“İtikad”ı, Din’de inanılması ve reddedilmesi gerekenler olarak tarif ettiğimizde şunu söylemiş oluyoruz:
Din’in sahibi olan Allah Teala ve bu dini O’ndan aldığı yetki ve sorumluluk çerçevesinde insanlara tebliğ ve beyan eden Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), neye nasıl inanmamız gerektiğini bize kesin bir şekilde bildirmiştir. Temel inanç unsurlarında herhangi bir belirsizlik, kapalılık, ihtimallilik söz konusu değildir. “Amentü esasları” dediğimiz bu inanç umdeleri, kendisini “mü’min” olarak tarif eden herkes tarafından kesin bir şekilde bilinmesi ve inanılması gereken hususlardır. Bunlardan bir tekinin bile inkârı ya da tereddütle
karşılanması, kişiyi imanından eder. Ehl-i Sünnet’iyle Şia’sıyla bütün İslam fırkaları bu esaslara inanır ve inanılmasını zaruri görür.
İslam'ı bir tek âlimin anladıkları olarak görmek, bir âlime Peygamber vekilliği verme anlamına da gelebilir. Oysa peygamberin varisi bir âlim değil, âlimlerdir. Her birine mirastan farklı bir pay düşmüş olabilir. Biri onun daha çok cömertliğini, diğeri cesaretini, bir başkası zühdünü temsil edebilir. Ama hiç birisi bütünüyle peygamberin tek temsilcisi olamaz. İslam'ı bir tek âlimle tanıyan diğer mirasları reddetmiş ya da onlardan mahrum kalmış olur. Çünkü beşerin bilgisi tam olarak objektif olamaz. Birinin gördüğünü diğeri göremeyebilir. Bilgilenmede akıl, zekâ, önceden edinilmiş bilgiler, tecrübe, duygular, zaman ve mekân faktörleri etkilidir.
Tek âlimle oluşan gruplar onun İslam'ını yegâne İslam olarak göreceği için başka fikirlerin de bulunabileceğini kabul edemezler. Artık diğerlerini sapık sayar, hatta tekfir ederler.
Her grup kendi evradını, ezkarını, hatta özel ibadetlerini kendisi belirler. Böylece birbirlerinden uzaklaştıkça uzaklaşır ve artık birbirlerine tamamen yabancılaşırlar. İsmail Hakkı Bursevî Peygambere okunacak salavatın en güzelinin nasıl olacağı konusunda bile tarih boyunca farklı grupların iki binden fazla salavat kalıbı oluşturduklarını söyler.
Böyle bir anlayış insanların, âlim de olsalar, hatalarını hakikat görüp onları sabitler ve böylece dinde kaymalar başlar.
Ve en önemlisi, böyle gruplar kendi bilgi kuramlarını ve kaynaklarını kendileri belirler ve en mühim bilgi kaynağı olarak en başa kendi üstadının söylediklerini koyarlar.
Sonuçta din (anlayışı) tevhidi gerçekleştirmesi gerekirken tefrik/parçalanma sonucunu verir. Bireyleri farklı cemaatlerden olan aileler bile dağılıp parçalanır.
cemaat ayrı fırka ayrı dedik ve neden fırkalara ayrıldığımız üzerine konuşacağız:
Resulüllah'tan günümüze İslam'ın hep bir anadamarı, bir de yan yolları olagelmiştir. Tıpkı Resulüllah'ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurduğu gibi. Meşhurdur, o bir gün kumlar üzerine düz bir çizgi çizmiş, bir de ondan ayrılan yan çizgiler çizerek şöyle buyurmuştu: 'İşte bu doğru çizgi Allah'ın yoludur, bu yan çizgilerin her birinde ise oraya çağıran bir şeytan vardır'. Sonra da bu sözüne delil olarak şu anlamdaki ayeti kerimeyi okudu: “İşte benim dosdoğru yolum budur. Ona girin, başka yollara girmeyin, yoksa sizi O'nun yolundan ayırırlar, dağılırsınız.” (En'âm 6/153). Hadisi şeriften şöyle bir anlam çıkabilir: Ayeti kerimenin söylediği ve Resulüllah'ın tarif ettiği ana yoldan ayrılan yan yolların davetçileri, önderleri, imamları aslında birer şeytandırlar. Çünkü insanları sırat-ı müstakimden alıkoyuyorlar.
Bu doğru çizgi; sırat-ı müstakim, sevad-ı azam, ehlisünnet ve'lcemaat gibi isimlerle anılmış ve tam olarak bilinebilmesi için de Resulüllah Efendimiz'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından 'benim ve ashabım gibi yaşayanlar' diye tarif edilmiş. Sonra da mezhepler ve fırkalar ortaya çıkmış. Mezhepler birer din gibi görülmediği ilk yüz yılda o anadamarı doğru anlama çabaları olarak görülmüşler ve mesela, fıkıh mezheplerinin hiçbiri öbürüne karşı olmamış, fırka oluşturmamış, diğerinin doğru gördüğü bir görüşünü alıp kendisininkinden vazgeçmekten gocunmamışlar. Hepsi birden anadamarı ya da Ehlisünnet'i oluşturup temsil etmişler. İlk üç nesil; sahabe, tabiin, tebeut-tabiin nesilleri böyle devam etmiş.
Bu üç nesle biz Selef-i salihîn, yani sağlam çizgide oldukları belli olan nesiller diyoruz. Dört büyük mezhep imamıyla beraber onlar gibi, ya da onlara yakın onlarca, belki yüzlerce müçtehit âlim hep bu nesilde yaşamış, hep birlikte cemaati oluşturmuşlar. Bu üç neslin salih olduğunu bizzat Resulüllah Efendimiz(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)haber vermiş: “Ümmetimin en hayırlıları benimle beraber olanlar, sonra onlara uyanlar, sonra da bu uyanlara uyanlardır” buyurmuş.
Bu saf ve salih olma elbette mutlak değildi, yanlış düşünenler, hata yapanlar da vardı ama bu üç nesilde hâkim olan, Resulüllah'ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ve onun yetiştirdiği insanların yaşadığı gibi yaşamaktı. Onlar bütün olarak bir cemaat idiler ve ortak özellikleri sünnet, yani Resulüllah'ın yaşama tarzı, örnekliği üzere hareket etmekti. Onun için onlara daha sonra örnek alınacak bir topluluk anlamında 'Ehlisünnet ve'lcemaat' dendi.
Gerçi bu isimlendirme özellikle Şia'ya karşı tepkisel bir isimlendirme idi ve başlangıçta kimlik belirlemekten çok fırkalara karşı bir tavır alışı ve bir konum belirlemeyi ifade ediyordu. Aidiyeti kimliği ise İslam oluşturuyordu. Çünkü ümmet için bu aidiyeti bizzat Allah seçmişti: “De ki Allah'a çağıran, yapılması gerekenleri, yani salih amelleri yapan ve ben Müslümanım diyenden daha güzelini söyleyen biri olabilir mi?”.
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ise bu ana damarı sadece cemaat olarak isimlendirmişti. İşte en başta cemaat dendiğinde anlaşılan, ulemanın ittifak halinde temsil ettiği bu ana damardı. Geniş anlamdaki bu cemaati müminlerin emiri temsil ediyordu. Camide namaz için toplanan gruba da bunun küçük bir örneği olarak yine cemaat deniyordu. Mescitlerdeki bu küçük cemaatler birer damla gibi toplanıp o büyük cemaati oluşturuyordu.
Sonra fırkalar ortaya çıkmaya başladı. Fırkayı, farklı olma, ayrı olma özelliğiyle tanımlayabiliriz. Fırkada hedef, hakikati bulmaktan çok, doğrunun yegâne temsilcisi biziz, diğerleri yanlıştır, biz farklıyız, biz herkesten ayrıyız diye düşünmektir.
fırkanın cemaat olmadığını, adına cemaat denmekle fırka olmaktan çıkmayacağını gördük.
Aslında Âl-i İmran Suresi 102 ve 103. Ayetler bu cemaat ve fırka ayırımına dikkat çeker:
“Ey iman edenler! Allah'a karşı hakkıyla takvalı olun ve sakın ha, Müslüman olmaktan başka bir vasıfla ölmeyin. Allah'ın ipine cemaat olarak sarılın, fırkalara ayrılmayın, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz, O sizin kalplerinizi kaynaştırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Bir ateş çukurunun tam kıyısındaydınız da O sizi oraya düşmekten kurtardı. İşte Allah size ayetlerini böyle açık açık bildiriyor ki, hidayeti bulabilesiniz”. Demek ki, cemaatin olmadığı yerde fırkalar olur ve fırkalara ayrılmak Allah'ın yasakladığı bir şeydir. Ya da fırkaların olduğu yerde cemaat olmaz.
Bundan çıkan sonuçların bazıları şunlardır:
Allah'a iman etmeniz yetmez, takvalı olmaya da hakkıyla çaba göstermelisiniz. Takva, Allah'ın emir ve yasaklarına riayet etmekle kulun kendisini korumasıdır. Müslüman olursunuz, ama Müslüman kalabilmeniz için bu da yeterli değildir. Allah'ın ipine, yani Kuranı kerim'e cemaat olarak sarılmanız gerekir.
Bireylerin İslam'dan anladığı farklı şeyler ve bu anlamda mezhebi olabilir, ama umumu ilgilendiren hususlarda son hükmü verecek olan merci Kuranı kerim'dir. bu da elbette bugün kendilerine 'Kurancılar' diyenler gibi herkesin onun dilediği yerinden ve gönlüne göre bir parça koparıp almasıyla, boşlukları da kendi görüşleriyle doldurmasıyla olmaz. Onun da bir anlaşılma usulü, ahlakı vardır. Rasulüllah'ın(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) anlayıp yaşadığı, yani Sünnet ve onu izleyenlerin, sonra da âlimlerin ondan ittifakla ya da çoğunlukla anlayageldikleri göz ardı edilerek Kuranı kerim anlaşılamaz. Onun için Kuranı kerim'e sadece bir âlimin değil, âlimlerin ittifakı, ya da çoğunlukla anladıkları ile tutunulabilir. Bunun için de âlimlerin fırkaların malı olmaması, ümmetin bütününe hitap etmesi ve birbirlerinden haberdar olmaları gerekir.
Peki neden fırkalara ayrılıyoruz?
Bunun cevabını anlayabilmek için önce çok ilginç iki hadisi şerifin anlamını okumalıyız:
Ebu Saîd el-Hudrî adlı sahabi anlatır: “Bir gün bir grup arkadaş mescitte oturuyorduk, Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) çıkageldi. Pürdikkat söyleyeceklerine kulak kesildik. Buyurdular ki, “Kuranı kerim'in bana indirilmesi sebebiyle nasıl ben inkârcılarla savaştıysam, sizin içinizde de onun yanlış tevil edilmesi sebebiyle savaşanlarınız olacaktır. Bunu bir şeref sayarak Ebubekir, o ben olabilir miyim, diye sordu. Ömer, ben olabilir miyim, diye sordu. Ali ise bir köşede Rasulüllah'ın pabucunun kopan bağını tamirle meşguldü. Resulüllah da hayır, siz değil ama şu pabuç tamircisi olabilir dedi”.
Bu hadisi şerif şu gerçeklere işaret eder: Kuranı kerim'in indirilmesi küfrün işine gelmedi ve ona karşı Rasulüllah'la (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ve onun ashabıyla savaştılar. Rasulüllah'tan sonra ise Müslümanlar arasında onun kendi görüşlerine göre tevil edilmesi hastalığı ortaya çıkacak ve ümmeti temsil edenler bu hastalıkla savaşmak zorunda kalacaklar. Gerçekten de Hz. Ali (radıyallahu anh) teville ilk fırkayı oluşturan Haricilerle bu sebeple savaşmıştır. Tahavî'nin Müşkil'de naklettiğine göre, Haricilerin bir kolu olan Harurîler kâfirlerden söz eden “dünyada yaptıkları işler boşa gitmiş, ama onlar hala iyi bir iş yaptıklarını sanıyorlar” anlamındaki Kehf 18/104 ayetini teville Müslümanlara çevirmişlerdi, Hz. Ali (radıyallahu anh) de onlarla savaşmak zorunda kaldı.
İşin ilginç tarafı, Hz. Ali'ye (radıyallahu anh) tabi olduklarını söyledikleri halde Kuranı kerim'e uçuk ve batıni tevillerle istediklerini söylettiren Şia nezdinde bu hadisi şerif şu hale getirilmiştir:
“Ey Ali! Kuranıkerim bana indirildi, onun tevilini yapacak olan da sensin. Ben nasıl onun indirilmesi sebebiyle savaştıysam, sen de tevili sebebiyle, yani senin tevilini kabul etmeyenlerle savaşmak zorunda kalacaksın”. (Cafer b. Mansûr, eş-Şevâhid, 74.).
Gördünüz mü tevili yeren hadisi şerif nasıl tevile delil yapıldı ve tefrika nasıl başladı.
Faruk Beşer'in bir yazısından faydalanılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder