulunması da bir nî'mettir. Onlar ücretsiz emanetçidir, kendilerine burada veri­lir, âhirette fazlasıyla alınır. 

Îyilîk Görenlerin Yapması Gereken Şey­ler:

1- Onlar tarafından faydalandıkça kendilerine teşekkür etmeli ve her zaman onları iyilikle anmalı. Çünkü Allah iyi­lik bilenleri sever, nankörlük edenleri sevmez.

2- Onlardan iyilik gördüm diye onları mabut derecesine çıkarıp da kendilerine tapmamalı, her iyiliğin, her yardımın Allah'tan geldiğini ve mahlûkatın birer vâsıta olduğunu bilerek, asıl iyiliği yaratanla ona vesile olanları ayırt etmeli ve her birine layık olduğu sevgi ve saygı göstermelidir.

Er-Rahmân ve Er-Rahîm İsm-i Şerifinin Zevkini Duyanlar:


Bu zevki duyan gönüllere üzüntü ve ümitsizlik giremez. Ne kadar darlık ve ıstırap içine düşerse düşsün, Allâh-u Teâlâ'nın mutlaka onu selâmete çıkaracağına emindir. Çünkü kul bilir ki, O merhametlilerin merhametlisidir. 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

2-Er-Rahman ism-i şerifi


"Rahman" Cenab-ı Hakk'a mahsus onun güzel isimlerindendir. Bir başkasının bu sıfatla isimlendi­rilmesi caiz değildir. Bu isim genellikle, besmelede "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" dediğimiz gi­bi onun bir sıfatı olarak kullanılır. Fakat bazen "Rah­man arşı istiva etti" ayetinde olduğu gibi Allah'ın is­mi yerine de kullanılır.

Rahman ism-i şerifi, ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irâde buyuran, sevdiğini, sevmediğini ayırt etmeyerek tüm mahlûkâtına sayısız nimetler ve rızıklar veren onların ihtiyaçlarını gören demektir. Yani  Cenab-ı Hakk'ın "Rahman" ismi mahlukatın rızıklarına, geçim­lerine ve barış içinde yaşamalarına se­bep olan sonsuz acımasıdır ki Allah'ın bu sıfatı mü'minleri de kafirleri de, salihleri de, salih olmayanla­rı da kapsar.

 Şu âleme baktığımızda görüyoruz ve idrak ediyoruz ki bir Zat var, yeryüzünü bir sofra yapmış, o sofrayı da en lezzetli yiyecekler ile doldurmuş ve o sofraya bütün canlıları davet etmiş. 

O sofraya hayvanat davet edilmiş ve her hayvana ihtiyaç duyduğu rızık veriliyor.

Denizlerin diplerine bakın, karanlık, ıssız, acı bir su, kum ve çaresiz mahluklar var! Ancak hiçbirinin rızkı unutulmuyor, zahmetsizce besleniyorlar, hiçbiri aç bırakılmıyor ve ihtiyaçları mükemmel ve eksiksiz bir şekilde karşılanıyor.  Kim onları böyle merhametle besleyip denizin dibini onlara Rahmanî bir sofra yapan? Ve o sofradan istifade edebilmeleri için gerekli cihazları onlara takan?

Böceklere bakın! Küçücük, zayıflar, güçleri yok, âcizler ve muhtaçlar. Kimi elsiz, kimi gözsüz, kimi ayaksız. Ancak ihtiyaçları ve rızıkları ellerinin yetişmediği yerlerden ne de mükemmel veriliyor. Ne kadar da kolay besleniyorlar. Kim bu âcizlere merhamet edip ihtiyaçlarını gören?

Peki hayvanatın âciz ve merhamete muhtaç yavruları! Rızıkları umulmadık ve ellerinin yetişmediği bir yerden, vakitlice ve ihtiyaçları kadar onlara veriliyor, yardımlarına koşuluyor. Hâlbuki ihtiyaçlarının yüzde birini karşılamaya kendi güçleri yetmez. Demek onların ihtiyacını bilen, onları merhamet ve şefkatle besleyen perde arkasında biri var. Kim bu zat? Cevabı Kur’an'dan öğrenelim:

“Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların karar kıldıkları yerleri de emaneten durdukları yerleri de bilir. Onların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hud 6)

Peki Rahman’ın o sofrasından istifade eden bitkiler. Onlar Hayvanlara kıyasla daha âcizler! Ama âcizliklerine rağmen Rahman olan Allah onları hayvanata kıyasla daha zahmetsiz besliyor. Rızıkları ayaklarına gönderiliyor. Susuz kaldıklarında bir bulut ile imdat ediliyor. Güneş, tepelerinde lamba ve soba, toprak, altlarında mineraller ile dolu bir mahzen. Ciğerleri hükmünde olan yaprakları ile havayı teneffüs ediyorlar.

Kim bu bitkilere yardım eden?

Ve bu Rahmanî sofranın en şerefli misafiri, sofranın kurulmasının sebebi, yeryüzünün halifesi ve Rahman olan Allah’ın has muhatabı olan insan! Şerefine sofraların kurulduğu insana Allah ne nimetler ne rızıklar hazırlamış ve Rahman isminin tecellisini o sofralarda göstermiş!

Bu kadar türlü türlü nimetlerle muhabbet ve rahmetini gösteren Rahman olan Allah'a karşılığında insan şükür ve hamd ile ona hürmet etmezse bu insan, insan ismine layık mıdır?

Hâlbuki bütün bu nimetlerin veriliş sebebini Rabbimiz kitabında şöyle beyan etmiştir:

“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların hoş ve temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin! Eğer yalnız O’na kulluk ediyorsanız.” (Bakara 172)

 Ezelde henüz mahlûkât yaratılmamışken Allah-u teâlâ ya­ratacağı bu mahlûkât hakkında önünden sonuna kadar rahmeti tercih etmiştir. Halbuki, rahmet veya gazabından herhangi biri ile muamele yapmaya kadir bulunduğu halde rahmeti tercih edip, rahmeti veya gazabdan birini tercih ettiğinde "Niçin onu tercih ettin" diye O'na sual edecek üs­tün bir kuvvet bulunmadığı halde, bizzat kendisi -lütuf ve ihsanı ile- bütün mahlûkâtı hakkında rahmeti tercih etti ve onu kendi zât-ına vâcib kıl­dı; rahmeti, ahlâk edindi. Bundan dolayı Allahu teâlâ tarafın­dan mahlûkâta ilk tecellî eden hüküm ve te'sir, rahmettir.

Allahu teâlâ, insanları temiz bir fıtrat üzerine yaratmıştır ve onlara hadsiz hesapsız nimetler vermiştir. Verdiği bu nimetleri arttırma ve ebedîleştirme yollarını bildirdiği gibi, o nimetleri kötüye kullanmak yüzünden ziyana uğramak tehlikelerini de göstermiş, böylece kâr ve zarar yollarını açarak insanı serbest bırakmıştır. fakat indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler vasıta­sıyla kâr yoluna gidenlerin, rızasıyla karşılaşacaklarını, zarar yoluna sapanların gadabına uğrayacaklarını da önden haber ve­rerek kâr yoluna teşvik etmiştir, insanın ileride, ebedi âle­mde karşılaşacağı ceza ve ihsanın, 
olmadan önce bildiril­mesi ne büyük bir lûtuftur.

Peki müminler Rahman ism-i şerifinden ne edebilirler? Önce Allah'ın gafil kullarına merhamet edip onları olanca güçleriyle Allah yoluna vaaz ve nasihat etmek suretiyle çevirirler. Bunu yaparken de yumuşaklık yolunu tercih ederler. Asilere de merhamet gözü ile bakarlar, eziyet ve zulüm nazarı ile değil.

O halde, Mü'minin başlıca gayesi, insanlardan sadır olan her isyan sanki kendi nefsinden sadır oluyormuş gibi, o isyanı, o itaatsizliği onlardan bertaraf etmeye olanca gücüyle çalışmak olmalıdır.

Demek ki, ben iman ettim, ibadetlerimi de yapıyorum bu bana yeter demekle olmuyormuş. Yaşadığımız müddetçe itaatsizlik yapan, isyan eden gafil ve asi kullara yumuşak bir şekilde vaaz ve nasihat etmeliyiz ve onları Allah yoluna davet etmeliyiz.

Ayrıca, kullarına türlü türlü nimetlerle rahmetini gösteren Rahman olan Allah'a çokça şükretmeliyiz.

O halde ey insan! iradeni hayra kullan, kâr yoluna git ki, verilen nimetlerden sana ziyan gelmesin, Nîmete nankörlük edip, nîmetin sâhibini unutmayasın.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna