31 Ekim 2021 Pazar
KÜÇÜK NOTLARIM (63): İnsanların onayı mı, Rabbimizin rızası mı?
İnsanların onayını, Rabbimizin rızasının önüne geçirmenin bir sonucu da sürekli depresif bir haleti ruhiyedir.
Kendisini iyi hissetmesi hep diğerlerinin ona nasıl davrandığına bağlı olan birinin başka türlü olması nasıl beklenir?
Yüzümüzü, özümüzü var edene çevirip, ondan başkasına minnet etmediğimizde ulaşacağımız huzurun bir hediyesi de evvelce sürekli bizi kırdığını düşündüğümüz insanların aslında sadece kendi özlerinin gereğini yapıp durduklarını ve bunun bizimle hiçbir ilgisinin olmadığını görmek olacaktır.
Fatma Bayram
30 Ekim 2021 Cumartesi
67- El-Vâhid ism-i şerifi:
“Bir, yegâne, bir tek” anlamına gelen Vâhid ve Ehad kavramları Allah hakkında kullanıldığında, “bölünmesi (tecezzî, inkısâm), parçalanması ve sayısının artması (tekessür) mümkün olmayan yekpare, bir, tek, yegâne varlık” manasına gelir. Zıddı kesrettir. Vâhid ismi, ismi fail kalıbındadır ve bu kalıp süreklilik bildirir. Allah’ın birliğinin sonsuzluğu ile şirkin imkânsızlığı bu isimde bir arada ifade edilmiş olur.
Bu ism-i celîl, büyük ve derin bir teolojik değer taşır. Sayısal bir durumu değil, mutlak, benzersiz ve sonsuz bir varoluşu bildirir. Buradaki birlik, herhangi bir sayı dizisinin ilk basamağı anlamında değildir; Allah’ın, çeşitli parçaların bir araya gelmesiyle oluşan birleşik (mürekkeb) bir varlık olmadığı, benzeri ve dengi bulunmadığı manasını taşır. Parçaların bir araya gelip gelişmesi suretiyle oluşmama ve parçalara bölünmeme, Rabbimizin var oluşunun ezelî ve ebedî olduğunu da ifade etmiş olur. Varlığı, değişmez biçimde ve zamansızdır.
Vâhid-Ehad
Ehad ve Vâhid aynı kökten gelmekle beraber aralarında bazı farklar vardır. Temelde Vâhid, ortağı, Ehad de benzeri olmayan demek ise de Elmalılı Hamdi Yazır bu iki isim arasındaki farkları izah etmek için İhlas suresi tefsirinde yaklaşık otuz sayfa kadar yer ayırmıştır. Burada gramatik farklara ve ince nüanslara işaret ettikten sonra kısaca şöyle der: “Ehad, zatında ne kesir ne de maada hiçbir aded kabul etmeyen, hiçbir vechile iki olması ihtimali bulunmayan hakiki birdir. Hep bir, daima bir, maadası hiç olan birdir. Ehadiyet ile Allah Teala’dan başka bir şey tavsif olunmaz. Mesela ‘raculün ehadün, dirhemün ehadün’ denilmez, oysa ‘racülün vahidün, dirhemün vahidün’ denilir. Ehad daha kapsamlıdır. Öyle ki ehad denilmekle vahid denilmiş olur, vahid denilmekle ehad denilmiş olmaz. Ayrıca ‘filana ehad mukavemet edemez.’ denildiğinde sayısı kaç olursa olsun hiç kimse mukavemet edemez demek olur. ‘Vahid mukavemet edemez.’ denildiğinde ise bir kişi mukavemet edemez ama birden fazla olursa olabilir, demektir.”
Kur’an’da Vâhid
Bu isim Kur’an-ı Kerim’de yirmi iki yerde Allah’a isnat edilerek kullanılmıştır. Geldiği bölümlerin genellikle Mekki ayetler olması, bu ismin bir tevhit mücadelesi dönemi olan Mekke Dönemi için ifade ettiği merkezî konumu gösterir. Bu yirmi iki ayetin on altısında “İlah”, altısında ise “Kahhar” ismi ile birlikte gelmiştir. Bu da bize, ilahın biricik olmakla beraber zayıf ve güçsüz olmadığını, tam tersine tüm mahlukatı kahrı altında tutabilecek gücü haiz olduğunu gösterir.
Kur’an’da Vâhid ismi genellikle, şirkin reddedildiği ayetlerde Allah’ın birliğini vurgulamak üzere gelir. (Bakara, 2/163; En’am, 6/19; Tevbe, 9/31; Rad, 13/16; Nahl, 16/22, 51; Hac, 22/34; Saffat, 37/4; Sad, 38/5.) Hz. Yusuf da zindan arkadaşlarını şirkten sakındırıp tevhide çağırırken bu ismi zikretmiştir. (Yusuf, 12/39.) Şirkin her çeşidi reddedilirken Cenab-ı Hakk’a evlat isnad edenler üzerinde özellikle durulmuş ve bunun imkânsızlığı da bu isme işaret edilerek anlatılmıştır. (Nisa, 4/171; Maide, 5/73; Zümer, 39/4.) Ehli kitaba tebliğ yapılırken bir asgari müşterekte birleşme çağrısı yapılmış ve bu ortak noktanın Allah’ın birliği esası olduğu vurgulanmıştır. (Ankebut, 29/46.) Bazen de Yüce Allah’ın kendisini anlattığı bir paragrafta O’nun eşsiz kudretinin bu isimle anlatıldığını görürüz. (Sad, 38/65.) Kıyamet gününde bu eşsiz kudretin huzurunda toplanılacak ve sadece O’na hesap verilecektir. (İbrahim, 14/48; Mümin 40/16.)
Tevhit
Allah’ın zatında, sıfatlarında, mabut oluşunda bir ve tek olduğunu zihin ve kalp yoluyla kabul etmek anlamına gelir. Kur’an, Allah’ın varlığını benimsemenin insan fıtratının bir gereği olduğunu vurguladığı gibi aynı şekilde selim akıl ve kalbin, O’nun eşsiz birliğini kabul etmesinin de kaçınılmaz olduğunu söyler. Kur’an-ı Kerim, Allah’ın varlığının gerekliliğinden çok birliği üzerinde durmuştur. Bütün peygamberlerin ortak tebliğ konusu da tevhittir. (Bakara, 2/133; İbrahim, 14/52; Kehf, 18/110; Enbiya, 21/25,108; Fussilet, 41/6.) Allah’tan başka bir varlığa yaratılmışlık üstü bir konum verilmesi, ona hayatında veya ölümünden sonra yaratılmışlık üstü saygı gösterilmesi tevhit ilkesini bozan davranışlardandır. (Şura, 42/13.)
Allah Teala’nın Vâhid oluşunun doğal sonucu, O’nu uluhiyette ve rububiyette birlemektir. O’nu uluhiyette birlemek demek, O’nun zatında, sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz olduğunu kabul etmek demektir. Rububiyette birlemek de, bu inancın doğal sonucu olarak O’ndan başkasına kulluk etmemek, O’ndan başkasında tanrısal özellikler görerek el açmamak ve sığınmamaktır. Buna, ibadette tevhit veya amelî tevhit de denir. Uluhiyyette tevhit, zihnî bir fonksiyondur ve imanın teorik yanını oluşturur; rubûbiyyette tevhit de kalbin ameli olup imanın gönül hoşluğuyla kabulünü teşkil eder. İman, bu ikisinin birleşmesinden meydana gelir. Amelî tevhit, kişinin kalbiyle Allah’ı sevmesi, davranışlarıyla bu sevgisini ispat etmesidir. Ulûhiyyette tevhit, insanın fikir hürriyetini; ibadette tevhit ise duygu hürriyetini sağlar.
Vâhid tecelli ederse
Yaratılmış hiçbir şeyin, kendi türünden de olsa bir başka varlığa tam olarak benzememesi bu ism-i şerifin tecellilerindendir. Mahlukatın her ferdi bu anlamda bu ismin tecellisine mazhardır. Her birimizi “fert” kılan bu tecellidir. Her insan bu tecelli sayesinde orijinal, benzersiz bir şahsiyettir. Fertlerdeki bu farklılıkları ortadan kaldırıp onları fiziksel, sosyal ve manevi anlamda tek tip yapmaya çalışan her proje Allah’ın Vâhid ismine bir isyandır. Efendimizin (s.a.s.), ashabını kişilik farklarıyla birlikte kabul etmesi, onları tek bir karaktere dönüştürmeye çalışmaması Yüce Rabbimizin yaratılışta verdiği farklılıklara duyduğu saygıyı gösterir.
Vâhid isminin sayısız çokluk şeklinde görünen bu yaratılmışlar âleminin sebepler zincirinde geriye doğru gittiğimizde biricik yaratıcıya bağlanmadığında, yani zihinlerimiz tevhide ulaşmadığında kesretteki kaosta kaybolup gideceğini de hatırlatmış olalım. Özellikle insanı ilgilendiren tıp, psikoloji vb. bütün bilimler bu holistik bakışa ulaşamadıklarında, bir yeri yaparken bir yeri bozmaktan bir türlü kurtulamazlar. Çünkü vahdette huzur, kesrette kaos vardır.
29 Ekim 2021 Cuma
66- El-Macîd ism-i şerifi:
Sözlükte “şerefli ve seçkin olmak” anlamındaki “mecd” kökünden türeyen Mecîd “asil, şerefli, cömert olan” demektir. Aynı kökten türeyen Mâcid de bu manaya gelmekle birlikte mübalağa bildiren “Mecîd” kalıbının daha zengin içerikli olduğu kabul edilir. Mecîd ve Mâcid Allah’a nispet edildiğinde “yetkinliğin karşıtı olan her türlü nitelikten münezzeh, lütuf ve ikramı bol” anlamına gelir. Dilciler, mecd kökünün temel manasının bolluk ve genişlikten ibaret olduğunu söylerler. Buna göre Macîd/Mecîd isimleri Rabb’imizin şanının yüceliğini, sıfat ve fiillerinin güzelliğini, kadrinin ululuğunu ve cömertliğinin sınırsızlığını ifade eder. Mutlak manada sadece Allah için söylenebilecek, insanın gönlünü ilahi azamet ve muhabbetle dolduran zâtî isimlerdendir.
Genellikle âlimler, Mecîd ismini Allah Teâlâ’nın zatına ve sıfatlarına yönelik olmak üzere iki açıdan yorumlamışlardır. Zata yönelik yorum O’nu acz ve eksiklikten, yani yaratılmışlık özelliklerinden berî ve münezzeh tutmayı; fiillerine yönelik yorum da lütuf ve ihsanının çok olduğunu belirtmeyi amaçlamıştır. Bunların ikisi de zat-ı ilahiyyeyi yetkin sıfatlarla niteleme noktasında birleşir.
Zatın yüceliği ile fiilerin güzelliği bir araya geldiğinde mecd ortaya çıkar. Bu durumda mecd, zat ile fiilin en üst derecedeki uyumudur. Seçkin bir karakter her zaman seçkin davranışlara muvaffak olamadığı gibi seçkin görünen davranışlar da her zaman seçkin bir ruha dayanmayıp birtakım hesap ve çıkar kaygıları ile yapılmış olabilir. Bu ikisi bir arada mükemmel şekilde sadece Yüce Rabb’imizde bulunduğu için mâcid olan sadece O’dur. Biz kullar her namazımızda O’nu Hamîd ve Mecîd isimleriyle anarız.
Mecîd olan Allah’ın arşı da kelamı da mecîddir
Mecd kavramı Kur’an-ı Kerim’de sadece “mecîd” şeklinde dört ayette yer almaktadır. Bunların ikisi “çok şerefli” manasıyla Kur’an’ın sıfatı durumundadır. (Kâf 50/1; Burûc 85/21.) Hûd suresi 73. ayette ise Rabb’imize izafe edilmiş olarak gelen mecîd sıfatı, öncesinde anlatılan bir mucizevi hadiseden sonra meleklerin Hz. İbrahim’in eşine hitabı içerisinde şu şekilde geçer: “Melekler, ‘Allah’ın emrine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketi size olsun ey (peygamber ocağının) ev halkı! Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir.’ dediler.” Konunun gelişinden anlaşıldığı üzere Mecîd ismi, içerdiği yücelik, kudret ve cömertlik nedeniyle bizleri, O’nun fevkalade ikramları karşısında, olamazmış gibi düşünmenin yanlışlığına düşmekten korur. Aslında bizim âdetin hilafı olarak gördüğümüz bu gibi harikalar da ilahi kanunlar çerçevesinde olup bitmektedir ama biz onların mahiyetini bilmediğimizden anlayamıyoruz. Mucizelerin oluşundan kuşkuya düşmek, uluhiyetin mecdinden kuşkuya düşmektir. Bu nedenle Allah’ın Mâcid ismine imanı tam olan, O’nun sıra dışı ve akıl üstü ikramlarını muhal görmez.
Mecîd ismi, Kur’an’da geçtiği dördüncü yerde ise kıraat imamlarının farklı anlayış ve okuyuşlarına bağlı olarak ya Yüce Rabb’imizin veya O’nun arşının sıfatı olmuştur. (Burûc, 85/15.) Arş, Cenab-ı Hakk’ın otorite ve hakimiyetinin sembolüdür. Arşın mecîd olması da arşın ve onun hükmü altındaki bütün mahlukatın üzerindeki hakimiyet ve otoritenin sadece Allah’a mahsus olduğunu gösterir.
Mâcid tecelli ederse
Allah Teâlâ’nın kullarına olan ikram ve cömertlikleri hiçbir insan kelamıyla tam olarak ifade edilemez, hiçbir ölçüyle ölçülemez. Rabb’imizin manevi ikramları sadedinde olarak mesela önce kullarını temiz ahlak sahibi olmaya, iyi işler yapmaya muvaffak kılıp sonra yaptıkları o güzel işleri, hâiz oldukları seçkin vasıfları sebebiyle onları övmesi sayılabilir. Buna ilaveten Rabb’imiz kusurlarımızı affeder, kötülüklerimizi yok eder. Fakat bunları devamlı hatırlatarak bizleri utandırmaz. Dar ve zor zamanlarda akla hayale gelmeyecek yollardan yardımını gönderir. Müşkülleri gidermenin, huzur ve afiyete kavuşmanın yollarını açar. İnsanın şerefli bir ömür sürmesi için ihtiyaç duyduğu her şey, bu ismin tecellisi ile vücuda gelir. Bu ikramlara mazhar olandan da aynı şekilde asil, onurlu ve cömert bir ahlak beklenir. Bilhassa, herhangi bir konuda insanların önüne düşenler bu isimle ahlaklanmaya daha da özen göstermelidir. İmtihan şuradadır ki güç ve imkânlar arttıkça bu güzel ahlakı korumak zorlaşır.
Hayatımızda kesbi veya vehbi ne kadar şeref ve itibarımız varsa hepsi Mâcid olan Allah’ın ikramıdır. Vehbi olanların O’nun ikramı olması açıktır. Bizim gayretimizle olanlar ise onu kazanma gücü ve isteği vermesi sebebiyle yine O’ndandır. Hasılı bütün bolluk ve refahlar, bütün haysiyet ve itibarlar hepsi Allah’ın mecdindendir.
Mecîd olan Allah’a dua
Mecîd ve Mâcid çok sayıda hadis rivayetinde zikredilmiş, özellikle namazlarda selamdan önce okunan ve “Hamîdün Mecîd” isimleriyle sona eren “Allahümme salli”, “Allahümme bârik” metinleri Kütüb-ü Sitte’nin tamamında rivayet edilmiştir. Cenâb-ı Hak bir kutsî hadiste zatını mecd kavramıyla nitelediği gibi mecd nitelemesi (temcîd) Hz. Peygamber’in dua ve niyazlarında birçok kez tekrarlanmıştır. Rasulullah’ın gece namazının arkasından okuduğu duanın tenzih nitelemeleriyle şekillenen son cümleleri şöyledir: “Allah’ım! Bizi, doğru yola kılavuzluk eden ve onu fiilen izleyen, hak yoldan sapmayan ve saptırmayan, dostlarınla barışık ve düşmanlarına dargın olan kimseler grubuna kat. Güç ve kudret ridâsına bürünüp bunu yaratıklara beyan eden, mecd ve şerefle vasıflanıp yücelen, tesbih ve tenzihe yegâne layık olan, lütuf, ihsan, mecd, kerem ve azamet sahibi Allah’ım! Seni yüceltir, seni her türlü eksiklikten tenzih ederim.” (Tirmizî, “Da’avât”, 30.)
28 Ekim 2021 Perşembe
65- El-Vâcid ism-i şerifi:
Vâcid ismi vecd/vücûd kökünden türemiştir. Bu kök, bulmak, bilmek ve her istediğine, hemen ulaşmak ve bunu sağlamak için kendisi dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymamak anlamlarına gelir. Bu durumda Vâcid ismi dilediğini dilediği zaman bulan, bu hususta bir yardıma ihtiyaç duymaktan müstağni olan demek olur. Zira Yüce Allah ilah olmak için lüzumlu olan ilim, kudret, yaratma, hakimiyet gibi vasıfların hiçbirinden mahrum değildir. Uluhiyet sıfatları ve bunların kemali hususunda kendisine gerekli olan her şey, şanı yüce olan Allah’ın zatında mevcuttur. Yarattığı hiçbir şey, hiçbir an O’nun bilgisi dışında kalamaz. Her şey O’nun gözü önünde olup bitmektedir. O’ndan kaçmak ve gizlenmek mümkün değildir.
Kısacası Yüce Allah her şeyi, istediği an ve zamanda hemen bulur. Herhangi bir şeyi ele geçirmek için zaman kollamaya, tedbir almaya, tuzak kurmaya ihtiyacı yoktur. Hiçbir şey O’ndan kendini gizleyemez. İstediği şey, istediği zaman, derhâl huzurundadır; O’nun ulaşamayacağı, gücünün yetmeyeceği bir noktaya kaçıp kurtulamaz. Bu nedenle kul kendisini asla Allah’tan ayrı zannetmemeli, her an huzurda olduğu bilincinde yaşamaya bakmalıdır.
Vâcid kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmemekle birlikte sekiz ayette fiil kalıplarıyla zat-ı ilahiyyeye nispet edilmiştir. Bunlardan üçü Rasulüllah’ın hayatının ilk dönemlerine ait beyanlardır. (Duhâ, 93/6-8.) Bunun dışında Vâcid isminin “bulmak, sahip olmak, bilmek” şeklindeki içeriğine uygun birçok ayet vardır. Sebe’ suresinde (34/2) gaybı bilen Rabb’e yemin edilerek göklerde ve yerde zerre kadar, ondan daha küçük veya daha büyük hiçbir şeyin Allah’tan gizli kalmayacağı ifade edilmiş, aynı muhteva Yunus suresinde de (10/61) yer almıştır.
Vacibü’l-vücud
Bu isim, aynı zamanda vücud kökünden gelmesi sebebiyle Allah’ın zihnin dışında gerçekliğinin bulunduğunu ve yokluğunun düşünülemeyeceğini de ifade eder. Yüce Allah’ın varlığının zorunlu olması (vacibü’l-vücud) insanların doğuştan Allah’ın varlığına dair bilgiye veya eğilime sahip kılındıkları anlamına gelir. Kur’an’a göre bu, selim fıtratın gereğidir. (A‘râf, 7/172; Rûm, 30/30.) Kur’an’ın beyanıyla, asil ve şerefli bir varlık olarak yaratılıp (İsrâ, 17/70.) imtihan dünyasında yaşatılan insan, içten gelen nefsani arzular ve dıştan gelen saptırıcı akımlarla temiz fıtratını köreltebilir. Bununla birlikte hayatta karşılaşılan beklenmedik olaylar, hastalık ve felâketler kişinin aslî yaratılışına dönmesini sağlar.
Aramak ve bulmak
Râgıb el-İsfahânî bu ismi açıklarken insanların bir şeyi bulma ve elde etme konusunda çaba göstermeleri, denemeler yapmaları gerektiğini ve buna rağmen yine de bir şeyin hakikatine vâkıf olabilmek için ilahi yardıma muhtaç olduklarını anlattıktan sonra Cenab-ı Hakk’ın her şeyi çabasız ve vasıtasız bir şekilde, bütün hakikati ve mahiyeti ile önünde hazır bulduğunu anlatır. İnsanlar ise bir şeyin mahiyetini bilebilmek için nesnelerde gözlem ve deneye, zihinsel hakikatlerde ise akıl yoluyla idrak edebilmeye, yani çaba göstermeye mecburdurlar. Bu çabalara rağmen yine de sonuç garanti değildir. Rabbimiz Vâcid ismi ile tecelli etmezse bir ömür arayış içinde geçer de hakikatin kırıntısına bile ulaşılamamış olabilir.
Vâcid ismi fâkıd kelimesinin zıddıdır. Fâkıd, yitiren, amaçlarına ulaşamayan, istediği şeyi elde edemeyen demektir. Bunu bilince Vâcid isminin bize tecelli etmesinin hayatımızın her alanı için ne demek olduğunu daha iyi anlarız. Hem tasavvufun hem de psikolojinin söylediğine göre bizim hayatlarımız baştan sona bir arayıştır. Annenin memesini aramakla başlayan hayat maddi ve manevi arayışlarla devam eder. Son nefesimizde aradığımız ise doğru kelimeyi söyleyebilmektir. Bu iki arayışın arasında daha neler neler ararız. Hayatın anlamını ve kendi özelimizde yaratılış gayemizi ararız. Her durumda ve her ilişkide gerçeği ararız. Hakiki dostlar ararız. Doğru okulu, doğru mesleği, doğru kişiyi ararız. “Bulmak” başlı başına büyük bir başarıdır.
Vâcid tecelli ederse
Vâcid isminden nasibi olan kullar seçkin insanlardır. Allah onlara dünyevi ve uhrevi amaçlarına ulaşmayı nasip etmiştir. Onlara da Cenab-ı Hakk’ın kendilerine verdiği ilim, irfan, hikmet, servet ve beceriden Allah’ın yarattığı tüm varlıkları faydalandırmak ve her bir yaratılmışın aradığını bulmasına rehberlik etmek yakışır. Bu insanlar hayvanların rızık yollarını kapatmaz, insanların arayışlarına, ihtiyaçlarına ulaşmalarına ve yükselmelerine engel çıkartmaz; engel olmak şöyle dursun, bedenlerin ve ruhların gıdasını bulmasına vasıta olmak onun mutluluk vesilesi olur.
Vâcid isminin tecelli ettiği insan ihtiyaç duyduğu şeyleri nerede bulacağını bilir, yolunu kaybetmez, hedefine ulaşır. Hem de kimseden bir şey istemeden Allah vergisi olarak bulur.
27 Ekim 2021 Çarşamba
63- El-Hayy, 64- El-Kayyûm ism-i şerifleri:
İnsanın bütün endişe ve kaygılarının arkasında güven gereksinimi vardır. Dûnyevi - uhrevî bütün çabalarımız kendimize iki dünyada da sağlam dayanaklar bulabilmek içindir. Her devrin her düzeydeki insanı bu gaye ile çeşit çeşit inançlara sarılmış, çeşit çeşit tanrılar türetmiştir.
Hayy ismi “her şeyin varlığı kendisine bağlı olup bütün varlıkları ayakta tutan” anlamındaki Kayyûm ismi ile bir arada olunca hayatın başlatılmasını da sürdürülmesini de elinde tutan, yüceler yücesi bir gücü anlatır. Kayyûm, kâim’in mübalâğasıdır. "Her şey üzerinde kâim" demektir. Kayyûm olan Allah kendi varlığının kıvam ve kıyamı için kimseye muhtaç olmadığı gibi her şeyin kıvamı ve kıyamı O’na bağlıdır.
“Bütün varlıkları yaratan, denetleyen ve görüp gözeten…” anlamına geldiği için bu ismin tecellisi, bütün yaratılmışların ihtiyaçlarını nitelik ve nicelikleriyle bilmeye bağlıdır. Yüce Allah bütün varlığı yaratmakla kalmamış, daha yaratmazdan evvel onların her birinin var olması için gereken şartları hazırlamış ve varlıkları devam ettiği müddetçe ortaya çıkacak bütün ihtiyaçlarını karşılayacak yolları da var etmiştir. Gökleri, yeri ve içindekileri ayakta tutan O’dur. Onun için her şey Hak ile kâimdir. Öyle ki O, Kayyûm olmaya bir anlığına ara verse kâinat darmadağın olur.
Bu iki isim Rabbimizin bütün kemal sıfatlarını kapsar. O’nun eksiksiz güç ve kudretini ve kendi dışındaki her şeyden müstağni oluşunu vurgular. Bu yüzden sufiler bu iki isimle Allah’tan yardım dileyenin sanki O’na bütün isim ve sıfatlarıyla dua etmiş gibi olacağını söylemişlerdir. Bunu Efendimizin dualarında da görmek mümkündür.
Kur’an’da el-Hayyu’l-Kayyûm
Öncelikle Kur’an ayetlerinin zirvesi sayılan ve Rabbimizin biz kullarına kendisini özet olarak tanıttığı Ayete’l-kürsi’nin bu iki isimle başladığını hatırlayalım: “O’dur Allah. O’ndan başka ilah yoktur. Hayat kaynağı O’dur; koruyup gözeten de O’dur…” (Bakara, 2/255.)
Kur’an’da “yaşatmak, diriltmek” anlamındaki ihya mastarından türeyen fiil ve isimler elliye yakın ayette Allah’a nispet edilir. Bunların tamamında ana fikir yaşatanın da öldürenin de mutlak şekilde Allah olduğu, her şeye O’nun vâris bulunduğu ve herkesin önünde sonunda O’na varacağı bilgisidir. (mesela bk. Yunus, 10/56; Hicr, 15/23; Kāf, 50/43.)
Kayıtsız, şartsız, sınırsız hayat sahibi demek olan Hayy ismi üç ayette Kayyûm ile birlikte gelir. (Bakara, 2/255; Âl-i İmrân, 3/2; Tâhâ, 20/111.) Bu üç ayet de tema olarak tevhidi işler. Bu da gösterir ki sonsuz dirilik ilahlığın olmazsa olmaz bir gereğidir. Bu ayetlerden sonuncusunda kıyametin tasviri sırasında Kayyûm ismi hay ismiyle birlikte lafza-i celal yerine kullanılmıştır. (Tâhâ, 20/111.)
Müfessirlerin çoğunluğuna göre Âl-i İmran suresinde (3/18) Allah’ın birliğini vurgulayan ayetteki kaim kelimesi, “her fiil ve buyruğunda adaleti ayakta tutup hikmeti gerçekleştiren” manasıyla Allah’ı nitelemektedir. Ra‘d suresindeki ayette (13/33) yer alan ve “her canlının fiil ve davranışını sanki tepesinde duruyormuş gibi tespit edip canlının varlığını sürdüren” anlamına gelen kaim de tevhit ilkesini pekiştirmektedir. “Rabbin huzuruna çıkmak, huzurunda durmak” manasındaki makam kelimesi ise buna hazırlanmanın bilincini taşıyanlara dünya ve ahiret mutluluğunun sağlanacağını ifade eden kompozisyonlar içinde geçmektedir. (İbrahim, 14/14; Tâhâ, 20/111; Rahmân, 55/46.) Bunların dışında aynı kökten gelip sayısız ayette geçen kıyam, ikame, istikamet, kıvam, kavvâm, kavim, mukim, müstekîm, kıyamet kavramları ayakta durmak ve ayakta tutmak, yerleştirmek ve işleri dosdoğru yürütmek, düzgün ve dosdoğru olmak, dengeli ve ölçülü olmak, himaye edip gözetmek, topluluk olmak, daimi ve sürekli olmak, ölümden sonraki hesap için tekrar dirilip ayağa kalkmak anlamlarına gelir. (ms. Fatiha, 1/6; Âl-i İmran, 3/18; Nisa, 4/34, 102, 127; Maide, 5/37; Tevbe, 9/7, 108; Yunus, 10/105; Hud, 11/112; İsra, 17/35; Furkan, 25/67; Kıyame, 75/1-6.)
el-Hayyu’l-Kayyûm bir insanda tecelli ederse
İnsan başkalarının varlığını sürdürmesine ne kadar destek oluyor ve kendisi başkalarından ne kadar az şey bekliyorsa bu iki isim onda o kadar tecelli etmiş demektir. Sufilerin deyişiyle kulun bu isimlerden hazzı, Allah’tan başkasından müstağni olduğu kadardır. Güncel ifadelerle kendi kendine yetmek diyebileceğimiz bu kanaat hâli kendi imkân ve gücünün sınırları ile barışık olmayı, yani rıza mertebesini de içerir. İnsanın kendi sınırları ile barışık olması hedeflerini güçlerinin çok üstüne çıkararak kendisini yok edecek bir yola sokmaktan da korur.
Kuşeyri’ye göre Allah’ın bütün nesne ve olayları yönettiğini hakikatiyle kavrayan kimse kendini dünya işleri karşısında kaygı ve üzüntüye düşecek şekilde tek başına hissetmez. Kalbi Rabbine güven ve rıza ile dopdoludur. Bilir ki O’nun dışında hangi dalı tutarsa er geç elinde kalır. Bu nedenle O’ndan başkasının önünde iki büklüm olmaz. Bu hal, düşünce ve duyguların tam tevhide, yani tertemiz bir düzeye ulaşmış hâlidir. (Mü’min, 40/64-65.)
Sufiler, “Hayy olan bir tek Allah olduğuna göre, asıl hayat O’na kavuştuğumuz zamandır.” derler. Mademki öyledir, buradaki hayata çok sevinmek anlamsız olduğu gibi bizi O’na kavuşturacak olan ölüme aşırı üzülmek de yersizdir. Elbette bu gönül saflığına ulaşmış olanların başlarına da üzücü hadiseler gelir ve onlar da mahzun olurlar. Ama Sadrettin Konevi’nin deyişiyle bu durum onların kalplerinin saflığına zarar vermez. Çünkü cismani elemler ruhani nimetlerin karşısında silinip gider. Ona göre Allah dostlarına gelen bela ve üzüntüler sadece ehli olanın anlayabileceği bir nimet ve afiyettir.
Bu isimlerin tecelli ettiği kişi maddi ve manevi anlamda canlı ve dinamik bir hayata sahiptir. Kendisine verilmiş bulunan sağlık, vakit, makam gibi imkânları dünyevi ve uhrevi gelişimine en uygun olacak şekilde yönetmeyi becerir. Aynı zamanda muhatap olduğu herkesin maddi-manevi hayatını sürdürmesine yardım eder. İnsanların bedenlerine ve kalplerine zarar verecek kötü hallerden kurtulmaları için ellerinden tutar. Etrafına yaşama sevinci, şükür duygusu, hayatı sürdürme bilinci aşılar. Yeryüzünde hayatın sürmesine yardım edecek şekilde çevre bilincine sahip olduğu gibi, insan oluşumuzun ayırt edici unsuru olan kalplerimizi diri tutacak olan zikir ve kulluk bilincini de ayakta tutmaya ve yaymaya çalışır.
26 Ekim 2021 Salı
Kur’an-ı Kerim’i herkes anlar mı?
Kur’an-ı Kerim’den herkes kendi bilgisi, ameli, anlayışı, ihsanı ve takvasına göre kendi muhatap olduğu kadarını anlar. Ama Kur’an-ı Kerim’i herkes anlar demek çok iddialı ve yanlış bir ifadedir. Çünkü bir müminde bu söylediğimiz özellikler arttıkça ondan anlaşılanlar da artar. Mesela benim anladıklarımla Razî’nin anladıkları bir olmaz. Hz. Ali’nin bir soruya verdiği cevap da buna işaret eder. Ona dediler ki, ‘Resulüllah’ın size özel olarak verdiği başka bir kitap var mıdır? Hayır, dedi. Sadece Allah’ın kitabı ve Müslümana verilen anlayış, bir de şu sahifede bulunanlar, bunun dışında bir şey yok. O sahifede neler var diye sordular. Diyetler ve esirlerin kurtarılmasına dair hadisler var dedi’ (Buhari).
Bu haberden anlaşılanlar şunlardır: Bir, Hz. Ali’ye ya da bir başkasına Kur’an-ı Kerim dışında din adına herkesi ilgilendirecek özel bilgiler verilmemiştir. Bu konuda Şia’nın iddialarının aslı yoktur. İki, derin anlayışı olan bir mümin Kur’an-ı Kerim’den daha ince mana ve işaretler çıkarabilir, o halde Kur’an-ı Kerim’in de daha derin manaları vardır. Mesela Hz. Ali ya da İbn Abbas ondan diğerlerine göre daha derin işaretler çıkarmışlardır. Üç, Hz. Ali ilgi duyduğu konulardaki hadisi şerifleri yazıp muhafaza etmiştir. Bu da gösterir ki, hadis yazılımı bizzat sahabe zamanında başlamıştır ve bunun daha pek çok örnekleri vardır. Bunun için konu hakkında çalışanlar, Mesela Fuat Sezgin ve Hamidullah hocalar Buhari gibi ilk muhaddislerin kaynaklarının pek çoğunun sahabe ya da tabiin tarafından yazılan böyle sahifeler olduğunu tespit etmişlerdir. Yani birilerinin zannettiği gibi hadisler Resulüllah’tan (sa) iki yüz sene sonra toplanmaya başlanmıştır o halde onlara güvenilmesi zordur demek meseleyi bilmeyenlerin işidir.
Kur’an-ı Kerim’in dışında sırlar ve batıni hikmetler bulunduğunu iddia etmek delilsiz zandan ibarettir. Kendisi de sufi-meşreb olan büyük müfessir Alusî der ki: ‘Bazı sufilerin Allah’ın kitabının dışında doğrudan O’ndan bilgi alabileceklerini sananlar vardır ki, böyleleri kesin bir dalalet içindedirler. Bazılarının şöyle dediklerini duyarsınız: Sizin ilminiz ölüden ölüye intikal ederken biz bilgilerimizi doğrudan Hay ve Kayyum olan Allah’tan almaktayız. Nauzü-billah’. (Alusî, Rûhu’l-meani, III, 357)
Kur’an-ı Kerim’den herkes kendi ölçülerine göre anlar. Ama o uçsuz bucaksız bir deniz gibidir, dalmayı bilenler ondan daha ne inci mercanlar çıkarırlar. Böyleleri için Kur’an-ı Kerim üç önemli kavram kullanır: ‘İstinbat edebilenler, ehli zikir ve ulü’l-elbâb’. Nabat, kuyu kazılırken ulaşılan ilk ıslaklıktır. Bu kökten olmak üzere istinbat etme, derinlerdeki manaları çıkarabilmedir. Zikir Allah’ın vahyidir ve onu bilip yaşayanlar ehli zikirdir. Ulü’l-elbâb da ön yargılardan, yanlış bilgilerden arındırılmış akıl sahipleridir. Bu da her şeyden önce ilim, tevazu ve teslimiyet ister. İşte Kur’an-ı Kerim’i anlamada böyle olanlara Allah özellikle dikkat çeker.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim herkese, her zamana ve her mekana hitap ettiğine göre herkesin onu bütünüyle anlayacağı iddiası havada kalır.
25 Ekim 2021 Pazartesi
61- El-Muhyî, 62- El-Mümît ism-i şerifleri:
Muhyî, ölü spermayı diriltip ondan canlı bir varlık çıkarandır. Öldükten sonra ruhları tekrar iade ederek çürümüş bedenleri yeniden dirilten O’dur. Kalpleri marifet nuru ile aydınlatıp dirilten, ölümünden sonra üzerine yağmur yağdırarak toprağı yeniden dirilten ve ondan bitkiler çıkaran da O’dur.
Mümît ise, yeni canlılara yol açmak üzere eceli gelen canlının hayatiyetini alan demektir. Allâh (c.c.) ölüm ile sağlıklı ve güçlü olanların gücünü yok eder. O, her şeyi yaşatan ve öldüren, her şeye kadir olandır. Kur’an’ın ifadesiyle yaratma ve öldürme, uluhiyetin tanımında en önemli unsurlardır. (Yasin, 36/33; Duhan, 44/7-8.) Allâh, Muhyî oluşuyla övündüğü gibi, Mümît oluşuyla da övünmektedir. (Enam, 6/95.) Bu, hayır ve şerrin, yarar ve zararın yalnız O’ndan geldiğini, mülkünde hiçbir ortağı bulunmadığını, yalnız kendisinin bâki ve ebedi olduğunu, kendisinin dışındaki bütün varlıkların fani olduğunu bilmemiz içindir. Bu bakımdan bu iki gücü elinde tutanın yalnızca Allah olduğunu bilmek tevhit inancı açısından büyük önem arz eder. (Mülk, 67/1-2.)
“Ben de diriltir ve öldürürüm” (Bakara s. 258) demiş, sonra da zindandan ölüme mahkûm edilmiş bir mahkûmu çağırtıp serbest bırakmış, suçu olmayan birini de tutup öldürmüş ve:
“İşte bak! Ben de diriltip öldürdüm” (Bakara s. 258) demişti.
Oysa Nemrut, bu iddiasında yanılmıştı. Çünkü O, gerçekte diriltmemiş ve öldürmemişti. Kendisinden başka kimselerin de yapabileceği, insanın iradesine bağlı öldürme ve affetme fiilini işlemişti.
Kur’an’a göre hayat bir nimettir, ama kâfirler bu nimete nankörlük ederler. (Bakara, 2/28.) Oysa hayat bütün nimetlerin temel sebebidir; hayat varsa nimetler de vardır. Hatta manevi nimetler bile hayat nimetine bağlıdır. Çünkü dünya nimetleri hayat olmadıkça tadılamayacağı gibi, manevi tekâmül imkânı da hayat devam ettiği sürece vardır. Her ne kadar bazıları “beni yaratırken bana sormadı ki!” gerekçesiyle yaşamanın bir nimet olduğunu görmezden gelse de insanın en temel duygusu, varlığını koruma içgüdüsüdür. Yaratıcı’yı inkâr etmek isteyenler O’ndan gelen temel nimetleri yok sayarak O’na minnet duymaktan kurtulmayı ve böylece vicdanlarını rahatlatmak isterler.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in tanımına göre dünya müminin zindanıdır. Sufiler bu hadisi esas alarak dünyaya nazaran ana karnı nasıl zindan gibiyse, mümin için ahirete nazaran dünya da öyledir, demişlerdir. Bu nedenle aşk yolunu tutanlar, ölümü kişinin sevdiğine kavuştuğu ve ruhun beden hapishanesinden azat olduğu bir düğün gibi görmüşlerdir.
Kur’an’da Muhyî ve Mumît
Kur’an’da diriltme anlamındaki ihya kavramı fiil kalıbında kırk yedi; Muhyî de isim olarak iki yerde geçer. (Rum, 30/50; Fussılet, 41/39.) Bu ayetlerde ihya, “Can vermek, öldükten sonra tekrar diriltmek, yağmur indirmek suretiyle yeryüzünü bitkilerle donatıp ihya etmek, manevi açıdan ölü durumunda bulunan kalpleri ilahî hidayet ve marifetle canlandırmak, iman edip yararlı işler görenleri dünyada ve ahirette mutlu kılmak.” gibi manalar taşır.
Kur’an’da “imate/öldürme” fiili, hayat verme anlamındaki ihya ile beraber Rabbimizi tanımlamak üzere yirmi üç ayette Allah’a nispet edilmiştir. Ayrıca, “Ruhunu kabzetmek, hayatına son vermek” manasındaki “teveffî” kavramı da aynı anlamda kullanılmıştır. Kur’an’da kavuşmak anlamına gelen “likâ” kelimesinin de ölüm yerine kullanılmış olması dinimizde ölümün aslının bir kavuşma olarak görüldüğünü gösterir. (Araf, 7/51; Kehf, 18/110; Ankebut, 29/5.)
Muhyî ve Mumît tecelli ederse
Mahlukatta canlılığın alametleri çeşitlidir. Yerin yeniden bitirmeye başlaması, bitkilerin aşağıya doğru kök salıp yukarıya doğru uzamaları, hayvanların içgüdüleri gereği avlanmaları, üremeleri, insanın rızkının peşinden koşması vs. hep canlılık alametidir. Maddi dünya böyle olduğu gibi beynin öğrenmek, ruhun yükselmek istemesi de iç dünyamızın canlılığıdır. Ne zaman ki bilginin yerini vehimler almaya; yükselmenin yerini düşük ahlak ve davranışlardan haz duyma tutmaya başlar, işte o zaman iç dünyada ölüm başlamıştır. Kalbin ölümü küfürle, dirilişi de imanladır. (Enam, 6/122.) İnsanı imana davet eden vahiy de Kur’an’da bu nedenle hayat sebebi olarak nitelenmiştir. (Enfal, 8/24.)
Sufiler insanda canlılığı avunmak ve teselli bulmak olarak tarif ederler. Onlara göre hayat bir avunmadır. Bildiğiniz üzere insanın avunma ve teselli yeteneğini kaybetmesi depresyon olarak ortaya çıkar. İnsanı dibe çeken majör depresyon bütün teselli yollarının tükenmesi demektir. İşte bunları dikkate aldığımızda avunmanın nasıl bir canlılık belirtisi olduğunu daha iyi anlarız. Manevi açıdan insanlar arasındaki derece farkı da kişinin ne ile avunduğuna bakarak anlaşılır. Dünya ehli dünya ile, ahiret ehli ise ancak Rabbin rızasını kazandıran işler ile avunur. (Hud, 11/15-16; Hicr, 15/3; Muhammed, 47/12.)
Rabbimizin Muhyî oluşunun tecellileri arasında, bilinenlere ilaveten kalplerin iman nuruyla ihya edilmesini, üzüntü ve keder yüzünden ölüm derecesine gelmiş gönüllerin neşe ve sevinçle hayata kavuşturulmasını ve iyi insanların hatırasının yaşatılması da zikredilir. Zira ihya kelimesinde bir şeyi anarak gündemde tutmak anlamı da vardır. Yine bu kökten türeyen hayâ/ar kavramı insandaki manevi hayatın bir belirtisidir. Belki de bu nedenle Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hayâsı olmayanın imanı da olmayacağını söylemiştir.
Bu isimlerin muhtevasına tam bir teslimiyetle inanmak bizi Yüce Allah’ın kapısından başka bir yerde çare aramaktan kurtardığı gibi varlığın dönüşümü ile uyum içinde olmamızı da sağlar. Gelenin gideceğini bilmek ve bunun doğallığına rıza göstermek, bizi aşırı üzüntülerden korur. Bilmeliyiz ki kalplerin de bedenler gibi yaşam ve ölüm sebepleri vardır.
Ölüm hakkındaki yaklaşımımız iyimser ya da kötümser bir karaktere sahip olmamızı belirleyen en güçlü etkendir. Hatta felsefi anlamda iyimser ve kötümser dünya görüşlerinin oluşmasında ölümle ilgili inanç ve düşüncelerin büyük payı vardır. İslam dini ölümü Allah’tan gelen bir varlığın yine O’na dönmesi olarak kabul eder (Bakara, 2/156.), hayatın gerçek anlam ve değerinin ancak bu şekilde anlaşılabileceğini vurgular. Ölüm Allah’ın kaçınılmaz emridir. Ondan korkmak, kişiyi ona hazırlanmaya teşvik etmelidir. Aksi hâlde yapılacak bir şey bulamadan sadece korkmak insanı hasta eden bir saplantıdır.
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
Râzî, Şerhü’l Esmâ’ül Hüsnâ, s. 290-291)
24 Ekim 2021 Pazar
59- El-Mübdi, 60- El-Muîd ism-i şerifleri:
Ezelde, yani zaman ve mekan mefhumları yokken, Allaha Teala vardı. Kendisiyle beraber başka bir şey yoktu. Kendi kendine herhangi bir şey yapabilecek hiçbir mevcut olmadığı gibi, bazıları tarafından bugün kendisinde bir tesir ve kudret bulunduğu sanılan tabiat da yoktu. Ortada hiçbir şeyin örneği ve vücudunun malzemesi, nizam, varlığının vasıtaları, sebepleri yokken yalnız Allah vardı. Sonra Allah Teala varlığını ve kemalini duyurmak, mahlukatını sonsuz rahmet ve lütfuna doyurmak hikmeti ile kainatı yaratmak istedi ve istediği şekil ve nizam üzerine yarattı. Her şeyin ilk örneğini meydana çıkardı ve her şeyin yaşamasını ve kendi cinsinin çoğalıp üremesini bir takım sebeplere, vasıtalara, nizamlara, kanunlara bağladı.
Yüce Allah, herhangi bir ilk malzeme ve örnek model olmadan, yaratmayı en baştan başlatan ve mahlukatı âleme salan, günü gelince de çekip huzurunda toplayandır. İşte Mübdi’ ismi yaratmayı başlatan anlamına gelirken Muîd de ölümü tadan her canlıyı vakti saati gelince dirilterek huzurunda toplayan, “yaratmayı tekrarlayan; tekrar yaratan” manasını taşır.
Mastar halleri ile ibdâ’ ve iade, yani eşyayı yoktan var etme ve her şeyi geriye, başladığı yere döndürme ancak bütün âlemlerin sahibi olan eşsiz yaratıcının yapabileceği bir şeydir. Bu isimler bize der ki; Allah’tan geldin, O’na döneceksin. Bu dünyadaki varlığın ancak bir göz açıp kapama kadardır. Bu süre içinde sahip olduğunu sandığın her şey de geçicidir. İslam inanç sisteminde “başlangıç ve son” yani “Nereden geldik, nereye gidiyoruz?” konusunun işlendiği bölümlerin başlığı da bu isimlerin bir başka formu olan “mebde’ ve meâd” kelimeleri ile ifade edilir. Yani bu iki isim bize insanlığın en temel zihinsel sorunlarından biri olan “hayatın amacı” konusunu Yunus, 4.ayette açıklar: “Hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Allah, bunu bir gerçek olarak vaat etmiştir. Şüphesiz O, başlangıçta yaratmayı yapar, sonra, iman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için onu (yaratmayı) tekrar eder. Kâfirlere gelince, inkâr etmekte olduklarından dolayı, onlar için kaynar sudan bir içki ve elem dolu bir azap vardır.”
Muîd ismindeki “tekrar” anlamını dikkate alan sufiler yaratılışın sürekli tekrar edilişine dikkatimizi çeker. Ama bu tekrar aynı varlık için değildir. Çünkü bir kere var edilen, zaten artık vardır ve Yüce Allah’ın yaratma gücü sınırlı değildir. Bizim dirilme dediğimiz o varlığın âleme dağılmış olan parçalarının bir araya getirilmesinden ibarettir. İnsan bu dünyadan berzaha, berzahtan mahşere, mahşerden de cennet veya cehenneme giden bir yolcudur. Onlara göre Muîd ismindeki dönüş anlamı, Allah Teala’nın bir yaratmadan diğerine sürekli bir yaratma halinde olduğunu ifade eder.
Kur’an-ı Kerim’de mübdi’ ve muîd kelimeleri geçmemektedir. Allah’a nispet edilişlerinde aynı manaya gelen bed’ ve ibdâ’ mastarlarından türemiş fiil kalıpları on bir ayette zat-ı ilahiyyeye izafe edilmiştir. Bunların dokuzunda ilk yaratmayı anlatan bed’ veya ibdâ’ kavramıyla birlikte iade kavramı da yer almıştır. Bu ayetler genellikle Allah’ın varlığını, birliğini, evreni yaratıp yönettiğini dile getirir, insana verilen nimetleri hatırlatıp onun tabiat içindeki üstün konumuna ve sorumluluğuna dikkat çeker. Hepsinden önemlisi de dirilişten şüphe içinde olanlara Rûm, 27.ayetle
Muîd isminin kökünde var olan “iade ve tekrar” anlamı bir insanda tecelli ettiğinde ise kişi bir işi bitirdiğinde diğerine girişen bir çalışkanlık ve süreklilik gösterir. İstikrar dediğimiz devamlılık ancak sürekli tekrarla mümkündür ki bir insan karakterinde güvenilirliği sağlayan en temel özelliktir. İstikrarlı karakter, nerede, nasıl davranacağı önceden belli olan kişi demektir. Bu da ilişkilerdeki güvenin temelidir. Aynı zamanda bu isim ahirette huzura toplanıp, dünyanın neticesini ödül veya ceza olarak görmeyi ifade ettiğinden insan bu isimle ahlaklandığında çevresindekilere sadece kötü işlerin sonucunda sitem ve ceza yağdıran kişi değil, en küçük güzelliği dahi takdir eden bir kişiliğe ulaşır.
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
23 Ekim 2021 Cumartesi
58- El-Muhsî ism-i şerifi:
Sözlükte “saymak, miktarını bilmek; ezberleyip kavramak” anlamındaki ihsâ masdarından sıfat olan muhsî kelimesi “sayıp ayrıntılarıyla tesbit eden” demektir.
Muhsî ismi de "Alîm”, “Habîr” ve “Şehîd” gibi diğer isimlerde olduğu üzere Allah yolunda olup çeşitli haksızlıklara maruz kalanlara bir müjde; gizli kapılar ardında O’na ve O’nun yolunda olanlara tuzaklar hazırlayanlara bir tehdittir. İmam Maturidi de Mücadele suresi 6. ayeti bu doğrultuda yorumlayarak ayetin kimilerini müjdelediğini, kimilerini de tehdit ettiğini söyler: "Allah’ın onları hep birden diriltip yaptıklarını kendilerine haber vereceği günü hatırla. Allah onları sayıp zaptetmiş, onlarsa bunları unutmuşlardır. Allah, her şeye şahittir." İnsanlar kendi yaptıklarını dahi unuturken Allah onları bütün sonuçları ile birlikte kaydetmiş, vakti saati geldiğinde de önlerine dökmüştür.
Allah’ın ilmi her şeyi kuşatır. Her şeyin miktarını bilip eksiksiz, tastamam sayabilen ancak Allah Teala’dır. (Meryem, 19/94.) Yüce Allah’ın her şeyi olduğu gibi görüp bilmesi, bütün mevcudatı cinslerini, sınıflarını, fertlerini, zerrelerini birer birer saymış gibi gayet açık görüp bilmesi demektir. Oysa insanlar miktarı fazla olan, peş peşe olup biten ve sürekli biçimde konumları değişen nesne ve olayların detaylarını kavrayıp tam bir sonuç çıkarmaktan acizdirler. İlla ki bir detayı gözden kaçırırlar. Çünkü her şey hareket hâlindedir ve evrende sürekli bir değişim söz konusudur. İnsan bilgisinin sürekli yenilenmeye ve gelişmeye muhtaç olması da bu yüzdendir. İşte ihsa, bu acizliğin Rabbimiz için söz konusu olmadığını, O’nun bilgisinin her detayı kuşattığını ifade eder Nebe, 29.ayette: “Biz her şeyi bir kitapta yazıp saydık.” Bu ayet-i kerimede “ihsa”nın yazılmak suretiyle kayıt altına alınarak yapıldığının söylenmesi ayrıca manidardır. Çünkü yazı, bilginin muhafazası konusunda son noktadır.
Muhsî tecelli ederse
Muhsî isminde bizi Rabb’imizin kudretinin büyüklüğü konusunda hayret içinde bırakan husus şudur: varlık âlemi her an yeni bir oluş hâlindedir ve her bir üyesi sayılıp bilinir. Ayrıca Yüce Allah Muhsî ismi ile bu varlıkların her birine kendi iç evrenindeki bütün detaylarla birlikte vâkıftır. Bizi bu kadar yakından ve bu kadar detaylı hiç kimse bilemez. Hatta kendimiz bile kendi hakkımızdaki bütün detaylara vakıf olamayız. İşte bir müminin kalbine huzur veren teslimiyet, Rabb’imizin üzerimizdeki bu vukufiyetinden doğar. Çünkü O muhsîdir; bizim olmuş, olacak bütün hâllerimize vakıftır ve O madem her şeye vakıftır -diğer bütün esmasından bildiğimiz üzere- ne dilemiş ya da dilememişse bizim için hayırdır.
Abdülkerim el-Kuşeyri, Muhsî isminin insan üzerindeki etkisini şöyle anlatmıştır: Kişi, nefeslerinin Allah tarafından sayıldığını ve duyularının kontrol altında tutulduğunu bilirse Cenab-ı Hakk’ın kendisine yakınlığını ve her hâlinin O’nun gözetimi altında olduğunu kuvvetle hisseder. Yaşanan her anın bilincinde ve farkında olmak kişiyi şükran duygularıyla doldurur. Hayatındaki her bir detayın nasıl nimetler içerdiğini daha net olarak anlar. Neticede şükrün nimeti artırması kuralına göre (İbrahim, 14/7.) kişinin hayatında şükre vesile olacak nimetler de artmış olur. Bu kapıyı açan bilinç hâli Muhsî isminin bir tecellisidir.
Nebe suresi 29. ayette Rabb’imizin her şeyi bir bir sayıp yazılı olarak kaydettiğini söylemiştik. Vakti saati geldiğinde o kayıtlar açılır, kişinin önüne getirilir. O zaman kişi şöyle der: “Vay hâlimize! Bu nasıl kitap? Büyük küçük demeden her şeyi sayıp dökmüş!” (Kehf, 18/49.) işte Muhsî ismi bizi o gün gelmeden uyarır, her davranışımızın bir bir dikkate alındığını; hiçbir şeyin gözden kaçmadığını bildirir.
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
22 Ekim 2021 Cuma
Sebe' Suresi,Nuzülü,Konusu
Hakkında
Mekke döneminde inmiştir. 54 âyettir. Sûre, adını 15. âyette geçen “Sebe’ ” kelimesinden almıştır. Sûre de başlıca müşriklerin ahireti inkâr etmeleri, Davûd ve Süleyman Peygamberlerin kıssaları ve müşriklerin Hz. Muhammed’in peygamberliğihakkındaki bazı şüpheleri konu edilmektedir.Nuzül
Mushaftaki sıralamada otuz dördüncü, iniş sırasına göre elli sekizinci sûredir. Lokman sûresinden sonra, Zümer sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 6. âyetinin Medine’de nâzil olduğuna dair bir rivayet de vardır.
Konusu
Hamdin dünyada da âhirette de yalnız Allah’a mahsus olduğu belirtilerek başlayan sûrede, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin üstünlüğü ve ilminin kuşatıcılığı fikri işlenmekte, Allah’ın mutlak kemali, ilmi, hikmeti, rahmeti, bağışlaması gibi sıfatları hatırlatıldıktan sonra kıyamet vaktinin geleceğini ve insanların tekrar hayata kavuşturulup hesaba çekileceklerini kabul etmeyenlerin tutarsızlıklarına dikkat çekilmekte, böylelerinin Hz. Peygamber’i Allah hakkında asılsız sözler uydurmakla itham etmeleri veya onun aklını yitirdiğini iddiaya kalkışmaları üzerinde durulmakta, iman edip iyi işler yapanlarla Allah’a âsi olanların âkıbetleri karşılaştırılmakta, iki iyi örnek olarak Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman hakkında bazı bilgiler verilmekte, ardından kötü bir örnek olarak da Sebe’ ahalisinin başına gelenlere değinilmekte, şeytana uyanların ve şirk batağına saplananların âhiretteki halleri tasvir edilmektedir.
21 Ekim 2021 Perşembe
Neml Suresi,Nuzülü,Konusu
Hakkında
Mekke döneminde inmiştir. 93 âyettir. Sûre, adını 18. âyette yer alan “enNeml” kelimesinden almaktadır. Neml, karınca demektir. Sûre de başlıca, Süleyman peygamber ve Sebe’ melikesi, Belkıs kıssası ile Salih ve Lût peygamberler konu edilmekte, ayrıca mü’minlerin kurtuluşa ereceği, İslâm karşıtlarının kötü akıbetleri, öldükten sonra dirilmek ve kıyamet dile getirilmektedir.Nuzül
Mushaftaki sıralamada yirmi yedinci, iniş sırasına göre kırk sekizinci sûredir. Şuarâ sûresinden sonra, Kasas sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
Konusu
Bir önceki Şuarâ ve bir sonraki Kasas sûreleriyle bir bütünlük arzeden Neml sûresinde Allah’ın birliği, peygamberlik, vahiy ve âhiret hayatı gibi İslâm’ın inanç esasları ele alınmaktadır. Şuarâ sûresinde olduğu gibi bazı geçmiş milletlerin ve bunlara gönderilmiş olan peygamberlerin kıssalarından kesitler sunulmak suretiyle insanlara öğütler verilmekte ve anlatılan olaylardan ibret almaları istenmekte, Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı ve Sebe’ kraliçesiyle (Belkıs) olan öyküsüne genişçe yer verilmektedir. Kozmik deliller gösterilerek Allah’ın sonsuz ilmi ve kudreti ispat edilmekte, kalplerde gizlenenler dahil olmak üzere evrende var olan hiçbir şeyin Allah’a gizli kalmayacağı, müşriklerin yaptıklarının ise bâtıl olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca kıyamet alâmetlerinden biri olan dâbbetü’l-arzın çıkarılacağı haber verilmekte, mahşer gününde karşılaşılacak durumlar ve olaylar tasvir edilmektedir.
20 Ekim 2021 Çarşamba
57- El-Hamîd ism-i şerifi:
Hamîd ismi hamd mastarından türemiştir. Hamd “iyi ve güzel vasıflarla övmek” demektir. Zemmin zıddıdır. Bu durumda Hamîd “bütün iyilik ve güzelliklerle övülen, sayısız lütuf ve nimetlerine şükredilen” demektir. Şükür ve methin tüm unsurlarını bir araya toplayan “hamd” mastarının taşıdığı bu geniş anlamı Türkçede tam karşılayacak bir kelime bulunmamaktadır.
Kur’an’da Hamîd
Kur’an-ı Kerim’de hamd kavramı altmış bir yerde Allah’a nispet edilmekte olup bunların on yedisini Hamîd ismi oluşturmaktadır. Bu on yedi ayetin on tanesinde Hamîd ismi “her şeyden müstağni ve her şey kendisine muhtaç” anlamındaki Ganî ismiyle birlikte gelir. (Bakara, 2/267; Nisa, 4/131; İbrahim, 14/8; Hac, 22/64; Lokman, 31/12, 26; Fatır, 35/15; Hadid, 57/24; Mümtehine, 60/6; Tegabün, 64/6.) Bu durum Allah’ın başkalarının övmesiyle “Hamîd” olmadığını, aslında O’nun her şeyden müstağni olduğu gibi kullarının övgüsüne de ihtiyacı olmadığını gösterir. Kullarının isyan ve inkârı O’na bir zarar vermediği gibi onların takvası ve övgüsü de O’nun şanını yüceltmez.
Kur’an’da sayısız ayette, çok çeşitli sebeplerle Allah’a hamd etmek tavsiye edilir. Hatta “Elhamdülillah de!” şeklinde Rabbimize sözle hamd etmemizi emreden ayetler vardır. (Neml, 27/59; İsra, 17/111; Mü’minun, 23/28.) Buna göre hamd sadece içimizde bir hayranlık ve takdir duygusu olarak kalmamalı; övgü ve şükür ifadesi olarak lisanımıza da yansımalıdır. Muhtemeldir ki bu emir, ağzımızdan çıkanların kalbimizdekini yansıttığı gibi dilin sürekli tekrar ettiği sözlerin de düşünce ve duyguları belirlediği hakikatinden ötürüdür.
Elmalılı Hamdi Yazır rahmetullahi aleyh Fatiha tefsirinde “elhamdülillah”ı açıklarken methetmek ile hamd etmek arasındaki ince farka dikkatlerimizi çeker ve der ki: “Hamd, methedilen şeyleri ihsan eden ve bu hususta İstediğini yapmakta tamamen özgür olan Cenab-ı Hak'ka yapılır. Bu yüzden, mesela güzel bir atı methederiz ama ona hamd etmeyiz. Medih sırf yağcılık olabileceği hâlde hamd ve şükür daima bir gerçekliğe dayalıdır ve bu nedenle de ahlakidir. Ayrıca hamdde tazim ve takdir manaları daha barizdir. Çünkü hamd eden henüz bir nimete vasıl olmadığından hamdine başka hiçbir amaç karışmamıştır. Saf bir tazimdir. O ihsanlara erişenlerin mutluluğuna gerçek bir kardeşlik duygusuyla iştirak ve sanki kendine verilmiş gibi sevinme vardır. Bu bakımdan “Hamdolsun!” diyebilen kişi gerçek bir mutluluk hissi yaşamış olur. Hamd, herkesin ermek istediği, ancak pek az kimsenin erebildiği bir mertebedir.”
Hamîd tecelli ederse
Hamîd isminin ilk ve en önemli tecellisi her durumda Rabbini öven kulun rıza makamına ulaşmış olmasıdır. Bu mertebeye ulaşan kul Rabbi ona verse de vermese de razıdır. Böyle olunca da hayat olayları karşısında tam bir sekinete/gönül huzuruna ulaşmış olur. Psikolojinin “kendinle barışık olmak” dediği bu ruh hâli aslında “Rabbinden razı olma”nın küçük bir alt başlığıdır. Kur’an’da bildirildiğine göre cennet ehli ahiretin şiddetli hâllerinden kurtulup cennete kavuştuklarında “Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun!”diyeceklerdir. (Fatır, 35/34.) Dünyada hamd makamına ulaşanlar da iç dünyalarındaki bütün tasaları gidermiş, takdir edilenle barışmış, dünyalarını cennet yapmış insanlardır. Tartışmalı olmakla beraber hamdin şükürden daha üstün bir mertebe olduğu söylenir. Çünkü şükür bir nimete karşılık yapılır; hamd ise o nimet size ulaşmasa da nimetin sahibini övmektir. Hamd kerim olanı zatından dolayı övmek iken, şükür kerim olanı kereminden dolayı övmektir. Efendimizin sıkıntılı anlarında “Elhamdü lillahi alâ külli hâl” (her hâlükârda Allah’a hamd olsun) demesi bu durumu teyit eder.
Hamîd ismiyle ahlaklanmak isteyen kişi, zatında bütün övülen davranışları toplamaya gayret eder ayrıca başkalarında gördüğü meziyetleri takdir etmede de cimrilik yapmaz. Çünkü bu isim övülen anlamına geldiği kadar öven anlamına da gelmektedir. İyiliklerin artmasının en etkin yollarından biri de iyiliğin yüceltilerek öne çıkarılması ve iyilerin övülüp takdir edilmesidir.
İnsanlar içinde bu ismin en yüksek düzeyde tecelli ettiği kişi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Zaten “Muhammed” ismi de sayısız güzel niteliği nedeniyle çok çok övülen demektir. Efendimize vaat edilen “Makam-ı mahmud” övülen makam, onun sancağının adı olan “livau’l-hamd” da övgü sancağı demektir. Kısaca Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, isim ve sıfatlarıyla, ahlak ve makamıyla âdeta hamd mertebesinin insanlık âlemindeki mücessem hâli gibidir.
19 Ekim 2021 Salı
56- El-Veliyy ism-i şerifi:
Velî ismi “yakınlık, sevgi ve işleri üstlenip yardım etmek” anlamındaki velayet kökünden türemiştir. Genellikle “müminlere yardımcı, kâinatın ve bütün mahlukatın işlerini üstüne alan” şeklinde tanımlanır. Gazali rahmetullahi aleyh’e göre tek kelimeyle “dost” demektir. Dost sizi seven ve iyiliğinizi isteyen kişidir. Ama bir insanla ne kadar dost olsanız da sonuçta o da bir insandır ve çoğu zaman, üzüntünüze sizinle birlikte üzülmekten başka elinden bir şey gelmez. Oysa Allah-u Teala sizin dostunuz olursa O'nun dostluğu tüm yetki ve gücü elinde tutan bir makamın dostluğu demektir. (Bakara, 2/107.) Allah’ın dostluğu kulun iman ve bağlılığını, kendi yakınlığı ve himayesiyle ödüllendiren bir dostluktur. Allah’ın dostluğu, O’nun sizin işlerinizi üzerine alması ve sizi ulaştırmak istediği yere ulaştırması demektir.
Bakara Suresi, 257. ayette Rabbimizin buyurduğu üzere “Allah, iman edenlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velîleri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar.”
Bu ayetle anlıyoruz ki Allah Teala bu dünyada inkârcılara da nimet vermesine rağmen “kâfirlerin velîsi” diye nitelendirilmez. Allah’ın umumi velayetinden insan-hayvan fark etmeksizin bütün varlıklar istifade ederken, O’nun hususi velayeti sadece müminler içindir. Onları günah ve dalaletin karanlıklarından çıkartıp hidayetin nuruna kavuşturur. Demek günahlardan kaçındırmak o günahları işlemesine müsaade etmemek de, hayırlarda ve hidayette daim olmakta Allah’ın Velî isminin tecellisiyledir.
Yine bu isim müminin başına gelen musibetlerde, hastalıklarda, darlık ve sıkıntılarda tecelli eder. El Velî isminin tecellisiyle Allah velisi olduğu kullardan o musibeti kaldırır, hastalıkları afiyete, darlıkları feraha çevirir. Bu isim bazen de dostlarına yardım edip düşmanlarını kahretmek şeklinde de tecelli eder. Birçok savaşta bu ismi şerif tecelli etmiş, yardım ve inayetini müminlere ihsan ederken düşmanlarını kahreylemiştir.
Yine bu ismin tecellisiyle müminin idare etmekte aciz kaldığı ve altından kalkamadığı işlerde Velî olan Rabbi onun imdadına yetişir ve o işlerin idaresini üzerine alır. Demek idare etmekte aciz kaldığımız işlerin idaresinin kolaylaşmasında, altından kalkamayacağımız işlerde muvaffak olmamız hep bu ismin tecellisiyledir. İnsan yaratış itibariyle aciz ve zayıf olarak yaratılmıştır. Gözle görülemeyecek bir mikroba yenik düşecek kadar acizdir. Bu aciz kullar bu dünyada dertleriyle baş başa bırakılmamıştır. Velî olan Allah o mümin kullarının işlerini üzerine almış ve onların dostu ve velisi olduğunu her vakit onlara göstermiştir.
İşte Yüce Allah’ın Velî ismi de hayatın bizi hâlden hâle sokan tekâmül sürecinde Rabbimizin bize sahip çıkıp yardım ettiğini, elimizi hiç bırakmadığını gösterir.
Kur’an’da Velî
Velî ismi, Kur’an-ı Kerim’de yirmiyi aşkın ayette Allah’a nispet edilir. Kur’an’da bu kökden türeyen üç isim geçer: Velî, Vâlî ve Mevlâ. Velî, yukarıda da geçtiği üzere dost demektir. Ama bu dostluk arkadaşlık anlamında bir dostluk değil, rehberlik ve öncülük anlamı içeren bir dostluktur. Bu nedenle velî anlamındaki dostlar özenle seçilmelidir. Vâlî, işleri üstüne alan ve yöneten anlamına gelirken, Mevlâ da kendisinden yardım umulan, gerçek sahip demektir. (Âl-i İmran, 3/150.)
Kur’an ısrarla Allah’tan başka gerçek dost ve yardımcımız olmadığını vurgular. (Tevbe, 9/116; Ankebut, 22/22; Şura, 42/31.) Bu nedenle de Allah’tan başkasını –veya Allah ile beraber başkalarını- dost edinmemeyi, özellikle imansızların dost olarak görülmemesini tembih eder. (Âl-i İmran, 3/28; Nisa, 4/139; Tevbe, 9/23; Ankebut, 29/22; Secde, 32/4.) Kâfirlerin ve zalimlerin birbirlerine dost olduklarını (Casiye, 45/19.), müminlerin dostlarının ise ancak Allah ve Rasulü olduğu, namaz kılıp zekât veren, hicret edip cihat eden müminler olduğunu belirtir. (Maide 5/55; Enfal 8/72-73; Tevbe 9/71.) Hepsinden önemlisi Kur’an gerçek dostumuzun Yüce Allah olduğunu söylemekle yetinmez; tek başına Allah’ın dostluğunun yeterli olduğunu ve Allah’ın kuluna kâfi geleceğini söyler. (Nisa, 4/45; Maide, 5/56; Zümer, 39/36.) Allah Teala, kendisinden başka sığınılıp yardım istenecek dostlar arayanları ise zayıflıkları ile baş başa bırakır. (Ankebut, 29/41.) Sonuç olarak Allah en güzel dost ve en güzel yardımcıdır. (Enfal, 8/40.) Fakat Allah’ın dostluğunu kazanmak bazı vasıflara sahip olmayı gerektirir. Bu vasıfların başında iman gelir. Pek çok yerde Allah’ın müminlerin dostu olduğu açıklanır. (Bakara, 2/257, 286; Âl-i İmran, 3/68, 150; Muhammed, 47/11.) Bundan başka Allah takva sahiplerinin (Casiye, 45/19.) ve salih kulların (Araf, 7/196.) dostu olduğunu belirtir.
Kur’an bize kimlerle asla dost olmamamız gerektiğini de öğretir. Buna göre: Yahudiler ve Hristiyanlar (Bakara, 2/120; Maide 5/51.), münafıklar (Nisa, 4/89.), kâfirler (Nisa, 4/144.), dinlerini oyun ve eğlence edinenler (Enam, 6/70.), Allah’a ve müminlere düşman olanlar (Mümtehine, 60/1.), ahiretten ümidini kesmiş ve Allah’ın gazabına uğramış olanlar (Mümtehine, 60/13.), din konusunda müminlerle savaşarak onları yurtlarından çıkaranlar (Mümtehine, 60/9.) asla dost edinilemezler. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in “Kişi dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin.” (Tirmizi, Ebu Davud) sözü de bu ayetlerdeki uyarıların hikmetini açıklayarak pekiştirir.
Çeşitli vesilelerle tekrar edilen “müminleri bırakıp kâfirleri veli edinmeme, müminleri ihmal ederek kâfirleri dost tutmama” tâlimatı, müminlerle gayri müslimler arasındaki bütün iyi ilişkileri yasaklayan bir hüküm olarak anlaşılmamalıdır. “Müminleri bırakıp” kaydında ısrar edilmesi bu kaydın önemli olduğunu göstermektedir. Müminleri bırakmamak, onları birinci planda dost, veli, taraf saymak şartıyla gayri müslimler ile de, taraflar ve bütün insanlık için hayırlı olacak, faydalar sağlayacak, kötülükleri önleyecek ilişkiler kurmak, anlaşmalar yapmak ve dayanışmalarda bulunmak yasak değildir, hatta teşvik edilmiştir (Âl-i İmrân 3/28; Mümtehine 60/7-8).
Velî tecelli ederse
İnananların velisi olan Yüce Allah bir şeyin olmasını istediğinde önünde hiçbir engel yoktur. Allah bir kişinin velisi olduğunda ona bütün işlerini yoluna koyacak bir kapasite lütfeder. Lütuf ve ihsanıyla onu terbiye ederek iki cihanını mamur eder. Her durumda doğru olanı yapmaya muvaffak kılar. Rızasına erdirecek yolları gösterir; küfür ve inkâr sebeplerini ortadan kaldırarak kalbini küfrün karanlığından imanın aydınlığına çıkarır. (Bakara, 2/257.)
İnsanın Rabbinin velayetine nasıl güvenip iltica edeceğinin en güzel örneğini Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında görebiliriz. Kırk yaşına kadar toplumunun saygın ve sakin bir bireyi olarak yaşayan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, peygamberlikle görevlendirildiği andan itibaren akla hayale gelmeyecek zorluklarla karşılaşmıştı. Bu süreçte Allah Teala’yı yegâne dost ve yardımcı olarak bilmiş, savaşların en kritik anlarında dahi Rabbine güvenmiş ve sarsılmamıştı. “Hasbunallahu ve ni’mel vekil, ni’mel Mevla ve ni’me’n-Nasîr” (Allah bize yeter; O ne güzel vekil, O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır) sözü münafıkların ayağının kaydığı, müminlerin korku ile titrediği anlarda onun kararlılığını pekiştiren bir teslimiyet ve güven ifadesi idi. O, aynı zamanda bütün gayretini insanların Allah’ı yegâne velî olarak bilmelerini sağlamaya sarf etmişti.
Kuşeyri’ye göre Allah kimi dost edinirse onu kötülüklerden koruyup arzularını yerine getirir ve Hak dostlarının gönüllerine onun sevgisini yerleştirir. Fakat o sevilmeye değil, sevmeye odaklanmıştır. Ataullah İskenderi’nin dediğine göre insanlar tarafından sevilme arzusundan vazgeçmiş olmak Allah’ın kula verdiği değerin bir göstergesidir. Velayetten nasibi olan kişi çevresindeki insanların sıkıntıları ile meşgul olmayı hayatının misyonu hâline getirmiş kişidir. Herkesin derdi ile dertlenir. Şikâyet eden değil, çözüm arayan; yardım isteyen değil, yardım eden ve insanların kendisinden himaye gördüğü bir kişi olur. Bu elbette kolay değildir. Ama Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bize insanların arasına karışıp onlardan gelecek sıkıntılara sabretmenin, uzlete çekilerek sadece kendine yönelmekten daha hayırlı olduğunu haber vermiştir. Yeryüzünde Mevlâ’nın Velî isminin tecellisi olanlar, insana hizmetin nafile ibadetten daha üstün olduğunu bilenlerdir.
Kur’an ısrarla Allah’tan başka gerçek dost ve yardımcımız olmadığını vurgular. Bu nedenle de Allah’tan başkasını –veya Allah ile beraber başkalarını- dost edinmemeyi, özellikle imansızların dost olarak görülmemesini tembih eder.
Son olarak; İnsan bu dünyada yalnız olmadığını bilmeli. Onu bilen, halini gören, sesini işiten, derdine derman yetiştiren ve kudreti her şeye yeten bir sahibi, bir velisi olduğunu unutmamalıdır.
İnsan bu kuvvet ve zenginliğin farkında olmalı hadiselerin karşısında asla ümitsizliğe düşmemeli Velî olan Rabbine dayanıp ona güvenmelidir.
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
18 Ekim 2021 Pazartesi
Nisâ Suresi - 144 . Ayet Tefsiri
Ayet
- يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْكَافِرٖينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَؕ اَتُرٖيدُونَ اَنْ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَاناً مُبٖيناً ﴿١٤٤﴾
Meal (Kur'an Yolu)
Tefsir (Kur'an Yolu)
Çeşitli vesilelerle tekrar edilen “müminleri bırakıp kâfirleri veli edinmeme, müminleri ihmal ederek kâfirleri dost tutmama” tâlimatı, müminlerle gayri müslimler arasındaki bütün iyi ilişkileri yasaklayan bir hüküm olarak anlaşılmamalıdır. “Müminleri bırakıp” kaydında ısrar edilmesi bu kaydın önemli olduğunu göstermektedir. Müminleri bırakmamak, onları birinci planda dost, veli, taraf saymak şartıyla gayri müslimler ile de, taraflar ve bütün insanlık için hayırlı olacak, faydalar sağlayacak, kötülükleri önleyecek ilişkiler kurmak, anlaşmalar yapmak ve dayanışmalarda bulunmak yasak değildir, hatta teşvik edilmiştir (Âl-i İmrân 3/28; Mümtehine 60/7-8).
Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onlarla düşüp kalkanlar, dinleri ve dindaşları aleyhine de olsa kâfir dostlarının yapıp ettiklerine ses çıkaramayanlar, kâfirlerin kendilerine hâkim olmasına itiraz etmeyenler; bütün bunları –ki hepsi “velâyet, veli edinme” kavramına dahildir– mecbur olmadıkları halde yapanlar, kâfirlere dünyada ve âhirette verilecek cezaya katılmaya lâyık ve müstehak olurlar. Allah vereceği cezaya –âdeti gereği– bu yapılanları gerekçe gösterir.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 168-169
17 Ekim 2021 Pazar
54- El-Kaviyy - 55- El-Metîn ism-i şerifleri:
Türkçemizde de bir sıfat olarak kullanılan Kavî ismi kuvvet kökünden gelir ve “Yapmak istediği her şeye gücü yeten ve her anlamda yeterli olan” demektir. Ve Rabbimizin kudretinin mükemmelliğini ifade eder ve O’nun gücünün yetmeyeceği herhangi bir ihtimalin söz konusu olmadığını anlatır. Metanet ve sağlamlık anlamındaki Metîn ismi ise Allah’a nispet edildiğinde “Zatına herhangi bir zorluk ve yorgunluk olmayan, kudreti sonsuz” anlamına gelir. Allah dışında her şeyin gücünün bir sınırı vardır, yorulur ve yıpranır; O’nun sağlamlık ve dayanıklılığı ise eşsiz, benzersizdir.
Kuvvet, tam bir kudrete delalet ederken metanet bu kuvvetin şiddetini ifade eder. Allah’ın kuvvetinin sonsuz, tükenmez, gevşemez ve ölçülemez olduğunu gösterir. Allah’ın kudreti söz konusu olduğunda zorluk - kolaylık söz konusu değildir. O’nun için bir yaprağı yaratmakla kâinatı yaratmak birdir. Sözün kısası: Allah Teala tam bir kuvvet sahibi olmak bakımından kavî, gücünün çok şiddetli ve sağlam olması bakımından da metîndir.
Yüce Rabbimiz Hac suresinin 74. ayetinde kendisine şirk koşanları anlatırken “Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edip tanımadılar. Şu bir gerçek ki, Allah sonsuz kuvvet ve karşı konulmaz kudret sahibidir.” buyurur. Burada dikkatimizi çeken şey, Rabbimizin kendisini tanımamanın ne demek olduğunu sorguladığı böyle sarsıcı bir ifadede zatını müşriklere Kavî ve Azîz isimleriyle hatırlatmasıdır. Allah hakkında böyle vahim yanılgı içinde olan müşriklerin ahirette bütün güç ve yetkinin kimin elinde olduğunu anlayacakları ama iş işten geçmiş olduğu için bu idrakin fayda vermeyeceği de Bakara suresinin 165. ayetinde bildirilir. Oysa onlar bu dünyada iken iman edip günahlarına af dileselerdi Allah üzerlerine bereket yağmurları yağdıracağını ve güçlerine güç katacağını vadetmişti. (Hud, 11/52.)
Rabbimiz Kur’an’da iki yerde Kavî ismini “cezası çetin olan” anlamındaki şedidü’l-ikab terkibi ile birlikte getirmiş (Enfal, 8/52; Mü’min, 40/22.), bu da Kavî ismindeki ikazın tonunu artırmıştır. Kur’an’daki diğer yerlerde ise “yegâne galip” manasındaki Azîz ismiyle birliktedir. (Hud, 11/66; Hacc, 22/40,74; Ahzab, 33/25; Şura, 42/19; Hadid, 57/25; Mücadele, 58/21.) Bu ismin geldiği tüm ayetler Rabbimizin güç ve kudretinin anlatıldığı yerlerdir.
Kuvvet ve iktidarın şiddetini gösteren Metîn ismi ise Kur’an-ı Kerim’de sadece Zariyat suresinin 58. ayetinde geçer. Burası da Kur’an’da insanların yaratılış amaçlarının açıkça anlatıldığı Zariyat suresi 56. ayetin hemen devamındadır. Buna göre insanlar ve cinler ancak Allah’a kulluk etsinler diye yaratılmıştır. Rızık endişesi ile kulluk vazifelerinin ihmaline mahal olmadığı gibi bizim kulluk ve ibadetimizin Allah’a güç katmayacağını anlatmak üzere Rabbimiz bu bölümü “Bütün rızıkları veren bizzat Allah’tır. O erişilmez bir güç ve kudret sahibidir.” (Zariyat, 51/58.) ifadesiyle bitirirken kuvvet ve metanet sıfatlarını birlikte zikreder.
Kavî ve Metîn tecelli ederse: Lâ havle velâ kuvvete illâ billah
Kavî kuvvet verendir, Metîn de sağlamlaştıran. Sadece bunu bilmek bile bu iki ismin tecellisinin karakterimiz, inancımız, ahlakımız ve her iki cihanı ilgilendiren tüm işlerimiz için anlamını kavramaya yeter. Kişinin, bütün benliğiyle bağlandığı Yüce Yaratıcı’nın hiçbir tesir altında kalmadan dilediğini kudret ve merhametiyle yerine getirdiğini bilmesi O’na karşı hem haşyet hem sevgi duyması için önemli bir faktördür. Bu isimleri idrak eden hem kendi kulluğunu ve çaresizliğini itiraf etmiş, dolayısıyla sınırları ile barışmış, hem de bütün güç ve kudreti elinde tutana sığınmış olur. Özellikle kişinin kendi sınırları ile barışık olmasının onun ruh ve akıl sağlığı açısından önemi tartışılmazdır.
Bu isimlerin tecellisine en çok Allah’a karşı yükümlülüklerimizi yerine getirirken ihtiyaç duyacağımızı söylenir. Bu isimler bir kula tecelli ettiğinde o kul sorumlu tutulduğu ibadetlerin ağırlığına karşı Allah tarafından özel bir kuvvet kazanır denir.
Bu isimlerin tecellisiyle kişi, çevresinde bir ağırlık ve nüfuz kazanır. İnsanları idare etmek ve yönetmek onun için kolaylaşmış olur. Bu isimlere sığınanlar, iç ve dış dünyalarındaki olumsuzluklardan gereğinden fazla etkilenerek dürtüsel davranmazlar. Duruşları sağlamdır. Her anlamda kendilerini kontrol etmeye güçleri yeter. Hayat başarısının en önemli şartlarından biri olan iç disiplin tam da budur. Karakter ve irade zayıflığı, dünyevi veya uhrevi bir hedef çerçevesinde belirlenmiş bir programa uyma konusunda gereken sabrı gösterememek kişinin kendisinden başlayarak tüm çevresi için bir problemdir. Bu konuda bize ümit bahşeden husus ise kuvvet ve metanetin, diğer pek çok kişilik özelliği gibi, sonradan da kazanılabilir oluşudur. Rabbimizin esması bu konuda bir çok iç ferahlatıcı müjdelerle doludur.
Rabbinin Kavî ve Metîn isimlerine yürekten iman edip tam bir teslimiyetle sığınan insan, kolay kolay sarsılmaz. Bütün bu özellikleri nedeniyle bu isimler insanın hayatında büyük oluşumlara ve muhteşem bir etkiye sahiptir. Bu nedenledir ki Müslüman her ne zaman bir darlıkla karşılaşsa veya bir çıkmaza girdiğini düşünse “lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” (Bütün tasarruf, güç ve kudret Allah’a aittir.) der ve bu yolla kendi sınırlı gücünü Rabbinin sınırsız kuvvet ve metaneti ile takviye etmiş olur. Artık böyle bir gönül ne yorulur ne de yıkılır.
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
16 Ekim 2021 Cumartesi
53- El-Vekîl ism-i şerifi:
Vekil, sözlükte bir işin görülmesini kendisine havale ettiğimiz kişidir. Bir iş için başkasını vekil tayin etmek, o iş hakkında bizim yetersizliğimizi, onun da yetkinliğini gösterir. Bu manada Yüce Rabbimizin isimlerinden birinin de Vekîl olması, bütün yaratılmışların, her anlamda işlerinin görülmesinin, âlemlerin Rabbi olan Allah’a bağlı olduğunu ifade eder. Zira her şeyi tedbir ve idare eden, gözetip kollayan Rabbimiz bir an elini çekse ve mahlukatı kendi hâline bıraksa hiçbir yaratık varlığını dahi devam ettiremez.Hakiki vekil ancak Allah-u Teala'dır. Çünkü her işi bütün esrarıyla bilen ve her müşkülü açan yalnız O'dur. (Nisa, 4/132.) İnsanların, birbirlerinin işlerini görmeleri mecazi bir vekalettir. Onda vekâlet manasından ziyade yardımlaşma ve karşılıklı bedel alma manası vardır. bir tüccar, bir avukata iş verdiği zaman biri ona bilgisi ile yardım ediyor, öteki de para bedeli ile onu karşılamış oluyor demektir.
Vekîl isminin kapsamını ortaya koyması bakımından İmam Mâtürîdî’nin İsra suresi 65. ayetin tefsirinde yaptığı tanımlama önemlidir. Buna göre Vekîl, insanı şeytanın özendirmelerinden koruyan, onun hilelerine karşı kuluna destek veren, sığınacak bir yer bulmasını sağlayan ve bütün işlerimizde güvenilebilecek gerçek dosttur. Allah birine Vekîl olduğu zaman onu bilemeyeceği zorluklardan uzak tutar; hesap ve hayal edemeyeceği kolaylıklara eriştirir.
Yüce Rabbimizin Vekîl ismi sadece dünyayı değil, ahireti de içine alır. Allah birine Vekîl olmuşsa onun dünyası da ahireti de kurtulmuştur. Halbuki insanın insana vekâleti böyle değildir. Bu tezadı hatırlatmak üzere Nisa suresi 109. ayette, dünyada hainleri savunanlara kıyamet gününde kimin vekâlet edeceği sorulur.
Elbette Vekîl isminin bütün kapsamı ile etkin olması Rabbimizin diğer esması ile yakından ilişkilidir. Zira bu kapsamda bir vekâlet için güç-kudret, ilim-hikmet, mülk-saltanat ve daha nice nice üstün vasıflara sahip olmak gerekir.
Kur’an’da Vekîl ve Tevekkül
“Vekîl” vasfı Kur’an’da hem Allah hem de insanlar için kullanılmış, ancak her nerede insanların vekil olarak görülmesinden söz edilmişse orada bu vekâlet olumsuzlanmıştır. Bu da Vekîl sıfatının kuşatıcı anlamda hiçbir zaman insana verilmediğini göstermektedir. (Nisa, 4/109.) Öyle ki 10 dan fazla ayette Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in dahi insanlara vekil olma görevinin bulunmadığı ısrarla belirtilmektedir. (Yunus, 10/108; İsra, 17/54.) Peygamber demek Allah'ın bir vekili demek değildir. Allah'ın buyruklarını insanlara öğreten bir emir kulu demektir. Peygamberin görevi insanlara akıbetlerini bildirerek kötü sondan nasıl kurtulacaklarını göstermektir. Onları girdikleri yoldan zorla çevirmek ve işlerinin akıbeti konusunda sorumluluğu üstlenmek gibi bir görevleri yoktur. (Hud, 11/12.)
Ondan fazla ayette ise Vekîl sıfatı zât-ı ilâhiyyeyi nitelendirmekte (Ahzab, 33/3.); O’nun güvenilecek en güzel varlık olduğu, kendisine güvenen kimseyi koruduğu ve her şeyi gördüğü ifade edilmektedir. Bu ayetlerden biri de “hasbunallahu ve ni’mel vekil/ Allah bize kafidir; O ne güzel vekildir!” sözüdür. (Âl-i İmrân, 3/173.) Bu söze hakkıyla inanan ve dilinden düşürmeyerek bu inancı her daim tazeleyen insan için yıkılmak, bitmek, mahvolmak gibi ifadeler ve onların çağırdığı psikoloji asla söz konusu değildir.
Vekil kılma anlamına gelen “tevekkül” Kur’an ve sünnette en çok bahsi geçen kavramlardan biridir. Tevekkül manevi bir imdat istemedir. Allah’a karşı bir dilek ve temenni vasıtası olan sebeplere yapıştıktan sonra arzu edilen neticenin yaratılmasını O’na havale etmek ve sonuçta olana da razı olmak anlamındadır. Bu sebeple rızanın ilk basamağıdır. Kur’an’da kırktan fazla yerde geçen tevekkül, kulluk ve insanlık görevlerini ihmal ederek sırtını Allah’a dayamak değil, aksine Allah’ın emirlerine tam bir teslimiyetle uyarken ve gereğini yaparken başına gelebilecek olanlar hakkında Allah’a güvenmektir. (Ahzab, 33/1-3.) Allah’ı vekil edinerek işleri O’na havale etmek her zaman elinden gelen bütün gayret bittikten sonradır. (Âl-i İmrân, 3/159.)
İnsanın ruh sağlığı için tevekkül şarttır. Çünkü ne kadar planlı hareket edersek edelim her zaman karşımıza hiç hesapta olmayan terslikler çıkabilir. Aldığımız tedbirler, yaptığımız istişareler, akla hayale gelmeyen sebepler yüzünden boşa gidebilir. İşte bu noktada devreye tevekkül girer. Tevekkül çabadan sonraki gönül huzurudur. İnsanı her türlü anlamsız kaygıdan ve kendi gibi eksik kullara dayanıp boyun bükmekten kurtarır.
“Tevekkül” fiilinde fail her zaman insanlar, kendisine tevekkül edilen ise sadece ve sadece Allah’tır. Zira kendisine güvenilip bütün işlerin sonunun havale edileceği makam her şeye gücü yeten, hayatı ve ölümü dahi elinde tutan bir makam olmalıdır: “Sen, o ölümsüz ve daima diri olan (Allah’a) tevekkül et.” (Furkan, 25/58.) Allah’a güvenen O’ndan başkasının vekâletine ihtiyaç duymaz: “Kim Allah’a tevekkül ederse O kendisine yeter.” (Talak, 65/3.)
Gücü sonsuz ve sınırsız olan Rabbimizin Vekîl ismi ile tecelli edip her işimizde bizi koruyup kollaması kulun O’nu vekil edinirken duyduğu güven ve teslimiyete bağlıdır. Ne zaman dara düşse “Allah bize yeter, O ne güzel Vekîl’dir.” diyebilenler şeytanın bütün vesvese ve korku yollarını kapatmış olurlar. (Âl-i İmrân, 3/175.) Onlar, Allah’ın Vekîl ismine dayanır ve şeytanın vesvesesi olan bütün kaygılarından azat olurlar. (Nahl, 16/99.) Korku ve kaygılardan kurtulmak ise doğru yoldan sapmadan dümdüz ilerleyebilmek için olmazsa olmaz bir şarttır. Kişiliğimizi eğip büken, ahlakımızı sekteye uğratan hep korku ve kaygılarımızdır. Bu isme sığınan kişi, ateşin karşısındaki İbrahim aleyhisselam, Kızıldeniz karşısındaki Musa aleyhisselam, Sevr Dağı’ndaki Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gibidir: Sakin, mütevekkil, onurlu… Bu insanlarda telaş, acelecilik, panik görülmez; hiçbir zaman tepkisel değillerdir, insan haysiyet ve vakarına aykırı düşecek hiçbir hâlleri yoktur.
Yüce Rabbimizin her bir ismi karakterimizdeki bir güce işaret eder. Yani her bir isim tecelli ettikçe içimizde bir kapı açılır, ahlakımız ve bedenimizle birlikte tüm varlığımız zenginleşir. Her bir isim bir tarafımızı tamir eder, sağlamlaştırır, güzelleştirir. Vekîl ismi de tecelli ettiğinde insanın yeryüzündeki vekâlet rolünü pekiştirir. O kişi artık tüm yeryüzünün, canlı-cansız tüm varlıkların vekilidir. Bu vekâlet, Allah’ın mülkü olan yerkürede O’nun emaneti olan bütün yaratılmışlara O’ndan gelen talimatlara göre hilafeten göz kulak olma görevidir. Dolayısıyla bu ismin tecelli ettiği insanlarda emanet ve sorumluluk bilinci yüksektir. Üstlendikleri işlerin hakkını verirler. Kendilerine verilen hiçbir sorumluluk konusunda gözünüz arkada kalmaz.
Bu isimle ahlaklanan insan bilir ki onun bu dünyada bir şeylere sahip olması kendi adına değil, vekâletendir. O, kendisinin vekâletine verilen hayat, beden, mal, mülk, evlat, aile, makam, mevki, kısacası bütün varlığının emanetçisidir. Günümüz insanı bu bakışı yitirip kendisini başta bedeni olmak üzere her şeyin gerçek sahibi sandığından o şeyler üzerinde sınırsız bir tasarruf yetkisi olduğunu zannetmektedir. Kürtaj, keyfi estetik operasyonlar, cinsiyet değiştirme, genlerle oynama gibi dinimizin asla müsaade etmediği bedenle oynamalar hep vekâlet bilincinin mülkiyet bilincine dönüşmesi nedeniyledir. Çevre sorunlarının da temelinde bu zihniyet dönüşümü vardır. Kendini vekil değil, asil zanneden bu yeni insan için varlık âlemi, hesabını vereceği bir emanet değil, zevkini süreceği bir mülkiyettir.
Rabbimiz bizlere acizliğimizi ve fakirliğimizi hissettirsin. “Biz kendimize yeteriz” diyen gafillerden olmaktan muhafaza eylesin ve Her işimizde Vekil olarak kendisine güvenip tevekkül eden kullarından eylesin. Amin.
En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram