15 Mart 2018 Perşembe

Evlilik Kader Midir, Yoksa İrade Midir?

Dersten Cümleler

Allah (cc) bizleri hakikatinden ayırmasın.

Feraset ve Basireti yeniden kazanabilmek şunlarla mümkündür:

Sağlam bir akide
Derin bir haşyet
Sarsılmaz bir ihlas
Hakkı ödenen bir irade
Bitmeyen bir istiğna

Her kim ben kadere iman meselesini tam anlamı ile anladım diyorsa, o adam hiçbir şey anlamamıştır.

İman esaslarını, düşmana değil; dostlara kabul ettirmeye çalışıyoruz.

“Siz bununla mı emredildiniz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Bilin ki, sizden öncekileri, dini meselelerdeki münakaşalarının çokluğu ve peygamberleri hakkında düştükleri ihtilafları helak etmiştir.” (Tirmizî, Kader, 1)

Kader konusunda Mutezile ve Mürciye’nin görüşü…

Kaderi inkar edenler Kaderiyye, iradeyi devre dışı bırakanlar Cebriyye

Soru 1: Kur’an-ı Kerim, Bakara 177, Bakara 284-285 ve Nisa 136. ayetlerde iman esaslarından beş tanesini sayarken neden kadere imanı saymaz? Kur’an’ın açıkça saymaması, kadere imanın sonradan iman esaslarına eklenmiştir iddiasını güçlendirmez mi?

Allah’a iman dediğimiz zaman, Kur’an’ın iki kapağı arasındaki tüm beyanlara, imanı anlamalıyız.
Allah’a iman dediğimiz zaman, Allah’ın Kur’an’da zikredilen tüm zatî, subûti sıfatlarına ve sayısı yüzü aşkın Esmaü’l-Hüsna’sına iman etmeyi kastetmiş olmuyor muyuz?
O’nun (cc) ilim, semî, irade, kudret ve tekvîn sıfatlarına iman etmemiz, kadere iman etmemiz anlamına gelmiyor mu?

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın…” (Hadid, 57/22, 23)

Soru 2: Kur’an-ı Kerim’de ka-de-re kökünden türetilen birçok kelime geçtiği malumunuzdur. Bu kelimelerin geçtiği ayetlerin hiçbiri kadere imandan açıkça söz etmez. Geçtiği yerlerde “takdir, ölçü, miktar, yasa, kanun, vs.” anlamlarda kullanılmıştır. Kur’an’da kadere imanı açıkça söyleyen ayet veya ayetler var mıdır?

Elbette vardır ve dolaylı olanlar değil, doğrudan olan ayetlerin sayısı otuzu aşkındır.
Bazılarının ayet numaraları: Ahzab, 33/38; En’am, 6/59; Enfal, 8/42; Kamer, 54/49; Kamer, 54/52, 53; Furkan, 25/1,2; Hadid, 57/22, 23; Tevbe, 9/51;Teğabün, 64/11; İnsan, 76/30
Hz. Musa’nın bilmediği, ama Levh-i Mahfûz’da kaydedilen üç hadise, ‘geminin delinmesi, yetim çocuk ve yıkık duvarın düzeltilmesi’ olayları; kaderi anlatmaz mı?

Tebbet Sûresi’nin kader ile alakası…

Kamer Sûresi’nin 49. ayetinin sebeb-i nüzulü şu kaynaklarda aktarılıyor: Müslim, Kader, 19; Tirmizi, Tefsirü’l-Kur’an, 3290; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 2, s. 444-476
Vahidi’ye göre Necran Hıristiyanlarından bir papazın sorusu üzerine nazil olmuştur. (Vahidi, Esbabü’n-Nüzul, s. 286)

“Şüphesiz suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler. O gün yüzüstü ateşe sürüklendiklerinde: ‘Cehennemin elemini tadın!’ denir. Muhakkak ki Biz her şeyi bir kaderle yarattık. Onların yaptıkları her şey, defterlerde kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey, satır satır yazılıdır.” (Kamer, 54/47-53)

Soru 3: Kadere iman meselesi Sahabe ve Tabiîn döneminde hiç mevzu olmuş mudur? Bu konunun Emevi dönemi ve sonrası ortaya çıktığını ve Emevilerin kendi zulümlerini perdelemek maksadı ile iman esaslarına ek yapıldığı söyleniyor. Bu iddia doğru mudur?

Hz. Ebû Bekir’in ridde olaylarındaki kameti ne ise, Ahmed b. Hanbel’in mihne olaylarındaki kameti aynıdır.
İmam Buhari’nin Sahih’inde 26 tane Kader ile alakalı hadisi vardır.
İmam Rûdânî’nin, Cem’u’l-Fevâid adlı derlemesi, Büyük Hadis Külliyatı olarak Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu kitabın 4. cildinde Kader Babı’nda 50’ya yakın hadis vardır.

“Eğer Allah göklerinde ve yerlerinde bulunan halka, azab etseydi onlara zulmetmiş sayılmazdı. Eğer onlara rahmetle muamele etseydi bu (onlar için) amellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu. Eğer sen Allah yolunda Uhud dağı kadar altın harcasan, kadere iman etmedikçe, kaderde sana isabet eden şeyin sana mutlaka erişeceğini, kaderde sana isabet etmeyen şeyin de sana erişemeyeceğini
bilmedikçe, Allah bunu senden kabul etmez. Eğer bundan başka bir inanç üzerinde ölürsen cehenneme girersin.” (Ebû Davud, Bab fi’l-Kader, 4699)

“Ey Ebû Ubeyde! Ben Allah’ın kaderinden, yine Allah’ın bir başka kaderine kaçıyorum.”

Soru 4: Bize İman’ın ve İslam’ın şartlarını en güzel bir şekilde anlatan rivayet Cibril hadisi diye bilinen rivayettir. Ancak bu rivayetin İmam Buhari’de geçen varyantında Kur’an’ın saydığı
beş esas yer almasına karşın, Kader’e iman sayılmaz. Buda Kader’e iman şartının olmadığı anlamına gelmez mi?

İmam Kurtubî, mesajının ehemmiyetinden dolayı Cibril hadisine “Ummü’s-Sünne/ Sünnetin Annesi” der.

Hadis kitaplarımızda Cibril hadisini bize aktaran Sahabî efendilerimiz ve rivayet sayıları şöyledir:

• Abdullah b. Ömer’in babası Hz. Ömer’den aktardığı: 9 rivayet
• Sadece Abdullah b. Ömer’in aktardığı 12 rivayet
• Ebû Hureyre’nin aktardığı 6 rivayet
• Ebû Hureyre ve Ebû Zer’in birlikte aktardıkları 2 rivayet
• Enes b. Mâlik’in aktardığı 2 rivayet
• Abdullah b. Abbas’in aktardığı 2 rivayet
• Cerîr b. Abdullah’in aktardığı 1 rivayet

“İslam odur ki; Allah’a ibadet etmek ve ona şirk koşmamak, namazı ikame etmek, zekatı vermek ve ramazanda oruç tutmaktır.”

“İman, Allah’a, meleklerine, Allah’a kavuşmaya, peygamberlerine ve kıyamette yeniden dirilmeye inanmaktır.” (Buhari, Kitabü’l-İman, 38)

Peki neden Hz. Ebû Hureyre’nin bu rivayetinde böyle bir eksiklik söz konusudur? Bu konuda birkaç ihtimal üzerinde durulabilir:

1. Rivayeti, Hz. Peygamber’den (sas) duyarken yanlış veya eksik duyduğundan dolayı böyle rivayette bulunmuş olabilir.
2. Rivayeti, Hz. Peygamber’den (sas) duyarken tam duymuş ama zaman içerisinde bazı kelime ve cümleleri unutmuş olabilir.
3. Çok bilinen hakikatler olduğu için dikkat etmeden tam söylediğini zan ederek aktarmış olabilir.

Cibril hadisinin rivayetlerinin çoğalmasının sebeplerini dört ana başlık altında toplayabiliriz:

1. O gün İslam Dünyası’nda kadere inanmayanların çoğalmasına karşın, bazılarının Sahabe’ye sorduğu sorular üzerine verilen cevaplar.
Buna Müslim’de Abdullah b. Ömer’in naklettiği rivayeti örnek olarak verebiliriz.
2. Hz. Peygamber’in (sas) mescidi, sohbet adabı, sohbet ederken o hallerin tasvirlerine dair sorulan sorulara verilen cevaplar.
Buna Ebû Davud’da geçen Ebû Hureyre rivayetini örnek olarak verebiliriz.
3. Hz. Peygamber’in (sas) Sahabe’ye dini nasıl öğrettiğine dair sorulan sorulara verilen cevaplar.
Buna İshâk b. Râhûye’de geçen başka bir Ebû Hureyre rivayetini verebiliriz.
4. Vahiy meleği Cebrail hakkında sorulan sorulara verilen cevaplar.

Buna da Ebû Muhammed el-Ensârî’de geçen Cerir b. Abdullah rivayetini verebiliriz.

“Rasûlullah (sas) ashâbının arasında oturur ve dışarıdan bir yabancı geldiği zaman O’nu tanımaz ve O’nun nerede olduğunu bilmez, sorardı. Bu nedenle Rasûlullah’a, kendisi için bir yer yapmaları, O’nun oraya oturması ve yabancıların O’nu tanımasını temin etmek için bir teklifte bulunulur. Bunun üzerine Hz. Peygamber için topraktan özel bir mekân yapılır. Rasûlullah (sas) oturacağı yere geldiğinde ashâb da onun iki tarafına otururdu. İşte Cibrîl’in gelişi böyle bir meclisten sonra olmuştur.”(Ebû Dâvûd, Sünnet, 17; Nesâî, Îman, 6)
Müslim rivayetini bize Yahya İbn Ya’mer haber veriyor…
Ben onlardan berîyim, onlar da benden berîdirler.”

“Allah’a kasem olsun, onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve hepsini de hayır yolunda harcasa kadere inanmadıkça, Allah onların hayrını kabul etmez.” (Müslim, Îmân, 1, 5; Tirmizi, Îmân, 4; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16)
Soru 5: Evlilik kader midir yoksa irade midir? Allah (cc) benim kiminle evleneceğimi önceden belirlemişse artık benim gayret etmeme gerek var mıdır?
Bu sorunun cevabını verebilmek için üç kavramın anlamının iyice zihinlerimizde oturması gerekir. Nedir bu kavramlar? Ezel, İlim, İrade…
Ezel: İnsan göre geçmiş, yani mazidir. Ama Allah’a göre mazi, hal, istikbaldir.

“Dehr/Zaman Allah’tır” yani: “Zamanı yaratan Allah’tandır.”
Evlenene kadar iradedir, evlendikten sonra kaderdir; hepsi de kaderdir.
Kaderi, Izdırari Kader ve İhtiyari Kader diye ikiye ayırmak mümkündür.
Kadere iman eden, kederden emin olur. (Bediüzzaman)

“Unutma! Nar tanelerini tek tek kabuğuna yerleştiren Kudret (c.c) Seni de hangi gönüle yerleştireceğini bilir !”
Beşer zulmeder, ama kader adalet eder. (Bediüzzaman)
Eğer Allah seni bana yazmışsa, benden kaçışın yok!
Lakin kader seni benden almışsa, ağlamaya lüzum yok.” (Şems-i Tebrizî)
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır.
Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır. (Sezai Karakoç)
Kula bela gelmez Hak yazmadıkça
Hak bela yazmaz kul azmadıkça


Tamamını videodan izlemenizi tavsiye ederim:

Muhammed Emin Yıldırım 

14 Mart 2018 Çarşamba

Hz. Peygamber’i (sas) Savunmada Nebevî Örneklik

Dersten Cümleler
Hıdeybiye bir ufuktur ve önemli bir dönüm noktasıdır.

Bir Müslüman için Hz. Peygamber’i savunmak ve O’na ait değerlere sahip çıkmak, bir iman vazifesidir.

Bir Müslüman dinini anlamak zorundadır, dinini anlatmak zorundadır, dinini yaşayarak temsil etmek zorundadır ve dinini korumak zorundadır.

Nesil, can, mal, akıl ve din emniyeti…

“Şu muhakkak ki gerek mallarınızdan, gerek canlarınızdan imtihana tâbi tutulacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hıristiyanlardan ve bir de müşriklerden sizi inciten birçok söz işiteceksiniz. Ama siz sabreder ve günahlardan korunursanız, muhakkak ki bu davranış, yapılacak işlerin en değerlisidir.” (Ali İmran Sûresi, 3/186)

Sabrı kuşanan bir mümin, izzeti kuşanmış olur.

Bir Müslüman meşru olan davasını asla gayrı meşru vasıtalarla savunamaz.

Düşman ne kadar namert olursa olsun, sen mertçe davanı savunmak zorundasın.

Uhud’da, Efendimiz (sas) Sahabe’den Haris b. Dimme’yi Hz. Hamza’dan haber getirmesi için göndermiştir.

“Eğer ceza vermek isterseniz, size yapılanın misliyle ceza verin. Eğer sabrederseniz, şüphesiz ki bu sabrı kuşananlar için daha hayırlıdır!” (Nahl Sûresi, 16/126)

Düşmanın sınır tanımaması, bizim sınırlarımızı ihlal etmemize sebep olmamalıdır.

Nübüvvetin ilk üç yılı: Özel davet, gizli teşkilatlanma

Nübüvvetin 4-5. yılı: Genel davet, gizli teşkilatlanma

İlk 5 yıl boyunca ortaya çıkan üç hadise:

1. Hz. Ebû Zer’in sözlü meydan okuması
2. Sa’d b. Ebi Vakkas’ın dalga geçen müşriklerden biri olan Abdullah b. Hattal’ın kafasını deve kemiği ile kırması
3. Abdullah b. Mes’ûd’un nazil olan Rahman Sûresi’ni Kâbe’de sesli olarak okunması.


5 yıllık sürecin değerlendirmesi:

Tebliği yayma
Tevekkülü kuşanma
Teşkilatlanmayı yapılandırma
Teslimiyeti derinleştirme
Takvayı hakim kılma

Efendimiz’in (sas) 23 yıllık süreç zarfında bir kez olsun iktidar adına bir hesabı olmamıştır.
Güneşi sağ elime, ayı sol elime koysanız; Allah (cc) nurunu tamamlayana kadar ben bu davamdan vazgeçmeyeceğim.

Hicretin 1. yılı İslam toplumunun teşekkülü: Mescid, Mektep, Menzil, Muahât, Medine Vesikası, Medine Çarşısı, Medine Askeriyesi…

14 yıl boyunca, Efendimiz (sas) dilinden ve hayatından cihadı hiç çıkarmadı; 14 yıl boyunca kıtal/savaş yoktu, 14.y yıl itibari ile kıtal Müslümanların ve Efendimiz’in (sas) dünyasına girdi.
Cihad, İslam ile insan arasındaki engelleri kaldırmaktır.

Recî ve Bir-i Maune vakalarına karşı Hz. Peygamber’in (sas) tavrı…

Sabır,Takva ve Dua…

Doğru işi, doğru zamanda yapmak…

Ka’b b. Eşref’in öldürülme nedeni sadece Peygamberimize yaptığı hakaret değildir.

Yahudiler: “Muhammed her şeyi dinleyen bir kulaktır” demeleri, Tevbe Sûresi 61. ayette anlatılır.

“Bizim çobanımız ol!”
“Es-Samu Aleyke/ Ölüm senin üzerine olsun!”
“Bel Aleykümu’s-Samu ve’l La’netu/ Bilakis ölüm ve lanet sizin üzerinize olsun.”
“Sakin ol Ey Aişe! Kötü konuşma. Zira Allah, çirkin sözü ve çirkin sözün söylenmesini sevmez. Şüphesiz ki Allah her hususta yumuşaklıkla muamele edilmesini sever!”
Efendimiz: “Duydum, bende onlara: ‘Ve Aleyküm’ dedim. Onların aleyhine bizim duamız kabul edilir, fakat bizim aleyhimize onların duası kabul edilmez” buyurdu. (Buhari, İstitabetü’l-Mürtedin, 4; Müslim, Selam, 4)

Mirba ibn Kayzi’nin, Hz. Peygamber’e (sas) hakareti…

“Onun kalbi de kör, gözü de, böyle adamlarla konuşmaya değer mi? Yürüyün işinize!”

Ka’b b. Eşref neden öldürüldü?

1. Medine pazarını yakması
2. Mekkelilerle Bedrin arkasından ittifak kurarak, onları kışkırtarak ihanet etmesi
3. Müslüman hanımlara iftiraların yer aldığı şiirleri ile tahrik etmesi
4. Efendimiz’e (sas) suikast tertip etmesi
5. Gatafan kabilesini Medine’ye saldırması için ikna etmesi
6. Her ortamda Efendimiz’i tahkir eden şiirler dillendirmesi

Hadisi bizlere aktaran hayatı hep cihad meydanlarında geçmiş olan bir Sahabî Abdurrahman b. Ebî Evfâ’dır.

Abdurrahman b. Ebî Evfâ, 95 tane hadis aktarmıştır ve çoğu cihad ile alakalıdır.

“Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz! Allah’tan afiyet isteyiniz! Ancak düşmanla karşılaştığınız vakit sabrediniz! Bilin ki, cennet kılıçların gölgesi altındadır!”

Sonra da Rasulullah (sas) şöyle dua etti: “Ey Kitabı indiren! Ey bulutları yürüten! Ey toplanmış orduları bozguna uğratan Allah’ım! Düşmanları bozguna uğrat, onlara karşı bize yardım et ve bize zafer ver.” (Buhari, Cihad, 112)

Bazı gençlerimiz, yaşadığı toplumu Mekke olarak görüyor, ama Medine’de nazil olan ahkama göre amel etmek istiyor.


Muhammed Emin Yıldırım 

Tamamını videodan izlemenizi tavsiye ederim:

http://www.siyertv.com/hz-peygamberi-sas-savunmada-nebevi-orneklik/

13 Mart 2018 Salı

Nimet İçerisinde Mahrumiyet, Mahrumiyet İçerisinde Nimet

Dersten Cümleler

“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden doğru yola dönmezler.” (Bakara, 2/18)

“Öyle insanlar vardır ki şuanda Medine’de olmalarına rağmen, siz yürüdükçe ve bir vadiyi geçtikçe, onlar da sanki sizinle birlikte gibidirler.”

“Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.” (Beyhakî, Şuabü’l-İman, c. 5, s. 343)

“Müminin niyeti amelinden daha hayırlıdır. Münafığın ise ameli niyetinden daha hayırlıdır…” (Taberanî, Mu’cemu’l-Kebîr, 6/185; Heysemi, Mecmaüz-Zevaid, 1/61)

“Bir kimse: ‘Gece kalkar namaz kılarım’ diyerek yatağına yatsa, şayet gece kalkamayıp sabaha kadar uyusa, amel defterine niyet ettiği gece namazının sevabı yazılır. Uykusu da kendisine Rabbi tarafından bir sadaka (ikram) olur.” (İbn Mace, İkametü’s-Salat,5; Nesai, Kıyamü’l-Leyl, 20)

Engelli kardeşlerimiz, canlı bir ayettir.

Zihinsel engelli kardeşlerimiz, dünyanın ve cennetin hediyeleridir.

Verende Allah’tır; alanda Allah’tır.

Her durumda Allah’a hamd etmek…

Elhamdulillahi ala külli hal ve sive’l-küfri ve’d-dalal

Küfür ve dalalet hali hariç, her hal için Elhamdulillah

Verir nimet
Vermez nimet
Vereceğini geciktirir nimet
Verdiğini değiştirir nimet
Verdiğini alır nimet

Bu dersin dört muhatap çerçevesi var:

Engelliler
Aileleri
İslam toplumu
Devlet

Engelliliği nasıl anlamalı?

1. Engellilik nimettir.
2. Engellilik berekettir.
3. Engellilik mertebedir.
4. Engellilik kefarettir.
5. Engellilik cennettir.

“Kul, Allah’ın kendisi için takdir ettiği dereceye ameli ile ulaşamazsa, Allah onun canına, malına veya çocuğuna bir musibet verir, sonra ona sabretme gücü ihsan eder ve böylece onu Allah’ın kendisi için takdir ettiği mertebeye ulaştırır.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 272)

“Allah, batan bir diken de dahil olmak üzere, başına gelen her bir musibet sebebiyle müslümanın hatalarını (günahlarını) örtmekle kalmaz, onu bir derece de yükseltir.” (Buhârî, Merdâ, 1; Müslim, Birr, 46-47)

“Bir müslümana isabet etmiş herhangi bir hastalık, dert, hüzün ve hatta gam yoktur ki, Allah (cc) bunu onun hataları için kefaret kılmış olmasın!” (Müslim, Birr, 52; Ahmed, Musned, 3, 24)

“Ben kulumu –iki gözünü kastederek- iki sevgilisiyle imtihan ettiğimde o buna sabrederse, iki göze bedel olarak ona cennette ona daha güzel göz veririm.” (Buhârî, Merdâ, 7)

“Kimin iki sevgilisini (gözünü) alır da, o buna sabreder ve ecrini Allah’tan umarsa, sevap olarak cennetten başka bir şeye razı olmam.” (Tirmizî, Zühd, 57)

Engellileri olan ailelere tavsiyeler:

1. İmtihanın ağırlığı, mükafatın büyüklüğünün sebebidir.

“Mükâfatın büyüklüğü, ibtilânın (imtihanın) büyüklüğü nisbetindedir.”

2. İmtihanın ağırlığı, Allah (cc) katında değerinin olduğunun işaretidir.
3. İmtihanın ağırlığı, taşıyabilecek sağlamlığın sana verildiğinin göstergesidir.
4. İmtihanın ağırlığı, sürekli seni Allah’a yakınlaştıracak en önemli vesiledir.
5. İmtihanın ağırlığı, her daim merhamet duygusunun ziyadeleşeceğinin müjdesidir.

Memleketimizin yaklaşık yüzde 12’si, yani 8.5 milyon civarında engelli kardeşimiz var.

Engelli kardeşlerimize karşı vazifelerimiz:

1. Acıma! Gerektiği yerde yardım etmeyi unutma!
“Âmâya rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman, ihtiyacı olanın ihtiyacını gidermesi için ona yardımcı olman, derman arayan dertliye yardım için koşuşturman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir…” (Ahmed b.Hanbel, Müsned, 5, 168-9)

2. Kınama! Her an o hale düşebileceğini unutma!
“Her insan engelli adayıdır.”

3. Saygılı ol! Canlı bir ayet ile karşı karşıya olduğunu unutma!

4. Abartma! Aşırlıklara kapı açmayarak normal davranmayı unutma!

5. Şükret! Onun gibi olmadığın için değil, nimete mazhar olduğunu unutma!

Sahabe içerisinde engelli Sahabîler var mıydı?

Hayatlarını bildiğimiz, 10.000 Sahabî içerisinde, 143 tane Sahabi efendimizin engelli olduğunu görüyoruz.
54 tanesi görme engelli
3 tanesi konuşma engelli
51 tanesinin bedensel engelli
6 tanesinin zihinsel engelli
24 tanesinin süreğen/kronik hastalıklara sahip olanlar
5 tanesinin de diğer engelliler olduğunu görmekteyiz.

“Gel kendisi yüzünden Rabbimin beni azarladığı insan!”

“Mazereti/özrü olanlar müstesna müminlerden oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.” (Nisa Sûresi, 4/95)

Muhammed Emin Yıldırım

12 Mart 2018 Pazartesi

Lohusalık (özet)

Nifas; parçalanmış organlar halinde de olsa çocuk doğurmanın ardından, kadının rahminden gelen kan veya organları belli olduktan sonra düşük de olsa, çocuğun yarıdan çoğunun çıkması, ya da doğurduğu çocuğun ardından gelen kan sebebiyle kadında oluşan bir şer`î engel hali demektir.

** Organları belli olmamış çocuk düşerse gelen kanama lohusalık sayılmaz.

Lohusalığın Başlangıcı:

Tarifte de değindiğimiz gibi lohusalık, çocuğun yarıdan çoğunun çıkmasıyla başlar. Yarıyı belirlemek için çocuğun doğru gelmesinde göğsüne, ters gelmesinde ise göbeğine itibar edilir.

Hamile kadından, doğumdan hemen önce bile olsa, çocuk çıkmadan gelen kan hastalık kanıdır. Âdetin en az süresi kadar uzasa bile âdet ya da lohusalık kanı değildir.

Doğum yaptığı halde fercinden kan gelmeyen kadın da yıkanma konusunda, fetvâ verilen görüşe göre lohusadır. Yani yıkanması gerekir. Çünkü doğan çocukla beraber en azından kanın bir ıslaklığının bulunmadığı olmaz. Ya da çocuğun çıkması lohusalık için zaten başlı başına bir sebeptir. Ayrıca kan aramaya gerek yoktur.

Lohusalığın Ölçüsü:

Lohusalığın en azının bir ölçüsü yoktur. Doğum yaptıktan bir saat sonra kan kesilse yıkanır ve ibâdetlerini normal şekilde yapar. Çünkü kanın lohusalık kanı olduğuna doğumdan başka bir delil gerekmez.

Lohusalığın en çoğu ise kırk gündür. kırk günü aşan kan lohusalık ya da âdet kanı değil, hastalık kanı olmuş olur.

Lohusalık Âdetinde Değişme (İntikat):

Kadının lohusalıktaki âdeti, önceki doğumunda kan gördüğü günler kadardır. Buna göre meselâ, önceki doğumunda 25 gün kan görse bu, onun âdeti sayılacağından ikinci doğumunda 40 günü aşan bir sayıda, meselâ 45 gün kan görse, 25 günü geçen bu 20 gününün lohusalık değil hastalık kanı olduğu anlaşılır. Ve bırakılan ibâdetler kaza edilir.

İkinci doğumda kan 40 günü aşmaz da, meselâ 39 ya da 40 gün devam ederse, bu defa lohusalıktaki âdeti 39 ya da 40 güne intikal etmiş sayılır ve 40 günü aşmadığı için bunların, hepsi lohusalık kanı olmuş olur.

Lohusalıkta âdetin değişmesine (intikaline) şu örnekleri de verebiliriz:

a) Lohusalık âdeti 20 gün olan bir kadın, sonraki doğumunda 10 gün kan görse, 20 gün temiz kalsa ve 11 gün daha kan görse toplamı 41 gün eder ki, bununla âdeti olan 20 günü geçen kısmının hastalık kanı olduğu anlaşılır. Buna göre 10 günü temiz geçen ilk 20 günü, yine âdeti olduğu üzere lohusalıktir. Geri kalan günleride temiz sayıldığı için ibâdetlerini kaza edecektir.


b) Aynı kadın 18 gün kan görse, 22 gün temiz kalsa ve tekrar 1 gün daha kan görse, bu defa lohusalık âdeti 20 günden 18 güne intikal etmiş olur.Çünkü 18 gün kan gördükten sonra geçirdiği temizlik 15 günü aştığı için tam temizliktir ve son kan 40 günü aştığı için de iki lohusalık kanı arasında değildir.Böyle bir temizlikle lohusalığın sona erdiği anlaşılır.

Son gördüğü 1 gün kan ise eksik kan olduğundan hastalık kanı olmuş olur. Bu kan 1 gün değil de şayet 3 gün olmuş olsaydı âdet kanı olmuş olacaktı ve son gördüğü 1 gün kanı 40 günü aşmadan görmüş olsaydı, temiz geçirdiği günlerin sayısı 15 günü geçmiş olsa da yine hepsi lohusalık olmuş olacaktı.


c) Aynı kadın 5 gün kan görse 34 gün temiz kalsa, tekrar 1 gün daha kan görse toplamı 40 gün edeceğinden, yani 40 günü aşmamış olacağından bu kadının lohusalık âdeti 20 günden 40 güne intikal etmiş ve 40 günün tamamı lohusalık olmuş otur.

d) Yine bu kadın 1 gün kan görse, 34 gün temiz kalsa, tekrar 1 gün kan görse, 15 gün temiz kalsa ve yine bir gün kan görse, bu kadının lohusalığı, sonu kan olan 36 gündür. Yani âdetine 16 gün eklenmiş ve âdeti değişmiş (intikal etmiş)tir. Çünkü son kandan önceki temizlik tam ve sağlam temizliktir; dolayısı ile kan 40 günü geçmemiştir.


e) Aynı kadın 20 gün kan gördüğü bu doğumundan sonraki doğumunda, 1 gün kan görse, 30 gün temiz kalsa, tekrar 1 gün kan görse, 14 gün temiz kalsa ve 1 gün daha kan görse, lohusalık süresi âdeti olduğu üzere yine ilk 20 gündür. Çünkü ikinci kan ve ikinci temizlik eksik kan ve eksik temizliktir; âdet kanı ve âdet temizliği olamazlar. Eksik temizliklerde de kan devam etmiş sayılacağından ve kan gelen günlerin toplamı böylece 40 günü geçtiğinden kadın ilk âdetine döner ki, o da 20 gündür.

Bütün bu örnekleri İmam Ebû Hanife`nin şu görüşü özetler biçimdedir: Doğumdan sonra kan 40 günün içinde gelirse, araya giren temiz günler çok olsa da ayırıcı olamaz ve kan sürekli akmış sayılır. Hatta kadın doğumunda 1 saat kadar kan görse, 39 gün temiz kaldıktan sonra 40. günde de 1 saat kadar kan görse bu 40 günün tamamında lohusa sayılır.


 İkiz Doğumda Lohusalık:

Her iki doğum arasında süre altı aydan az olmak üzere kadının bir batından iki ya da daha fazla çocuk doğurması halinde lohusalık sadece birinciden olur, daha sonraki doğumlar için lohusalık yoktur. İsterse birinci ile üçüncü arasındaki süre altı ayı aşmış olsun.

Bu, İmam Ebû Hanife`nin (r.a.) ve İmam Ebû Yûsufun görüşüdür ve sağlam olan da budur.


**Önemli!

Eğer:

1. doğumda 38 gün süren lohusalık
2. doğumda 20 günde biterse Cinsel ilişki için 18 gün beklenmesi ihtiyatlıdır.

Eğer:

İlk doğumda 40 gün içinde kesilen lohusalık kanından sonra boy abdest alınmasının ardından cinsel ilişki caizdir. (40 günün bitmesi beklenmez)

** Nifastan sonra gelen kanın adet sayılması için:

1- Gelen 2. kanama 40 gün içinde olmayacak

2- Nifas kanaması ile adet kanaması arasında en az 15 gün olmalı

https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/lohusalik-nifas-0

11 Mart 2018 Pazar

Hz. Muhammed'in (Sav) peygamberliğinin delillerinden bir kısmı

3. Hz. Muhammed'in (Sav) peygamberliğinin delillerinden bir kısmı:

Kur’an’ın mükemmel belagatı: Okuma yazma bilmeyen bir zât, edebiyatın meşhur olduğu bir toplumda Kur’an ayetlerini okur. Kur’an ayetlerinin mükemmel belagatı müşrikleri hayran bırakır. Bu yüzden Kur’an için “sihir” derler. Ayrıca Arapça dili konusunda uzman olan âlimler Kur’an’ı harf harf incelemişler ve Kur’an’ın insan sözüne benzemeyeceğini söylemişlerdir.

Kur’an’ın önceki tüm peygamberleri tasdik etmesi: Yukarıda da belirtildiği gibi Allah katında tek din İslam’dır. Hz. Adem’den beri gelmiş bütün peygamberler Allah’ın birliğini ilan etmişlerdir. Kur’an’ın en çok vurguladığı nokta da Allah’ın birliğidir. Hristiyanlar ve Yahudiler Allah’a ortak koşarlar. Kur’an ise Allah’ın bir olduğunu söyler ve onların iddialarını çürütür.

Kur’an’ın meydan okumasına karşı inkar edenlerin âciz kalması: Tarihte hiçbir insan, hiçbir topluluk Kur’an gibi bir kitap yazamamıştır. Edebiyat konusunda uzman olan müşrikler eğer Kur’an gibi bir söz söyleyebilselerdi savaşmadan Kur’an davasına karşı zafer kazanabilirlerdi. Ama bunu yapamadılar ve savaşı tercih ettiler.

Kur’an’da en ufak bir çelişkinin bulunmaması: Kur’an’da en ufak bir yanlış bilgi ve çelişki yoktur. Bazı insanların çelişkili ve hatalı zannettiği ayetlerin çelişkili ve hatalı olmadığı binlerce âlim tarafından ispat edilmiştir. Bu konuda Kur’an tefsirlerine bakılabilir.

Kur’an’ın usandırmaması, binlerce insan tarafından ezberlenmesi ve ruhların gıdası olması gösterir ki; Kur’an bir mucizedir: Kur’an hem hayatın mânâsı hakkında hayati konulardan bahseder hem de bir zikir kitabıdır. Kur’an sadece bilgi sahibi olunacak, sadece hayattan ders alınması için okunacak bir kitap değildir. Kur’an aynı zamanda insanlara huzur verir. İnsanların manevi gıdasıdır ve zikirdir.

Kur’an’ın gelecekten doğru bir şekilde haber vermesi Kur’an’ın mucizeliğini gösterir. İşte bir örnek:

“Elif, Lam, Mim. Rum (orduları) yenilgiye uğradı. Dünyanın en alçak yerinde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Bundan önce de sonra da emir Allah’ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir.”Rum Suresi, 1,2,3,4. Ayet Meali

613-614 yılları arasında Mecusi olan Perslerin orduları, Bizans ordularını mağlup etmişti. Mekkeli müşrikler, Ehl-i kitap olan Hristiyanların mağlubiyetine çok sevinmişlerdi. Ancak Kur’an-ı Kerim, bir mucize olarak, o zamanlar müşriklerce imkânsız gibi gözüken gelecekteki bir sonucu haber verdi: 3 ilâ 9 yıl arasında Bizans orduları Persleri mağlup edecekti. Ve Kur’an’ın bu gaybi haberi gerçekleşti.

Kur’an’daki bilgiler bilim ile çelişmez ve modern zamanlardaki bilimsel araştırma sonuçları Kur’andaki bilgileri tasdik etmiştir. Bu konuda Kur’an’ın mucizeliğinin bilimsel çalışmalar ile de görüldüğüne dair yazılan eserler vardır. Örneğin bebeğin anne rahmindeki oluşum aşamaları Kur’an’da Müminun Suresi’nin 13. ve 14.ayetlerinde anlatılır. Bu aşamalar mikroskobik incelemeler sonucunda anlaşılmış ve Kur’an’ın doğruluğu bir kere daha tasdik edilmiştir.

Kur’an’ın getirdiği kanunların insan fıtratına uygunluğu, Kur’ân ahlakı ile ahlaklanan, Kur’an ilmi ile ilim sahibi olan toplumların dünya medeniyetine manevi ve maddi katkıları..

Kur’an’ın getirdiği kanunlar ile insanlara ve toplumlara adil bir şekilde davranılmıştır. Allah’ın birliğine inanan, şirkten uzak duran, Allah’a ibadet eden toplumlar huzura kavuşmuştur. Kur’an’ın ve Hz.Peygamber’in (Sav) sünnetinin yolundan giden bilim adamları Orta Çağ’da yaptıkları bilimsel çalışmalar ile dünya medeniyetine büyük katkı sağlamışlardır. Modern bilimin bu seviyeye gelmesinde Müslüman bilim adamlarının büyük katkıları olmuştur.

İslamiyet’in gelmesi ile beraber kısa zamanda cahil, inatçı kavimler aydınlanmış ve bu kavimler eski kötü alışkanlıklarını terk etmişlerdir.

“Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’ edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi-ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak-vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Cezîretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi?” (1)

Kur’an ahlakı ile ahlaklanan, Kur’an’dan ve Hz.Muhammed’in (Sav) sünnetinden ders alan sahabelerin, müçtehitlerin, asfiyaların, evliyaların ilimleri, güzel ahlakları, ortaya koyduğu eserleri, yetiştirdikleri nurani talebelerinin ilimleri ve güzel ahlakları ispat eder ki; Kur’an Allah’ın kelamıdır ve Hz.Muhammed (Sav) Allah’ın kulu ve elçisidir.

Hz.Muhammed’in (Sav) güzel ahlakını, yalan söylememesini düşmanları bile tasdik etmiştir.

Düşmanlarına bile yalan söylemeyen, Muhammed’ül Emîn (Güvenilir Muhammed) olarak bilinen bir zât Allah’a karşı iftirada bulunamaz. Müşrikler Hz.Muhammed’i (Sav) yalancılıkla suçlamamışlardı. Onu sihir yapmakla suçlamışlardı.

“Hem, bilirsin, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münâzaralı bir dâvâda hicabsız, pervâsız, küçük fakat hacâletâver bir yalanı, düşmanları yanında, hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez. Şimdi bak bu zâta: Pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husûmet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicab, telâşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür?” (2)

Bunlar gibi nice deliller ispat eder ki; Hz.Muhammed (Sav) Allah’ın kulu ve elçisidir ve İslam’dan başka doğru din yoktur.


(1) ve (2) Sözler (Risale-i Nur)

10 Mart 2018 Cumartesi

Tek doğru dinin ve peygamberliğin gerekliliğinin delillerinden bir kısmı

2. Tek doğru dinin ve peygamberliğin gerekliliğinin delillerinden bir kısmı :

Görüyoruz ki; kainattaki varlıklar kusursuzca vazifelerini yapıyorlar. Bilinci, şuuru, ilmi, iradesi olmayan Güneş ve yıldızlar belli bir yörüngede, belli bir düzen içerisinde hareket ediyorlar. Canlıları tanımayan, canlılara karşı merhamet hissi olmayan Güneş, Allah’ın izni ile canlıların imdadına koşuyor, canlılara ısı ve ışığını ulaştırıyor. Aynı şekilde canlıları tanımayan, canlılara merhamet etmeyen, bilinçsiz, ilimsiz bulutlar Allah’ın emri ile beraber toplanıyorlar ve çarpışarak ihtiyaç sahibi canlılara yardım eden ve ölü toprağı canlandıran yağmur damlalarını çıkartıyorlar. Bilinçleri dar, âciz, zayıf, ilimsiz arılar Allah’ın ilham etmesi ile bal üretiyorlar. Eğer Allah bu arılara görevlerini bildirmese bu merhametsiz, ilimsiz arılar lezzetli, faydalı bal nimetini üretemezler. Demek ki; sonsuz ilim ve sonsuz kudret sahibi olan bir Yaratıcı bu varlıklara vazifelerini bildiriyor.

“Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin.”Kur’an; 16/68

Ve şimdi soruyoruz:

* Kainattaki varlıklara vazifelerini bildiren Allah’ın; akıl sahibi, irade sahibi olan insana hayattaki görevini öğretmemesi mümkün olabilir mi? Kainattaki varlıkları başıboş, vazifesiz bırakmayan Allah, insanı başıboş ve vazifesiz bırakır mı?

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zannediyor!”Kıyame Suresi 36. Ayet Meali

* Hayatın anlamı, insanın nereden geldiği, hayattaki vazifesinin ne olduğu, ne yapması gerektiği, nereye gideceği gibi çok mühim meseleler peygamberler vasıtası ile anlaşılabilir.

İnsan, aklı ile pek çok bilgiyi öğrenebilir, pek çok sorunun üstesinden gelebilir. Ancak yine de insan aklı sınırlıdır. İnsan, aklı ile bütün sorunların üstesinden gelemez. Hakikat karşısında insan aklı karanlıkta bir yıldız böceği gibidir. İnsan sadece kendi aklına başvurarak hayatın anlamını, nereden geldiğini, vazifesinin ne olduğunu bulamaz. Yıldız böceği hükmündeki insan, bir Güneş’e dayanmak zorundadır. O Güneş ise mesajını cüz’i irade sahibi varlıklardan değil, külli irade sahibi olan, tüm kainatı yoktan var eden, sonsuz hayata, sonsuz ilme, sonsuz kudrete sahip olan bir Zât’tan almalıdır. Demek ki; insana hayatın anlamını gösterebilecek olan ancak hayatı yaratan olabilir. İşte insana hayatın gayesini, kainattaki sırları, insanın vazifesini, insanın nereden geldiğini, nereye gideceğini öğretenler hayatı yaratan Allah’tan mesajı alan peygamberlerdir.

* Allah’ın izzeti, merhameti ve adaleti dinin ve ahiret gününün gerekliliğini gösterir.

Görüyoruz ki; kainattaki varlıklar Allah’ın emri ile vazifelerini yapıyorlar, bir düzenli ordunun askerleri gibi hareket ediyor ve Allah’a itaat ederek çalışıyorlar. Demek ki; bu kainat sarayının sultanı olan Allah izzetlidir. Ancak görüyoruz ki; bu dünyada âsi kullar var ve âsi kullar hak ettikleri cezayı bu dünyada görmüyorlar. Bir sultan saltanatındaki düzeni korumak için kanunlar çıkarır. Peki kainatın sultanı olan ve sonsuz izzet sahibi olan Allah, kullarını başıboş bırakır mı? Elbette bırakmaz. Allah, kullarına peygamberler vasıtasıyla emreder. Demek ki; Allah’ın emirlerine uymayan âsilerin cezalandırılacağı ve Allah’ın, izzetini tam olarak göstereceği bir ahiret hayatı olmak zorundadır.

Hem görüyoruz ki; Allah merhametlidir. Allah, Güneş vasıtasıyla canlılara ısı ve ışık verir, yağmur vasıtasıyla ölü toprağı diriltir, ağaçtan çıkan meyveler, topraktan çıkan bitkiler ile bizlere rızık verir. Allah canlıların birbirlerine karşı olan şefkat ve merhamet hislerini yaratır. Allah bize sonsuza kadar yaşama isteği vermiştir. Dünyevi lezzetler insanı tatmin etmez. Demek ki; Allah merhamet sahibidir. Ve Allah’ı seven, O’na iman eden ve O’na ibadet eden, O’ndan korkan kullar bu dünyada çok sıkıntılar çekerler. Eğer sonsuz yaşama isteğinin karşılanacağı bir ahiret yurdu olmaz ise bu durum Allah’ın hikmetine ve merhametine aykırı olur. Demek ki; Allah’ın merhametinin tam olarak görüleceği bir ahiret yurdu olmak zorundadır. Ahiret yurdu olduğuna göre Allah, kullarına ahiret yurdu için çalışmaları gerektiğini bildirmelidir. Yoksa insan bu dünyadaki vazifesinin ne olduğunu bilemez. Demek ki; Allah, kullarına gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu ve kulların bu dünyada ahiret hayatını kazanmak için çalışmaları gerektiğini bildirir.

Hem görüyoruz ki; Allah adildir. Bir sineğe kartalın kanadı verilmemiştir. Hiç kimseye taşıyamayacağı yükler yüklenmemiştir. Kainatta kusursuz bir ölçü ve denge vardır. Organlar belli bir ölçü ile yaratılmıştır. Küçük, zayıf, âciz varlıklara bile rızıkları verilmektedir. Âciz yavrular korunmaktadırlar. İşte bu gibi örnekler gösteriyor ki; Allah adildir. Adil olan Allah, kullarının da adaletli olmasını ister ve bunun için kullarına neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bildirir. Görüyoruz ki; bu dünyada insanlar adalete aykırı işler yapıyorlar ve hak ettikleri cezaları bu dünyada tamamen almıyorlar. Eğer ahiret yurdu olmaz ise bu durum Allah’ın adaletine aykırı olur. Demek ki; Allah’ın adaletinin tam olarak görüleceği bir ahiret yurdu olmak zorundadır. Demek ki; bu dünyadaki yaşamdan sonra başka bir yaşam daha vardır. Demek ki; bu dünya bir imtihan yeridir. Demek ki; Allah, kullarına emirlerini bildirmiştir ve Allah, kullarını başıboş bırakmamıştır.

* Tüm kainat hikmetli ve sanatlı bir şekilde yaratılmıştır. Peygamberler ise kainat kitabının mânâlarını ders veren muallimler (öğretmen), liderler, rehberler, aydınlatıcı zâtlardır. İnsan dünyevi ilimler için bile öğretmenlere, kitaplara, rehberlere ihtiyaç duyar. Demek ki; insana hayatın gayesini, yaşamın sırlarını öğretecek olan peygamberler olmak zorundadır.

Allah, bu kainat sarayını bir çok hikmetler ile yaratmıştır. Allah kendi isim ve sıfatlarını ve bu kainat sarayını kullarına tanıtacak rehberleri, muallimleri (öğretmen) göndermiştir. Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (Sav) muallim olarak gönderildiğini buyurmuştur.

* Allah, kainatta yarattığı mükemmel eserler ile kendi kemâlini, sanatını, ilmini, kudretini gösterir ve kullarına nimetler ihsan ederek kendisini sevdirir. Bunun karşılığında ise peygamberler vasıtasıyla kulların kulluk vazifelerinin neler olduğunu şuur sahiplerine bildirir.

“Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.”
İbrahim Sûresi 4. Ayet Meali

* Allah bu dünyayı bir imtihan dünyası yapmayı dilemiştir. Bu sebeple peygamberler bizim gibi insanlardır. Eğer herkesin inanmak zorunda kalacağı bir şekilde peygamber gönderilseydi o zaman imtihan sırrı bozulurdu. Aynı şekilde insanlar melek görselerdi o zaman imtihan sırrına aykırı bir durum olacaktı.

“Muhammed’e (görebileceğimiz) bir melek indirilseydi ya! dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı.”En’âm Suresi 8. Ayet Meali

Peygamberlerin ortak özelliklerinden bir kısmı:
Allah’a ortak koşan insanlara Allah’ın birliğini bildirmişlerdir.
İnsanlara hayatın mânâsını, insanın dünyadaki vazifesini Allah’tan gelen vahiy ile, yani kesin doğru bilgi ile açıklamışlardır.
Peygamberler güzel ahlaklıdırlar ve insanlara güzel ahlakı öğretmişlerdir.
Binlerce insan onların mucizelerine şahit olmuştur.
Bütün peygamberler İslam dininin peygamberidirler. Peygamberlere inananlara Müslüman denir. Çünkü Allah katında İslam’dan başka din yoktur.

“Şüphesiz, Allah katında tek din, İslâm’dır.”Âl-i İmran Suresi 19. Ayet Meali

“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki; kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”Âl-i İmran Suresi 85. Ayet Meali


9 Mart 2018 Cuma

Bir Yaratıcı'nın varlığının delillerinden bir kısmı


1. Bir Yaratıcı'nın varlığının delillerinden bir kısmı:

Din gerekli midir? Hangi din doğrudur? Doğru din hangisidir? Gibi sorular cevaplanıyor ve İslam’ın tek doğru din olduğu mantıksal delillerle ispat ediliyor.

Bir harf katipsiz, bir saray ustasız olmaz. Öyle ise bu kainat sarayının bir Yaratıcısı olmak zorundadır.

Hayat, ilim, irade, kudret sıfatlarına sahip olmayan zerreler kendi kendilerine var olamazlar.

Bir kitabı yazan kâtibin hayatı, kitabı yazmak için gerekli ilmi, kitabı yazıp yazmayacağına karar verecek iradesi, kitabı yazmaya gücü yetecek kudreti vardır. Kainat da bir kitap gibidir. Bir harf katipsiz olamaz iken şu muntazam kainat kitabının yaratıcısının, sahibinin olmaması düşünülebilir mi? Hayatsız, ilimsiz, iradesiz maddeler kendi kendilerine var olamazlar. Şuursuz tabiat kendi kendini var edemez.

Kainattaki varlıklar hikmetli işler yapmaktadırlar. Bu hikmetli işleri şuursuz, ilimsiz, kudretsiz, iradesiz maddelerin yapması imkansızdır.

Güneş belli bir yörüngede hareket eder ve yeryüzüne ısı ve ışığını ulaştırır. Bulutlar yağmura ihtiyaç duyan canlıların ve toprağın yardımına koşar. Arılar bal yapar, inekler süt verir ve insanlar bu leziz nimetlerden faydalanırlar. Peki soralım: Güneş bizi tanır mı? Güneş kendi ilmi ve kendi iradesi ile mi bu hikmetli işleri yapar? Bulutlar bize merhamet eder mi? Bulutların canlıların ihtiyaçlarını karşılayacak ilimleri, iradeleri, merhametleri var mıdır? Arılar kendi ilimleri ile mi bal yaparlar? İnekler kendi şuurları ve iradeleri ile mi süt verirler? Bir cansız, ilimsiz, iradesiz tohumdan koca bir ağaç çıkar. Ve o ilimsiz, iradesiz ağaçlardan farklı lezzetler, farklı renkler, farklı suretlerde, vitaminli meyveler çıkar. Bu işleri bir Yaratıcı’nın yarattığı kabul edilmez ise o zaman o cansız, şuursuz, ilimsiz tohumdaki tüm zerrelerin, atom parçacıklarının bu muntazam işleri yapacak ilme, kudrete sahip olduğunu kabul etmek gerekecektir. Çünkü mesela ağacın programı muntazamdır. Her bir zerre ağacın programını bilmelidir ki; bu programı düzenlesin. Eğer bilmez ise yapamaz, düzenleyemez. Demek ki; bu işleri o şuursuz, ilimsiz, hayatsız zerreler yaratmıyor. Demek ki; yoku var eden, bir tohumu bir bahar mevsimi gibi kolaylıkla yaratabilen, bir ağacın programını yaratıp bildiği gibi, tüm ağaçların programını da yaratan ve bilen, her bir zerreye hâkim olabildiği gibi tüm kainata hâkim olabilen, zamanı, mekanı, maddeyi, ruhu yoktan var eden, hiç bir şeye ihtiyaç duymayan, hiç bir şeye benzemeyen, tüm eksikliklerden münezzeh bir Yaratıcı’nın varlığı kabul edilmek zorundadır.

Dış etkenleri tanıyacak şuura, bilecek ilme sahip olmayan maddeler kendi kendisinin yaratıcısı olamaz ve kendi varlığını da kendi başına devam ettiremez.

Güneş’in nesneler üzerinde ısı ve ışığı yansır. Eğer bu nesneler üzerinde yansıyan ısı ve ışığın Güneş’ten geldiği inkar edilirse o zaman bu nesneler üzerindeki her bir zerrenin bu ısı ve ışığa kendi kendisiyle sahip olduğunu kabul etmek gerekecektir. Bu ise her bir zerreye Güneş’in özelliklerini vermek anlamına gelir. İşte kainattaki varlıkların bir olan Yaratıcı tarafından yaratıldığı kabul edilmez ise o zaman her bir varlığın her bir zerresinin dış etkenlerden haberdar olduğu, mesela her bir atom parçasının Güneş’in hareketlerini, yiyecek ve içeceklerin tüm özelliklerini bilmesi, onlara hâkim olması, onları idare etmesi kabul edilecektir. Mesela insanın sindirim sisteminin düzgün çalışması için binlerce hücre iş yapar. Eğer bu hücrelerin bu işleri bir Yaratıcı’dan bağımsız olarak yaptığı kabul edilirse o zaman bu hücrelerin sindirim sistemindeki diğer hücrelerin yaptığı işleri, o yiyecek ve içeceklerin özelliklerini bilecek ilme ve onların hepsini idare edecek kudrete sahip olduğunu da kabul etmek gerekir. Eğer o bir hücre, yiyecek ve içeceklerin özelliklerini bilemez, diğer hücreleri ve vücudun diğer azalarını tanımaz ise bu işleri yapamaz. Ama görüyoruz ki; ilmi, iradesi olmayan bu hücreler muntazam bir ordunun askerleri gibi hareket ediyorlar, kusursuzca işler yapıyorlar ve yaptıkları işlerin sonucunda hikmetli işler çıkıyor. Demek ki; bu şuursuz, ilimsiz zerreler başıboş değiller. Demek ki; onları kusursuzca çalıştıran sonsuz ilim ve sonsuz kudret sahibi bir Zât vardır.

Varlıkların hızlıca, kolayca, karıştırılmadan, hatasızca, intizamlı bir şekilde varlığa gelmesi ve varlıklarının devam etmesi şuursuz, ilimsiz tabiat ile açıklanamaz.

Mesela bir dakika içerisinde dünyanın farklı yerlerinde, hızlıca, kolayca, hatasızca, intizamlı bir şekilde farklı türde, farklı surette milyonlarca canlı, varlığa geliyor. Bir bahar mevsiminde farklı yerlerde, aynı anda, binlerce farklı bitkiler, meyveler ortaya çıkıyor. Bu hızlı, kolay, aynı anda, farklı yerlerde, hatasızca, intizamla meydana gelen işler gösteriyor ki; bu mükemmel işler şuursuz, ilimsiz tabiata havale edilemez.

Milyonlarca bilginin küçücük cisimler içerisinde muhafaza edilmesi şuursuz tabiat ve tesadüf ile açıklanamaz.

Görüyoruz ki; bir bitkinin programı tohumunda, bir hayvanın özellikleri yumurtasında, bir insanın özellikleri menide muhafaza edilmiştir. Tek bir hücrede bulunan DNA molekülleri, az bir yer kaplayan insan beyni devasa bilgiler içerir. Bu muhafaza şuursuz, ilimsiz, iradesiz tabiata ve tesadüfe havale edilemez.

Eğer varlığa gelişler her bir zerreye ayrı ayrı havale edilirse (ki bu zerreler hayat, yaratıcılık, kudret, ilim gibi sıfatlara sahip değildirler) o zaman büyük bir zorluk (imkansızlık) söz konusu olur.

Mesela bir ordunun teçhizatı bir fabrikadan, bir merkezden, bir emirle çıksa bu, bir askerin teçhizatının çıkması gibi kolay olur. Ancak her bir askerin teçhizatı ayrı ayrı fabrikalardan, ayrı ayrı merkezlerden, ayrı ayrı emirlerle çıksa büyük bir zorluk ve masraf söz konusu olur. Demek ki; kainattaki varlıkların varlığa gelişleri sonsuz hayat, sonsuz ilim, sonsuz kudret, sonsuz irade sahibi ve bir olan Zât’a havale edilmek zorundadır. Şuursuz tabiat ve kör tesadüf kainatı var edemeyeceği gibi bir zerreyi de var edemez.

Varlıklardaki sanat ve estetik:

Varlıkların farklı renkleri, farklı suretleri, göze hoş gelen, estetik biçimleri, organların muntazam oluşu gösterir ki; varlıkları sanatlı yaratan sonsuz kudret sahibi bir Zât vardır.


8 Mart 2018 Perşembe

Şeriat ve Kadın – Şeriatta Kadın Hakları


Şeriat ve Kadın: Şeriatta (İslam’da) Kadının Hakları Nelerdir?

İslam’da kadının yeri ve önemi büyüktür. Şeriat adalettir. Şeriat erkeklere de kadınlara da haklar verir ve kimseye zulmetmez çünkü şeriat adaletsizlikten, âcizlikten münezzeh, sonsuz izzet ve sonsuz kudret sahibi olan Allah’ın kanunlarıdır.

Ayrıca İslam şeriatının ne anlama geldiğini, neleri içerdiğini anlatan yazımız da okunabilir:Şeriat Nedir?

Şeriat zerrelerden yıldızlara tüm kainatı yoktan var eden, kainatın hâkimi olan, sonsuz hayat, sonsuz kudret, sonsuz ilim sahibi, zamanı, mekanı, maddeyi, ruhu yaratan Allah’ın kanunudur. Bir serçeye kartal kanadı kadar büyük kanat yüklemeyen, annenin yavrusuna olan şefkat hissini yaratan Allah sonsuz adalet ve sonsuz merhamet sahibidir.

Kainattaki varlıklar belli vazifelere sahiptirler. Güneş ısı ve ışık verir. Arılar bal yapar. Peki şuur sahibi, irade sahibi olan insan vazifesiz kalabilir mi? Elbette insan başıboş kalamaz. Yıldızları, arıları, inekleri, bitkileri başıboş bırakmayan Allah, insanı da başıboş bırakmaz. Demek ki; insanlara hayatın anlamını, insanın yaratılış gayesini öğretecek olan peygamberler olmak zorundadır. Tüm peygamberler tek doğru din olan İslam’ın peygamberleridir. Allah’a ortak koşulmasını yasaklayan, Allah’ın birliğini ilan eden, şirki reddeden tek din İslamdır. İslamiyet Allah’ın dinidir. Allah’ın dininde adaletsizlik olması mümkün değildir çünkü adaletsizlik âcizliğin göstergesidir. Allah ise tüm âcizliklerden münezzehtir.

İslamiyet tüm insanlığa adilce davranmayı emreder. İslam hem kadınlara, hem de erkeklere belirli haklar vermiştir.

İslam Cennet’i kadının ayakları altına seren dindir. Kur’an’ın en uzun üç suresinden biri Nisa suresidir. “Nisa” Arapça’da “kadınlar” demektir. Kur’an Hazreti Meryem ve Hazreti Asiye’den uzun uzun bahseder ve onları yüceltir. Hazreti Peygamber’in (Sav) soyu Hazreti Fatıma’dan devam eder. İlk Müslüman olan sahabi Hazreti Haticedir. En çok hadis rivayet eden, bize en çok İslamiyet’i öğreten sahabelerden biri Hazreti Ayşe’dir.

İnsanların en hayırlısı Resulullah (Sav) şöyle buyurdu:

“Dîninizin üçte birini Hümeyrâ’dan öğreniniz.”
Medâric-ün-Nübüvve

Peygamberimiz (Sav) Hz.Ayşe’yi çok severdi ve ona “Hümeyra” derdi.

Kadınlara iyi davranmak konusunda pek çok hadis-i şerif vardır. Birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:

“Mü’minlerin îmân bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. Hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlardır.”Tirmizî, Radâ` 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; İbni Mâce, Nikâh 50

Muâviye İbni Hayde radıyallahu anh şöyle dedi:

– Yâ Resûlallah! Kadınlarımızın bizim üzerimizdeki hakkı nedir? diye sordum. Şöyle buyurdu:

–”Yediğiniz ölçüde yedirmek, giydiğiniz seviyede giydirmek, yüzlerine vurmamak, yaptıkları işin ve kendilerinin çirkin olduğunu söylememek, onları yataklarında yalnız bırakmak gerekirse, bu işi sadece evde yapmaktır.”
Ebû Dâvûd, Radâ` 41. Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 3


İslamiyet’in Kadına Verdiği Haklar

Nafaka (Barınma, Yiyecek, Giyecek, Tedavi Masraflarının Karşılanması) Hakkı

Mehir Hakkı

Eğitim Hakkı

Çalışma, Ticaret Yapma, Şirket Kurma Hakkı

Seçme ve Seçilme Hakkı

Kanun Önünde Eşitçe Muamele Görme Hakkı

Miras Hakkı

Boşanma Hakkı

Evleneceği Eşi Seçme ve Nikah Akdini Bizzat Yapma Hakkı

Cinsel Hakları

Kocasından İyi Davranış Görme Hakkı

Kocasını veya Başkasını Şikayet Etme Hakkı

Kocası Tarafından Ani Baskınlarla Rahatsız Edilmeme Hakkı

Süt Annesi Bulunan Çocuğunu Emzirmeme Hakkı

Hizmetçi Tutma Hakkı

Kocasının Yakınlarının Bulunmadığı Bir Evde Oturma Hakkı

Haftada Bir Kez Anne Babasını Ziyaret Etme Hakkı

Araba Kullanma Hakkı


7 Mart 2018 Çarşamba

İslamda Kadınların Dövülmesi İle İlgili Olan Nisa Suresi 34.Ayet Ve İzahı

Kadınların dövülmesi farz değil, vacip değil, sünnet değildir. Peygamber Efendimiz (Sav) hiçbir zaman eşlerini dövmemiştir. Ayette bahsedilen “isyankar” kadınlar da dahil olmak üzere kadınların yüzlerine vurmak, yüzünü gözünü morartmak, vücudunda iz bırakacak şekilde dövmek yasaklanmıştır.

Nisa Suresi 34.ayet meali:

“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler, kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdır. Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara ögüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür. Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin; düzeltmek isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır”
(Nisa: 4/34-35).

Birincisi:
Bu ayette açıkça görülüyor ki; dövülmesine izin verilen kadınlar bütün kadınlar değil, kocasına isyan eden, ailenin düzenini bozma gayretinde olan, kocasına haksızlık yapan, nasihat dinlemeyen, kocaları tarafından yataklarında yalnız bırakılan ancak kocasının bu tepkilerine rağmen kocasına isyan etmeye devam eden kadınlardır.

“… ve hanımlarınızla güzel bir şekilde geçinin…”
(Nisa: 4/19) ayeti açık bir şekilde kocaların hanımlarıyla güzel geçinmesi gerektiğini anlatır.

İkincisi: Kocasına karşı isyankar olan bu kadınların hafifçe dövülmesi bir emir değil, bir ruhsattır. Peygamber Efendimiz (Sav) hiçbir zaman eşlerini dövmemiş ve ayette bahsedilen bu ruhsatı da kullanmamıştır.

Üçüncüsü:
Amaç, kadının canını acıtmak, kadına işkence çektirmek değil, kadının onuru ve gururunu harekete geçirmek ve onu yanlış yoldan döndürmek ve sonuç olarak evlilikteki huzuru muhafaza etmektir. Bu sebeple kadının yüzünü gözünü morartmak, vücudunda iz çıkacak şekilde dövmek, kadının yüzüne vurmak yasaklanmıştır.

Dördüncüsü:
Kur’an ve hadis-i şeriflerde kadının ufak tefek hataları sebebiyle dövülmesine izin verilmemiştir. Aksine İslam kadına haksızlık etmeyi yasaklamıştır. Ayette geçen “Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın.” ifadesi de kadının ufak tefek hataları sebebiyle dövülemeyeceğini gösterir.

Peygamber Efendimiz (Sav) ayette geçen istisnai durum haricinde kadınların dövülmesini yasaklamıştır. Kadınlara iyi davranılması konusunda bazı hadis-i şerifler:

“Gündüz karısını köle gibi kırbaçlayan birisi akşam onunla aynı yatağa nasıl girecek?”
(Buhârî, “Nikâh”, 93; Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 60).

“Mü’minlerin îmân bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. Hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlardır.”
Tirmizî, Radâ` 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; İbni Mâce, Nikâh 50

Muâviye İbni Hayde radıyallahu anh şöyle dedi:

– Yâ Resûlallah! Kadınlarımızın bizim üzerimizdeki hakkı nedir? diye sordum. Şöyle buyurdu:

–”Yediğiniz ölçüde yedirmek, giydiğiniz seviyede giydirmek, yüzlerine vurmamak, yaptıkları işin ve kendilerinin çirkin olduğunu söylememek, onları yataklarında yalnız bırakmak gerekirse, bu işi sadece evde yapmaktır.”
Ebû Dâvûd, Radâ` 41. Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 3


6 Mart 2018 Salı

DÜŞÜK

1- Organları Belirgin Düşük

İslâm Hukukunda "sakt" kelimesiyle anlatılan düşük sadece organları belirmiş olan düşüktür. Ama bütün organların belirmiş olması şart değildir. Saç ve tırnak gibi bazı organlarının belirmesi, çocuk sayılması için yeterlidir.

Böylece bir kısım organları belirmiş çocuğu düşen kadın, bununla lohusa olur ve normal doğumla ilgili bütün hükümler onun için de geçerli olur. Meselâ iddeti sona erer, çocuk düşmeden önce gördüğü kan âdet kanı olmaz.

Organları Belirsiz Düşük

Hiçbir organı belli olmayan düşük, çocuk sayılmaz ve bununla çocuğa ait hükümler geçerli olmaz.

Böyle bir düşükle gelen kan; nisaba ulaşırsa, yani âdetin en az miktarı olan üç gün sürerse ve öncesinde de bir tam temizlik geçmişse âdet kanıdır. Bu iki şartları biz, ya da her ikisi eksikse hastalık kanıdır.

Organları Belirgin Olup Olmadığı Bilinmeyen Düşük

Kadın, meselâ tuvalette düşük yaptığı için, organlarının belirgin olup olmadığını bilmemesi halinde; bu düşürme olayı âdet günlerinin başlangıcına rastlamış ve bununla kan devam etmişse: âdet günleri sayısınca namaz ve orucunu kesinkes terkeder. Çünkü bu günlerinde ya âdetlidir ya da lohusadır. Sonra yıkanır ve temizlik âdeti kadar süre namazlarını şüpheli bir şekilde kılar. Çünkü lohusa olma ihtimali de vardır. Sonra âdeti kadar süre namazlarını yine kesinlik ifade eder tarzda kılmaz. Çünkü yine ya lohusadır veya âdetlidır. Sonra yıkanır ve temizlik âdeti kadar süre -kırk günü doldurmuşsa- kesin tarzda kılar, doldurmamışsa dolduracak kadar sürede şüpheli bir şekilde, doldurduktan sonrakileride kesin olarak kılar. Sonra bu minval üzere devam eder.

Eğer âdet günlerinden sonra böyle bir düşük yapmışsa; bu düşük, temizlik günlerine rastladığı için, temizlik âdeti kadar gün namazını şüpheyle kılar. Sonra âdetine rastlayan günlerde kesin olarak bırakır. Çünkü ya lohusadır ya da âdetlidır.

Bu son iki maddede anlatılan meselede göz önünde bulundurulan şey, şüpheye yer vermemek ve ihtiyatli olanla amel etmektir.

Hamile kadınla cinsel ilişki, tibbî bir sakınca tesbit edilinceye kadar serbesttir.

Özet Olarak Lohusalık


1. Lohusalık, ağacın meyva vermesi gibi, kadının olğunluğunu, en şerefli görev olan anneliğini ve sağlıklılığını anlatan doğal bir haldir.

2. Lohusalığın en azına sınır yoktur, en çoğu ise kırk gündür. Buna göre doğumundan bir iki saat sonra kanı kesilen ve kırk gün içerisinde bir daha akmayan kadın temizdir. İbadetini yapar, cinsel ilişkide bulunabilir. Kırk günden sonra kan aksa da temiz sayılır.

3. Doğum yapan kadın birinci doğumunda kaç gün kan görmüşse o, onun lohusalık âdeti olur. Ondan sonraki doğumda kırk günü aşacak şekilde kan görürse, hesabını birinci âdetine göre yapar. Ancak ikinci doğumda kırk günü aşmamak üzere, birinciden farklı gün kadar kan görürse, bu âdet haline gelmiş ve âdeti değişmiş sayılır.

4. Lohusa namaz kılmaz, oruç tutmaz, Kui`ân okumaz, Mushafa dokunmaz, mescide girmez, Kâbe`yi tavaf etmez, cima şeklinde cinsel ilişkide bulunmaz. Kılmadığı namazı kaza etmez, ama tutmadığı orucu sonra kaza eder.

5. Organları belli düşük de çocuk sayılır ve anne onunla da lohusa olur.

6. Organları belli olmayan düşük, âdet ya da hastalık sayılır, lohusa sayılmaz.

7. Bir batından birden çok doğumlarda, lohusalık birinci doğumdan itibaren başlar.

Modern Tip ve Lohusalık

a) Gebelik ve Lohusalık:

Gebelik yaşı, âdet yaşıyla paralellik gösterir. Bir hanımın âdet gördüğü her yaş içerisinde gebe kalma şansı vardır. Hattâ âdetten kesildiği halde bir yıl içerisinde yine gebe kalan hanımlara rastlanmaktadır.

Gebelik süresi 280 +/-10 gündür. Ya da normal âdet gören hanımın son âdet tarihine yedi gün eklenilip, üç ay geriye gidilerek hesap edilir. Çıkan tarihten ondört gün önce, ya da sonra olabilir.

Örnek:

Son âdet tarihi: Yaklaşık doğum tarihi:

5.4.1986 12.1.1987 +/-14 gün

26.12.1986 3.10.1987 +/-14 gün

Daha geç olabileceğini iddia edenler de vardır ama bu geçersizdir. Bu hanımlarda geç yumurtlama olmuş ve bunlar geç gebe kalmışlardır.

Gebeliğin yedinci aydan önce sonuçlanması düşük olarak değerlendirilir.

Doğacak çocuğun cinsiyeti, gebelik süresini etkilemez.

Gebe niçin âdet görmez diye sorulabilir:

Gebelerdeki homional sistemin çalışması çok farklıdır. Bunlarda yumurtlama olmaz. Östrojen-progesteron hormonları her siklus esnasında giderek artar ve âdet görürken en düşük seviyeye iner. Gebelikte ise bu hormonlar gittikçe artar ve bunlara ek olarak koryonik gonodotropin hormonu salgılanır. Uterus`un endometrium dokusu gebeliğin oluşması ve devamı için hazırlanmıştır, fakat dökülmemektedir. Bu nedenle âdet görülmez.Gebelik sırasındaki kanamalar âdet kanaması değildir. Düşük tehdidi kanamasıdır. Son aylarda olan kanamalar ise esin (plasenta) yerleşme bozukluğunu veya erken ayrılmasını düşündürür.Bazan gebe kalındıktan bir ay sonra hafif kanamalar olabilir. Bu da kesinlikle âdet kanaması değildir. Bunu ispatlayan durum ise, kanamadan hemen sonraki ilk onbeş günde yapılan gebelik testinin olumlu olmasıdir.Gebeliğin kendine özgü psikolojisi ve bu konuda dikkat edilmesi gereken noktalar vardır:Gebeliğin oluşması ile birlikte anne vücudunda organık ve psikolojik birçok değişiklikler olur. Bir taraftan anne olmanın mutluluğunu hissederken, diğer taraftan da altına girmis olduğu sorumluluğun dışarıdan göründügü kadar basit olmadığını farkeder.

Gebeliğin ilk ve son üç ayı tehlikeli aylardır. Anne adayı, hareketlerini dikkatle ayarlamalıdır.Yine ilk üç ayda birçok gebede bulantı ve kusma görülür. Bazan kusmalar kilo kaybettirecek kadar fazla olabilir, Bu devrede kullanılabilecek ilaçların da oldukça sınırlı olması, gebeye yardımı iyice azaltır. Bunun dışında halsızlık,başdönmesi, vücudun çeşitli bölgelerinde ağrılar (bas, bel, kemik ve kuyruk sokumu gibi), ayaklara ani kramp girmeleri görülebilir.

Gebelerin ve süt veren annelerin beslenmesi oldukça önemlidir. Özellikle vitamin, protein ve minerallerden zengin gıda almaları gerekir.

Gebeler psikolojik açıdan da oldukça hassas bir devreye girmişlerdir. Kısaca pireyi deve yapan bir tutum içerisindedirler. Davranışları daha hoşgörü ile karşılanmalı, doğum korkusu, anne olma korkusu ve her türlü korku ve endişelerini giderecek şekilde samimi ve müşfik olmalı, problemlerini sabırla, sükûnetle dinleyip gerekli şekilde yardımcı olmalıdır.

Lohusalığa Gelince:

Doğumdan sonra gelen kanın özellikleri konusunda şunlar söylenebilir:

Gebelikten önce rahim altmış-yetmiş gram ağırlığında bir organdır. Gebelik sonunda bir kilograma erişir. Bu gelişme rahimin endometrium tabakasında da olmaktadır. Çünkü buraya bebeğin plasentasi (es) yapışarak bebeğin beslenmesini sağlar. Doğumdan sonra es (plasenta) ayrılınca uterus, açılan damarların ağızlarının kapanması için derhal büzülmeye, sıkışmaya başlar. İlk kanamalar bu esnada damardan gelen kandır. Bazı nedenlerle bu sıkışma olayı olmazsa annenin hayatı ölümle sonuçlanır. Uterusun devamlı kazılması ve endometriumun beslenme hadisesinin olmaması nedeniyle; desidua denilen endometrium dökülmeye başlar. Bu dökülen doku artıkları fibrin, serum, lenf ve akyuvarlardan oluşmuş yara salgısıdır.

Başlangıçta koyu kırmızı renktedir. Gün geçtikte rengi açılır. Nihayet kirli-beyaz akıntı ile sonuçlanır. Lochia dediğimiz akıntının gelmesi kişiden kişiye çok farklıdır. Bir-iki haftadan birbuçuk aya kadar devam edebilir.

b) Gebe ve Lohusa Ile Cinsel İlişki:


Gebe ile cinsel ilişkide, ilk üç ayda, düşüklere sebebiyet vermemek için, son iki ayda ise erken doğuma veya mikrop kapmaya engel olmak için dikkatli davranmak gerekir. Şayet kanama ve sanci gibi şikâyetler oluyorsa kesinlikle münasebette bulunmamalıdır.

Doğumdan sonra rahim içerisi tamamen yara haline dönüştügü için lohusa ile ilişki kesinlikle zararlıdır.

a) Yaraya kolaylıkla mikrop yerleşebilir, rahim içerisine ve vücuda yayılır.

b) Lohusanın genel vücut direnci çok düşmüştür. Atılacak yanlış bir adım, annenin ömür boyu sakat kalmasına veya hayatını kaybetmesine sebep olabilir.

"Doğum sırasında üreme organları, özellikle rahim ve hazne berelenir, çok defa yırtıklar oluşur. Bu sırada kadınla yakınlıkta bulunmak kadını pek fena örseler, mikropların hemen faaliyete geçmesi, bir çok önemli kadın hastalıklarının oluşmasına sebep olur. Onun için rahim ufalmadan, kadının üreme organları tabiî halini almadan, kadına kesinlikle yanaşmamalıdır. Tolstoy, bu zamanlar kadını rahatsız eden erkeği ayıplıyor: "Bir erkek, gebe bir kadını sevgili diye severken onun bir anne olduğunu unutmamalı. Bir kadın hem bir sevgili, hem yorgun bir anne, hem de hasta bir insan olmaya bir anda tahammül edemez." (Dr.Cemal Z.Ö.)

c) Gebeye ve Lohusaya Tavsiyeler:


Beslenme:

Dengeli ve ölçülü olmalıdır. Gebeliğin başından sonuna kadar 10-12 kilo alınmalıdır. Bazı besinlere aşırı düşkünlük, bazılarından tiksinti, veya abur-cubur yemek, kişiyi zararlı bir hale itebilir. Her gebe kendi alışkanlıkları ve ekonomik durumu ile başlı başına bir program dahilinde yeterli protein, yağ, vitamin, karbonhidrat ve mineral almalı. Gebeliğin altıncıayından itibaren tuz azaltılmalı, kalsiyum bakımından zengin gıdalar (süt, yoğurt, peynir gibi) alınmalıdır.

İlâç:

İlâç almak, sakıncalıdır. Özellikle organların teşekkül devresi olan ilk üç ay çok dikkatli olmalı, gerekli hallerde doktora başvurulmalı ve tavsiyelerine mutlaka uyulmalıdır.

Sigara:

Düşük ve erken doğumlara sebep olmakta, zekâ yönünden bebeği olumsuz yönde etkilemektedir. Bu yüzden sigara alınmamalı, hattâ sigara içilen bir odada dahi bulunulmamalıdır. Zira bu doğacak çocuğun istikbali açısından önemlidir.

Çalışma:

Normal bir gebenin günlük yaşantısını değiştirmesi düşünülemez. Yalnız ani ve sert hareketlerden kaçınmalı, ağır yük kaldırmamalı, yukarılara doğru uzanmamalı, uzun ve sarsıntılı yolculuklardan kaçınmalıdır.

Vücut Bakımı:

Çok soğuk, çok sıcak su ile yıkanmamak ve uzun süre banyoda kalmamak şartı ile banyo yapmalı ve temizliğe dikkat etmelidir. Karın bölgesindeki çatlaklara mani olmak için yağlı bir krem veya badem yağı kullanılabilir.

Gebelik ve süte hazırlik göğüslerde büyümeye sebep olur. Meme başlarındaki direnci artırıp, emzirmede problem çıkmaması açısından meme başlarını sık sık sabunlu su ile yıkayıp meselâ badem yaği sürülebilir. Halk arasında yaygın olan alkolle silme alışkanlığı, sertleşmelere ve çatlamalara sebep olacağından tavsiye edilmez.

Diş Bakımı:

Çok önemlidir. Gebe kalmadan gerekli tedavi yapılmalı, devamlı temiz tutmaya gayret etmelidir. İlk ve son üç ayda mümkün olduğu kadar müdahaleye dikkat edilmelidir.

Çocuk doğuran annenin çocuğunu bizzat emzirmesi çok önemlidir. Bu, çocuk ve anne arasındaki ilişkiyi güçlendirir. Emziren anne, vazifesini yapmanın huzuru içerisindedir. Anne sütüyle bebeğin hastalıklara karşı dayanıklılıgı sağlanır.

Anne sütü, süt çocuklarında gördüğümüz en kötü hastalık olan ishalden korur.

Bebek ise, anne kucağında olmanın mutlulugu ve rahatlığı içindedir.

En az altı ay sırf anne sütü atmalı, altı aydan sonra ise yaşına kadar süt ve yardımcı mamalar almalıdır.

(İzmir Tıp Fakültesi araştırması olarak verilen haberde; kadınlardaki meme kanserinin daha çok (% 19 daha fazla) ilk doğumunu otuz yaşından sonra yapanlarda görüldüğü açıklandı. Bu konuda, doğum yapmama ve çocuğunu emzirmeme de başta gelen sebeplerden olarak söylendi).


5 Mart 2018 Pazartesi

LOHUSALIK (NİFAS)

Nifas; parçalanmış organlar halinde de olsa çocuk doğurmanın ardından, kadının rahminden gelen kan veya organları belli olduktan sonra düşük de olsa, çocuğun yarıdan çoğunun çıkması, ya da doğurduğu çocuğun ardından gelen kan sebebiyle kadında oluşan bir şer`î engel hali demektir.

Lohusalık haline islâm Fıkhında "nifas" denmesinin sebebi; onunla bir "nefs"in, yani bir canlının dünyaya gelmesi, veya canlıyı ayakta tutan esas unsurlardan biri olmasından dolayı "nefs" tâbir edilen kanın, doğumla beraber akması, ya da rahmin açılıp yarılmasından dolayı "rahim teneffüs etti" denmesi yani, "nifas"ın "teneffüs" kelimesinden türemiş olabilmesidir.

Lohusalığın Başlangıcı:

Tarifte de değindiğimiz gibi lohusalık, çocuğun yarıdan çoğunun çıkmasıyla başlar. Yarıyı belirlemek için çocuğun doğru gelmesinde göğsüne, ters gelmesinde ise göbeğine itibar edilir.

Hamile kadından, doğumdan hemen önce bile olsa, çocuk çıkmadan gelen kan hastalık kanıdır. Âdetin en az süresi kadar uzasa bile âdet ya da lohusalık kanı değildir.

Doğum yaptığı halde fercinden kan gelmeyen kadın da yıkanma konusunda, fetvâ verilen görüşe göre lohusadır. Yani yıkanması gerekir. Çünkü doğan çocukla beraber en azından kanın bir ıslaklığının bulunmadığı olmaz. Ya da çocuğun çıkması lohusalık için zaten başlı başına bir sebeptir. Ayrıca kan aramaya gerek yoktur.

Lohusalığın Ölçüsü:

Lohusalığın en azının bir ölçüsü yoktur. Doğum yaptıktan bir saat sonra kan kesilse yıkanır ve ibâdetlerini normal şekilde yapar. Çünkü kanın lohusalık kanı olduğuna doğumdan başka bir delil gerekmez. Halbuki âdet kanını tanımak ve hastalık kanından ayırmak için en az üç gün sürmesi gerekir. Lohusalığa en az süre, ancak ihtiyaç duyulduğu zaman belirlenir. Meselâ karısına: "Doğum yaptığında boşsun"` dese, bu kadının iddeti İmam Azam`a göre: Önce yirmibeş gün lohusalığı hesap edilmek, ardından onbeş gün temizlik, onun da ardından beşer günden üç âdet ve iki âdet arasında onbeşer günden iki temizlik olmak üzere en az seksen beş günde dolmuş olur ve kadın, bundan daha az zamanda iddetinin bittiğini söylese kabul edilmez.

Lohusalığın en çoğu ise kırk gündür. Dolayısıyla; iki âdet peşpeşe gelmeyeceği gibi, iki lohusalık ve bir lohusalık ve bir âdet de peşpeşe gelmeyeceğinden, kırk günü aşan kan lohusalık ya da âdet kanı değil, hastalık kanı olmuş olur.

İki lohusalık arasındaki temizliğin en az süresi altı aydır. Çünkü altı ay, gebeliğin en az süresidir. Buna göre eğer iki lohusalık arasındaki süre altı aydan daha az olursa bu iki doğum ikiz olarak kabul edilir.

Lohusalık Âdetinde Değişme (İntikat):

Kadının lohusalıktaki âdeti, önceki doğumunda kan gördüğü günler kadardır. Buna göre meselâ, önceki doğumunda yirmibeş gün kan görse bu, onun âdeti sayılacağından ikinci doğumunda kırk günü aşan bir sayıda, meselâ kırkbeş gün kan görse, yirmibeş günü geçen bu yirmi gününün lohusalık değil hastalık kanı olduğu anlaşılır. Ve bırakılan ibâdetler kaza edilir.

İkinci doğumda kan kırk günü aşmaz da, meselâ otuzdokuz ya da kırk gün devam ederse, bu defa lohusalıktaki âdeti otuz dokuz ya da kırk güne intikal etmiş sayılır ve kırk günü aşmadığı için bunların, hepsi lohusalık kanı olmuş olur.

Lohusalıkta âdetin değişmesine (intikaline) şu örnekleri de verebiliriz:

a) Lohusalık âdeti yirmi gün olan bir kadın, sonraki doğumunda on gün kan görse, yirmi gün temiz kalsa ve onbir gün daha kan görse toplamı kırkbir gün eder ki, bununla âdeti olan yirmi günü geçen kısmının hastalık kanı olduğu anlaşılır. Buna göre on günü temiz geçen ilk yirmi günü, yine âdeti olduğu üzere lohusalıktir. Geri kalan günleride temiz sayıldığı için ibâdetlerini kaza edecektir.

b) Aynı kadın yirmi gün kan gördüğü bu doğumundan sonraki doğumunda, bir gün kan görse, otuz gün temiz kalsa, tekrar bir gün kan görse, ondört gün temiz kalsa ve bir gün daha kan görse, lohusalık süresi âdeti olduğu üzere yine ilk yirmigündür. Çünkü ikinci kan ve ikinci temizlik eksik kan ve eksik temizliktir; âdet kanı ve âdet temizliği olamazlar. Eksik temizliklerde de kan devam etmiş sayılacağından ve kan gelen günlerin toplamı böylece kırk günü geçtiğinden kadın ilk âdetine döner ki, o da yirmi gündür.

c) Aynı kadın beş gün kan görse otuzdört gün temiz kalsa, tekrar bir gün daha kan görse toplamı kırk gün edeceğinden, yani kırk günü aşmamış olacağından bu kadının lohusalık âdeti yirmi günden kırk güne intikal etmiş ve kırk günün tamamı lohusalık olmuş otur.

d) Aynı kadın onsekizgün kan görse, yirmiiki gün temiz kalsa ve tekrar bir gün daha kan görse, bu defa lohusalık âdeti yirmi günden onsekizgüne intikal etmiş olur.Çünkü onsekizgün kan gördükten sonra geçirdiği temizlik onbeş günü aştığı için tam temizliktir ve son kan kırk günü aştığı için de iki lohusalık kanı arasında değildir.Böyle bir temizlikle lohusalığın sona erdiği anlaşılır.

Son gördüğü bir gün kan ise eksik kan olduğundan hastalık kanı olmuş olur. Bu kan bir gün değil de şayet üç gün olmuş olsaydı âdet kanı olmuş olacaktı ve son gördüğü bir gün kanı kırk günü aşmadan görmüş olsaydı, temiz geçirdiği günlerin sayısı onbeş günü geçmiş olsa da yine hepsi lohusalık olmuş olacaktı.

e) Yine bu kadın bir gün kan görse, otuzdört gün temiz kalsa, tekrar bir gün kan görse, onbeş gün temiz kalsa ve yine bir gün kan görse, bu kadının lohusalığı, önceki örneğin tersine; sonu kan olan otuzaltı gündür. Yani âdetine onaltı gün eklenmiş ve âdeti değişmiş (intikal etmiş)tir. Çünkü son kandan önceki temizlik tam ve sağlam temizliktir; dolayısı ile kan kırk günü geçmemiştir.

Bütün bu örnekleri İmam Ebû Hanife`nin şu görüşü özetler biçimdedir: Doğumdan sonra kan kırk günün içinde gelirse, araya giren temiz günler çok olsa da ayırıcı olamaz ve kan sürekli akmış sayılır. Hatta kadın doğumunda bir saat kadar kan görse, otuzdokuz gün temiz kaldıktan sonra kırkıncı günde de bir saat kadar kan görse bu kırk günün tamamında lohusa sayılır.

e) İkiz Doğumda Lohusalık:

Her iki doğum arasında süre altı aydan az olmak üzere kadının bir batından iki ya da daha fazla çocuk doğurması halinde lohusalık sadece birinciden olur, daha sonraki doğumlar için lohusalık yoktur. İsterse birinci ile üçüncü arasındaki süre altı ayı aşmış olsun.

Bu, İmam Ebû Hanife`nin (r.a.) ve İmam Ebû Yûsufun görüşüdür ve sağlam olan da budur. Imam Muhammed`e göre ise, lohusalık sonuncudan olur. Çünkü rahim ancak onunla boşalmıştır. İki doğum arasındaki kan ise hastalık kanıdır.

Ancak birden,çok doğumda iddet, ittifakla son çocuk ile tamamlanır. Çünkü iddet rahmin boşalması demektir, bu ise içindekilerin tamamen çıkması ile olur.

Sahih olan ikizliğin şartı, yüklülüğün yani, döllenmenin bir olmasıdır.

Erginlik lohusalık kanına bağlanamaz. Çünkü gebe kalmakla erginlik zaten gerçekleşmiş demektir.


https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/lohusalik-nifas-0