Günümüz dünyasının çarpıklığının temelinde ahlâki değerlerde yozlaşma yatıyor.
Bu yozlaşma, kalbimizin meylettiği “güzel” anlayışına mesafeli durmamızın ürünü.
İnsan güzele meyilli yaratılmıştır. Güzel; meşrep ve nesep ayrımları önemli olmaksızın güzeldir.
Güzel insanın fıtratının meylettiği ve tüm insanlığın istisnasız güzel saydığı şeylerdir.
Bir kuşun uçuşu, lapa-lapa yağan kar, ırmaklar, bahçeler, cennet... bizim güzele olan temayülümüz yaratılışımızdan gelmekte. “Her insan İslâm fıtratı üzere doğar” sözü bu gerçeği söylüyor.
İslâm, doğru insan fıtratının dini ve yoludur.
Müslümanlar dengede yani “vasat”, yani “orta yol”da bir topluluk. Mukaddes Kitabımız bizi böyle tarif ediyor.
İtidal İslâm'ın temel düsturu ve İslâm itidalin dinidir. Çünkü fıtrat dinidir.
İfrat ve tefrit ise itidalden ayrılanların yolu. İfratta ve tefritte bulunanlar, itidalin ifratı ve tefritinde bulunur.
İslâm denge, denge de İslâm'dır.
İtidal Nedir?
Adalet kelimesi ile aynı kökten gelen itidal, sözlükte, “bir şeyi yerli yerinde yapmak, iki uç arasında orta yolu tutturmak, kıvam ve denge hali” gibi anlamlara geliyor.
Namaz kılarken rükûlar arasında vücudumuzun aldığı şekle göre her azamız yerli yerine oturana kadar beklemeye, kısa veya uzun olmayıp orta boylu olmaya, vücudun sıhhi dengesine... itidal denmesi hep bu sözlük anlamının muhtelif yansımalarıdır.
İtidal, sadece yukarıda örnek olarak zikrettiğimiz durumlara özgü değildir. Hayatın her alanında itidal üzere olmak, herşeyin aşırısından sakınarak orta yolu tutturmak, müminlerin en temel özelliklerinden biri olarak dikkat çekmektedir.
Böyle olduğu içindir ki Efendimiz s.a.v., “İtidal, teenni, hal ve gidişi iyi olmak peygamberliğin yirmidört kısmından bir kısımdır” (Ebu Davud) buyurmuştur.
Kur'an'da müminlerin “vasat bir ümmet” kılındığı haber verilmektedir (Bakara, 143). Her ne kadar “vasat” kelimesi dilimizde “ne iyi, ne kötü; orta halli” anlamında kullanılmaktaysa da, burada bir anlam kayması mevcuttur. Zira Kur'an dilinde “vasat” kelimesi “her şeyin en hayırlısı ve efdali ” anlamına gelmektedir. (Lisânu'l-Arab, 7/428)
Nitekim bir diğer ayette yine biz müminler için “en hayırlı ümmet” (Âl-i İmran, 110) nitelemesinin kullanılmış olması da bu söylediğimizi en kesin biçimde doğrulamaktadır.
Yanlış üzerinde ittifak etmeyen topluluk
Ehl-i Sünnet ulemasının, icma-ı ümmet'i dinî bir delil saymasının temel esprisi de burada yatmaktadır. Zira yukarıda işaret ettiğimiz Bakara Suresi'nin, 143. ayetinde, Ümmet-i Muhammed'in vasat bir ümmet kılınmakla bütün insanlık üzerine şahit tutulduğu haber verilmiştir. Şüphesiz bu durum, bu ümmetin vasat ümmet oluşundan, yani adalet sıfatına hakkıyla sahip oluşundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Kur'an'da bu şekilde zikredilmiş olan bir ümmetin, batıl ve yanlış bir konuda görüş birliği edebileceğinin düşünülmesi, adalet sıfatını kaybettiğinin söylenmesi ile aynı anlama gelecektir.
Böyle bir iddia, Kur'an'ın haber verdiği duruma ters düşeceğine göre, bu ümmetin, özellikle de “Şüphesiz ki Allah'tan ancak alimler hakkıyla korkar” (Fâtır, 28) ayeti gereğince bu ümmetin alimlerinin bir konudaki görüş birliğinin herkesi bağlayıcı bir delil olması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkar...
Ilımlı olmak mı, itidal sahibi olmak mı?
Günümüzde özellikle Batılı çevrelerin, dünyada kurdukları sömürü dengesi için sakınca teşkil etmeyen fikir akımları ve hareketler hakkında kullandığı “ılımlı” kelimesiyle itidal birbirine karıştırılmamalıdır. Yani itidalli müslüman ifadesiyle, ılımlı müslüman ifadesi birbirinden farklıdır.
Ilımlı müslüman, adı müslüman olmakla birlikte, hiçbir haksız uygulamaya ve zulme ses çıkarmayan, her yapılanı onaylayan insan tipini anlatmaktadır.
İtidalli müslüman ise küçük düşürülmeye ve horlanmaya kesinlikle gönlü razı olmayan, İslâm'ın izzet ve mehabetine sahip çıkan, müslümanların menfaatlerini koruyan; ancak bunu yaparken asla ifrat ve terfide kaçmayan kişi demektir.
Öyleyse itidalin, hangi sahalarda ve ne şekilde ortaya çıkan bir tutum olduğunu ayrıntılarıyla bilmek biz müminler için bir zarurettir.
İtikatta itidal
En temel özelliği itidal olan müslümanlar, Sahabe döneminden hemen sonra yabancı din ve kültürlerle yoğun bir ilişki sürecine girilmesinin yanı sıra, birtakım siyasi mülahazalarla bazı ayrışmalar yaşadı. Kelâm ve Fırak kitaplarında ayrıntılarıyla açıklanmış olan bu fırkalaşma süreci içerisinde, Efendimiz s.a.v.'in tavsiye ettiği ve Sahabe'nin (Allah hepsinden razı olsun) fiilen yaşadığı itidal durumunu sadece Ehl-i Sünnet muhafaza etti. Bunun dışındaki gruplar, kimi ifrada, kimi de terfide düşmek suretiyle Nebevî çizgiden şu veya bu oranda sapmalar gösterdi.
Mesela Haricîler ve Mu'tezile, büyük günah işleyen müminlerin iman dairesinden çıktığını söylerken ifrada, Mürcie de günahın ve amelsizliğin kişiye hiçbir zarar vermeyeceğini söyleyerek tefride düştü. Ehl-i Sünnet ise Allah Tealâ'nın bağışlamaması durumunda amelsizliğin ve günahların kişiye zarar vereceğini ve ahirette azap görmesine sebep olacağını söyleyerek itidali muhafaza etti. Ehl-i Sünnet'e göre bir kimse kendisini iman dairesine sokan hususlardan birisini inkâr etmedikçe mümin sıfatını kaybetmez ve dinden çıkmaz. Bununla birlikte bu kişi eğer günahkâr bir kimse ise, Allah Tealâ'nın kendisini bağışlamaması halinde günahları oranında cehennemde azap görür ve azabı bittikten sonra içinde ebedi olarak kalmak üzere cennete gider.
Bir diğer örnek olarak Hz. Ali r.a. hakkındaki inanç etrafında oluşan fırkalaşmayı gösterebiliriz. Şiiler Hz . Ali r.a.'ı diğer sahabilerin hepsinden üstün görmek ve hilafetin ona vahiyle tevdi edildiğini, ilk üç halifenin bu hakkı gasbettiğini, onlara biat eden sahabilerin de bu gasba ortaklık ettiğini söyleyerek ifrada düşerken, Nasıbîler Hz. Ali r.a. düşmanlığıyla onların tam karşısında yer aldı. Ehl-i Sünnet ise bu konuda da itidalden ayrılmayarak Hz. Ali r.a.'ı layık olduğu mevkide gördü. Ona hürmette kusur etmemek, bununla birlikte hilafetin ona vahiyle verilmiş bir hak olduğunu anlatan uydurma rivayetlere bel bağlayarak diğer sahabîlerin kadrini küçültmemek Ehl-i Sünnet'in temel tavrı oldu.
Kur'an ve Sünnet yolu
Öte yandan Cebriye, kulun işlediği her türlü fiilin tamamen Allah Tealâ'nın kudreti ile meydana geldiğini söylemiştir. Bu fırkaya göre kul, rüzgârın önündeki bir kuru yaprak gibi çaresiz, etkisiz ve tam anlamıyla edilgendir. Kendisi hiçbir şey yapmayı dileyemez ve hiçbir şeye karar veremez. Tefridi temsil eden bu inanışın tam karşısında yer ala Mu'tezile ise, kulun işlediği hiçbir fiilde ilâhi takdire yer olmadığını söylemiştir. Bu görüşe göre kul kendi fiillerinin yaratıcısıdır.
İtidali temsil ve muhafaza eden Ehl-i Sünnet ise bu konuda şuna inanır: Kul herhangi bir şey yapmaya niyet eder, karar verir ve bunu fiiliyata geçirmeye teşebbüs eder. Bu güç kulda mevcuttur. Ancak niyet edip teşebbüse geçtiği fiilin meydana gelebilmesi için onu Allah Tealâ'nın da dilemesi gerekir. O dilemedikçe hiç kimse hiçbir şey yapamaz. İşte Allah Tealâ'nın dilemesi ile kulun niyet ve teşebbüsü bir araya geldiğinde, Allah Tealâ o işi yaratır, kul da işler. İnsan ne Cebriye'nin dediği gibi çaresiz ve mecbur, ne de Mu'tezile'nin dediği gibi kendi fiillerinin yaratıcısıdır. Kul da elbette irade sahibidir. Ancak onun iradesi cüz'î, Allah Tealâ'nın iradesi ise küllîdir.
Bütün bunları söylerken bir noktanın önemle altını çizmemiz gerekiyor: Ehl-i Sünnet hiçbir zaman “madem ki şu veya bu fırka ifrat veya tefride saptı; o halde ben de orta yolu benimseyeyim” düşüncesiyle hareket etmiş değildir. Hadise şudur: Kur'an ve Sünnet neyi nasıl öngörmüşse, Ehl-i Sünnet ona öylece inanma tavrını muhafaza etmiştir. Kur'an ve Sünnet'te yer alan emir, yasak ve hükümlere sarılmak bizatihi itidal demek olduğundan, Ehl-i Sünnet'in itidali temsil edişi, bu hüküm, emir ve yasaklara hakkıyla riayet edişi anlamına gelmektedir.
Amelde itidal
Efendimiz s.a.v.'in, ümmetine her konuda olduğu gibi amel ve ibadetlerde de itidali emir/tavsiye ettiğine dair kaynaklarımızda pek çok rivayet mevcuttur. Örnek olarak birkaçını zikredelim:
Enes b. Mâlik r.a.'ın rivayet ettiğine göre bir grup sahabi, Efendimiz s.a.v.'in hane-i saadetlerine gelerek O'nun ibadet tarzının nasıl olduğunu sordular. Konu kendilerine açıklanınca, “ Rasul-i Ekrem s.a.v., geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış birisidir. Bu sebeple gece ibadetini az yapıyor olmalıdır. Oysa bizim durumumuz O'nunla kıyaslanamaz” diye düşündüler.
İçlerinden birisi, hayatı boyunca her gece namaz kılmaya, bir diğeri bütün hayatını oruçlu geçirmeye, bir diğeri de nikâhlı hanımına asla yaklaşmamaya karar verdi. Bilahare bu durumdan haberdar olan Efendimiz s.a.v. onları yanına çağırarak şöyle buyurdu: “Sizler şöyle şöyle söylemişsiniz. Halbuki Allah'a yemin olsun, Allah'tan en çok korkanınız ve O'nun yasaklarından en çok sakınanınız benim. Böyle olduğu halde ben bazan (nafile) oruç tutar, bazan tutmam. Gece namazı kıldığım da olur, uyuduğum da. Kadınlarla (eşlerimle) beraber de olurum. (Benim sünnetim budur.) Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir” (Buharî, Müslim, Nesaî) buyurdu.
Bu sahabiler, Fetih suresi 2. ayette de zikrolunduğu gibi Efendimiz s.a.v.'in geçmiş ve gelecek bütün günahlarının bağışlanmış olması dolayısıyla O'nun fazla ibadet etmesine gerek olmadığını, kendilerinin ise ancak çokça ibadet ederek bağışlanmaya erebileceklerini düşünerek böyle bir karar almışlardı. Ancak Efendimiz s.a.v. durumdan haberdar olur olmaz hemen müdahale etmiş ve iyi niyetle de olsa itidalden ayrılmak anlamına gelen bu tavrın doğru olmadığını belirtmiştir.
Hangisi muteber?
Abdullah b. Amr b. As r.a. anlatıyor: Rasul-i Ekrem s.a.v.'e benim, “Vallahi yaşadığım sürece gündüzleri oruç tutup geceleri namaz kılacağım” dediğim haber verilmiş. Beni çağırtarak, “Böyle böyle söylemişsin, doğru mu?” diye sordu. “Evet böyle söyledim ey Allah'ın Rasulü ” dedim. “İyi ama sen buna güç yetiremezsin. Bazen oruç tut, bazen tutma. Gece namazına bazen kalk, bazen de uyu. Ayda üç gün (nafile oruç) tut. Zira Allah Tealâ hayırlı işleri on misli sevap vererek kabul eder. Bu üç gün aynen yıl orucu yerine geçer” buyurdu. Ben, “Söylediğinizden daha fazlasına güç yetirebilirim” dedim. “Öyleyse bir gün oruç tut, iki gün ara ver” buyurdu. Ben tekrar “Daha fazlasına güç yetirebilirim” dedim. “Öyleyse bir gün tut, bir gün ara ver. Bu, Davud aleyhisselamın orucudur. Bu en kıymetli oruçtur” buyurdu. Ben yine “Daha fazlasına güç yetirebilirim” deyince, “Bundan efdali yoktur” buyurdu. (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî )
Burada Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in, zaman içinde bıkkınlık verecek ve ağır gelecek amelleri yapmayı nezretmiş olmayı doğru bulmadığı dikkat çekiyor. Muteber olan, az da olsa devamlı yapılan ameldir.
Hz. Aişe r.a. validemiz anlatıyor: “Rasulullah s.a.v., ruhsat ifade eden bir amelde bulunmuştu. Bazılarının bundan kaçındığını işitince bir hutbe irad etti. Adeti olduğu üzere Allah Tealâ'ya hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle buyurdu: “Allah için söyleyin. Bazıları benim yaptığım şeyi beğenmeyip kaçınıyormuş, doğru mudur bu? Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ı onlardan çok daha iyi biliyorum. Allah'tan duyduğum korku da onların duyduğundan çok daha fazladır.” (Buharî, Müslim)
“Abartarak hedefe varamazsınız”
Yine Hz. Aişe r.a. validemiz anlatıyor: “Rasulullah s.a.v.' ın bir hasırı vardı. Geceleri onu perde yapıp arkasında namaz kılar, gündüzleri de yere yayıp üzerinde otururdu. Halk Rasulullah s.a.v.' ın yanına gelip aynen O'nun gibi namaz kılmaya başladı. Derken sayıları gittikçe arttı. Bunun üzerine Rasulullah s.a.v. onlara yönelerek şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Takat getireceğiniz işleri yapın. Zira siz usanmadıkca Allah sevap yazmaktan usanmaz. (Bilesiniz ki) Allah'a en hoş gelen amel, az da olsa devamlı olandır” buyurdu.
Bu hadisin ravisi kendi gözlemi olarak diyor ki: Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in ailesi bir iş yapınca onu sabit kılar (bir daha terk etmez, devamlı yapar) dı . (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî)
Bütün bu rivayetler bize şunu anlatıyor: Güzeli ve mükemmeli aramanın sonu yoktur. En iyisini yapacağım diye hareket eden bir kimsenin, zaman içinde bir kısım vesveselere boğulması, bıkkınlık hissine kapılması veya takatten düşmesi çok görülen bir durumdur. İşte bu gibi olumsuzluklara meydan vermemek için Efendimiz s.a.v. devamlı surette itidali tavsiye buyurmuş ve en efdal davranışın itidale riayet olduğunun altını çizmiştir. Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir rivayette “Sizler (mükemmeli yapmak için) mübalağa(lı davranış) ile hedefe ulaşamazsınız. Dini en iyi tatbik şekliniz, kolaylık tarafını tutmanızdır” buyurulmuş olması, amel ve ibadette ölçünün kolaylık ve itidalden ayrılmamak olduğunu tenbih etmektedir.
Nitekim Efendimiz s.a.v. bir gün mescide girdiğinde iki direk arasına gerilmiş bir ip gördü. Bunun ne olduğunu sorunca, “Bu, Zeyneb r.a.' nın ipidir. Namaz kılarken uykusu gelince buna takılıyor (ip onun düşmesini önlüyor)” dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Hayır (böyle şey olmaz)! İpi derhal çözün. Şevkiniz varken namaz kılın, uykunuz gelince de yatın.” (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî)
Buradaki “Şevkiniz varken namaz kılın” ifadesi, namaza kendimizi verebildiğimiz süreyi aşmamaya dikkat etmemiz konusunda Nebevî bir uyarıdır. Zira uyku, hastalık, yorgunluk... gibi hallerde zaten kişi kendisini namaza tam anlamıyla veremez ve böyle bir durumdayken namaza devam etmekle kendisine bir anlamda işkence etmiş olur. Oysa farz namazlarda olduğu gibi nafile namazlarda da aslolan, kendimizi namaza verebilmemizdir.
Bu noktaya dikkat çeken rivayetlerden birisinde Efendimiz s.a.v.'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Her şeyin bir şevki ve her şevkin bittiği bir zaman vardır. (Yapacağı iş konusunda bu şevki) duyan kişi, işini yaparken itidalli hareket eder ve bu itidali devam ettirirse, muvaffak olacağını ümit ederim...” (Tirmizî)
Dünya işlerinde itidal
İbadetler konusunda itidal, yukarıda örneklerini gördüğümüz tarzda ısrarla emir ve tavsiye buyurulduğuna göre, dünya işleri hakkında da aynı tavrın geçerli olması gerektiğini anlamak kolaydır. Öncelikle “Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma” (Kasas, 77) ayetini hatırlayalım. Dünyalık konusunda sorumluluk taşıdığımız kimselere (eşimiz, çocuklarımız, akraba ve arkadaşlarımız ve nihayet diğer müminlere) karşı görevlerimizi yerine getirmemize engel olacak umursamazlık, cimrilik veya savurganlık gibi tavırların müslümana yakışır şeyler olmadığı malumdur.
Burada konumuz açısından önemli olan nokta şudur: Bu türlü sorumluluklarımızı yerine getirirken, başkalarının hakkını zedeleyecek derecede büsbütün saçıp savurmak da, tamamen kısmak da yanlıştır.
Bilindiği gibi Efendimiz s.a.v., Medine'ye hicretten hemen sonra Muhacirler'den her birini, Ensar'dan bir kişiyle kardeş kılmıştı. Bu çerçevede Selman-ı Farisî r.a. ile Ebu'd-Derda r.a. kardeş kılınmıştı. Bir defasında Selman r.a., Ebu'd-Derda r.a.' nın ziyaretine gitmişti. Ebu'd-Derda r.a.' ın eşinin kıyafetinin perişanlığı dikkatini çekmişti. Kadına niçin bu kıyafet içinde bulunduğunu sorunca, “Kardeşin Ebu'd-Derda'nın dünya ile ilgisi kalmadı” cevabını aldı. Bir süre sonra Ebu'd-Derda r.a., yemek getirdi. Selman r.a. onu da yemeğe çağırınca oruçlu olduğunu söyledi. Ancak Selman r.a., “Sen yemezsen ben de yemem” diyerek ısrar edince birlikte yemek yediler. Akşam olunca Ebu'd - Derda r.a. gece namazı kılmak için Selman r.a.'dan izin istedi. Ancak o izin vermeyip, “uyu” dedi. Birlikte uyudular. Bir süre sonra Ebu'd-Derda namaza kalkmak istedi. Ancak Selman r.a. tekrar “uyu” dedi. Gecenin sonuna doğru Selman r.a. “Şimdi kalk” dedi. Kalkıp birlikte namaz kıldılar. Sonra Selman r.a. ona şöyle nasihat etti: “Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehl u ıyalinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.”
Ertesi gün Ebu'd-Derda, o geceki durumu Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'e anlattı. Efendimiz s.a.v., “ Selman doğru söylemiş” buyurdu. (Buharî, Tirmizî )
Bu olay bize, dünya-ahiret dengesinin nasıl kurulacağı konusunda son derece önemli ipuçları vermektedir. Sorumluluğumuz altında bulunan insanların hak-hukuklarını gözetmeyi ihmal etmenin aynı zamanda kul hukukuna tecavüz olduğunu ve Yüce Rabbimiz'in de kul hukukuna ilişkin günahları bağışlamayacağını hatırdan çıkarmamalı.
Dünya-ahiret dengesi
Dünyadan nasibimizi unutmamak ve başkalarına muhtaç olmamak için elbette çalışacağız ve kazanacağız. Ancak burada önemli olan, aldatıcı dünya sevgisinin kalbimize yerleşip orayı büsbütün işgal etmesine mani olmayı başarabilmektir. Dünya-ahiret dengesinin muhafazasında itidalden ayrılmamanın önemi de işte burada kendisini göstermektedir.
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in Hanzala isimli bir kâtibi vardı. Bir gün Hz. Ebu Bekir r.a. ile karşılaştılar. Hz. Ebu Bekir r.a. ona “Nasılsın?” diye sordu. “Hanzala münafık oldu” karşılığını alınca şaşırdı ve “Sübhanallah! Sen neler söylüyorsun böyle?” dedi. Hanzala r.a. böyle söylemesinin sebebini açıkladı: “Rasulullah s.a.v.' ın huzurunda olduğumuz anlarda bize cennet ve cehennem anlatılır. Onları sanki gözlerimizle görmüş gibi oluruz. Ancak oradan ayrılıp çoluk-çocuğumuza, bağ-bahçemize dönünce bu ruh hali bizden gidiyor.” Hz. Ebu Bekir “Vallahi ben de aynı şeyi hissediyorum” deyince, birlikte Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'e gidip durumu açtılar. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:
“Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, benim yanımdaki hali dışarıda da devam ettirip koruyabilseniz, melekler sizinle yataklarınızda, yollarda musafaha ederdi. Fakat ey Hanzala , bazen öyle, bazen böyle olmasında şaşılacak bir şey yoktur (bu durum münafıklık değildir).” (Müslim, Tirmizî)
Efendimiz s.a.v.'in Hanzala r.a.' ya verdiği cevap bize şunu öğretiyor: Herkes her zaman Allah Tealâ'nın huzurunda olduğu hissini aynı yoğunlukla taşıyamaz. Bazan bu his yerini dünya meşguliyetlerine yoğunlaşmaya bırakır ve bu durum son derece normaldir. Ali el-Kârî'nin bu hadisi açıklarken söylediği gibi, kişi bazan huzur, bazan da fütur halinde olmakla münafık olmaz. Huzur halinde iken Rabbimiz'in hukukunu eda eder, fütur anlarında ise dünya işlerimizi görürüz. Bu durum, zaman içinde ibadetlerden gelebilecek bıkkınlık ve usanma hissine kapılmayı engellemek için başka şeylerle meşgul olmaya tanınan bir ruhsatı ifade eder aynı zamanda.
Giyim kuşamdan yeme-içmeye, başkalarıyla münasebetlerimizden dünya geçimliğimizin temin ve muhafazasına kadar hayatın her alanında müslümanca tavrın ancak itidale riayet ile ortaya konabileceğini unutmamalı ve yine hatırdan çıkarmamalı ki, herşeyin aşırısından, ifrat ve tefridinden sakınmak en efdal tutumdur.
EBUBEKİR SİFİL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder