21 Mart 2021 Pazar

36- Eş-Şekûr ism-i şerifi:

 

Şekûr: Az amele, çok ücret veren; az ibadete, sonsuz ihsanlarda bulunan manasına gelmektedir. Bu isim, Rabbimizin cömertliğini ifade eden bir isimdir.

Şâkir de Şekûr gibi Allah-u Teâlâ’nın bir ismidir. Bu iki isim arasındaki mana farkı şudur: Şâkir denildiğinde, bire on, belki bire yüz karşılık veren manası anlaşılır. Şekûr dendiğinde ise az amele sınırsız mükâfat veren manası anlaşılır.

Hem Şâkir ismi hem de Şekûr ismi insanlar için de kullanılır. Bu ism-i şerifler insana atfedilse, mesela, “Ahmed şâkirdir.” denilse; bundan, Ahmet’in şükreden bir kul olduğu anlaşılır. Eğer “Ahmed şekûrdur.” denilse; bundan da Ahmet’in çok fazla şükreden bir kul olduğu anlaşılır.

Kula atfedildiğinde, “şükreden ve çok fazla şükreden” manasına gelen bu isimlerden Şekûr Allah’a nispet edildiğinde “az da olsa kulun iyi amellerine fazlasıyla karşılık veren” anlamına gelir. (Tegabun, 64/17.) Gazali rahmetullahı aleyh’in ifadesiyle Rabbimiz Şekûr olduğundan şükredilen şeyi kat kat artırır ve bu dünyada sayılı günlerde yaptığımız amellere karşılık ahiret âleminde sonsuz nimetler lütfeder. O sebeple cennet ehli cennete yerleştiğinde Allah’ı iki ismiyle överler: Günahlarını örttüğü için “Gafûr” ve az iyiliklerine çok karşılık vererek onları cennete yerleştirdiği için “Şekûr.” (Fatır, 35/34.)

Kendisine gösterilen azıcık ilgiye çok çok karşılık veren “şekûr” olurken; üzerine yağdırılan nimet ve iyilikleri hep yetersiz bulup yok sayana da “kefûr” denir.

Burada kısaca hamdle şükür arasındaki farka da değinelim: 

Yüce Allah'a hamd etmek, O'nu üstün sıfatlarından dolayı övmektir. Hamd, şükürden daha geneldir.

Şükür, ancak nimet karşılığında yapılır. Buna göre, her şükür bir hamd sayılır.

Yani hamd, Allahu Teala’yı gerek verdiği nimetlerinden dolayı, gerek diğer bütün kemal sıfatlarından dolayı övmektir.

Şükür ise, yalnız verdiği nimetler dolayısıyla övmek, minnettarlığını ifade etmek demektir.

Yani şükürde öne çıkan nimet iken, hamdde öne çıkan nimetlerin sahibi olanın zatıdır. Allah’a nimetinden dolayı şükredilir, zatından dolayı hamdedilir. 

Kur’an’dan anlıyoruz ki kendisini “Şekûr” diye isimlendiren Yüce Allah kulların ibadet ve iyiliklerine ‘görevlerini yapıyorlar’ diye bakmaz; bunları yeni bir lütuf vesilesi sayar ve şanına yakışır şekilde kat kat karşılık verir. (Fatır, 35/30.)

Evet, Cenab-ı Hak Şekûr’dur. Az bir amele, ebedi Cennet’i ihsan eder. Bu, onun cömertliği ve fazlıdır. Yoksa kulun hak ettiği bir karşılık değildir. Ufacık bir itaate, yüksek dereceler ikram eder. Nasuhi bir tövbeyle kulun bütün günahlarını affeder. Hatta affetmekle de kalmayıp günahlarını sevaba çevirir. 

Kur’an-ı Kerim’de dört yerde gelen “Şekûr” ismi bunların üçünde Gafûr ismiyle birliktedir. (Fatır, 35/30, 34; Şura, 42/23.) Şekûr isminin tecellisindeki lütufkârlık ile Gafûr’daki bağışlayıcılığın bir arada gelişi ile anlıyoruz ki hatalarımız bizim Allah katında itibarımızı tamamen kaybettirmez bunun müjdesini alıyoruz; bu da bize yeni bir başlangıç için cesaret verir.

Şekûr isminin kuldaki en büyük tecellisi şükreden bir kul olabilmektir. Nimetlerin nimet olduğunu görebilmek ve onlara şükürle karşılık verebilmek başlı başına bir nimettir. İnsan ruhu, aradığı tatmin duygusuna ancak bu şekilde kavuşabilir.


Şükrün en son mertebesi de, kulun hakkıyla şükretmekten aciz olunduğunu idrak etmesidir. Bu mertebeye ulaşan kulu hiçbir yoksunluk, sıkıntı yıkamaz. 


Şekûr ism-i şerifi bize, ister bize yapılmış, isterse de bizim yapacağımız olsun hiçbir iyiliği küçük görmemek gerektiğini öğretir. Hadis-i şeriflerde basit veya az görülebilecek iyilikler cennete girme vesilesi olarak anlatılır. Allah-u Teala, kulunun ihlâsla sadaka olarak verdiği bir hurma tanesi karşılığı, kuluna cenneti hediye eder. Böylece anlarız ki; Şekûr olan Allah iyiliklerin azlığına-çokluğuna değil, niteliğine bakıyor. 

Maddi olsun manevi olsun aslolan nimete odaklanmaktır. Öyle olduğu için şükran yolunu tutanlar sürekli Rablerinden gelen ihsanları anarlar. (Duha, 93/11.) Dillerinden şikâyet duyulmaz. Bir nimetin şükrünün de o nimeti paylaşmakla olacağını bilirler. Bunu yaptıklarında da bir lütufta bulunur gibi değil, bir vazife gibi ifa ederler (İnsan 76/8-9). Kendisine ikram edilen kişiye gelince o da nimetlerin asıl sahibini tanıdığından, hediyeyi getiren kula değil, nimeti gönderen Rabbine bakar. Öyle olunca da vasıtaya duyulan minnet, nimeti asıl göndereni unutturmaz.

Nasıl Allah insanların az bir ameline çok büyük karşılıklar veriyorsa Şekûr’un tecelli ettiği kullar da gördükleri küçük iyilikleri bile büyük minnet duyguları ile karşılarlar ve onların  az iyiliğine, gücü nispetinde çok karşılık verirler. 

Şekûr ism-i şerifinden insanın hissesi şudur: İnsan, ibadetlerine karşı kendine verilecek olan mükâfatların Allah’ın Şekûr isminin bir tecellisi olduğunu bilmeli ve bu sayede övünme ve kibirden kurtularak tevazu sahibi olmalıdır.

Cenab-ı Hak cümlemize Şekûr ism-i şerifi ile muamele etsin ve bizleri bu ismin tecellisine mazhar eylesin. Âmin…

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

35- El-Gafûr ism-i şerifi:


El-Gafur: Çok mağfiret eden, günahları çokça örten ve kusurları çokça bağışlayan manalarına gelir. Cenab-ı Hakk Gafur’dur. Günahları bağışlar, kusurları örter ve kuluna mağfiret eder. Mağfiret insanın ayıplarının örtülmesinin adıdır. Başımızın dik, alnımızın açık olması bizim en temel insanlık ihtiyacımızdır. Diğer bütün zevkler bundan sonra gelir. Kur’an ve sünnete baktığımızda bütün bu dünya telaşını sırf mağfireti elde etmek için yaşıyoruz gibidir. (Âl-i İmran, 3/133; Fatır, 35/34.) Öyle yüksek bir hedeftir mağfiret! İster itaatkâr olsun ister isyankâr olsun kul kusurlarının örtülmesine ihtiyaç duyar. İsyankâr, günahlarının örtülmesine muhtaçtır, itaatkâr da eksiklerinin örtülmesine muhtaçtır; kuluz ve hepimizin eksiği var.

Mağfiret sadece affetmek değildir. Çünkü af cezadan vazgeçmektir; mağfiret ise cezadan da, azarlamaktan da, suçluya suçunu hatırlatmaktan da vazgeçmek; suçu tamamen örtmek demektir. Ğafur olan Rabbimiz dilediği zaman hataların üstünü öyle örter ki hatayı işleyenin kendisine bile unutturur ve kişi Rabbinin huzuruna vardığında yapıp ettiklerinin korkunçluğundan mahzun olmaz. Hatta bu unutturulma sayesinde kendi vicdanı karşısında hissedeceği ezikliği dahi yaşamaz; o günahı hiç işlememiş gibi olur. Hayatından izi ve tesiri silinir. İşte ğufran böylesine muazzam bir bağışlamayı ifade eder.

Bunu şöyle örneklendirelim: Bir esnafın dükkan kasasını bir çalışanına emanet ettiğini farz edelim. Bu çalışan şeytana uydu ve kendisine emanet edilen kasadan para çaldı. Dükkân sahibi de onu suçüstü yakaladı. Burada dükkân sahibinin çalışanına karşı üç farklı muamelesi olabilir:

Birinci muamele şudur: Onun kulağından tutar, ilk önce onu azarlar sonra onu polise teslim ederek hapse girmesini sağlar. Bu, ceza muamelesidir. Dükkân sahibi çalışanına ceza ile muamele etmiştir.

İkinci muamelesi şu olabilir: Dükkân sahibi çalışanını huzuruna alır ve ona saymaya başlar: “Ben sana iyilik yapmadım mı? Seni korumadım mı? Maaşını fazla fazla vermedim mi? Bütün bunlara karşılık sen bana bu kötülüğü nasıl yaptın? Hiç mi utanman yok!..” Bu gibi sözlerle çalışanını rezil eder ve onu utandırır. Yaptığı kusuru yüzüne vurur ve ona yaptığı iyilikleri hatırlatır. Ancak onu cezalandırmaz. "Bu rezilliğin sana kâfidir. Seni affediyorum.”der. İşte bu muamele af muamelesidir. Dükkân sahibi onu cezalandırmamış ve onu polise teslim etmemiştir. Fakat kusurunu yüzüne vurarak onu rezil etmiş ve utandırmıştır. Bu muamelesiyle dükkân sahibi Allah’ın El-Afuv ismine mazhar olmuştur.

Dükkân sahibinin üçüncü muamelesi de şu olabilir: Çalışanının hırsızlığını görür ve bilir, fakat bu kusurunu onun yüzüne vurmaz. Bu suçundan dolayı onu hesaba çekmez, bilmiyormuş gibi davranır. Onunla yüz yüze gelmez ve onu rezil rüsva etmez. İşte bu muamele af değil, mağfirettir ve dükkân sahibi bu muamelesiyle Allah-u Teâlâ’nın El-Gafur ismine ayna olmuştur.

Aynen bu örnekte olduğu gibi, Cenab-ı Hakk’ın da kullarına karşı üç türlü muamelesi vardır: Bazen kullarının günah ve isyanlarına karşı onlara azap eder. Bu, Allah’ın cezasıdır ve ceza ile muamelesidir. Bazen ise kullarının günah ve isyanlarına karşı hem dünyada hem de ahirette ceza vermez. Ancak hesap günü kuluna bu günahlarını hatırlatır. Ellerini, gözlerini, kulaklarını ve diğer azalarını konuşturarak kulunu rezil eder. Hatta bu rezillik ve utanmak öyle bir seviyeye gelir ki, şu hadis-i şerifin bildirmesiyle kul artık cehenneme gitmek ister.

Cabir İbni Abdullah radıyallahu anh nakleder. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü Âdemoğlunun Allah’ın huzurundaki utanması ve rezilliği öyle bir dereceye ulaşır ki, kul artık cehenneme gitmesinin emredilmesini ister, ta ki o rezillikten kurtulsun.” (Suyuti, Dürrul Mensur: 2/411)

Cenab-ı Hakk’ın üçüncü muamelesi de şudur: Kuluna günahlarını hiç hatırlatmaz ve hatalarını yüzüne vurmaz. Hatta bu günahları işlediğini bile kuluna unutturur ki, kendi huzurunda mahcup olmasın. Boynunu büküp utanmasın. Sevinci hüzne dönmesin. İşte bu, Gafur isminin tecellisidir. Kula günahı unutturulur ve günahından tamamen vazgeçilir.

Bu sebepledir ki, yatsı namazına müteakiben okuduğumuz Bakara suresinin son ayetlerinde, وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا diyerek, “Ey Rabb’imiz, bizi affet ve bize mağfiret et.” diye dua ederiz ve Allah’tan hem af ve hem de mağfiret isteriz. Çünkü sadece af olmak yetmiyor. Mağfiret de istiyoruz ki, günahlarımız yüzümüze vurulmasın, rezil rüsva olmayalım. İşte istediğimiz bu mağfiret El-Gafur isminin tecellisidir ve aftan öte bir manayı taşımaktadır.

“Ğufran” kökünden türeyen üç isim vardır: Ğâfir, Ğaffar ve Ğafur. Cenab-ı Hak gereksiz tekrardan münezzeh olduğu için ulema Esma-i Hüsna’da eşanlamlı isimler bulunduğunu reddeder ve nüanslara vurgu yaparlar. Buna göre: Gâfir mutlak anlamda bağışlama ifade ederken Ğaffar bir günah ne kadar tekrar edilmiş olursa olsun bağışlayan, Ğafur ise çeşit çeşit günahları bağışlayan demektir.

Öğrendikçe Allah Teala’ya saygımızı, şükrümüzü artıran sayısız konudan biri de Ğafur isminin Kur’an-ı Kerim’de en çok Rahîm ismiyle birlikte gelmiş olmasıdır. 73 yerde bir arada gördüğümüz bu iki isim kusurları örtmenin merhametle birlikte olduğunda kemal ifade ettiğini gösterir. Bağışladığını hissettirerek muhatabını ezmeyen bir bağışlamadır Rahîm’in bağışlaması…

İlahî terbiyenin ismi olan “Rabb”in Kur’an-ı Kerim’de on küsur yerde Ğafur ile nitelenmesi de ayrı bir lütfa işaret ederek -elbette kurallar ve yaptırımlar da içeren- bu terbiyenin kusurları örtme ve bağışlama üzerine kurulduğunu gösterir. Bundan anlarız ki bu terbiye, yalnızca terbiye edilen üzerinde hakimiyet kurma amacı gütmemekte; her zaman af gerekçelerini dikkate alan Rabbimizin şefkatini göstermektedir. (En’am, 6/145; Nahl, 16/119; Kehf, 18/58.)

Ğafur isminin Halim ismiyle birlikte geldiği yerlerde müminlere bazı hukuki, ahlaki ve sosyal konularda ikazlar yapılmış ardından da bu iki isim zikredilerek Rabbimizin hem kusurları örttüğü, hem de örtmeyeceği zaman cezada acele etmeyip mühlet verdiği hatırlatılmıştır. (Bakara, 2/225, 235; Âl-i İmran, 3/155; Maide, 5/101.)
Ğafur bunlardan başka Aziz, Şekûr , Afüvv isimleriyle de kullanılmaktadır. Diğer isimlerde olduğu gibi bu isimler de Ğafur’un manasını desteklemekte ve ona yeni boyutlar katarak zenginleştirmektedir. Ğafur isminin Vedûd ismiyle birlikte geldiği Buruc suresi 14. ayet ise bütün kusurlarımıza vakıf olup onları örten Rabbimizin bunu yaparken bize duyduğu sevginin yok olmadığını vurgulaması açısından ayrıca büyük bir müjdedir.

İslam’da insan için aslolan günahkârlık olmadığı halde Kur’an’da yüzlerce yerde vurgulanan mağfiret talebinin sebebi hayata günahsız başlayıp kemale ulaşması beklenen insanın bu kemal vasıfları edinme yolunda geri kalışlarını telafi etmek içindir. Bu nedenle mağfiret temennisi olan tövbe-istiğfar aynı zamanda bir yükseliş vesilesidir. (Zariyat, 51/18; Enfal, 8/4; Muhammed, 47/15; Fussılet, 41/32; Fetih, 48/29.) Yalnız bu mağfiret talebinde sözlerle davranışların birbirini desteklemesi gerekir. Pişmanlık, tövbe ve ıslah aşamalarını içermeyen bir mağfiret talebi ciddi değildir. Kur’an’da yer alan mağfiret ayetlerinin çok defa tövbeyi ve iyi davranışları şart koşması da bunu gösterir (Furkan, 75/70; Neml, 27/11; Tegabün, 64/18; Nur 24/22.) Aynı zamanda mağfiret talep edenin affedilmeyecek hiçbir günah olmadığını da bilmesi gerekir. (Zümer, 39/53.) Kişi ölüm haline varmadıkça günahlarının örtülüp yeni bir başlangıç yapma şansının kalmadığı bir nokta yoktur.

Günahkâr olmadığı sürece Rabbimizin kusurları örtmeyi ifade eden isimlerinin tecellisi için bir mahal de kalmayacağından Ğafur isminin tecellisi insanların günah işlemelerine ve bağışlanmalarını istemelerine bağlıdır. Bu nedenledir ki Efendimiz (s.a.s.) “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi giderip yerinize günah işleyip mağfiret dileyen kimseler yaratırdı.” buyurmuştur. (Müslim, Tevbe, 9.)

Bu ismin tecelli ettiği kişiler insanlara daima olumlu bakan, genel olarak hataları örten, örtmek mümkün değilse bir af gerekçesiyle affeden, kusur aramayan, kin tutmayan, insanlardan yakınmayan kişilerdir. Bu özelliklerin çevrelerindeki dünya ile değil, tamamen kendi karakterleriyle ilgili olduğunu bilirler. Çünkü affedici ve merhametli olmayı başkalarının kendisine nasıl davrandığına bağlayan kişi öz/ü/gür bir kişi değildir; iyilik konusunda bağımlı bir kişidir.

Bu mübarek ismin tecelli etmesi için başkalarının bir kusurunu gördüğümüzde hemen kendi kusurlarımızı hatırlayacak bir farkındalığa ulaşmış olmamız gerekir. Sonra da mağfiretin öncelikle bizim başkalarının kusurlarını örtmemize bağlı olduğunu bilmemiz lazımdır. (Nur, 24/22.) İlahî affa ihtiyacımız var ve bunu kazanmamız başkalarını affetmemize bağlı! Formül budur… “Kim bir Müslümanın ayıbını örter, kusurunu bağışlarsa Allah da kıyamet gününde onun kusurlarını bağışlar” (Buhari, Mezalim, 3; Müslim, Zikir, 38.)
İbn Arabi gufranın tecellisine başka bir boyut ekleyerek bu ismin bizimle bize zarar verecek şeyler arasına güçlü engeller koyarak da tecelli edeceğini söyler. Bu durumda Rabbimiz yanlış yolları örterek bize göstermemekte, bu şekilde bizi cezadan değil; bizzat günahın kendisinden korumaktadır.

Cenab-ı Hakk bizleri ve sizleri El-Gafur isminin tecellisine mazhar eylesin. Kusurlarımızı örtsün ve yüzümüze çarpmasın. Bizlere El-Gafur ismiyle tecelli etsin. Âmin!

Vaize Fatma Bayram  
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 


34- El-Azîm ism-i şerifi:


El-Azim, azamet ve büyüklük sahibi manasına gelmektedir. Allah-u Teâlâ Azim’dir. Hem zatında hem isim ve sıfatlarında azamet ve büyüklük sahibidir. Bütün büyükler, O’nun büyüklüğü yanında küçüktür. Büyük bildiğimiz her şey, el-Azim isminin tecellisiyle o büyüklüğe ulaşmıştır. Bu ism-i şerif, bildiğimiz bütün ululukların yoktan var edicisi yüce Allah’ın azametini ifade eder. “Emirlerine hiçbir şekilde karşı gelmek mümkün olmayan ve âciz bırakılamayan, zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu varlık” demek olur.

(Rabbimizin sınırsız azametine iman etmek, O’nu tazim etmek demek O’na hakkıyla saygı göstermek, iç dünyamızda hiçbir varlığı O’nun gibi yüce addetmemektir. Bu inancın zorunlu sonucu da O’na itaat edip emirlerine karşı gelmemek, O’ndan gelene şükredip nankörlük etmemektir: “Her kim Allah’ın nişanelerine tazim, hürmet gösterirse şüphesiz bu kalplerin takvasındandır.” (Hac, 22/32.) )

Bu ism-i şerifi iki yönden inceleyeceğiz. Önce Cenab-ı Hakk’ın zatındaki büyüklüğü, sonra da isim ve sıfatlarındaki büyüklüğü tahlil ve tefekkür edeceğiz.

Hakiki büyüklük Allah’a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve kusursuz büyüklük ancak O’nundur ve her şey O’nun büyüklüğüne şahittir. Vakıa suresinde neredeyse baştan sona kadar Rabbimizin kâinatın işleyişindeki güç ve azameti anlatıldıktan sonra surenin “O hâlde Azîm olan Rabbinin adını tespih et!” ifadesiyle sona ermesi bunca nimetlere şükredebilmek için Rabbimizi Azîm sıfatıyla zikretmek gerektiğini gösterir. Bu emrin gereği olarak Efendimiz namazda rükû tespihlerinde “sübhane rabbiyel azîm” dememizi tavsiye etmiş, böylece bu şükrü günlük ibadetlerimizin bir parçası hâline getirmiştir.

Rabbimizin azametinin kâinata yansıyan tecellisini aklımız nispetinde anlayabilmek için O’nun kâinattaki eserlerini incelemek gerekir. Kur’an sayısız ayetinde hep biz kullarını buna davet eder. Yaratıcının azametine işaret etmesi açısından fizik ve tabiat bilimlerinin kıymeti de burada devreye girer. Bilgi ve tefekkür bu azameti kavramada bir yere kadar bize yardım etse de biz aklın sınırına varıp dayandığımızda o azamet hâlâ bütün ihtişamıyla karşımızda durmaktadır. Burada idrak ve izah sona erer; hayret ve sükût başlar. O, her büyükten daha büyüktür. Hiçbir akıl, O’nun büyüklüğünü gerçek mahiyetiyle kavrayamaz. 

Cenab-ı Hak zatı itibariyle Azim’dir ve büyüklük sahibidir. İnsanlar bu azamet ve büyüklüğü kavramaktan acizdirler dedik. İnsan bir şeyin büyüklüğünü bazen gözü ile görür, bazen aklı ile kavrar, bazen hayali ile kavrar, bazen de hayal gibi en geniş duygu dahi o büyüklüğü kavramaktan aciz kalır.

Azîm isminin imanımıza tecelli etmesi ve bu sayede Allah’ı gereği gibi tanımak ve O’na layık olduğu şekilde saygı duyabilmek için bir toz zerresinden muazzam büyüklükteki galaksilere kadar bütün yaratılmışlarda Allah’ın büyüklüğünü görecek bir bakışa ulaşmalıyız; bunun için de hem bilgimizi hem de tefekkürü artırmak gerek. Bilgiyle doldurulmamış boş bir zihin evrende Allah’ın azametini görebilecek bakışa da ulaşamaz. Bir şeyin kıymetini ancak o şeyden hakkıyla anlayan takdir edebilir. Âlemlerin Rabbinin azametini takdir edebilmek de böyledir. Önce zihinde bir azamet fikrinin ve ölçütünün olması gerekir. Hiçbir zihin Allah Teala’nın ululuğunu hakkıyla tasavvur edebilecek kapasiteye sahip olmasa da hiç değilse kendi tasavvur âleminde en yüce noktaya O’nu yerleştirmeli; hiçbir mahluku O’nun yüceliği ile yarıştırmamalıdır.

Zihnimizde bir azamet ölçütü oluşturalım; Mesela: Bir fili gördüğünüzde, “Bu büyüktür.” dersiniz. Sonra bir dağa baktığınızda, “Bu daha büyüktür.” dersiniz. Sonra bir denize bakarsınız, “Bu dağdan da büyük.” dersiniz. Bu büyüklükleri göz görürken, “Dünya büyüktür.” denildiğinde, bu büyüklüğü göz kavrayamaz. Çünkü Dünya, gözün görebileceği büyüklükten daha büyüktür. Bu büyüklüğü insan ancak aklı ve bilimsel verilerle kavrayabilir.

Güneşin Dünya’dan 1.300.000 defa daha büyük olmasını ise, akıl çok zor kavrar. Bu büyüklük, belki de aklın kavrama sınırıdır. Çünkü Dünya’yı 1.300.000 defa büyütmek ve sonra akıl ile bu büyüklüğü görebilmek çok zordur.

Bu büyüklüklerden sonra karşımıza aklın da kavrayamadığı, belki hayal ile yetişilebilecek büyüklükler çıkar. Mesela denilir ki, “Samanyolu Galaksisi’nde Güneş gibi 300 milyar yıldız vardır. Samanyolu Galaksisi’nin yarıçapı 100.000 ışık yılıdır…” Böyle büyüklükler karşısında akıl kavramaktaki acizliğini itiraf ederek, vazifeyi hayale havale eder. Hayal bir nebze bu büyüklükleri anlamaya çalışır. O da ancak bir nebze başarır.

Sonra karşımıza hayalin de kavramaktan aciz kaldığı büyükler çıkar. Mesela, Canis Majoris yıldızı… Bu yıldız, 7 Desilyon Dünya büyüklüğündedir. Rakam olarak ifade edecek olursak, bu yıldız içine tam bu kadar Dünya almaktadır: 7.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000  Şimdi, bu kadar Dünya’nın içine sığdığı yıldızın büyüklüğünü hayal edebiliyor musunuz?

Değil aklın kavraması ya da hayalin kavraması, dil bile telaffuzdan aciz kalıyor. İşte bütün bu büyüklerde Cenab-ı Hakk’ın El-Azim ismi tecelli etmiştir. Bu isme karşı bizim vazifemiz ise, bu büyük mahlûkların, el-Azim isminin bir tecellisi olduğunu düşünmek ve bu mahlûklara bakarken Azim ism-i şerifi ile Rabbimizi tesbih etmektir.

İnsanın, Allah’ın yarattığı mahlûkların büyüklüğünü anlamaktan ve idrakten aciz olduğunu gördük. Acaba mahlûkların büyüklüğünü kavramaktan aciz olan insan, o mahlûkları yoktan yaratan zatın yani Allah’ın büyüklüğünü nasıl kavrayacak? Elbette ki kavrayamaz ve anlayamaz.

O halde, el-Azim isminin Allah’ın zatına bakan tarafında, insanın bilmesi ve söylemesi gereken söz şudur: Allah Azim’dir. Zatı, her şeyden ve her büyükten daha büyüktür. Zaten bütün büyükleri yaratan da O’dur. Bildiğimiz bütün büyükler, O’nun zatı yanında küçüktürler. Ancak ben bu büyüklüğün mahiyetini anlamaktan, sırrına vakıf olmaktan ve aklımla kavramaktan acizim. Ben Allah’ın Azim olduğunu, her şeyden daha büyük olduğunu bilirim ve buna iman ederim. Ama zatındaki bu büyüklüğün mahiyetini kavramaktaki acizliğimi kabul eder, işin hakikatini Allah’ın ilmine havale ederim. Evet, Allah Azim’dir; lakin aklım, idrakim ve hayalim bu azameti anlamaktan aciz. Daha Güneş’in büyüklüğünü anlayamıyorken, güneşi ve galaksileri bir emir ile yoktan var eden zatın büyüklüğünü nasıl anlayabilirim! Buna ancak iman eder ve tasdik ederim.

Bir de bu ism-i şerifin, Allah-u Teâlâ’nın isim ve sıfatlarına bakan yönünü tefekkür edelim.

Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarında bir sınır yoktur. Mesela, kudretiyle bir çiçeği yarattığı gibi, aynı kolaylıkta mevsimleri de var eder ve Cennet’i de yaratır. Allah’ın kudretinde zerreler ile yıldızlar birdir. O’nun kudretine kıyasla, “Bu, şundan daha kolaydır.” denilemez. Allah için, bir sineği yaratmakla, öldükten sonra bütün insanları diriltmek aynı kolaylıktadır. İşte bu manasıyla kudret sıfatının bir sınırı yoktur. Allah-u Teâlâ, kudret sıfatındaki sınırsızlığı yönüyle Azim’dir.

Allah’ın kudreti sınırsız olduğu gibi ilmi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ ilmiyle beni bildiği gibi, bütün insanları da bilir, diğer bütün mahlûkatı da bilir. Allah’ın bilmediği hiçbir şey yoktur. O’nun ilmine kıyasla, “Bunu bilmek, şunu bilmekten daha kolaydır.” denilemez. Yine O’nun için, dünden, bugünden ve yarından bahsedilemez. Geçmiş ve gelecek, ezel ve ebed her daim O’nun gözetimindedir. İşte bu manasıyla ilim sıfatının bir sınırı yoktur. Allah ilim sıfatındaki sınırsızlığı yönüyle Azim’dir.

Allah’ın ilmi sınırsız olduğu gibi görmesi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ Basir ismiyle beni gördüğü gibi, bütün insanları da görür, bütün mahlûkatı da görür. Her şey O’nun görüş dairesindedir. Hiçbir mahlûk O’nun görüşünden kaçamaz ve gizlenemez. İşte bu manasıyla Basar sıfatının bir sınırı yoktur. Allah- Teâlâ Basar sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.

Allah’ın görmesi sınırsız olduğu gibi işitmesi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ Semi’ ismiyle beni işittiği gibi, bütün insanları da işitir, kalplerimizin sesini de işitir, bütün mahlûkatı da işitir. Bir ses bir sese mani olmaz. İşte bu manasıyla işitme sıfatının bir sınırı yoktur. Allah- Teâlâ işitme sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.

Diğer bütün isim ve sıfatları verdiğimiz örneklere kıyas edebilirsiniz. Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları sınırsızdır. İşte bu sınırsızlığı ve büyüklüğü ifade eden isim el-Azim ismidir.

Hakiki büyüklük Allah’a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve kusursuz büyüklük ancak O’nundur ve her şey O’nun büyüklüğüne şahittir. Vakıa suresinde neredeyse baştan sona kadar Rabbimizin kâinatın işleyişindeki güç ve azameti anlatıldıktan sonra surenin “O hâlde Azîm olan Rabbinin adını tespih et!” ifadesiyle sona ermesi bunca nimetlere şükredebilmek için Rabbimizi Azîm sıfatıyla zikretmek gerektiğini gösterir.

O hâlde Azîm olan Rabbimizi tespih ederek bitirelim:

Ey azamet ve saltanat sahibi! Ey azametine karşı her şeyin boyun eğdiği! Ey her şeyde azameti görünen! Ey bütün azimlerden daha azim olan! Ey izzetinde Azim, celalinde Azim, kudretinde Azim ve her isim ve sıfatlarında Azim olan! Azametinin hakkı için biz günahkâr kullarını bağışla. Senden başka hiçbir şeyi olmayan ve tek ümidi affın ve rahmetin olan şu kullarına merhamet eyle! İsim ve sıfatların hakkındaki bu çalışmamızı günahlarımıza kefaret eyle. Bizleri kendine kul ve Habibine ümmet eyle. Âmin!

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram

33.El-Halim ism-i şerifi


Gazali'ye göre insan gerçek saadete ilahi ahlakla ahlaklanmakla ulaşır. Ve bunun yolunun da Allah'ın yüce isimlerinin anlamlarını gerçek manada kavrayabilmekten geldiğini söyler. Ona göre kişilik dönüşümünün temeli Allahın isimleridir.

 Kendi kişilik gelişimimizi takip edebilmek için bir gelişim tablosu hazırlayabiliriz ve hangi esma bende daha ön planda, hangisinde başarılıyım, ne kadar ilerleyebildim veya hangi esmalarda çok eksiğim. Bunları tespit edip şemaya yazar gelişimimizi takip edebiliriz.

 O halde kendini varoluşsal olarak geliştirmen ve yükselebilmen gerek, yani, kendini tekamül ettirip ne olmak, nereye varmak istiyorsun bulmalısın. Benim bir potansiyelim var. Allah-u Teala onu bende var etti, benim bunu açığa çıkartıp gerçekleştirmem gerek. Bu yolda zikir bize yardım eder. Örneğin 6 ay halim ismini zikir ediyorsun. yani beynini kodluyorsun.

Şöyle açıklayabiliriz: Duanın metafiziksel ihsanlar, lütuflar, Allah'ın yardımları yanında, fiziki olarak kanıtlanabilecek faydası da şudur: her duanız kendi kendinize koyduğunuz bir hedef ve yaptığınız bir telkindir. 

Örneğin çabuk öfkelenen birisiyseniz sizde "Halim" ismi eksik demektir. O zaman ben bu ismin ne anlama geldiğini iyice anlayıp sonra her gün bu ism-i şerifi kendime vird edinip zikrediyorum. Yani, kendi kendime bir hedef koyuyor ve bunu her gün kendime telkin ediyorum ve Allah-u Teala'nın yardımını, ihsanını ve bu ism-i şerifin üzerime tecellisini umuyorum. 

Allah-u Teala kendi isimleriyle O'na dua etmemizi istemiş fakat şu ismi şu kadar sayıyla okuyacaksın diye bir şey buyurmamıştır. İhlasla istediğimiz kadar okuyabiliriz yeter ki samimi olalım.

Halim, Hilmi çok. 


Hilm, günahkârları cezalandırmaya ve hepsini kahretmeye gücü yettiği halde; onlar hakkında yumuşak davranan ve cezalarını hemen vermeyip tehir edendir. Cenab-ı Hak bu manalarla El-Halim’dir. Kendine isyan edenleri hemen yakalamaz. Hışm ve gadapta acele etmez. Niceleri vardır ki, önüne gelene kötülük yapar, sürekli zulmeder ama başları bile ağrımaz. Bu kişilere bakıp ta yaptıklarının yanlarına kalacağını zannetmemeli­dir. Allahu teala Habirdir, onların yaptıklarından gafil değil­dir ve haksızlığı da sevmez, hakkı yerine getirir. Fakat Halim'dir, onlara tövbe etmeleri için mühlet verir, zaman tanır. Bütün günahkârları bir anda cezalandırmaya gücü yettiği halde onlara ceza vermez ve hemen yakalamaz. Bu mühlet içinde yaptıklarına pişmanlıkla tevbe edenleri afv ve mağfiret buyurur, fakat ısrar eden­ler hakkında hüküm Allah'ın iradesine kalmıştır. Dilerse affe­der, dilerse cezalandırır. Bir ismi de Adl'dir. Allah imhâl eder yani mühlet verir ama ihmal etmez.

Bu ism-i şerifte bizim için büyük bir teselli var. İsyansız günümüz, hatta saatimiz geçmiyor. Buna karşı eğer Allah-u Teala sert davransaydı, her isyan edeni hemen helak edi­verseydi, dünya yüzünde kimse kalmazdı. Allah'ın bu suretle
mühlet vermesi de büyüklüğünün şanı ve kullar için büyük ni'mettir.

Bu ism-i şerife Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret edilmiştir: “Eğer Allah insanları yaptıkları günahlar yüzünden hemen yakalayıverseydi yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Lakin onları belli bir müddete kadar geciktiriyor.” (Fatır 45)

Hakikat de bu ayetin işaret ettiği gibidir. Eğer Allah-u Teâlâ her günah işleyeni hemen yakalayıp ceza verseydi âlemde kimse kalmazdı. Fakat O, kullarına hilm ve ikramla muamele eder. Düşmanlarının rızkını bile ayaklarına gönderir. Has kullarına ikram ederken, firavunların sofrasından da nimetlerini eksik etmez. Bütün bunları, insanların yaptığı hataları ve işledikleri günahları görürken ve onlara ceza vermeye gücü yeterken yapar.

O öyle bir Halim’dir ki, kusurların üzerine perde çeker. Günahkârları affeder. Tövbe edenleri bağışlar. Affı azabını, rahmeti gazabını geçmiştir. Asilerin sığınağı, korkanların umudu, günahkârların kurtarıcısıdır. Suçu sebebiyle suçluyu hemen azarlamaz. Her çirkin şeyin üzerini örter. Günahlar üzerindeki perdeyi yırtmaz. Affı büyük, mağfireti geniş, rahmeti bol ve halimiyeti güzeldir.

Bu ismi şeriften bizim hissemiz şu olmalıdır:

Evvela bilmeliyiz ki, günahlarımıza hemen ceza verilmemesi, bilinmediğimizden ya da görünmediğimizden değildir. Günahlarımıza hemen ceza verilmemesi, Allah’ın Halim ismi şerifinin üzerimizdeki tecellisi sebebiyledir. Yoksa zannetmeyelim ki, -hâşâ- Allah bizi görmüyor, isyanımıza öfkelenmiyor; günahlarımız kaydedilmiyor, isyanımız cezasız kalacak…

 O bizi biliyor. Bize şah damarımızdan daha yakın. Ancak mühlet veriyor, hemen yakalamıyor; çünkü Halim’dir. Hilm ile muamele etmek O’nun şanındandır. Fakat gün gelir, artık o hilmin tecellisine liyakatımızı kaybederiz, layık olmayız; işte o zaman Halim isminin tecellisine karşılık, Aziz ismiyle, Celil ismiyle, Kahhar ismiyle bize muamele eder.

Bu isimlerinin tecellisinden sana sığınıyoruz Allah'ım. Gazabından rızana, azabından affına, Senden yine Sana sığınırız. Bize her daim El-Halim isminle muamele et. Kusurumuzu affet, yüzümüze vurma, günahlarımız sebebiyle bizi yakalama, isyanlarımız sebebiyle bizi mahcup ve rezil etme!

Bu ismi şeriften 2. hissemiz de şu olmalıdır: Nasıl ki Cenab-ı hak Halim’dir ve bize hilmle muamele ediyor, kusurumuz sebebiyle bizi hemen yakalamıyor ve isyanımızı hemen yüzümüze vurmuyor; Biz de bu ismin ahlakıyla ahlaklanmalıyız. Yani; karşımızdakilere bağırmamak, öfkelenmemek, aceleci davranmamak, düşünerek ölçüp biçmek olarak davranabilmeliyiz. Ayrıca bize karşı kusur edenlere hilmle muamele etmeliyiz. Onların kusurlarını örtmeli, ayıplarını görmemeli, onlara mühlet vermeli; gurur ve kibirden sakınmalıyız.

Cenab-ı Hak bizleri, bu ismi- şerifin ahlakıyla ahlaklanmış kulları zümresine dâhil etsin. Hem bu dünyada hem de ahirette bizlere bu ismi-i şerifiyle muamele buyursun Âmin!

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
Vaize Fatma Bayram'ın Esmaü'l Hüsna Derlerinden faydalanılmıştır.

32- El-Habîr ism-i şerifi:


Her şeyin iç yüzünü bilen, gizli taraflarından haberdar olan ve sırlarına vakıf olan manasına gelmektedir. Cenab-ı Hak, bu manalarla Habir’dir.

O öyle bir Habir’dir ki, hiçbir halimiz O’ndan gizlenemez. Her şeyin iç yüzünü bilir, en gizli hallerimize vakıf olur. Sadece hallerimizi de değil, gönüllerimize düşenleri, fikirlerimizden geçenleri, nefsimizin sesini, niyetlerimizi ve en gizli hallerimizi bilir…

O öyle bir Habir’dir ki, karanlık bir gecede, bir kayanın üzerindeki karınca O’ndan saklanamaz. Gözle görülmesi mümkün olmayan bir mikrop O’ndan gizlenemez. Bir yaprak O’ndan habersiz düşemez. Bir zerre O’ndan saklanarak hareket edemez.

Bu isim, Alîm ismine benzer. Ancak aralarında bir fark vardır. İlim, gizli ve bâtınî şeylere izafe edildiğinde o ilme “hibr”, o ilmin sahibine de “Habir” denir. İşte Cenab-ı Hak, her şeyi bilmesiyle Alîm; her şeyin iç yüzüne ve esrarına vakıf olmasıyla da Habir’dir.

Bir şeyden haberdar olabilmek için ya gözümüzle görmeye veya gözüyle görmüş birinden duymaya ihtiyacımız vardır. Gördük ya da duyduk diyelim, bu da yetmez. Elde edilen verileri değerlendirip bilgiye dönüştürecek bir akıl da lazımdır. Bunların hepsi oldu diyelim yine de olanların bütününü göremez, duyamaz ve her şeyin içyüzünü kavrayamayız. Ama Allah’ın bir şeyden haberdar olması böyle değildir. O’nun mülkünde olup biten her hangi bir şeyden haberdar olmaması mümkün değildir.

Rabbimizin görmesine, işitmesine, bilmesine ne bir engel ne de bir sınır vardır. (En’am, 6/13.) O’nun bütün isimleri nasıl kusursuzluk ifade ediyorsa Habîr ismi de hiçbir bilgi vasıtasına ihtiyaç duymadan her şeyden mükemmel bir şekilde haberdar olmayı ifade eder. Allah için gayb yoktur. (Mülk, 67/14; En’am, 6/73, 103; Neml, 27/88.) O, sadece bugüne kadar olmuş olanlardan değil, bugünden kıyamet gününe ve sonrasına kadar olacaklardan da haberdardır. O böyle bir Habîr iken O’ndan bir şey istemek için aracılara ihtiyaç yoktur; ne istenecekse O’ndan istenir. (Furkan, 25/59.) Zaman ve mekân farklılığı O’nun bilgisine bir engel teşkil etmez. (Lokman, 31/34.) İnsanların bilmesi ve idrak etmesi imkânsız olan bütün sırları ve kâinatın işleyişindeki her detayı bilir. Kur’an da, bu özelliklerle nitelenmiş olan Allah’ın verdiği haber demektir ve bu nedenle çok kıymetlidir. (Hud, 11/1; Fatır, 35/37.) 
Onu kendi sınırlı bilgi ve tecrübemize uydurmaya kalkmak büyük bir kibir ve hadsizliktir. (Teğabün, 64/8.)

Gazali rahmetullahi aleyh Cenab-ı Hakk’ın bilmekle ilgili sıfatlarını gruplandırırken Alîm isminin mutlak manada ilme delalet ettiğini söyledikten sonra bir şeyi bilmenin zahiri ve batıni iki yönü olduğunu belirtir ve Habîr’in duyularla algılanamayan batıni kısma, Şehîd’in de algı alanına yönelik zahiri kısma vukufiyeti ifade ettiğini belirtir.

Habîr ismi müjde midir tehdit mi?

Rabbimizin her şeyi işitmesini, duymasını, bilmesini ifade eden bütün isimleri kişinin içinde bulunduğu hâle göre müjde de olur tehdit de. Niyetlerinden ve gidişatından emin olan insan bu isimleri hatırladıkça ferahlar. İki yüzlüler, cimriler, münafıklar, hayırları ertelemek için devamlı bahane uyduranlar ise ürperirler. (Âl-i İmran, 3/180; Tevbe, 9/16; İsra, 17/17.) Bu manada Lokman aleyhisselam’ın oğluna nasihat ederken “Yavrum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (Lokman, 31/16.) demesi hem bir ferahlık ve müjde, hem de bir korku ve tehdit içermektedir.

Allah kalplerin ve düşüncelerin en gizli kısımlarından bile haberdardır. Bu nedenle de bir başkasının hakkıyla anlaması ve takdir etmesi imkânsız olan kalplerdeki Allah saygısının (takvanın) değerini bilecek ve onu layıkıyla mükâfatlandıracak olan ancak O’dur. (Hucurat, 49/13; Haşr, 59/18.)
Rabbimizin Habîr ismi bu yönüyle bizim için bir müjdedir. (Bakara, 2/271; Nisa, 4/128; Hud, 11/111.) Çünkü bu haberdarlık, affetmek için bir bahane arayan Rabbin haberdarlığıdır! Bir hafifletici sebep, bugünkü hatamıza bizim unutup gittiğimiz bir neden bulup o nedenle bizi affedecek olan bir Rabbin haberdarlığı! İlla cehennemlik olmak için uğraşanlar dışında herkesin affolacağının müjdelenmesini başka nasıl anlayabiliriz ki?

Elbette her isim gibi Habîr isminin de tehdit ettikleri var: Tuzaklar kuranlar, kötülüğü azmederek yapanlar, fesatlar planlayanlar, bile isteye zarar verenler... İşte onlar bu ismin manası karşısında tir tir titremelidirler. (Adiyat, 100/9-11.) Habîr isminin bu dehşetli ikazları Kur’an’da genellikle beraber geldiği Latif, Basîr, Alîm ve Hakîm isimleriyle de pekiştirilir.

Habîr’e inanmanın verdiği huzur

Allah’ın bizim bilemediğimiz hallerimize dahi vakıf olduğunu bilmek O’nun bizim için takdir ettiği her şeyde mutlaka bir hayır olduğunu bilmek demektir. Mesela Şura suresi 27. ayette Rabbimiz dünyadaki rızıklarımızı bir ölçü ile takdir etmesini bakın neye bağlıyor: “Allah, kullarına (tümüne birden) rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.” İsra suresi 30. ayet de rızıkların taksimindeki hikmeti Habîr ve Basîr isimleriyle açıklar.
Hakkımızda takdir yetkisi bulunan Rabbimizin bizim her halimizden haberdar olduğunu ve bu yetkisini de daima bizim lehimize olacak şekilde kullandığını bilmenin vereceği huzur daha en baştan büyük bir ödüldür. Hayatta her ne olursa olsun, Allah Teala’nın bütün olanları en gizli noktalarına kadar bildiğini bilmek yaşananlar karşısında yıkılmamak için çok önemli bir esastır. Aslında bugün bize “hayata dair iyimserlik” ve “özgüven” olarak telkin edilen şeylerin tamamı bu manada Allah’a güvenmenin başka başka adlarıdır. Şu kadar var ki Allah’a güvenmek, yapmamız gereken şeyleri O’na bırakmak değil; yapabileceğimiz her şeyi yaptıktan sonra neticeyi O’na bırakmaktır.

Habîr isminin insanın ahlakına ve ilişkilerine etkisi

Gazali rahmetullahi aleyh Habîr ismiyle ahlaklanan kulların kendi iç dünyalarına vâkıf, nefsinin hayvani duygularını tanımış, onları yenmiş ve hilelerine karşı uyanık davranan kişiler olduğunu söyler. Bu gayret bize duygularımızın, düşüncelerimizin ve inançlarımızın biz farkına varmadan yavaş yavaş ifsat olmasından ve kalbin hastalıklarından koruyacak bir uyanıklık verir. İlk bakışta sıkıntı verecekmiş gibi gözüken bu iç kontrol bizi inançta düzgünlüğe, ahlakta tekâmüle ve davranışlarımızda takvaya ulaştıracak bir iç disiplin sağlar.

Esma-i Hüsna şarihi Ali Osman Tatlısu da hoş ifadeleriyle “Allah Teala Habîr’dir. O’na karşı yalandan, hilekârlıktan, terbiyesizlikten sakınmalı. Gizli yaparız da cezasız kalırız sanmamalı. Hacetlerden doğrudan doğruya haberdar olmaz diye kendisine dilekler sunmak için vasıtalar aramamalı. O’nun razı olmayacağı şeylerden son derece çekingen davranmalıdır.” diyerek bu ismin tecellileri için ne yapmamız gerektiğini anlatır.
İnsanlar arası ilişkilerde hemen her şeyi belirleyen söz ve davranışlarımızdan çok ahlakımızdır. Söz ve davranışlara güzel bir öz eşlik etmiyorsa hiçbir ilişki iyi bir noktaya gelmez. Eşler arasındaki ilişkilerin ıslahını hedefleyen bir ayette ıslahın önündeki engelin bencillik olduğunu, bunu aşmak için de ihsan ve takva gerektiğini söyledikten sonra “Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” diyerek bu bilince ulaşmanın yolunun Habîr ismini anlamaktan geçtiğini ortaya koyar. (Nisa, 4/128.)

İnsanlar arası ilişkilerin en temel dayanağı olan hukukun adalet ve hakkaniyet üzere yürütülebilmesi de hakikati gizlemeyen şahitler ve hâkimlerle mümkündür. Bu gerçeği etkileyici bir dille ifade eden ayetlerin de Habîr ismiyle bitmesi manidardır. (Bakara, 2/234; Nisa, 4/135; Maide, 5/8.) Adalet ancak Âlemlerin Rabbinin en gizli düşüncelerimizden dahi ayan beyan haberdar olduğunu hatırımızdan çıkarmadığımız ve bu bilince göre hareket ettiğimiz zaman ayakta durabilir. Adaleti ayakta tutmayan, gizli kapılar ardında haksızlıklar kotaran toplumlar ise büyük bir hızla çökerler. Bir şeyin gizli kalmasının bizim elimizde olduğunu sanmak ise büyük bir yanılgıdır.

Ey nefsim ve ey insan! Görmüyor musun, el-Habir ismiyle müsemma olan Rabbin seni biliyor, her şeyini görüyor ve her halinden haberdardır. Kalbinden geçenleri, nefsinin arzularını, amelindeki niyetleri dahi biliyor. Gel, sen de Rabbini bil ve ayıl! Rabbini bil ve ibadetle O’nu bildiğini bildir.

Bil ey nefsim! En gizli hallerini bilen Rabbin, bir gün gelecek, bu bildiklerini sana bildirecek. Ettiğin kusurları teker teker sayıp dökecek. Gözünü, elini ve diğer azalarını konuşturarak aleyhinde şehadet ettirecek. O zaman halin nice olur! Gel, o gün gelmeden önce bugün aklını başına al, nedamet et. Rabbinin el-Habir ismiyle her haline vakıf olduğu hakikatini gönlüne yerleştir. O’ndan utan, hayâ et ve O’nun huzurunda günah işlemekten çekin. Günah işleyeceğin zaman, el-Habir ismini düşün ve kendi kendine şöyle de: Bir çocuğun önünde dahi günah işlemekten utanırken, Rabbimin huzurunda günah işlemekten nasıl utanmam? O ki, beni görüyor ve beni biliyor. Şu halimden haberdardır. O beni bilirken ve görürken O’na karşı nasıl isyan edeyim? Huzurunda nasıl günah işleyeyim?

Ya Rab, bizlere el-Habir isminin tecellisinde olduğumuzu her daim hatırlat ve sana karşı isyandan, günahtan ve her türlü hayâsızlıktan bizleri muhafaza et. Âmin!

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram

31- El-Latîf ism-i şerifi:


Latif olan Allah bizim bile anlayamadığımız en derin duygularımızı anlar, kimseyle paylaşamadığımız en gizli dertlerimizi bilir ve lütfedeceği zaman en akıl almaz yollardan nezaketle lütfeder.

Latif isminin 2 manası vardır: 1- Çok lütufkâr ve lütfu bol olan manasına gelir. 2- Bütün gizli işlere vakıf olan ve ilmiyle her şeyi kuşatan manasına gelir. 

Allah-u Teâla bu iki manayla Latiftir. Kullarına karşı lütuf sahibidir. Kullarını, bilmedikleri ve ummadıkları yerlerden rızıklandırır ve bilmedikleri sebeplerle ihsanlarda bulunur.

İlmi her şeye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey ondan gizlenemez ve saklanamaz. O, gizli ve açık bütün hallere vakıftır. Alenen yaptıklarımızı da gizlediklerimizi bilir. Her halimizi görür.

Allah-u Teâlâ Latiftir. Lütfu bol ve ihsanı çok geniştir. Her mahlûk bu ismin tecellisiyle ummadığı yerden rızıklanır, bilmediği yerden ihtiyacı karşılanır, beklemediği yerden iyiliklere ve hayırlara mazhar olur.

Latif ismi bu manasıyla bu âlemi kuşatmıştır. Mesela:

Biz yoktuk, var olduk. Rabbimiz bize varlık ile lütufta bulundu…

Var olduk; taş gibi, dağ gibi bir cansız olabilirdik; Rabbimiz bize hayat vermekle lütufta bulundu…

Hayat sahibi olduk; ağaç gibi, çiçek gibi ruhsuz olabilirdik; Rabbimiz bize ruh vermekle lütufta bulundu…

Ruh sahibi olduk; ancak bir böcek, bir kelebek gibi hayvan olabilirdik; Rabbimiz bizi insan yapmakla lütufta bulundu…

İnsan olduk; ateşe tapan bir Mecusi, ineğe tapan bir Hindu, puta tapan bir putperest ya da bir beşere ilah diyen bir Yahudi veya Hıristiyan olabilirdik. Rabbimiz bizi Müslüman yapmakla ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem kuluna ümmet yapmakla lütufta bulundu…

İşte bütün bu ihsanlar ve iyilikler Rabbimizin Latif isminin birer tecellisidir.

Bizlere verilen göz gibi, dil gibi her türlü maddi organlar; akıl gibi, ilim gibi her türlü manevi aletler Latif isminin bir tecellisidir.

Bu ismin tecellisi ile kuşa kanat,balığa yüzgeç takılır. 

Yine bu ismin tecellisi ile günahlar bağışlanır, kusurlar örtülür, kabahatler silinir ve bütün günahlar bir anda sevaba dönüştürülür. Bütün bu ihsanlar, lütfu bol ve ihsanı sınırsız olan Rabbimizin lütfudur ve Latif isminin bir tecellisidir.

Bu ismin tecellisi ile yeryüzü bir sofra olur. Bu ismin tecellisi ile o kuru ağaçlar hayat bulur nimetlerini bizlere sunar.

Bu isimdir, zehirli bir böceğin eliyle bize balı yediren ve elsiz bir böceğin eliyle bize ipek gibi yumuşak elbiseyi giydiren…

Bu isimdir; koyun, keçi gibi hayvanlardan bize süt veren; gemilerden, atlara ve güneşlerden bulutlara kadar her şeyi bize itaatkâr kılan ve her şeyi bizim emrimize veren…

Bu ismin tecellisiyledir; Gece bir dinlenme ve gündüz bir gezinti vakti olmuştur…

Bu ismin tecellisiyle hastalar şifa, borçlular eda bulur. Her muhtaç ihtiyacına, her dertli dermanına bu ismin tecellisiyle kavuşur.

Bu ismin tecellisidir; şu aciz ve fakir insanı âlemlerin Rabbi olan Allah’a muhatap ve sevgili yapan. 

Şu âlemdeki bütün güzellikler Latif isminin bir tecellisidir. Mahlûkatın bu kadar güzel olması, nakış nakış dokunması, rengârenk boyanması ve hikmetle düzenlenmeleri Latif olan Rabbimizin güzelliği istemesinden ve lütfetmesinden kaynaklanmaktadır.

Aldığımız her nefes bile bu ismin bir tecellisidir. Böyle devamlı lütufta bulunan Rabbimizin hangi nimetlerini sayarak bu ismin tecellisini bitirebiliriz? Rabbimizin nimetleri saymakla biter mi? İşte Latif ismi bu âlemde bu kadar geniş bir şekilde tecelli etmektedir. Kelebeklerden meleklere, çiçeklerden kuşlara kadara her mahlûk bu ismin tecellisi ile hayat bulmuş, varlık âlemine çıkmış ve sayısız lütuflara mazhar olmuştur. Onlarda görülen her ihsan ve her lütuf, Latif isminin bir tecellisidir. 

2- Allah-u Teâlâ bütün gizli işlere vakıf olan ve ilmiyle her şeyi kuşatandır.

Latif isminin ikinci manası, Allah-u Teâlâ’nın bütün gizli işlere vakıf olması ve ilmiyle her şeyi kuşatmasıdır. Allah-u Teâla bu manayla da Latiftir. İlmi her şeye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey ondan gizlenemez. O bütün gizli işlere vakıftır. Alenen yaptıklarımızı ve gizlediklerimizin tamamını bilir.

Mahlûkatın yaratılması ve nakış nakış dokunması, birbirleriyle hikmetli münasebetleri, yaratılışlarındaki kolaylık ve suretlerinin farklılığı, rızıkların yaratılması ve ihtiyaçlarının tam vaktinde yetiştirilmesi ve şu âlemdeki düzen ve denge Cenab-ı Hakk’ın Latif olduğuna şehadet eder.

Bu mana ile Latif ism-i şerifinin anlatıldığı bazı ayetleri okuyalım:

“(Lokman oğluna): Yavrum, (yaptığın iyilik veya kötülük) hardal tanesi ağırlığınca olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa, Allah mutlaka onu getirir. Çünkü o latîftir, habîrdir.” (Lokman, 31/16),

“Sözünüzü ister gizleyin ister onu açığa vurun (farketmez). Çünkü O, göğüslerin özünü bilir. O, yarattığını bilmez mi? O, latîftir, habîrdir.” (Mülk, 67/13-14)

Rabbimizin indirdiği din, gönderdiği peygamberi de bir lütuftur. Gitmekte olduğumuz yolun nereye çıktığını ve ne gibi tehlikeler içerdiğini bilmediğimizi düşünün, kimse uyarmadı bizi. Halbuki biri çıkıp bu yol tehlikeli ya da çıkmaz diye uyarsa kendimizi tehlikeye atmayız. İşte Kur'an ve Sünnet'le bu yol ve yolun sonu hakkında bize önceden bilgi veriliyor ve sakınılacak tarafları gösteriliyor. İşte bu da bir lütuftur. 

Kısaca Latif her şeyden haberdar ve sınırsız lütufkâr olandır. Biz Rabbimizin her hâlimizi bildiğini, her sıkıntımızı gördüğünü, istediği nimeti istediği vakitte bize ulaştırabileceğini ve bunu da zarif bir şekilde yapacağına iman ederiz. İşte bu iman etmenin vereceği huzur da bu ismin ikramlarındandır.

Latif ismi Kur’an-ı Kerim’de yedi yerde geçer. Bu yedi ayetin beşinde Habir ismiyle birliktedir. (En’am, 6/103; Hac, 22/63; Mülk, 67/13-14; Lokman, 31/16; Ahzab, 33/34.) Bu ayetlerde Latif isminden hemen sonra -bir konunun en gizli yönlerine bile vakıf olma demek olan- Habir isminin gelmesi O’nun lütuf ve ihsanlarının nasıl yerli yerinde olduğunu gösterir. Çünkü her şeyden haberdar olan lütfetmektedir. O hâlde Allah bizim durumlarımızdan kesinlikle haberdardır ve eğer isterse O’nun lütuflarını bize eriştirmesine hiç kimse engel olamaz. Bu kesinlik kendimizi çaresiz hissedip, ümitlerimizi yitirmemize engel olur. Biliyoruz ki, daima ümitvar olmak ruh sağlığının en önemli şartlarından biridir ve mutlak ümitsizlik Allah hakkında suizan içerdiğinden küfür kabul edilmiştir.

Allah’ın lütfunu kuluna nasıl akıl almaz yollarla eriştireceğini en güzel şekilde anlatan Yusuf Kıssası’nın son bölümünde Yusuf aleyhisselam yaşanan bütün olumsuzluklardan sonra erişilen güzel sonucu Latif ismiyle ilişkilendirir. (Yusuf, 12/100.) "Anne babasını makamına çıkardı. Hepsi onun huzurunda yere kapandılar; Yûsuf dedi ki: “Babacığım! İşte daha önce gördüğüm rüyanın mânası buymuş; rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu rabbim bana lutuflarda bulundu: Beni zindandan çıkardı, sizi çölden (çıkarıp buraya) getirdi, üstelik şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra! Şüphesiz rabbim dilediğine çok lütufkârdır. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”

Mekke döneminin en karanlık günlerinde inen bu sure Allah’tan asla ümit kesilmeyeceğini müminlerin kalbine işlerken Latif isminin muhtevasını da gözler önüne serer. Buna göre belalara uğramış olanlar karamsarlıkla hayata küsmek yerine her durumda elinden gelenin en iyisini yapmalı ve Allah’ın lütfundan da ümit kesmemelidir. Burada gözden kaçırmamamız gereken şey, belaya uğrayanın istikametini bozmaması ve hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmaması ve sonucu sadece Allah’a bırakıp elini kolunu bağlamak yerine her durumda elinden gelen en güzel hali ve gayreti ortaya koymaya çalışmasıdır. Yusuf aleyhisselam’ın hayatı baştan sona bu yaklaşımın en güzel örneğidir. Allah Latif’tir; elbette lütfeder. Ama Rabbimizin sünnetullahına göre bu lütuf, kulun gayretini ve istikametini ortaya koymasını bekler.

Bazen kullar Rabbimizin lütufundan şüpheye düşerler. Çünkü bu lütuflar bazen sıkıntılarla ve derin acılarla karışık olarak gelir. Dünyada her lütfa bir elemin gizlendiğini; her ıstırabın da gizli bir lütuf içerdiğini göremeyenler Latif isminin tecellisinden kuşkuya düşer; öyle olunca da acılar ve sıkıntılar içinde boğulup gider, yaşadıkları durumlardan lütufları çekip çıkaramazlar.

Bazen vermek lütufsa bazen de vermemek lütuftur. Allah’ın vermediklerindeki lütfu görebilmek ancak O’na sonsuz güven duymakla mümkündür. Kişinin Rabbine güvenmesinin birinci şartı; iç dünyasındaki güven yeteneğini kaybetmemiş olacak, ikincisi de Rabbini mümkün olabildiğince bütün esmasıyla tanıyacak.

 Eğitimcilerin söylediğine göre insanın güvenme kapasitesini geliştiren ya da yok eden şey hayatın ilk yıllarında en yakınlarından gördüğü muameledir. Çocuklarımıza bebeklik dönemlerinde yaptığımız yanlışların onların hayata, insanlara hatta Allah’a karşı güvensiz kalmalarına sebep olduğunu, bir inanca tutunma becerilerini yok ettiğini bilmek ve bu sorumluluğun kime ait olduğunu görmek gerekir. Yetişkinliğinde Allah’ın lütfuna güvenebilmesi için, çocukluğunda anne babasına güvenebilecek bir ilişki kurmak şarttır. 

 Latif isminin tecelli ettiği insanın ahlakı ve davranışları nasıl olur, şimdi ona bakalım:
Öncelikle bu isme tamamen inanmış ve teslim olmuş kişiler biraz evvel değindiğimiz gibi sıkıntılarda, derin acılarda gizli olan lütufları görür ve onlara yönelirler. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in buyurduğu gibi her durumdan hayırla çıkmayı bilirler.

Aynı zamanda Rabbimizin Latif ve Habir isimlerini içselleştiren bir mümin her türlü gösterişçiliği ve yapmacıklığı terk edip samimiyet ve ihlası yakalayabilir. Böylece Rabbine karşı iç dünyasını tertemiz kılan kişi tüm âleme iyilik düşünen ve herkesle  geçinen bir kişi olur. Gazali’nin dediği gibi bu ismin tecellisiyle ahlakını donatanlar iyilik yaparken hissettirmeden, onur kırmadan ve gönül incitmeden yaparlar. Allah’ın kullarına müşfik davranır, insanları Allah yoluna davet ederken nezaket ve yumuşaklıkla hareket ederler.

Allah Teala’nın bize ihsan ettiği şu kısacık ömürdeki sınırlı iyiliklerimizi sonsuz cennetlerle ödüllendirmesi O’nun lütfu olduğu gibi Allah’ın latif kulları da yanlarındaki insanların çaba ve gayretlerini onların tahmininden de fazlasıyla dikkate alır ve ödüllendirirler. Çünkü bilirler ki lütufkârlık büyüklüğün şanındandır.

İşte bizim böyle Latif bir Rabbimiz var. Bizi görür ve her gizli işimizi bilir. Sadece görünen fiillerimizi değil, hayallerimiz bile O'ndan gizlenemez. Her an üzerimizde galip ve her halimize şahittir. 

Ya Rab! Sen Latifsin. Latif isminin tecellisiyle bizlerde gördüğün kusurları, yine Latif isminin tecellisiyle yok et ve günahlarımızı silmekle bizlere lütfet. Bizler, Senin Latif isminin tecellisine çok muhtaç olan aciz, fakir, asi ve günahkâr kullarız. Biz kullarına hem dünyada hem de ahirette lütfunla tecelli et. Âmin…

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram

30- El-Adl ism-i şerifi:


ADALET her şeyi dengeli yapmak ve yerli yerine koymak, herkese hakkını vermek, her şeyi akıl ve mantığa, hikmet ve maslahata uygun olarak yapmaktır. Zulmün zıddıdır.


 El-adl ism-i şerifi “adaletli olmak” anlamında olup çok âdil, asla zulmetmeyen, hakkaniyetle hükmeden, haktan başkasını söylemeyen ve yapmayan anlamına gelir. 

El-Adl ismi hem Ali radıyallahu anh'ın hem de İmam-ı Azam rahmetullahı aleyhin İsm-i Azam olarak gördükleri isimler arasındadır.

“Adl” olan Allah’ın bütün işleri adalete uygun, sözleri de hakkaniyetin ta kendisidir. O’nun her yaptığı yerli yerinde olduğu gibi her söylediği de şeksiz şüphesiz doğrudur.

O’ndan başka adil yoktur. Çünkü her şeyi hakkıyla gören, işiten, her şeyin içini, dışını, önünü, sonunu bilen ve her şeye gücü yeten ancak O’dur. İnsan bazen hayatta olup bitenlere bakarak Allah’ın adaletinde bir nevi eksiklik vehmeder. Bu durum asıl hayat olan ahireti dikkate almayıp sınırlı akılla bunu çözmeye çalışmanın sonucudur. Allah’tan onu bunu ister ve bu isteklerinin kendileri için hayır olduğunu zannederler ve sonra istekleri olmayınca kendilerine adil davranılmadığını düşünürler.

Halbuki Allah’ın rahmetinin bolluğu ile verilen sayısız lütuflarını hak etmek için nasıl bir çaba sarfettiler kendilerine bir kez olsun sormazlar. O’na gereği gibi iman edip O’ndan gelen her şeye razı olanlar ise Rablerinin kullarını kendilerinden daha çok koruyup kolladığına bütün yürekleriyle inanırlar.

Biz Rabbimizin adaletinden hiç şüphe duymayız ancak O’ndan adalet değil af ve merhamet isteriz. Biliriz ki Allah Teala’nın affı, merhameti ve keremi olmasa; O bize sadece mutlak adaleti ile muamele edecek olsa azaba uğramayan kalmazdı. Bu yüzden Allah’ın adaletinin sonucu azap, lütfu kereminin tecellisi merhamet ve kime neye göre muamele edeceği de hikmettir, denmiştir.

İnsan olmak noksan olmak demektir. Bütün sıfatlarda olduğu gibi adalet konusunda da mükemmel olmak sadece Allah’a mahsustur. İnsanlar unutabilir, arzu ve zaaflarına uyabilir, duygusal davranabilir... Tüm eksiğimize rağmen Rabbimiz “Adl” ismiyle tecelli edince dünyaya bakışımız değişir. Artık dünyaya kendi duygu ve çıkarlarımızın penceresinden değil, hakkın, hakikatin penceresinden bakmaya başlarız. Bunun şartı ise insanlardan beklentiyi kesmek ve onların elindeki hiçbir şeye ihtiyaç duymamaktır. Bu bakış bizi ahlaki kemale ve ruhun denge haline ulaştırır. İslam ahlakçılarının itidal ve adalet kavramlarıyla ifade ettikleri bu denge ve kemalin oluşmasıyla davranışlarımız tüm aşırılıklardan korunmuş olur. Bakara suresinin 143. ayetinde geçen “vasat ümmet” tabiri de bu hâli ifade eder. Bu prensibe göre yaşayan insan yeme içmeden tutun da inanç, ibadet ve amellerine varıncaya kadar her konuda ifrat ve tefritten korunur, ailesini, işini, sosyal hayatını, ibadetlerini yerli yerine koyar. Çalışmanın, dinlenmenin, eğlenmenin, gezmenin, sorumluluklarının birbirinin yerini işgal ederek hayatının bir karmaşaya dönüşmesine izin vermez. Çünkü adalet sadece başkalarına karşı değil, bizzat kendimize karşı da göstermemiz gereken temel bir ihtiyaçtır. Kendinde hiç hata görmemek kadar her konuda kendini suçlamak, öz saygısını kaybedecek şekilde kendini eleştirmek de aşırılıktır. Bedenle ruhun ihtiyaçları, kendi gelişimiyle ailevi ve sosyal sorumlulukları, haklarıyla ödevleri arasında dengeyi gözetmek kendisiyle ve diğerleri arasındaki ilişkileri düzenlemek konusunda adalet anahtar kavramdır. Unutmamak lazım ki kendine hayrı dokunmayanın çevresine de bir iyiliği olmaz.

Adalet öğrenilen bir davranıştır ve öncelikle aile içinde öğrenilir. Ailede her yaş ve cinsiyetteki kişinin kendi durumuna göre ihtiyaçları ve hakları vardır. Bunların hepsinin adaletle gözetilmesi gerekir. Çocukluğunda yakın çevresinde şiddetli haksızlıklar görmüş olanların yetişkinliklerinde çoğunlukla zalim bireylere dönüşmesi bugün psikolojinin üzerinde durduğu konulardan biridir. Peygamberimizin çocuklara adil davranma konusuna bilhassa dikkat çekmiş olması, sevgi ve ilgiden tutun da mali konulara varıncaya kadar çocuklar arasında ayırım yapılmamasını emretmesi bu açıdan manidardır.  

Ancak kişiliği kuvvetli insanlar adaleti yürütebilir. Allah korkusu, kalp selameti, keskin zekâ, idrak ve basiret, gerektiğinde cefaya tahammül, kudret ve cesaret, insaf ve merhamet, insan sevgisi gibi vasıflara sahip olmayan kişiler adil de olamazlar. Korku, çaresizlik, aşırı duygusallık, gurur ve önyargı gibi olumsuz duygular adalet duygumuza zarar verir.

Toplumun her ferdinin adil olması istenen bir özellik olmakla beraber adalet sıfatı bilhassa hâkimler ve yöneticiler için zaruridir. Çünkü toplumlar ancak bu mevkide bulunanların adalet vasfına haiz olması ile yükselir. Bu nedenle Rabbimiz insanlar arasında hüküm verirken duygularımızın tesiri altında kalmamızı istemez. Ne yakınlık ve merhametin ne de kin ve nefretin adalet konusundaki hassasiyetin önüne geçmesine izin vermez. (Nisa, 4/135; Maide, 5/8.)

Efendimizin şu müjdesi adaleti gözetenler içindir: “Yönettikleri insanlara, ailelerine ve sorumlu oldukları kişilere karşı adaletli davrananlar, Allah katında, Rahman’ın yanında nurdan minberler üzerinde ağırlanacaklardır.” (Müslim, İmare, 18.)

Toplumda işler adaletle yürüdüğünde insanlar görevlerini severek yapar, kimse hakkını elde etmek için aracılara koşma ihtiyacı duymaz, insan onuruna aykırı yollara girmek zorunda kalmaz. Böyle bir toplumda herkes huzur içinde yaşar. Adaletin tecellisine güvenir ve kişisel intikam peşinde koşmaz. Bu da toplumda düşmanlıkların ortaya çıkmasını engeller. Bu nedenle adalet mülkün temelidir.

Allah-u Teâlâ adalet sahibidir. Haksızlık ve zulüm yapmaz. Zaten zulüm başkasının mülküne tecavüzdür. Bütün mülk ise Allah’ındır. Bu cihetle Cenab-ı Hak hakkında -hâşâ- zulüm düşünülemez. O her işinde adaletle hükmeder. Ne hesabında, ne takdirinde, ne kahrında, ne gazabında ve ne de icraatlarında zerre kadar zulüm yoktur. Her işinde ve her fiilinde mutlak adalet sahibidir.

Şimdi El-Adl isminin âlemdeki tecellilerini tefekkür edelim:

1. Zalimlere gelen bütün azaplar El-Adl isminin bir tecellisidir. Nuh kavminin, Ad kavminin, Semud kavminin, Firavunların, Nemrutların, Karunların helakı hep bu ismin tecellisiyledir. Nerede bir zalim varsa ve ona bir helak inmişse, onda El-Adl ismi tecelli etmiştir. 

 El-Adl isminin bu manasıyla bizlerde tecelli etmesinden Rabbimize sığınırız.

2. Kâinattaki mizan, denge ve ölçü El-Adl isminin bir tecellisidir. Şimdi El-Adl isminin bu manasını âlemde tefekkür edelim: Şu âlemdeki her varlık, mikroorganizmalardan bitki ve hayvanlara varıncaya kadar her şey bu dünyayı istila etmek ister. Hâlbuki onların bu istila arzusu bir kuvvetin engellemesi ile önlenir ve her biri onlara tayin edilen limiti geçemez.

Mesela bir mikroorganizma uygun şartları bulduğunda 44 saat içinde 5000 dünya ağırlığında bir büyüklüğe ulaşabilme özelliğine sahiptir. Eğer bu mikroorganizma dilediği gibi büyüyebilseydi, tek başına şu âlemi istila edebilirdi. Ancak diğer canlıların hayat haklarının korunması için bu mikroorganizmaya müsaade edilmemiş ve çeşitli düşmanlarla mücadele etmek zorunda bırakılarak dünyayı istilasının önüne geçilmiştir. İşte bu organizmanın büyümesini önleyen El-Adl isminin tecellisidir.

Denizlerde milyonlarca yumurta yumurtlayan balıklara da bir sınır getirilmiştir. Eğer bir sınırlama getirilmeseydi, her bir balık türü denizleri kendi cinsiyle istila ederdi ve denge de yerle bir olurdu.

Mesela ıstakoz bir yılda yedi milyon yumurta yumurtlar. Eğer bunların hepsi ıstakoz olsaydı, birkaç senede denizler ıstakozla dolar taşardı.

Mezgit balığı da senede altı milyon yumurta yumurtlar. Eğer bütün mezgitler yaşasaydı, bir seneye kalmaz denizler mezgitle dolardı. Oysa altı milyon mezgitten ancak bir düzinesi hayatta kalabilmekte ve diğerleri hayvanlara yem olmaktadır.

Eğer balıklar ve diğer deniz canlıları diledikleri gibi çoğalsalardı, bir sene içinde denizlerin dörtte üçünün canlılarla dolup taşacağını, karaları da suların istila edeceğini kestirmek herhâlde güç olmaz. Ancak buna müsaade edilmemekte ve denizlerde muhteşem bir denge hâkim olmaktadır. İşte bu denge El-Adl isminin bir tecellisidir.

Ya dünya atmosferindeki oksijen dengesine ne demeli? Atmosferde % 21 oksijen, % 77 azot ve %2 oranında da diğer gazlar vardır. Eğer oksijen %21 oranında değil de biraz daha fazla olsaydı, ocağı yakmak için kibriti çaktığınızda dünyayı yakabilirdiniz. Ya da biraz daha az olsaydı, boğazımıza bir ip geçirilmiş gibi nefessiz kalırdık. İşte bu denge ve ölçü de El-Adl isminin bir tecellisidir.

 İşte âlemdeki bütün bu dengeler, mizanlar ve ölçüler El-Adl isminin bir tecellisidir. Demek, bu ism-i şerif bir an âlemdeki tecellisini çekse, her şey birbirine girecektir. El-Adl isminin bu manadaki tecellisi sebebiyle Rabb’imize sonsuz hamd ve sena olsun.

3. Her şeye hassas ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek ve her azayı yerli yerine koymak El-Adl isminin bir tecellisidir.

Şimdi El-Adl isminin bu manadaki tecellisini insan üzerinde tefekkür edelim:

Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Bu elementlerin hepsi bir ölçüye ve dengeye göre vücudumuzda bulunmaktadır. Vücudumuzda belli ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler vardır. Bunların azlık veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan beyin fonksiyonlarını işlettirir. Eksikliği davranış bozukluklarına sebep olur. Kadminyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerine elementlerin yığılması ise hormonal bozuklukları meydana getirir. İnsanın vücudunda böyle son derece hassas bir denge hâkim olduğu gibi, diğer hayat sahipleri olan hayvanların ve bitkilerin vücudunda da aynı denge hâkimdir. İşte bu denge El-Adl isminin bir tecellisidir.

Şimdi de suretlerdeki ve azaların yerleştirilmesindeki dengeye ve ölçüye bakalım:

İnsanın yüzü… Ne kadar da ölçülü ve dengeli… Her aza birbiriyle ne kadar uyum içinde… Mesela eğer burnumuz biraz uzun olsaydı, ağzımızı kapatırdı. Kaşlarımız uzasaydı, gözlerimizi kapatırdı. Ya dişlerimiz ya da dilimiz uzun olsaydı, bu durumda ağzımızı kapatamazdık. Gözümüz veya kulağımız büyük veya küçük olsa ne kadar dengesiz ve ölçüsüz olurdu. Her aza dengeli yaratılmış ve diğer azalarla uyumu da mükemmel bir şekilde sağlanmış.

İşte suretlerin böyle dengeli bir şekilde icadı, azaların ölçülü bir şekilde yaratılması ve azalar arasındaki uyum El-Adl isminin bir tecellisidir. El-Adl ismi bu manasıyla her an sayısız varlıkta tecelli etmektedir.

4. İyiliklere sevap ve kötülüklere ceza vermek El-Adl isminin bir tecellisidir. Demek, mümine cenneti vermek ve kafiri cehenneme sokmak El-Adl isminin bir tecellisidir. Gerçi cennet kazanılmaz, o bir lutf-u İlahidir. Ancak müminlerle kafirlerin arasını ayırarak müminleri cennete, kafirleri cehenneme sokmak bir adalettir ve ism-i Adlin bir tecellisidir. El-Adl isminin bu ciheti ahirette tam manasıyla tecelli edecektir.

Bu isimden hissemiz şu olmalıdır: İlk önce her işimizde doğru ve adaletli davranmalı ve El-Adl ismine bu cihette bir ayna olmalıyız. Yalan ve hileye asla başvurmamalıyız. Daha sonra, bu ismin saydığımız manalarını âlemde tefekkür etmeliyiz.

Ya Rab! Gazabından rızana, azabından affına, adaletinden rahmetine sığınırız. Affın cömertliğindir, azabın ise adaletindir. Bize adaletinle değil, kereminle muamele eyle. 

Cenab-ı Hak bizleri El-Adl ismine tam bir ayna yapsın. Ve mahluklar üzerinde bu ismin tecellisini okuyarak zatına ulaşan kullar zümresine dâhil eylesin! Âmin!

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram

29- El-Hakem ism-i şerifi


 “Hakem; hak ile batılın, yanlış ile doğrunun, güzel ile çirkinin, iyi ile kötünün arasını ayıran, hüküm verme yetkisini elinde tutan, son hükmü verecek olan” demektir. 


Rabbimizin yaratılışta eşyanın tabiatına koyduğu hükümler, ilk insandan bu yana indirdiği kitapların içerdiği hükümler, dünyada olup biten hadiselere dair ahirette verilecek nihai hükümler bu ismin işaret ettiği tecelilerdir.

Rabbimiz her şeyin başını da sonunu da bütün kapsamıyla bilir. Bu evrende her ne oluyorsa hepsini en başta tasarlayan ve yaratan O’dur. O öyle bir âlem yaratmıştır ki orada her şey hem birbiriyle ilişkilidir hem de kendi varoluş amacını gerçekleştirmeye yönelik bir akış içindedir. Her şey tam da olması gereken yerdedir. İlmiyle, hikmetiyle, adaleti ve kudretiyle bu âlemi tasarlayan Rabbimiz her bir oluş için hükmünü verir ve icra eder. (Kasas, 28/70.) O’nun hükmü olmadan hiçbir şey, hiçbir hâdise meydana gelemediği gibi, O’nun hükmünü bozacak, geri bıraktıracak, mâni olacak hiçbir kuvvet de yoktur.

Allah-u Teala Hakem’dir. Hak ile hükmeder. Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ve iyiyi kötüden ayırır. Eğer Cenab-ı Hakk’ın bu isminin tecellisi olmasaydı, bizler bu zıtlar arasında bir ayırım yapamayacak, neyin hak, neyin batıl; neyin güzel, neyin çirkin ve neyin iyi, neyin kötü olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektik.

Şimdi, Hakem isminin bazı tecellilerini görelim: 

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hakem ismine en geniş manada mazhar olmuştur ve bu ismin onda tecellisi ile hakkı batıldan, güzeli çirkinden, hayrı şerden ayırmış ve insanlar arasında hak ile hükmetmiştir. Sünnet-i Seniyyenin bütün meseleleri ve bütün hükümleri El-Hakem isminin tecellisi ile meydana gelmiştir.

Kur’an-ı Kerimimiz de, Hakem ismine geniş bir aynadır. İçindeki hak hükümler, iyi ile kötünün, güzel ve çirkinin arasını ayıran beyanlarıyla El-Hakem isminin tecellisine mazhardır. 

Yine İslam’ın şeriatı ve şeriatın her bir hükmü, El-Hakem ismine mazhardır.

Dünyada insanlar arasında hak ile hükmeden bütün hâkimler yine Hakem ismine aynadırlar ve bu ismin tecellisi sayesinde hükümlerinde isabet etmektedirler.

Hâkimler gibi gerçek âlimler de Hakem ismine güzel bir aynadırlar. Onlar da bu ismin kendilerindeki tecellisi sayesinde yanlış ile doğrunun, hak ile batılın, hayır ile şerrin arasını ayırmışlar ve bizlere göstermişlerdir. 

Hakem ismi kâinattaki her hadisede ve her olayda tecelli eder. Her hadise Allah-u Teâlâ’nın hüküm vermesi ile meydana gelir. Bir yaprağın düşüşünden, yumurtadan çıkan bir civcive; aldığımız nefesten, yeni doğan bir bebeğe; denizlerin dalgasından, gökyüzündeki gezegenlere kadar her hadise Hakem isminin tecellisiyle meydana gelir.

Allah’ı inkâr eden ve O’na isyan eden kâfirin vücudunda dahi onlar bunu kabul etmese de Allah’ın hükümranlığı geçerlidir ve Hakem ismi tecelli etmektedir. Onun kalbini çalıştıran, kanını dolaştıran, her hücresine gıda veren, saçının her teline renk veren, vücudundaki her tasarrufa hükmeden ve bu hükmü icra eden Allah-u Teâlâ’dır.

El-Hakem ismi dünyada böyle tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecektir. Bütün insanları mahşer meydanında toplayacak olan Cenab-ı Hak, El-Hakem isminin tecellisiyle insanlar arasında hak ile hükmedecek, boynuzsuz koyunun hakkını boynuzlu koyundan alacak ve bu ismin tecellisiyle müminlerle kâfirlerin arasını ayırarak müminleri cennete, kâfirleri de cehenneme sokacaktır. Ahiretteki muhasebe El-Hakem isminin tecellisiyle yapılacak ve kimseye zerre kadar zulmedilmeyecektir.

Biz kullar Allah-u Teâlâ’nın El-Hakem isminin tecellisi ile, O’nun koyduğu, Resulünün uyguladığı kurallara uyarak, her meseleyi Kur’an’a ve Sünnete göre tartmalıyız. Sorunlarımıza El-Hakem isminin en geniş aynası olan Kur’an ve Sünnet ışığında çözüm bulmalıyız ve şu ayet-i kerimenin tehdidini hiç unutmamalıyız:

“Hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapmadıkça, sonra senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı bulmadıkça ve tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa 65)

Yüce Allah kurduğu bu düzenin içinde irade ve karar yetkisine sahip tek bir varlık yaratmıştır: İnsan. İnsanın aldığı kararların ve attığı adımların bütün sorumluluğu kendine aittir ancak Allah cc bu kararların ve yönelişlerin kendi katındaki hükmünü ve neticesini de ona önceden bildirmiştir. (En’am, 6/114.) Bu dünyada haklıyla haksız birbirine karıştığında bunları nihai çözüme kavuşturacak olan da O’dur. O’ndan başkası her olayı bütün sebepleri ve sonuçlarıyla birlikte bilemez. Bilemeyince de tam bir adaletle hükmedemez. Bu nedenle mutlak adalete dayalı nihai hüküm ancak Allah tarafından ve ahirette gerçekleşecektir. (Zümer, 39/46.)

Hayat doğumla başlar ve sonsuza kadar devam eder. Ölüm sadece boyut değiştirmektir. İşte bu nihai hüküm de asıl kalıcı hayatın başladığı noktada verilecektir.

Allah cc hüküm veren ve son sözü söyleyendir. Allah’ın hükmetme yetkisinden ve verdiği hükümlerden rahatsız olanlar kendi nefislerine yükledikleri tanrı rolünü görmeli ve kendi hüküm ve isteklerinin doğruluğunu neye dayandırdıklarını sorgulamalıdırlar.

O halde bir mümin Allah’ın hükmüne razı olup olmadığına dikkat etmelidir. O’nun hükümlerini içine sindiremeyen, koyduğu kurallardan dolayı içi sıkılan, olmasını istediği şey olmayıp da Allah başka şeye hükmettiğinde isyan eden birisi dönüp kendine bakmalı ve Allah-u Teala'nın ne yapması ve nasıl hükmetmesi gerektiğine bu kadar karışacak yetkiyi nereden aldığını kendine sormalıdır. 

Sonuç olarak; İnsan kendisi için iyi gördüğü şeylere ulaşmak için çaba sarf eder, Allah’a dua eder, neticede ulaşabildiğine de razı olur, onunla yetinirse işte en büyük huzur budur. Bunun da Allah’ın hükmüne güvenmek, O’nun kararlarına saygı duymakla alakası açıktır. Çünkü Allah “Hakem”dir. “Hakem” taraf tutmaz, haksızlık yapmaz, kayırmaz ve zarar vermez. Hakem’in hükmü hepimizin lehinedir. “Hüküm yalnızca Allah’a aittir. O, hakkı anlatır. O, hakkı batıldan ayırt edenlerin en hayırlısıdır.” (En’am, 6/57.)

Hz. Peygamber’in üzüntü ve sıkıntıyı gidermek için öğrettiği duanın başlangıç kısmı da bu rıza hâlini, hem Allah’ın hükmünün mutlaka geçerli olacağına hem de her zaman adaleti gerçekleştireceğine inanmakla açıklar: “Allah’ım! Ben senin aciz kulunum, senin kulun olan bir baba ile bir annenin evladıyım. Bütün varlığım senin elindedir. Benim için verdiğin hüküm daima geçerli, hakkımdaki kararın daima adaletlidir.” (Müsned, I, 391, 452.)

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram

27- Es-Semi ism-i şerifi: 28- El-Basîr ism-i şerifi:


Es-Semi, işiten demektir. Cenab-ı Hak Semi’dir. Her sesi işitir ve duyar. En kısık sesler ve en gizli fısıltılar dahi O’nun işitmesinden hariç kalamaz. Mesafeler O'nun işitmesine perde olamaz. Kainatın her noktasındaki her şeyi işitir. Birini işitmesi, ötekileri­ni işitmesine engel olamaz. Her hadiseyi aynı derece açık olarak işitir.­

Kalpten geçen en gizli bir sesten tutun da karanlıktaki bir karıncanın ayak sesine kadar her şeyi işitir ve duyar.

Cenab-ı Hak bütün kemal sıfatlarla sıfatlanmış olup bütün kusur ve noksanlıklardan münezzehtir. İşitmemek ve duymamak ise bir kusur ve noksanlıktır. Cenab-ı Hak bu kusurdan beridir, yani Semi’dir. Semi sıfatı Cenab-ı Hakk’ın zati bir sıfatı olup bu sıfatın hakiki mahiyetini idrak etmemiz mümkün değildir. Bu sıfatın azametini anlamaya çalışalım:

Bir insan aynı anda kaç kişinin sesini işitip anlayabilir?  İki kişi mi? Üç mü? Yoksa dört mü? , iki kişiyi bile aynı anda dinleyip sözlerini anlamak insan için mümkün değildir.

Birde Allah-u Teâlâ’nın işitme sıfatındaki azamete bakalım… Kâinattaki galaksilerin hareketlerinden sineklerin vızıltısına, rüzgârların, bulutların, denizlerin dalgalarından yağmurların seslerine kadar türlü türlü sesler. İşte Cenab-ı Hak aynı anda bütün bu sesleri işitir. Denizlerin dibindeki balıklardan tutun semadaki yıldızlara kadar, zerreden güneşe, insanlardan meleklere kadar, tüm varlıkların sesini aynı anda duyar. Hiçbir ses diğerine mâni olmaz. Hatta sadece sesleri değil, kalplerden geçenleri dahi işitir. 

Kur’an-ı Kerim bu ismi şu ayetleriyle ders vermektedir:

"Kullarım sana benden soruyorlar. Muhakkak ki ben çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına icabet ederim." (Bakara 186)

(Musa ile Harun) “Rabbimiz! Onun bize kötülük yapmasından veya azgınlığını artırmasından korkarız.” dediler. Allah buyurdu ki: “Korkmayın, zira ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm.” (Taha 45-46)

"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O her şeyi işitir ve bilir."
(Fussilet 36)

"Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir." (Mücadele 1)

Demek ki Semi olan Allah-u Teâlâ her sesi işitir, her şikâyeti duyar, dualara icabet eder, O'nun işitmesi bütün işitenlerin üstündedir, en gizli sesleri işitir, en gizli arzuları bilir, çaresizlerin feryadını işitir, hiçbir ses diğerine engel olmadan bütün sesleri bir anda işitir, hatta kalbimizden geçenleri dahi işitir, o hâlde bizler de dilimize ve kalbimize sahip olmalı ve Rabbimizin işitmekten razı olmadığı şeyleri O’na işittirmemeliyiz.

El- Basir: Her şeyi gören demektir. Allah Basir’dir. Her şeyi görür. Hiçbir şey ondan gizlenemez ve saklanamaz. Bütün eşyaya her an şahid olur, hiçbir eşya Cenab-ı Hakk’ın görüşünden gizlenemez ve saklanamaz. O, bütün eşyayı tek bir eşya gibi görür; bir görüş, başka bir görüşe mâni olmaz.

Allah-u Teâlâ’nın Basir sıfatını tam manasıyla idrak etmek mümkün değildir. Şöyle ki: Basir isminin küçük bir tecellisi insanda da mevcuttur. İnsan bu sıfatın kendindeki tecellisi sayesinde âlemi ve içindeki eşyayı görür. Ancak insanın görme sıfatı sınırlıdır. Mesela duvarı görür, ama arkasını göremez. Bir kaç metredeki eşyayı görür, ama daha ötesini göremez. Önünü görür, ama arkasını göremez. Birisini görürken diğerini göremez. Hâlbuki Allah-u Teâlâ bütün eşyayı aynı anda görür. Birisini görmesi başkasını görmesine mâni olmaz. Zerreleri, galaksileri, denizlerin dibindeki balıkları, her eşyayı aynı anda görür ve müşahade eder. 

Bu âlem de Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna  şehadet etmektedir. Şöyle ki: Her bir yaratılmış, intizamlı ve sanatlı vücuduyla Allah’ın Basir olduğuna şehadet eder.

Öyleyse beni böyle yaratabilmek için yaratanımın beni görmesi gerekir. Beni görmeli ki, böyle intizamlı ve sanatlı bir şekilde beni yaratabilsin. Görmeyen, bu intizam ve sanata sahip olamaz. İşte her bir varlık kendindeki intizam ve sanatın lisan-ı hâliyle Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna şehadet eder.

Yine rızıkların mükemmel bir şekilde yaratılması ve tam vaktinde muhtaçlara verilmesi Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna bir delildir. Çünkü rızkı ihtiyaç sahibine en uygun bir vakitte yetiştirmek ve o rızkı onun vücuduna uygun olarak yaratmak ancak görmek ile mümkündür. Görmeyen, bu hikmetli fiile fail olamaz. Demek, bu hikmetli fiilin sahibi ancak bütün eşyayı aynı anda görebilen bir zat olabilir.

Yine atomlardan tutun yıldızların hareketlerine kadar şu âlemdeki intizam Allah-u Teâlâ’nın Basir olduğuna bir delildir. Bütün kâinatı aynı anda göremeyen, bu intizamı tesis edemez ve devam ettiremez. Demek, şu âlemdeki intizam da lisan-ı hâliyle Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna şehadet etmektedir.

Bir de Kur’anımızda Basir ism-i şerifinin anlatıldığı bazı ayetleri okuyalım:

"Hangi işi yaparsanız yapın, Kur’ân’dan ne okursanız okuyun, ne işte çalışırsanız çalışın, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken biz sizin üzerinizde şahidiz. Ne yerde ne de gökte zerre kadar hiç bir şey Rabbinden saklanamaz." (Yunus; 61)

"Göklerde ve yerde olanları Allah’ın bildiğini görmüyor musunuz? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir." (Mücadele; 7)

Hiçbir hâlimiz  Basir olan Allah-u Teâlâ'dan gizlenemez, O bizi görür, her hareketimizi müşahede eder. o hâlde biz de Rabbimize karşı hayâ ve edep içinde olmalıyız. O’nun görmekten razı olmadığı amel ve hareketleri O’na göstermemeli, çirkin ameller işlemekten hayâ etmeliyiz.

Ey Rabbimiz! Sen kelamımızı işitiyorsun, hâlimizi görüyorsun, hiçbir işimiz Senden gizlenemez. Biz Senin muhtaç, günahkâr, asi ve nefsine zulmetmiş kullarınız. Bizleri bağışla ve bizlerde gördüğün çirkin hâlleri ihsanınla ve kereminle affet.

Ey Rabbimiz! Sen kendini “Semiu’d-dua” olarak niteledin. Sana yaptığımız her yakarışı işittiğini bildirdin. Sen işittiğini karşılıksız bırakmazsın. 

Rabbim bize bu isimlerinle tecelli et, görüşümüz genişlesin, sadece gözle görüleni değil, kalple görülebilecek olanı da görelim. Ve bizleri her daim işiten, gören ve bilen bir Rabbin huzurunda olduğumuzu hatırda tutan, “ihsan mertebesi”ne ulaşmış kullarından eyle. Amin.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
https://feyyaz.tv/el-mumin.html
Fatma Bayram-Esma-i Hüsna dersleri

25- El-Mu'ız ism-i şerifi: 26- El-Müzil ism-i şerifi:


El-Mu'ız İzzet veren, ağırlayan. El-Müzil Zillete düşüren, hor ve hakir eden demektir.

İzzetin zıddı zillettir, izzet kelimesinde şeref ve haysiyet, zillet kelimesinde alçaklık ma'nası vardır. Bunlar hep, Allahu teala'nın mahlukatı üzerindeki tasarruflarıdır.

Cenab-ı Hak Muiz’dir. Allah istediği kuluna izzet verir. Her aziz olan, O’nun aziz kılmasıyla o izzete ulaşmıştır. İzzet verdiği o kul haysiyet ve vakar sahi­bi olur, yalancılığa, samimiyetsizliğe tenezzül etmez. O da bir insandır. Yemek-içmek, hayatın her türlü zevklerinden faydalanmak ister, fakat onları hep doğru ve meşru yollardan temin etmeğe çalışır. Çünkü Allah cc, insanların arzu ettikleri zevklerin hepsi için kendi rızası ve müsaadesi olan yollar göstermiştir. Kul, o yollardan başkasına gitmez, çünkü izzet-i nefsi buna manidir.

 İzzet, kibirden farklıdır. İzzet, insanın kendi nefsinin hakikatini keşfederek kendindeki üstünlüğü Allah’tan bilmesidir. Kibir ise, insanın kendindeki acizliği ve fakirliği unutarak, kendindeki izzeti nefsine isnad etmesidir.

Cenab-ı Hak, izzete ve şerefe layık olan kullarını en iyi bilendir. O, dilediği kulunu aziz eder, onun şanını artırır ve onu insanlar arasında vakar sahibi kılar. O kişi, bu ismin tecellisi sayesinde daima Rabbinin emrinde, Resulünün yolunda olup, asla kendisini rezil edecek bir işte ve harekette bulunmaz.

Şimdi, bu ismin tecellilerini tefekkür edelim:

Evvela bu isim sadece Müminlerde ve Müslümanlarda tecelli eder. Zira İslam ve iman, izzet ve şerefin olmazsa olmazıdır. İzzet ve şerefin ölçüsü İslamiyet’tir. Bu hakikate Kuran şöyle işaret etmiştir:

“Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Yoksa izzet ve şerefi onların yanında mı arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.” (Nisa,139)

“İzzet ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere mahsustur.” (Münafikun 8. ayet)

İşte bu ayet-i kerimelerin beyanıyla, izzet ve şeref Allah’a, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme ve Müminlere mahsustur. Müminler, iman sıfatları sebebiyle aziz edilmiş ve şereflendirilmişlerdir. Demek iman ve İslam, izzetin başlı başına bir sebebidir.

İzzet ve şeref sahibi kumandanlar da bu isme mazhar olmuştur. Onlardaki izzet ve şeref, Allah’ın Muiz isminin bir tecellisidir. Demek Fatih’lerde, Kanuni’lerde, Yavuz’larda ve diğer izzet sahibi bütün kumandanlardaki izzet ve şeref, Muiz isminin bir tecellisidir.

Kumandanlarda tecelli eden Muiz ismi, devlet ve milletlerde de tecelli etmiş ve bir kısım devletler El-Muiz ismine mazhar olarak diğer devletlere galip ve üstün gelmişlerdir. Osmanlı Devleti, Muiz ismine geniş bir ayna olarak 600 yıl üç kıtada hâkimiyet göstermiştir.

İlim tahsil eden ve ilmiyle amil olan âlimler de Muiz isminden nasiplerini almışlardır. Zira ilim de izzet ve şerefin bir sebebidir.

Bu isim, Allah’a ibadet ve itaat eden kullarda da gözükür. Zira Allah’a itaat etmekten daha üstün bir izzet ve şeref yoktur. Bu hakikate Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle işaret buyurmuştur: “Müminin şerefi gece namazı kılmasındadır. İzzeti ise, insanlardan müstağni olup onlara el açmamasındadır.”

El-Muiz ismi kıyamet günü de bütün haşmetiyle tecelli edecek ve Müminler aziz edilerek cennete sokulacaktır. Demek cennete girmek de Muiz isminin bir tecellisi iledir.

Cenab-ı Hak bu ismin hürmetine bizleri hem dünyada hem de ahirette aziz eylesin ve bizleri o izzetten mahrum edecek bütün amellerden muhafaza eylesin. Âmin.

El-Muzil: Dilediğini alçaltan ve zelil eden demektir. Allah-u Teâlâ, dilediğini aziz edip şerefli kıldığı gibi, dilediğini de zelil eder ve hakir kılar. Allah’ın hor ve hakir kıldığını kimse şerefli kılamaz; izzet ve şerefe ulaştırdığını da kimse zelil edemez. İzzet, Allah’ın kullarına verdiği bir şeref olduğu gibi, zillet de bir perişanlık ve mahrumiyettir.

Tarih bu ismin tecellisiyle zelil olan kavimlerle doludur. Başta, peygamberlerini inkâr eden Ad kavminden Semud kavmine, Medyen halkından Lut kavmine kadar bütün isyankâr kavimler Muzil isminin tecellisi ile yerle bir olmuştur. Onların kalıntıları ise, sonraki nesillere birer ibret levhası olarak bırakılmıştır. Yine Firavun’un denizde boğulması, Nemrud’un topal bir sivrisinek ile helak edilmesi, Karun’un hazineleri ile birlikte yere geçirilmesi gibi bütün Allah düşmanlarının başına gelen musibetler, El-Muzil isminin bir tecellisidir.

Allah’ı tanımayan asi kavimlerde tecelli eden Muzil ism-i şerifi, her kâfir ve münafıkta da tecelli etmektedir. Zira iman ve İslam izzetin sebebi olduğu gibi, şirk ve küfür de zilletin ta kendisidir. Demek bir kâfir, ne kadar zengin ve güçlü de olsa, hakikatte ve manasında zelildir ve hakirdir. Bir mümin ise ne kadar fakir ve zayıf da olsa, hakikatte azizdir ve şereflidir. Zira Allah’a dost olan zillete düşmez ve Allah’a düşman olan da aziz olamaz.

Muzil ism-i şerifi, yeryüzünde insana itaat eden bütün mahlûkatta tecelli etmektedir. Yani insanı deveye bindiren şey, insanın kuvveti değil; Hak Teâlâ’nın deveyi insanın emrine verip onu zelil kılmasıdır. Deve, kendindeki Muzil isminin tecellisiyle insana karşı zelil olmuştur. Aynen bunun gibi, küçük bir kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren insanın iktidarı ve kuvveti ile değildir. Yani o mahlûklar, Allah’ın zelil kılmasıyla insana itaat etmektedir.

El-Muzil ism-i şerifi, dünyada böyle tecelli ettiği gibi, ahirette de tüm haşmetiyle tecelli edecek ve kâfirler cehenneme atılarak zelil kılınacaklardır.

Allah-u Teâlâ, Müslümanları da günahları sebebiyle kâfirlere karşı zelil edebilir ve maalesef İslam aleminin şu andaki hali bu hakikate şahittir. Müslümanlar ne zaman Kuran’a ve İslam’a sarılmışlarsa aziz olmuşlar ve ne zaman Kuran’dan ve İslam’dan uzaklaşmışlarsa zelil olmuşlardır. Bu hakikate Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle işaret buyurmuştur: “Kim Allah’a verdiği ahdi bozarsa, Allah-u Teâlâ, düşmanlarını onlara musallat eder.” İşte düşmanların musallat olması ve Müslümanların mağlubiyeti, Allah’a verilen ahdin bozulması sebebiyle olan bir zillettir.
Müslümanların izzeti kaybedip zillete düşmelerinin bir sebebi de dünyaya olan rağbetleri ve hırslarıdır. 

 Demek, zilletin bir sebebi de dünyaya olan hırs ve rağbettir. Çünkü hırs, müminde mahrumiyetin ve zilletin sebebidir. Eğer zelil olmak istemiyorsak ilk yapmamız gereken şey, dünya sevgisini kalbimizden çıkarmak ve elimizdeki nimetlere kanaat etmektir.

Cenab-ı Hak bizleri El-Muzil isminin tecellisinden muhafaza etsin. Bu ismin tecelline sebep olacak günahları terk etmemiz hususunda bizlere gayret ihsan eylesin. Bu dünyada bizi izzetle yaşatsın, izzetle öldürsün ve izzetle diriltsin. Âmin.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/