21 Mart 2021 Pazar

30- El-Adl ism-i şerifi:


ADALET her şeyi dengeli yapmak ve yerli yerine koymak, herkese hakkını vermek, her şeyi akıl ve mantığa, hikmet ve maslahata uygun olarak yapmaktır. Zulmün zıddıdır.


 El-adl ism-i şerifi “adaletli olmak” anlamında olup çok âdil, asla zulmetmeyen, hakkaniyetle hükmeden, haktan başkasını söylemeyen ve yapmayan anlamına gelir. 

El-Adl ismi hem Ali radıyallahu anh'ın hem de İmam-ı Azam rahmetullahı aleyhin İsm-i Azam olarak gördükleri isimler arasındadır.

“Adl” olan Allah’ın bütün işleri adalete uygun, sözleri de hakkaniyetin ta kendisidir. O’nun her yaptığı yerli yerinde olduğu gibi her söylediği de şeksiz şüphesiz doğrudur.

O’ndan başka adil yoktur. Çünkü her şeyi hakkıyla gören, işiten, her şeyin içini, dışını, önünü, sonunu bilen ve her şeye gücü yeten ancak O’dur. İnsan bazen hayatta olup bitenlere bakarak Allah’ın adaletinde bir nevi eksiklik vehmeder. Bu durum asıl hayat olan ahireti dikkate almayıp sınırlı akılla bunu çözmeye çalışmanın sonucudur. Allah’tan onu bunu ister ve bu isteklerinin kendileri için hayır olduğunu zannederler ve sonra istekleri olmayınca kendilerine adil davranılmadığını düşünürler.

Halbuki Allah’ın rahmetinin bolluğu ile verilen sayısız lütuflarını hak etmek için nasıl bir çaba sarfettiler kendilerine bir kez olsun sormazlar. O’na gereği gibi iman edip O’ndan gelen her şeye razı olanlar ise Rablerinin kullarını kendilerinden daha çok koruyup kolladığına bütün yürekleriyle inanırlar.

Biz Rabbimizin adaletinden hiç şüphe duymayız ancak O’ndan adalet değil af ve merhamet isteriz. Biliriz ki Allah Teala’nın affı, merhameti ve keremi olmasa; O bize sadece mutlak adaleti ile muamele edecek olsa azaba uğramayan kalmazdı. Bu yüzden Allah’ın adaletinin sonucu azap, lütfu kereminin tecellisi merhamet ve kime neye göre muamele edeceği de hikmettir, denmiştir.

İnsan olmak noksan olmak demektir. Bütün sıfatlarda olduğu gibi adalet konusunda da mükemmel olmak sadece Allah’a mahsustur. İnsanlar unutabilir, arzu ve zaaflarına uyabilir, duygusal davranabilir... Tüm eksiğimize rağmen Rabbimiz “Adl” ismiyle tecelli edince dünyaya bakışımız değişir. Artık dünyaya kendi duygu ve çıkarlarımızın penceresinden değil, hakkın, hakikatin penceresinden bakmaya başlarız. Bunun şartı ise insanlardan beklentiyi kesmek ve onların elindeki hiçbir şeye ihtiyaç duymamaktır. Bu bakış bizi ahlaki kemale ve ruhun denge haline ulaştırır. İslam ahlakçılarının itidal ve adalet kavramlarıyla ifade ettikleri bu denge ve kemalin oluşmasıyla davranışlarımız tüm aşırılıklardan korunmuş olur. Bakara suresinin 143. ayetinde geçen “vasat ümmet” tabiri de bu hâli ifade eder. Bu prensibe göre yaşayan insan yeme içmeden tutun da inanç, ibadet ve amellerine varıncaya kadar her konuda ifrat ve tefritten korunur, ailesini, işini, sosyal hayatını, ibadetlerini yerli yerine koyar. Çalışmanın, dinlenmenin, eğlenmenin, gezmenin, sorumluluklarının birbirinin yerini işgal ederek hayatının bir karmaşaya dönüşmesine izin vermez. Çünkü adalet sadece başkalarına karşı değil, bizzat kendimize karşı da göstermemiz gereken temel bir ihtiyaçtır. Kendinde hiç hata görmemek kadar her konuda kendini suçlamak, öz saygısını kaybedecek şekilde kendini eleştirmek de aşırılıktır. Bedenle ruhun ihtiyaçları, kendi gelişimiyle ailevi ve sosyal sorumlulukları, haklarıyla ödevleri arasında dengeyi gözetmek kendisiyle ve diğerleri arasındaki ilişkileri düzenlemek konusunda adalet anahtar kavramdır. Unutmamak lazım ki kendine hayrı dokunmayanın çevresine de bir iyiliği olmaz.

Adalet öğrenilen bir davranıştır ve öncelikle aile içinde öğrenilir. Ailede her yaş ve cinsiyetteki kişinin kendi durumuna göre ihtiyaçları ve hakları vardır. Bunların hepsinin adaletle gözetilmesi gerekir. Çocukluğunda yakın çevresinde şiddetli haksızlıklar görmüş olanların yetişkinliklerinde çoğunlukla zalim bireylere dönüşmesi bugün psikolojinin üzerinde durduğu konulardan biridir. Peygamberimizin çocuklara adil davranma konusuna bilhassa dikkat çekmiş olması, sevgi ve ilgiden tutun da mali konulara varıncaya kadar çocuklar arasında ayırım yapılmamasını emretmesi bu açıdan manidardır.  

Ancak kişiliği kuvvetli insanlar adaleti yürütebilir. Allah korkusu, kalp selameti, keskin zekâ, idrak ve basiret, gerektiğinde cefaya tahammül, kudret ve cesaret, insaf ve merhamet, insan sevgisi gibi vasıflara sahip olmayan kişiler adil de olamazlar. Korku, çaresizlik, aşırı duygusallık, gurur ve önyargı gibi olumsuz duygular adalet duygumuza zarar verir.

Toplumun her ferdinin adil olması istenen bir özellik olmakla beraber adalet sıfatı bilhassa hâkimler ve yöneticiler için zaruridir. Çünkü toplumlar ancak bu mevkide bulunanların adalet vasfına haiz olması ile yükselir. Bu nedenle Rabbimiz insanlar arasında hüküm verirken duygularımızın tesiri altında kalmamızı istemez. Ne yakınlık ve merhametin ne de kin ve nefretin adalet konusundaki hassasiyetin önüne geçmesine izin vermez. (Nisa, 4/135; Maide, 5/8.)

Efendimizin şu müjdesi adaleti gözetenler içindir: “Yönettikleri insanlara, ailelerine ve sorumlu oldukları kişilere karşı adaletli davrananlar, Allah katında, Rahman’ın yanında nurdan minberler üzerinde ağırlanacaklardır.” (Müslim, İmare, 18.)

Toplumda işler adaletle yürüdüğünde insanlar görevlerini severek yapar, kimse hakkını elde etmek için aracılara koşma ihtiyacı duymaz, insan onuruna aykırı yollara girmek zorunda kalmaz. Böyle bir toplumda herkes huzur içinde yaşar. Adaletin tecellisine güvenir ve kişisel intikam peşinde koşmaz. Bu da toplumda düşmanlıkların ortaya çıkmasını engeller. Bu nedenle adalet mülkün temelidir.

Allah-u Teâlâ adalet sahibidir. Haksızlık ve zulüm yapmaz. Zaten zulüm başkasının mülküne tecavüzdür. Bütün mülk ise Allah’ındır. Bu cihetle Cenab-ı Hak hakkında -hâşâ- zulüm düşünülemez. O her işinde adaletle hükmeder. Ne hesabında, ne takdirinde, ne kahrında, ne gazabında ve ne de icraatlarında zerre kadar zulüm yoktur. Her işinde ve her fiilinde mutlak adalet sahibidir.

Şimdi El-Adl isminin âlemdeki tecellilerini tefekkür edelim:

1. Zalimlere gelen bütün azaplar El-Adl isminin bir tecellisidir. Nuh kavminin, Ad kavminin, Semud kavminin, Firavunların, Nemrutların, Karunların helakı hep bu ismin tecellisiyledir. Nerede bir zalim varsa ve ona bir helak inmişse, onda El-Adl ismi tecelli etmiştir. 

 El-Adl isminin bu manasıyla bizlerde tecelli etmesinden Rabbimize sığınırız.

2. Kâinattaki mizan, denge ve ölçü El-Adl isminin bir tecellisidir. Şimdi El-Adl isminin bu manasını âlemde tefekkür edelim: Şu âlemdeki her varlık, mikroorganizmalardan bitki ve hayvanlara varıncaya kadar her şey bu dünyayı istila etmek ister. Hâlbuki onların bu istila arzusu bir kuvvetin engellemesi ile önlenir ve her biri onlara tayin edilen limiti geçemez.

Mesela bir mikroorganizma uygun şartları bulduğunda 44 saat içinde 5000 dünya ağırlığında bir büyüklüğe ulaşabilme özelliğine sahiptir. Eğer bu mikroorganizma dilediği gibi büyüyebilseydi, tek başına şu âlemi istila edebilirdi. Ancak diğer canlıların hayat haklarının korunması için bu mikroorganizmaya müsaade edilmemiş ve çeşitli düşmanlarla mücadele etmek zorunda bırakılarak dünyayı istilasının önüne geçilmiştir. İşte bu organizmanın büyümesini önleyen El-Adl isminin tecellisidir.

Denizlerde milyonlarca yumurta yumurtlayan balıklara da bir sınır getirilmiştir. Eğer bir sınırlama getirilmeseydi, her bir balık türü denizleri kendi cinsiyle istila ederdi ve denge de yerle bir olurdu.

Mesela ıstakoz bir yılda yedi milyon yumurta yumurtlar. Eğer bunların hepsi ıstakoz olsaydı, birkaç senede denizler ıstakozla dolar taşardı.

Mezgit balığı da senede altı milyon yumurta yumurtlar. Eğer bütün mezgitler yaşasaydı, bir seneye kalmaz denizler mezgitle dolardı. Oysa altı milyon mezgitten ancak bir düzinesi hayatta kalabilmekte ve diğerleri hayvanlara yem olmaktadır.

Eğer balıklar ve diğer deniz canlıları diledikleri gibi çoğalsalardı, bir sene içinde denizlerin dörtte üçünün canlılarla dolup taşacağını, karaları da suların istila edeceğini kestirmek herhâlde güç olmaz. Ancak buna müsaade edilmemekte ve denizlerde muhteşem bir denge hâkim olmaktadır. İşte bu denge El-Adl isminin bir tecellisidir.

Ya dünya atmosferindeki oksijen dengesine ne demeli? Atmosferde % 21 oksijen, % 77 azot ve %2 oranında da diğer gazlar vardır. Eğer oksijen %21 oranında değil de biraz daha fazla olsaydı, ocağı yakmak için kibriti çaktığınızda dünyayı yakabilirdiniz. Ya da biraz daha az olsaydı, boğazımıza bir ip geçirilmiş gibi nefessiz kalırdık. İşte bu denge ve ölçü de El-Adl isminin bir tecellisidir.

 İşte âlemdeki bütün bu dengeler, mizanlar ve ölçüler El-Adl isminin bir tecellisidir. Demek, bu ism-i şerif bir an âlemdeki tecellisini çekse, her şey birbirine girecektir. El-Adl isminin bu manadaki tecellisi sebebiyle Rabb’imize sonsuz hamd ve sena olsun.

3. Her şeye hassas ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek ve her azayı yerli yerine koymak El-Adl isminin bir tecellisidir.

Şimdi El-Adl isminin bu manadaki tecellisini insan üzerinde tefekkür edelim:

Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Bu elementlerin hepsi bir ölçüye ve dengeye göre vücudumuzda bulunmaktadır. Vücudumuzda belli ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler vardır. Bunların azlık veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan beyin fonksiyonlarını işlettirir. Eksikliği davranış bozukluklarına sebep olur. Kadminyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerine elementlerin yığılması ise hormonal bozuklukları meydana getirir. İnsanın vücudunda böyle son derece hassas bir denge hâkim olduğu gibi, diğer hayat sahipleri olan hayvanların ve bitkilerin vücudunda da aynı denge hâkimdir. İşte bu denge El-Adl isminin bir tecellisidir.

Şimdi de suretlerdeki ve azaların yerleştirilmesindeki dengeye ve ölçüye bakalım:

İnsanın yüzü… Ne kadar da ölçülü ve dengeli… Her aza birbiriyle ne kadar uyum içinde… Mesela eğer burnumuz biraz uzun olsaydı, ağzımızı kapatırdı. Kaşlarımız uzasaydı, gözlerimizi kapatırdı. Ya dişlerimiz ya da dilimiz uzun olsaydı, bu durumda ağzımızı kapatamazdık. Gözümüz veya kulağımız büyük veya küçük olsa ne kadar dengesiz ve ölçüsüz olurdu. Her aza dengeli yaratılmış ve diğer azalarla uyumu da mükemmel bir şekilde sağlanmış.

İşte suretlerin böyle dengeli bir şekilde icadı, azaların ölçülü bir şekilde yaratılması ve azalar arasındaki uyum El-Adl isminin bir tecellisidir. El-Adl ismi bu manasıyla her an sayısız varlıkta tecelli etmektedir.

4. İyiliklere sevap ve kötülüklere ceza vermek El-Adl isminin bir tecellisidir. Demek, mümine cenneti vermek ve kafiri cehenneme sokmak El-Adl isminin bir tecellisidir. Gerçi cennet kazanılmaz, o bir lutf-u İlahidir. Ancak müminlerle kafirlerin arasını ayırarak müminleri cennete, kafirleri cehenneme sokmak bir adalettir ve ism-i Adlin bir tecellisidir. El-Adl isminin bu ciheti ahirette tam manasıyla tecelli edecektir.

Bu isimden hissemiz şu olmalıdır: İlk önce her işimizde doğru ve adaletli davranmalı ve El-Adl ismine bu cihette bir ayna olmalıyız. Yalan ve hileye asla başvurmamalıyız. Daha sonra, bu ismin saydığımız manalarını âlemde tefekkür etmeliyiz.

Ya Rab! Gazabından rızana, azabından affına, adaletinden rahmetine sığınırız. Affın cömertliğindir, azabın ise adaletindir. Bize adaletinle değil, kereminle muamele eyle. 

Cenab-ı Hak bizleri El-Adl ismine tam bir ayna yapsın. Ve mahluklar üzerinde bu ismin tecellisini okuyarak zatına ulaşan kullar zümresine dâhil eylesin! Âmin!

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram

29- El-Hakem ism-i şerifi


 “Hakem; hak ile batılın, yanlış ile doğrunun, güzel ile çirkinin, iyi ile kötünün arasını ayıran, hüküm verme yetkisini elinde tutan, son hükmü verecek olan” demektir. 


Rabbimizin yaratılışta eşyanın tabiatına koyduğu hükümler, ilk insandan bu yana indirdiği kitapların içerdiği hükümler, dünyada olup biten hadiselere dair ahirette verilecek nihai hükümler bu ismin işaret ettiği tecelilerdir.

Rabbimiz her şeyin başını da sonunu da bütün kapsamıyla bilir. Bu evrende her ne oluyorsa hepsini en başta tasarlayan ve yaratan O’dur. O öyle bir âlem yaratmıştır ki orada her şey hem birbiriyle ilişkilidir hem de kendi varoluş amacını gerçekleştirmeye yönelik bir akış içindedir. Her şey tam da olması gereken yerdedir. İlmiyle, hikmetiyle, adaleti ve kudretiyle bu âlemi tasarlayan Rabbimiz her bir oluş için hükmünü verir ve icra eder. (Kasas, 28/70.) O’nun hükmü olmadan hiçbir şey, hiçbir hâdise meydana gelemediği gibi, O’nun hükmünü bozacak, geri bıraktıracak, mâni olacak hiçbir kuvvet de yoktur.

Allah-u Teala Hakem’dir. Hak ile hükmeder. Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ve iyiyi kötüden ayırır. Eğer Cenab-ı Hakk’ın bu isminin tecellisi olmasaydı, bizler bu zıtlar arasında bir ayırım yapamayacak, neyin hak, neyin batıl; neyin güzel, neyin çirkin ve neyin iyi, neyin kötü olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektik.

Şimdi, Hakem isminin bazı tecellilerini görelim: 

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hakem ismine en geniş manada mazhar olmuştur ve bu ismin onda tecellisi ile hakkı batıldan, güzeli çirkinden, hayrı şerden ayırmış ve insanlar arasında hak ile hükmetmiştir. Sünnet-i Seniyyenin bütün meseleleri ve bütün hükümleri El-Hakem isminin tecellisi ile meydana gelmiştir.

Kur’an-ı Kerimimiz de, Hakem ismine geniş bir aynadır. İçindeki hak hükümler, iyi ile kötünün, güzel ve çirkinin arasını ayıran beyanlarıyla El-Hakem isminin tecellisine mazhardır. 

Yine İslam’ın şeriatı ve şeriatın her bir hükmü, El-Hakem ismine mazhardır.

Dünyada insanlar arasında hak ile hükmeden bütün hâkimler yine Hakem ismine aynadırlar ve bu ismin tecellisi sayesinde hükümlerinde isabet etmektedirler.

Hâkimler gibi gerçek âlimler de Hakem ismine güzel bir aynadırlar. Onlar da bu ismin kendilerindeki tecellisi sayesinde yanlış ile doğrunun, hak ile batılın, hayır ile şerrin arasını ayırmışlar ve bizlere göstermişlerdir. 

Hakem ismi kâinattaki her hadisede ve her olayda tecelli eder. Her hadise Allah-u Teâlâ’nın hüküm vermesi ile meydana gelir. Bir yaprağın düşüşünden, yumurtadan çıkan bir civcive; aldığımız nefesten, yeni doğan bir bebeğe; denizlerin dalgasından, gökyüzündeki gezegenlere kadar her hadise Hakem isminin tecellisiyle meydana gelir.

Allah’ı inkâr eden ve O’na isyan eden kâfirin vücudunda dahi onlar bunu kabul etmese de Allah’ın hükümranlığı geçerlidir ve Hakem ismi tecelli etmektedir. Onun kalbini çalıştıran, kanını dolaştıran, her hücresine gıda veren, saçının her teline renk veren, vücudundaki her tasarrufa hükmeden ve bu hükmü icra eden Allah-u Teâlâ’dır.

El-Hakem ismi dünyada böyle tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecektir. Bütün insanları mahşer meydanında toplayacak olan Cenab-ı Hak, El-Hakem isminin tecellisiyle insanlar arasında hak ile hükmedecek, boynuzsuz koyunun hakkını boynuzlu koyundan alacak ve bu ismin tecellisiyle müminlerle kâfirlerin arasını ayırarak müminleri cennete, kâfirleri de cehenneme sokacaktır. Ahiretteki muhasebe El-Hakem isminin tecellisiyle yapılacak ve kimseye zerre kadar zulmedilmeyecektir.

Biz kullar Allah-u Teâlâ’nın El-Hakem isminin tecellisi ile, O’nun koyduğu, Resulünün uyguladığı kurallara uyarak, her meseleyi Kur’an’a ve Sünnete göre tartmalıyız. Sorunlarımıza El-Hakem isminin en geniş aynası olan Kur’an ve Sünnet ışığında çözüm bulmalıyız ve şu ayet-i kerimenin tehdidini hiç unutmamalıyız:

“Hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapmadıkça, sonra senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı bulmadıkça ve tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa 65)

Yüce Allah kurduğu bu düzenin içinde irade ve karar yetkisine sahip tek bir varlık yaratmıştır: İnsan. İnsanın aldığı kararların ve attığı adımların bütün sorumluluğu kendine aittir ancak Allah cc bu kararların ve yönelişlerin kendi katındaki hükmünü ve neticesini de ona önceden bildirmiştir. (En’am, 6/114.) Bu dünyada haklıyla haksız birbirine karıştığında bunları nihai çözüme kavuşturacak olan da O’dur. O’ndan başkası her olayı bütün sebepleri ve sonuçlarıyla birlikte bilemez. Bilemeyince de tam bir adaletle hükmedemez. Bu nedenle mutlak adalete dayalı nihai hüküm ancak Allah tarafından ve ahirette gerçekleşecektir. (Zümer, 39/46.)

Hayat doğumla başlar ve sonsuza kadar devam eder. Ölüm sadece boyut değiştirmektir. İşte bu nihai hüküm de asıl kalıcı hayatın başladığı noktada verilecektir.

Allah cc hüküm veren ve son sözü söyleyendir. Allah’ın hükmetme yetkisinden ve verdiği hükümlerden rahatsız olanlar kendi nefislerine yükledikleri tanrı rolünü görmeli ve kendi hüküm ve isteklerinin doğruluğunu neye dayandırdıklarını sorgulamalıdırlar.

O halde bir mümin Allah’ın hükmüne razı olup olmadığına dikkat etmelidir. O’nun hükümlerini içine sindiremeyen, koyduğu kurallardan dolayı içi sıkılan, olmasını istediği şey olmayıp da Allah başka şeye hükmettiğinde isyan eden birisi dönüp kendine bakmalı ve Allah-u Teala'nın ne yapması ve nasıl hükmetmesi gerektiğine bu kadar karışacak yetkiyi nereden aldığını kendine sormalıdır. 

Sonuç olarak; İnsan kendisi için iyi gördüğü şeylere ulaşmak için çaba sarf eder, Allah’a dua eder, neticede ulaşabildiğine de razı olur, onunla yetinirse işte en büyük huzur budur. Bunun da Allah’ın hükmüne güvenmek, O’nun kararlarına saygı duymakla alakası açıktır. Çünkü Allah “Hakem”dir. “Hakem” taraf tutmaz, haksızlık yapmaz, kayırmaz ve zarar vermez. Hakem’in hükmü hepimizin lehinedir. “Hüküm yalnızca Allah’a aittir. O, hakkı anlatır. O, hakkı batıldan ayırt edenlerin en hayırlısıdır.” (En’am, 6/57.)

Hz. Peygamber’in üzüntü ve sıkıntıyı gidermek için öğrettiği duanın başlangıç kısmı da bu rıza hâlini, hem Allah’ın hükmünün mutlaka geçerli olacağına hem de her zaman adaleti gerçekleştireceğine inanmakla açıklar: “Allah’ım! Ben senin aciz kulunum, senin kulun olan bir baba ile bir annenin evladıyım. Bütün varlığım senin elindedir. Benim için verdiğin hüküm daima geçerli, hakkımdaki kararın daima adaletlidir.” (Müsned, I, 391, 452.)

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram

27- Es-Semi ism-i şerifi: 28- El-Basîr ism-i şerifi:


Es-Semi, işiten demektir. Cenab-ı Hak Semi’dir. Her sesi işitir ve duyar. En kısık sesler ve en gizli fısıltılar dahi O’nun işitmesinden hariç kalamaz. Mesafeler O'nun işitmesine perde olamaz. Kainatın her noktasındaki her şeyi işitir. Birini işitmesi, ötekileri­ni işitmesine engel olamaz. Her hadiseyi aynı derece açık olarak işitir.­

Kalpten geçen en gizli bir sesten tutun da karanlıktaki bir karıncanın ayak sesine kadar her şeyi işitir ve duyar.

Cenab-ı Hak bütün kemal sıfatlarla sıfatlanmış olup bütün kusur ve noksanlıklardan münezzehtir. İşitmemek ve duymamak ise bir kusur ve noksanlıktır. Cenab-ı Hak bu kusurdan beridir, yani Semi’dir. Semi sıfatı Cenab-ı Hakk’ın zati bir sıfatı olup bu sıfatın hakiki mahiyetini idrak etmemiz mümkün değildir. Bu sıfatın azametini anlamaya çalışalım:

Bir insan aynı anda kaç kişinin sesini işitip anlayabilir?  İki kişi mi? Üç mü? Yoksa dört mü? , iki kişiyi bile aynı anda dinleyip sözlerini anlamak insan için mümkün değildir.

Birde Allah-u Teâlâ’nın işitme sıfatındaki azamete bakalım… Kâinattaki galaksilerin hareketlerinden sineklerin vızıltısına, rüzgârların, bulutların, denizlerin dalgalarından yağmurların seslerine kadar türlü türlü sesler. İşte Cenab-ı Hak aynı anda bütün bu sesleri işitir. Denizlerin dibindeki balıklardan tutun semadaki yıldızlara kadar, zerreden güneşe, insanlardan meleklere kadar, tüm varlıkların sesini aynı anda duyar. Hiçbir ses diğerine mâni olmaz. Hatta sadece sesleri değil, kalplerden geçenleri dahi işitir. 

Kur’an-ı Kerim bu ismi şu ayetleriyle ders vermektedir:

"Kullarım sana benden soruyorlar. Muhakkak ki ben çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına icabet ederim." (Bakara 186)

(Musa ile Harun) “Rabbimiz! Onun bize kötülük yapmasından veya azgınlığını artırmasından korkarız.” dediler. Allah buyurdu ki: “Korkmayın, zira ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm.” (Taha 45-46)

"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O her şeyi işitir ve bilir."
(Fussilet 36)

"Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir." (Mücadele 1)

Demek ki Semi olan Allah-u Teâlâ her sesi işitir, her şikâyeti duyar, dualara icabet eder, O'nun işitmesi bütün işitenlerin üstündedir, en gizli sesleri işitir, en gizli arzuları bilir, çaresizlerin feryadını işitir, hiçbir ses diğerine engel olmadan bütün sesleri bir anda işitir, hatta kalbimizden geçenleri dahi işitir, o hâlde bizler de dilimize ve kalbimize sahip olmalı ve Rabbimizin işitmekten razı olmadığı şeyleri O’na işittirmemeliyiz.

El- Basir: Her şeyi gören demektir. Allah Basir’dir. Her şeyi görür. Hiçbir şey ondan gizlenemez ve saklanamaz. Bütün eşyaya her an şahid olur, hiçbir eşya Cenab-ı Hakk’ın görüşünden gizlenemez ve saklanamaz. O, bütün eşyayı tek bir eşya gibi görür; bir görüş, başka bir görüşe mâni olmaz.

Allah-u Teâlâ’nın Basir sıfatını tam manasıyla idrak etmek mümkün değildir. Şöyle ki: Basir isminin küçük bir tecellisi insanda da mevcuttur. İnsan bu sıfatın kendindeki tecellisi sayesinde âlemi ve içindeki eşyayı görür. Ancak insanın görme sıfatı sınırlıdır. Mesela duvarı görür, ama arkasını göremez. Bir kaç metredeki eşyayı görür, ama daha ötesini göremez. Önünü görür, ama arkasını göremez. Birisini görürken diğerini göremez. Hâlbuki Allah-u Teâlâ bütün eşyayı aynı anda görür. Birisini görmesi başkasını görmesine mâni olmaz. Zerreleri, galaksileri, denizlerin dibindeki balıkları, her eşyayı aynı anda görür ve müşahade eder. 

Bu âlem de Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna  şehadet etmektedir. Şöyle ki: Her bir yaratılmış, intizamlı ve sanatlı vücuduyla Allah’ın Basir olduğuna şehadet eder.

Öyleyse beni böyle yaratabilmek için yaratanımın beni görmesi gerekir. Beni görmeli ki, böyle intizamlı ve sanatlı bir şekilde beni yaratabilsin. Görmeyen, bu intizam ve sanata sahip olamaz. İşte her bir varlık kendindeki intizam ve sanatın lisan-ı hâliyle Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna şehadet eder.

Yine rızıkların mükemmel bir şekilde yaratılması ve tam vaktinde muhtaçlara verilmesi Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna bir delildir. Çünkü rızkı ihtiyaç sahibine en uygun bir vakitte yetiştirmek ve o rızkı onun vücuduna uygun olarak yaratmak ancak görmek ile mümkündür. Görmeyen, bu hikmetli fiile fail olamaz. Demek, bu hikmetli fiilin sahibi ancak bütün eşyayı aynı anda görebilen bir zat olabilir.

Yine atomlardan tutun yıldızların hareketlerine kadar şu âlemdeki intizam Allah-u Teâlâ’nın Basir olduğuna bir delildir. Bütün kâinatı aynı anda göremeyen, bu intizamı tesis edemez ve devam ettiremez. Demek, şu âlemdeki intizam da lisan-ı hâliyle Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna şehadet etmektedir.

Bir de Kur’anımızda Basir ism-i şerifinin anlatıldığı bazı ayetleri okuyalım:

"Hangi işi yaparsanız yapın, Kur’ân’dan ne okursanız okuyun, ne işte çalışırsanız çalışın, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken biz sizin üzerinizde şahidiz. Ne yerde ne de gökte zerre kadar hiç bir şey Rabbinden saklanamaz." (Yunus; 61)

"Göklerde ve yerde olanları Allah’ın bildiğini görmüyor musunuz? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir." (Mücadele; 7)

Hiçbir hâlimiz  Basir olan Allah-u Teâlâ'dan gizlenemez, O bizi görür, her hareketimizi müşahede eder. o hâlde biz de Rabbimize karşı hayâ ve edep içinde olmalıyız. O’nun görmekten razı olmadığı amel ve hareketleri O’na göstermemeli, çirkin ameller işlemekten hayâ etmeliyiz.

Ey Rabbimiz! Sen kelamımızı işitiyorsun, hâlimizi görüyorsun, hiçbir işimiz Senden gizlenemez. Biz Senin muhtaç, günahkâr, asi ve nefsine zulmetmiş kullarınız. Bizleri bağışla ve bizlerde gördüğün çirkin hâlleri ihsanınla ve kereminle affet.

Ey Rabbimiz! Sen kendini “Semiu’d-dua” olarak niteledin. Sana yaptığımız her yakarışı işittiğini bildirdin. Sen işittiğini karşılıksız bırakmazsın. 

Rabbim bize bu isimlerinle tecelli et, görüşümüz genişlesin, sadece gözle görüleni değil, kalple görülebilecek olanı da görelim. Ve bizleri her daim işiten, gören ve bilen bir Rabbin huzurunda olduğumuzu hatırda tutan, “ihsan mertebesi”ne ulaşmış kullarından eyle. Amin.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
https://feyyaz.tv/el-mumin.html
Fatma Bayram-Esma-i Hüsna dersleri

25- El-Mu'ız ism-i şerifi: 26- El-Müzil ism-i şerifi:


El-Mu'ız İzzet veren, ağırlayan. El-Müzil Zillete düşüren, hor ve hakir eden demektir.

İzzetin zıddı zillettir, izzet kelimesinde şeref ve haysiyet, zillet kelimesinde alçaklık ma'nası vardır. Bunlar hep, Allahu teala'nın mahlukatı üzerindeki tasarruflarıdır.

Cenab-ı Hak Muiz’dir. Allah istediği kuluna izzet verir. Her aziz olan, O’nun aziz kılmasıyla o izzete ulaşmıştır. İzzet verdiği o kul haysiyet ve vakar sahi­bi olur, yalancılığa, samimiyetsizliğe tenezzül etmez. O da bir insandır. Yemek-içmek, hayatın her türlü zevklerinden faydalanmak ister, fakat onları hep doğru ve meşru yollardan temin etmeğe çalışır. Çünkü Allah cc, insanların arzu ettikleri zevklerin hepsi için kendi rızası ve müsaadesi olan yollar göstermiştir. Kul, o yollardan başkasına gitmez, çünkü izzet-i nefsi buna manidir.

 İzzet, kibirden farklıdır. İzzet, insanın kendi nefsinin hakikatini keşfederek kendindeki üstünlüğü Allah’tan bilmesidir. Kibir ise, insanın kendindeki acizliği ve fakirliği unutarak, kendindeki izzeti nefsine isnad etmesidir.

Cenab-ı Hak, izzete ve şerefe layık olan kullarını en iyi bilendir. O, dilediği kulunu aziz eder, onun şanını artırır ve onu insanlar arasında vakar sahibi kılar. O kişi, bu ismin tecellisi sayesinde daima Rabbinin emrinde, Resulünün yolunda olup, asla kendisini rezil edecek bir işte ve harekette bulunmaz.

Şimdi, bu ismin tecellilerini tefekkür edelim:

Evvela bu isim sadece Müminlerde ve Müslümanlarda tecelli eder. Zira İslam ve iman, izzet ve şerefin olmazsa olmazıdır. İzzet ve şerefin ölçüsü İslamiyet’tir. Bu hakikate Kuran şöyle işaret etmiştir:

“Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Yoksa izzet ve şerefi onların yanında mı arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.” (Nisa,139)

“İzzet ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere mahsustur.” (Münafikun 8. ayet)

İşte bu ayet-i kerimelerin beyanıyla, izzet ve şeref Allah’a, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme ve Müminlere mahsustur. Müminler, iman sıfatları sebebiyle aziz edilmiş ve şereflendirilmişlerdir. Demek iman ve İslam, izzetin başlı başına bir sebebidir.

İzzet ve şeref sahibi kumandanlar da bu isme mazhar olmuştur. Onlardaki izzet ve şeref, Allah’ın Muiz isminin bir tecellisidir. Demek Fatih’lerde, Kanuni’lerde, Yavuz’larda ve diğer izzet sahibi bütün kumandanlardaki izzet ve şeref, Muiz isminin bir tecellisidir.

Kumandanlarda tecelli eden Muiz ismi, devlet ve milletlerde de tecelli etmiş ve bir kısım devletler El-Muiz ismine mazhar olarak diğer devletlere galip ve üstün gelmişlerdir. Osmanlı Devleti, Muiz ismine geniş bir ayna olarak 600 yıl üç kıtada hâkimiyet göstermiştir.

İlim tahsil eden ve ilmiyle amil olan âlimler de Muiz isminden nasiplerini almışlardır. Zira ilim de izzet ve şerefin bir sebebidir.

Bu isim, Allah’a ibadet ve itaat eden kullarda da gözükür. Zira Allah’a itaat etmekten daha üstün bir izzet ve şeref yoktur. Bu hakikate Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle işaret buyurmuştur: “Müminin şerefi gece namazı kılmasındadır. İzzeti ise, insanlardan müstağni olup onlara el açmamasındadır.”

El-Muiz ismi kıyamet günü de bütün haşmetiyle tecelli edecek ve Müminler aziz edilerek cennete sokulacaktır. Demek cennete girmek de Muiz isminin bir tecellisi iledir.

Cenab-ı Hak bu ismin hürmetine bizleri hem dünyada hem de ahirette aziz eylesin ve bizleri o izzetten mahrum edecek bütün amellerden muhafaza eylesin. Âmin.

El-Muzil: Dilediğini alçaltan ve zelil eden demektir. Allah-u Teâlâ, dilediğini aziz edip şerefli kıldığı gibi, dilediğini de zelil eder ve hakir kılar. Allah’ın hor ve hakir kıldığını kimse şerefli kılamaz; izzet ve şerefe ulaştırdığını da kimse zelil edemez. İzzet, Allah’ın kullarına verdiği bir şeref olduğu gibi, zillet de bir perişanlık ve mahrumiyettir.

Tarih bu ismin tecellisiyle zelil olan kavimlerle doludur. Başta, peygamberlerini inkâr eden Ad kavminden Semud kavmine, Medyen halkından Lut kavmine kadar bütün isyankâr kavimler Muzil isminin tecellisi ile yerle bir olmuştur. Onların kalıntıları ise, sonraki nesillere birer ibret levhası olarak bırakılmıştır. Yine Firavun’un denizde boğulması, Nemrud’un topal bir sivrisinek ile helak edilmesi, Karun’un hazineleri ile birlikte yere geçirilmesi gibi bütün Allah düşmanlarının başına gelen musibetler, El-Muzil isminin bir tecellisidir.

Allah’ı tanımayan asi kavimlerde tecelli eden Muzil ism-i şerifi, her kâfir ve münafıkta da tecelli etmektedir. Zira iman ve İslam izzetin sebebi olduğu gibi, şirk ve küfür de zilletin ta kendisidir. Demek bir kâfir, ne kadar zengin ve güçlü de olsa, hakikatte ve manasında zelildir ve hakirdir. Bir mümin ise ne kadar fakir ve zayıf da olsa, hakikatte azizdir ve şereflidir. Zira Allah’a dost olan zillete düşmez ve Allah’a düşman olan da aziz olamaz.

Muzil ism-i şerifi, yeryüzünde insana itaat eden bütün mahlûkatta tecelli etmektedir. Yani insanı deveye bindiren şey, insanın kuvveti değil; Hak Teâlâ’nın deveyi insanın emrine verip onu zelil kılmasıdır. Deve, kendindeki Muzil isminin tecellisiyle insana karşı zelil olmuştur. Aynen bunun gibi, küçük bir kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren insanın iktidarı ve kuvveti ile değildir. Yani o mahlûklar, Allah’ın zelil kılmasıyla insana itaat etmektedir.

El-Muzil ism-i şerifi, dünyada böyle tecelli ettiği gibi, ahirette de tüm haşmetiyle tecelli edecek ve kâfirler cehenneme atılarak zelil kılınacaklardır.

Allah-u Teâlâ, Müslümanları da günahları sebebiyle kâfirlere karşı zelil edebilir ve maalesef İslam aleminin şu andaki hali bu hakikate şahittir. Müslümanlar ne zaman Kuran’a ve İslam’a sarılmışlarsa aziz olmuşlar ve ne zaman Kuran’dan ve İslam’dan uzaklaşmışlarsa zelil olmuşlardır. Bu hakikate Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle işaret buyurmuştur: “Kim Allah’a verdiği ahdi bozarsa, Allah-u Teâlâ, düşmanlarını onlara musallat eder.” İşte düşmanların musallat olması ve Müslümanların mağlubiyeti, Allah’a verilen ahdin bozulması sebebiyle olan bir zillettir.
Müslümanların izzeti kaybedip zillete düşmelerinin bir sebebi de dünyaya olan rağbetleri ve hırslarıdır. 

 Demek, zilletin bir sebebi de dünyaya olan hırs ve rağbettir. Çünkü hırs, müminde mahrumiyetin ve zilletin sebebidir. Eğer zelil olmak istemiyorsak ilk yapmamız gereken şey, dünya sevgisini kalbimizden çıkarmak ve elimizdeki nimetlere kanaat etmektir.

Cenab-ı Hak bizleri El-Muzil isminin tecellisinden muhafaza etsin. Bu ismin tecelline sebep olacak günahları terk etmemiz hususunda bizlere gayret ihsan eylesin. Bu dünyada bizi izzetle yaşatsın, izzetle öldürsün ve izzetle diriltsin. Âmin.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

23- El-Hâfıd ism-i şerifi: 24- Er-Râfi ism-i şerifi:

 

EI-Hafıd ism-i şerifini tek başına okumayıp Er-Rafi' ism-i şerifi ile beraber okumalıdır.

El-Hâfid: Alçaltan, yukarıdan aşağıya indiren, hor ve hakir kılan manalarına gelir.

Allahu teala, istediği kulunu yukarıdan aşağı atıverir. Şan ve şeref sahibi iken rezil ve rüsvay eder ve bu muamelesi çok defa, Kendisini tanımayan, emirlerini dinlemeyen asilerle, başkalarını beğenmeyen mütekebbirler ve hak, hukuk tanıma­yan zorbalar hakkında tecelli eder. Onları hem dünyada hem de ahirette zelil ve hakir eder. Bu ism-i şerif ile zalimler zelil kılındığı gibi, bazen Müminler ve masumlar da alçaltılarak sabır ile imtihan edilir. Demek bu isim, bazen kulun zulmünden dolayı ve bazen de sabırla imtihan edilmesinden dolayı kişide tecelli eder.

Allah'ın düşürdüğünü yine Allah'tan başka kimse kaldıra­maz. Eğer bunlar bu akibetten uyanıp ta, Allah'a iltica ederek vaziyetlerini kurtarabilirlerse, bu muamele kendileri için bü­yük bir ni'met olmuş olur. 

Bilmek lazımdır ki, düşüren Allah'tır, fakat sebebi insanın kendisidir. Dikkat edilirse, düşenlerin uzun zamanlar bu kötü sıfatlarla haşir neşir oldukları görülür. Herkesin bildiği gibi maddi olsun, manevi olsun yıkan ve yükselten sebeplerden her biri daima ayni neticeyi verir ve hiç şaşmaz.

Şimdi, bu ism-i şerifin âlemdeki tecellilerini görelim:

Zalim devlet reislerinin ve yöneticilerin devrilmesi bu ism-i şerifin tecellisi ile olur. Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller ve onların her asırdaki timsalleri, Hâfid isminin tecellisiyle alçaltılmış ve saltanatlarını kaybederek hor ve hakir olmuşlardır. Demek, saltanatını kaybeden her zalim sultan, bu ism-i şerifin tecellisiyle yerle bir olmuştur.

Bu isim, şahıslarda olduğu gibi devletlerde de tecelli etmiş, Roma, Bizans ve Pers imparatorlukları gibi birçok imparatorluk ve devlet, bu ismin tecellisiyle yıkılarak tarihin sayfalarına gömülmüşlerdir.

El- Hâfid ismi şuralarda da tecelli eder:

Bir yöneticinin makam ve mevkisini kaybetmesi, başarılı bir öğrencinin başarısını kaybetmesi, zengin bir kimsenin malını ve varlığını kaybederek fakir olması, sağlıklı bir insanın sağlığını kaybetmesi, güçlü ve kuvvetli bir insanın kuvvetini kaybetmesi gibi bütün alçalmalar ve yukarıdan aşağıya inmelerde Hâfid ismi tecelli eder.

Şu da bilinmelidir ki, alçalmak sadece işlenen günahlar ve kusurlar sebebiyle değildir. Bazen Cenab-ı Hak, kulunu sabır ile imtihan etmek için verdiği nimetleri ondan alır ve onu alçaltarak El-Hâfid ismine mazhar eder.

Bu isim maddi olarak böyle tecelli ettiği gibi, manevi olarak da şöyle tecelli edebilir: Bir Müslüman’ın dinden dönerek kâfir olması, namaz kılan birisinin namazını bırakması, bir hafızın hafızlığını unutması ve kulun işlemiş olduğu günahlar sebebiyle manevi mertebelerden aşağıya, ahsen-i takvimden esfel-i safiline düşmesi gibi… Hâfid isminin bu manevi tecellilerinden Rabbimiz bizleri muhafaza etsin!

Bu isim dünyada tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecek, kâfirler ve zalimler cehenneme sokularak orada hor ve hakir kılınacaktır. İşte bu, El-Hâfid isminin belki de en büyük tecellisidir!

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, El- Hâfid isminin bir tecellisine şu hadis-i şerifleri ile şöyle dikkat çekmiştir:

Hz. Enes radıyallahu anh şöyle dedi: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in devesi Adbâ, yarışta birinciliği başkasına vermez ve yarışı başkasına kolay kolay bırakmazdı. Bir gün devesine binmiş olarak bir bedevi geldi ve yarışta onu geçti. Bu durum Müslümanlara pek ağır geldi. Onların bu halini fark eden Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Dünyada yükselen bir şeyi alçaltmak, Allah’ın değişmez bir kanunudur.”

İşte bu hadis-i şerif, her çıkışın bir inişi olduğunu beyan etmekle, El-Hâfid ismini ders vermektedir.

Bu ismin tecellisi karşısında kula düşen vazifeler ise şunlardır:

1- Eğer kendisi El-Hâfid ismine mazhar olarak alçaltılmış ise, evvela kendisine bakarak buna sebep olan günah ve kusurlarını hemen terk etmeli ve Cenab-ı Hakk’a iltica ederek O’nun kulluğuna dört elle sarılmalıdır.

2- Bilmelidir ki: Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Dünyada başa gelen birçok sıkıntı ve belalar vardır ki, Allah-u Teâlâ -kulunun sabretmesi şartıyla- o sıkıntı ve belalarla kulunu günahlardan temizler ve manevi makamları kazanmasına o belaları bir sebep kılar. Bu sebeple kul, bu ismin tecellisine rıza içinde sabır göstermelidir.

3- El-Hâfid isminin tecellisiyle helak olan kavimlere, zelil olan sultanlara, makam, mevki, şan ve şöhretlerini kaybeden insanlara ibret nazarıyla bakmalı ve onların halinden bir ders alarak, onların mahvolmasına sebep olan amellerden sakınmalıdır.

Er-Râfi: Yükselten ve aşağıdan yukarıya çıkaran manalarına gelir. Cenab-ı Hak Râfi’dir. Dilediğini nasıl aşağılara indiriyor ve zelil ediyorsa, dilediğini de yükseltir ve aziz eder. Bir padişahı köle yapabileceği gibi, bir köleyi de sultanlık tahtına oturtabilir.

Allah'ın yükselttiği insanlar çok defa iyi huylu, tatlı dilli, yemekten ziyade yedirmekten zevk alan, insanların ayıplarını, kusurlarını örtüp, eksikleri­ni tamamlayan, ihtiyaç sahiplerine malıyla, bedeniyle, bilgisiyle, nasihatiyle yardım eden, nazik, kibar in­sanlardır. Onlar bu istikametten ayrılmadıkça Allah da kendilerinden bu ni'meti almaz.

Allah cc, bu ism-i şerifiyle Müminlerin cennetteki derecelerini yükseltir. Onları hem dünyada hem de ahirette kendisine yakın eder. Hâfid ismi ile zalimleri alçalttığı gibi, Râfi ismi ile de Müminleri ve salihleri yükseltir, onları yüce makamlara ulaştırır.

Devletler de bu ismin tecellisi ile büyür ve diğer devletlere üstünlük kazanır. İşte bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu da bu isme ayna olarak yükselmiş ve diğer devletlere hâkim olmuştur. Daha sonra da Hâfid isminin tecellisiyle yukarıdan aşağıya indirilmiştir.

Asr-ı saadet ve ondan sonra gelen Hülefa-i Raşidin devri de bu isme mazhar olmuş ve o asrın Müslümanları bütün din ve devletlere üstün gelerek galip olmuştur. İşte bu da Râfi isminin bir tecellisidir.

Devletlerde tecelli eden Râfi ismi, devlet yöneticilerinde de tecelli etmiş ve bir kısmı bu ismin tecellisine mazhar olarak yıllarca ülkelerini yönetmiştir. Demek sultanlar ve devlet resileri, bu ismin tecellisi ile o makamlara oturmuşlardır. Tabi bir vakit sonra bu isim yerini El-Hâfid ismine bırakmış ve iş başında olan devlet reisleri makamlarından alaşağı edilmişlerdir.

Şimdi de bu ism-i şerifin âlemdeki diğer bazı tecellilerini görelim:

Semanın yükseltilmesi, kuşların uçması, ağaçların yükselmesi, bir uçağın havalanması, gemilerin denizde batmaması ve suyun üzerinde yüzmesi, bir yöneticinin makam ve mevki kazanması, başarısız bir öğrencinin başarıyı yakalaması, fakir bir kimsenin zengin olması, bir hastanın iyileşip sağlığına kavuşması, zayıf bir kişinin güçlü ve kuvvetli bir hale gelmesi gibi bütün yükselmeler ve aşağıdan yukarıya çıkmalarda Râfi ismi tecelli eder.

Bu isim maddi olarak böyle tecelli ettiği gibi, manevi olarak da şöyle tecelli eder: Meleklerin semaya yükselmeleri, bir kâfirin Müslüman olması, namaz kılmayan birisinin namaza başlaması, ruhların bedenden ayrılıp gökyüzüne yükselmesi, bir kulun işlemiş olduğu salih ameller sebebiyle manevi mertebelerde yükselmesi ve kişinin esfel-i safilinden ahsen-i takvim sırrına yükselmesi gibi birçok hadisede Râfi ismi tecelli eder. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in en büyük mucizelerinden biri olan Miraç hadisesi de bu ismin tecellisi ile olmuştur. Rabbimiz bizleri de Râfi isminin bu manevi tecellilerine mazhar eylesin!

Bu isim dünyada tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecek ve Müslüman olarak ölenler cennete girerek orada yükseleceklerdir. İşte bu, Er-Râfi isminin belki de en büyük tecellisidir!

Bu ismin tecellisi karşısında kula düşen vazifeler ise şunlardır:

1- Eğer kendisi Er-Râfi ismine mazhar olarak yükseltilmiş ise, evvela bunun sebebinin kendi yeteneği değil, Allah’ın rahmeti olduğunu bilmeli ve kendisini yükselten Allah-u Teala’ya hamd ve şükür ederek, oradan düşmesine sebep olacak amellerden son derece kaçınmalıdır. Sözün özü Karun gibi olmamalı ve “Ben bunu kendi katımdaki bir ilim ile kazandım” diyerek nimeti kendisine isnad etmemelidir.

2- Bilmelidir ki: Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. İmtihan ise bazen sabırla ve bazen de şükürle olmaktadır. Onun yükselmesi de şükürle bir imtihandır. Kişi bunu bilmeli, gurur ve övünmek yerine şükretmelidir.

3- Er-Râfi isminin tecellisiyle yükselen kavimlere, aziz olan sultanlara, makam, mevki, şan ve şöhret verilmiş insanlara gıpta ve hased etmemelidir. Onlara verilen bu nimetlerin sadece imtihan için verildiğini düşünerek, o nimetlerin kendisine verilmesini, imtihanı kaybetmek endişesinden dolayı talep etmemelidir. Gıpta edeceği tek şey, uhrevi ameller ve Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazandıracak ameller olmalıdır.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

21- El-Kâbıd ism-i şerifi- 22- El-Bâsıt ism-i şerifi:

 

El-Kâbıd ism-i şerifini tek olarak okumayıp El­ Bâsıt ism-i şerifiyle beraber okumak edebe uygundur.

El-Kâbıd; kabzeden, tutan, daraltan, sıkan, zorlaştıran ve az veren manalarına gelir. Allah Kâbıd ismi ile bazen lütuf ve ihsanını kulundan kısar, rızkını daraltır, onu muhtaç eder, rahat yaşamından mahrum bırakır ve yoksullaştırır. Bir kimse bu hale düştüğünde Kâbıd isminin tecellisine ayna olmuştur. Demek iflas eden, borcunu ödeyemeyen, malını kaybeden, işten çıkartılan, maddi sıkıntılar içinde daralan kimselerde Allah’ın Kâbıd ismi tecelli etmektedir.

Kâbıd ismi maddi âlemde böyle tecelli ettiği gibi, bazen de manevi âlemde tecelli eder; kul bu tecelli ile koca dünyaya sığmaz bir hale gelir, içi sıkılır, kalbi daralır, ruhu sanki bir kafesteymiş gibi çırpınır. İşte bu hal Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bu tecelli ile kul kendi aczini anlar, fakrini derk eder ve rahmet-i ilahiyyenin kapısını dua ve niyaz ile çalar, Allaha iltica eder, ona sığınır. Demek Kâbıd isminin tecellisi, dua ve niyaza bir davettir.

Yağmurların yağmaması da Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bazen olur ki Allah-u Teala kimi yerlere yağmur yağdırmaz, kimi yerlere az yağdırır. Adeta yağmuru tutar, kabzeder. Demek yağmursuz geçen günler Kâbıd isminin tecellisine mazhar olan günlerdir. Kâbıd isminin tecellisini daha birçok yerde görebilirsiniz: Mesela sıkışan trafikte, öğrenilmeye çalışılan bir meselenin anlaşılamamasında ve kişiye zorlaştırılmasında, mahsullerin bir felaket ile helak olmasında, toprağın kuraklaşıp ekinlerin bitmemesinde, işlerin kesat gitmesinde, hayatın insanlara zorlaşmasında ve diğer bütün sıkıntı ve zorluk hallerinde tecelli eder.

Bu isim dünyada böyle tecelli ettiği gibi ruhun ölüm anında kabzedilmesinde de tecelli eder. Her ölen ve ruhu kabzedilen mahlûk, Allah’ın Kâbıd ismine ayna olmuştur. Ölümde tecelli eden Kâbıd ismi, ölümün kardeşi olan uykuda da tecelli etmektedir. Uyku esnasında ruhlar tutulur. Eceli gelenlerin ruhu bırakılmazken, eceli gelmeyenlerin ruhları bedenlere iade edilir. Bunun ölümden tek farkı, ölümde ruhun tamamen çıkması, uykuda ise ruhun bedenle olan irtibatının tamamen kesilmemesidir. İşte uykudaki ruhların tutulması da Kâbıd isminin bir tecellisidir.

Bu tecelli Kuran-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir: “Allah ölümleri anında ruhları alır. Ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.” (Zümer 42)

Ölüm ve uykuda ruhun kabzedilmesi ile tecelli eden Kâbıd ismi, kabrin kulu sıkmasıyla ve hesap günündeki diğer sıkıntılarla da tecelli eder.

Özetle: Çekilen her maddi ve manevi sıkıntı, dünyevi ve uhrevi zorluk Kâbıd isminin bir tecellisidir. Burada kula düşen ise: Kâbıd isminin tecellisine karşı sabır ile mukabele etmek, her sıkıntıdan sonra bir genişliğin olduğuna iman ederek dua ve yalvarma ile aczini ve Allah' a muhtaçlığını ifade etmekdir.

El-Bâsıt; genişleten, açan, kolaylaştıran ve çok veren manalarına gelir.Allah Bâsıt ismi ile kulundaki ihsanını çoğaltır, rızkını genişletir ve halini fakirlikten zenginliğe, sıkıntıdan feraha ve zorluktan kolaylığa çevirir. Bu ismin tecellisiyle fakir zenginleşir, borçlu borcunu kolayca öder, işsiz iş bulur ve diğer bütün maddi sıkıntılar yok olur, yerlerini lütuf ve ihsana bırakır.

Yine Kâbıd ismiyle daralan gönüller ve ruhlar, bu ismin tecellisiyle inşirah bulur, neşe dolar ve feraha kavuşur. Bu hal ile kul, Cenab-ı Hakk’ın ihsanını anlar, lütfunu idrak eder ve rahmetin hediyelerine karşı şükürle mukabele eder. Demek Kâbıd isminin tecellisi, dua ve niyaza bir davet olduğu gibi; Bâsıt isminin tecellisi de şükür ve hamde bir davettir.

Yağmurlar bu ismin tecellisi ile yağar, toprak bu ismin tecellisi ile içinde türlü türlü bitkileri içinde yetiştirir. 
Yine bu ismin tecellisi ile anlaşılması zor olan bir mesele insana açılır, kesat giden işler bol kazanca ve berekete dönüşür, hayat insanlara kolaylaşır, maddi ve manevi sıkıntılar yerlerini ferah ve mutluluğa bırakır.

Uykuda kabzedilen ruh, Bâsıt isminin tecellisi ile tekrar bedene döner. Demek her uyandığımızda Allah’ın Bâsıt ismini tefekkür ve zikir etmeliyiz.

Yine bu ismin tecellisi ile ibadetten lezzet ve zevk alınır, zor olan ibadetler insana kolaylaştırılır, ibadetin peşin bir mükâfatı olan manevi hazlar hissedilir.

Sözün özü: Maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi bütün genişlikler Bâsıt isminin bir tecellisidir. İnsan-ı kâmil odur ki: Nimetten nimetin hakiki sahibine çıkar, kendisine lütfedilen maddi ve manevi nimetlerin sahibi olan Allah’ı Bâsıt ismiyle tanır, her genişlikte Bâsıt ismini görür ve O’na hamd ve şükür eder.

Allah-u Teâlâ, bu ismin hürmetine bizlere maddi ve manevi genişlikler versin, sıkıntı ve darlıklardan kurtarsın ve Bâsıt isminin tecellisine bizleri mazhar etsin. Âmin!

Tekrar edersek;
El-Kâbıd, sıkan, daraltan; El-Bâsıt, açan, genişleten demektir dedik.

Bütün varlık Allah-u teala'nın kudret elindedir. İste­diği kulundan ihsan ettiği servet ve zenginliği, evlat ve ailesini, huzurunu, gönül ferahlığını alıverir. O adam zenginken fakir olur, evlat acısı çekebilir veya iç sıkıntısı­na, ıztırap ve huzursuzluk içine düşer. İşte bu haller El-Kabıd isminin tecellileridir. 

İstediği kuluna da yepyeni bir hayat verir, neş'e verir rızk bolluğu verir; bu da El-Basıt isminin tecellisidir. Allah Hakimdir, kulunu bazen Kabıd ismiyle sıkar, daraltır; bazen da Basıt ismiyle açar, genişletir. Her iki muamelenin de bir hikmeti vardır. Hayat imtihandan ibarettir. Allah her kulunu bir çeşit imtihana tabi tutar.

KULA YARAŞAN ŞEY:

El-Kâbıd ismi şerifi ile hükmettiğinde elden çıkan ni'metlerden dolayı üzüntü duysa dahi, kendini şaşırmamak, sabır denilen fazileti bütün bütün kaybedecek derecede üzülmemek.

 El-Bâsıt ismi ile tecelli ettiği zaman da  şımarıp gurur ve heyecana kapılmamak. Şükür denilen fazileti unutacak derecede sevinmemek ve bu hallerin hepsinin de Allah'ın takdiri ile Allah'tan geldiğini ve nice giz­li hikmetleri bulunduğunu düşünmek, her iki halde de gönlü­nü Allah'ın rızasına ve hoşnutluğuna bağlayarak kulluk vazi­felerini yerine getirmekten uzaklaşmamaktır. Şu muhakkaktır ki, taşkınlığa ve şaşkınlığa kapılmadan edebi gözeten, ciddi ve ağırbaşlı insanlar, Allah'ın yardımını ve muhabbetini kazanmış olurlar.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

20- El-Alîm ism-i şerifi:


El-Alim, bilen demektir. Allahu teala Alim'dir. Her şeyi bilir. İlmi, ezeli ve ebedi olup bütün kâinatı ve her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey onun ilminin dışında kalamaz.  Olmuşları bildiği gi­bi, olacakları da, olmuşlar kadar açık bilir. Zamanın başladığı tarihten sonuna kadar olmuş, olacak her şey Allah'ın ilminde her an hazırdır. Hiç bir şey Allah'ın ilminden bir an dahi dışarıda kalamaz. Hiç bir şey O'na karşı kendini gizleyemez. Mahlukat O'nun yaratmasıyla var olduğu gibi, O'nun tayin et­tiği kadar yaşar, yer, içer. O'nun müsaade ettiği kadar bilir. İlerisini bilemez. Öteki sıfatları da böyledir. Mesela, Allah'ın muktedir kıldığı kadar yapar, ilerisine gücü yetmez. O'nun ira­de ettiği kadar görür, işitir, ilerisinden haberi olmaz. İnsanla­rın her şeyi bir sınır içinde ve bir ölçüye göre olduğu gibi, bilgileri de böyledir.

Şimdi Allah’ın ilminin delillerinden bir kısmına bakalım:

1- Bütün hayat sahiplerinin, muhtaç oldukları rızıklarını, ihtiyacı olduğu bir vakitte ve umulmadık bir yerden vermek, ancak her şeyi kuşatan bir ilim ile olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını görecek ki, ancak o zaman rızkını uygun verebilirsin. Mesela insan yavrusunu anne sütü ile besleyen, kuş yavrusunu solucanla besleyen elbette o yavruları tanır, ihtiyaçlarını bilir, ona göre verir.

Suya muhtaç bitkilere yağmur ile yardım eden, o bitkileri görür ve yağmurun onlara ihtiyacını bilir ve sonra gönderir. O halde rızkı mükemmel olarak verilen her bir mahlûk Cenab-ı Hakkın ilim sıfatına şehadet etmektedir.

2- Mahlukata ayrı ayrı muntazam ve hikmetli suretler vermek ancak Allah'ın herşeyi kuşatan ilmi ile mümkündür. Bunu deveye bakarak anlamaya çalışalım:

Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç hafta su içmeden yaşayabilir. 
Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir.
Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri kum ile dolmaz.
Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes alabilir.
Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar.
Uzun boynu yerden 3 metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.
Dizleri, bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.
Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik…

Devenin hayatının devamı için en mükemmel sureti ve şekli vermek, her şeyi bilen bir zatın ilmini ispat eder. Mesela, devenin bütün özellikleri olsaydı, fakat sadece ayakları atın ayakları gibi olsaydı, çölde 1 km. bile gidemezdi. O zaman diğer özelliklerinin hiç bir önemi kalmazdı; veya kirpikleri ağ gibi olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı. Dudakları yarık olmasa beslenemezdi.

Görüldüğü gibi deveye en hikmetli özellikler verilmiştir. Sınırsız imkânlar içinde en güzel sureti, en mükemmel vücudu, en layık sıfatları vermek ise ancak Allah'ın herşeyi kuşatan ilmi ile olabilir.

Şimdi diğer hayvanları, bitkileri ve diğer mahlûkatı deveye kıyas edin ve Allahın sonsuz ilmini tefekkür etmeye çalışın.

3- Mahlûkatın yaratılışı ve yaratışındaki kolaylık sonsuz bir ilme işaret eder. Çünkü bir işte kolaylık, ilmin derecesi ile orantılıdır. Ne kadar fazla bilse, o derece kolay yapar. Şimdi yaratılmışlara bakalım: Hayret verici bir kolaylıkla, külfetsiz, kısa bir zamanda, noksansız, birbirine karıştırmadan fakat mucizevî bir şekilde yaratılıyorlar. Demek sınırsız bir ilim sahibi var ki, kolaylıkla bu icatlar yapılıyor. 

4- Kainattaki mizan ve denge Allah’ın alim ismine işaret eder. Çünkü ölçü ve denge ile yaratmak ancak ilim ile olur. Şimdi mahlûkatı bir kenara bırakarak sadece insana bakalım ve bu mizanın ne derece hassas olduğunu bir derece anlayalım:

Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Vücudumuzda belli ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler bulunmaktadır ki, bunların azlığı veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela, bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan beyin fonksiyonlarını işlettirir. Eksikliğinde davranış bozuklukları gözükür.

Kadminyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerinde elementlerin yığılması ise hormonal bozuklukları meydana getirir. İşte bu denge ve hassas mizan ancak ve ancak bir kuşatıcı ilmin tecellisi iledir. Bu dengeyi gördükten sonra bu herşeyi içine alan ilmi inkar etmek, ancak aklı doğru kullanamamak ile olur.

5- Kainattaki hıfziyet hakikati nihayetsiz bir ilme şehadet eder. Şöyle ki: Âleme bakıyoruz, küçük-büyük, yaş-kuru, gökte, yerde, karada, denizde her şey mükemmel bir intizam içinde muhafaza ediliyor.

Bitkiler tohumlarda, ağaçlar çekirdeklerde, hayvanlar yumurta ve nutfe denilen su damlacıklarında muhafaza ediliyor. Baharın bütün çiçekli ve meyveli varlıklarının şekilleri ve programları küçücük tohumcuklar içinde yazılarak muhafaza ediliyor ve ikinci baharda tekrar yaratılıyor. İnsanın vücudunun bütün özellikleri ise DNA’larında yazılıyor.

İşte bu derece dikkatli hıfziyet, ancak nihayetsiz bir ilim ile mümkündür ve onsuz olamaz. İşte bütün tohumlar, çekirdekler, nutfeler, bellekler ve DNA’lar kendilerinde muhafaza edilen bilgi ve programlar ile Cenab-ı Hakkın ilmine işaret ederler. Allah’ın alim isminin bu nevi delilleri çoktur. 

Bu varlık içinde insanın bildiği bir ise, bilmediği hadsiz ve hesapsızdır. Evinde yattığı yatağın bir metre altında altın hazinesini bilemediği için açlıktan ölen bir insan farzedelim ya da çaresiz bir hastalığa yakalanmış, ümit­sizlik içinde ıztırap çekiyor, halbuki şifası hergün üzerinden geçip çiğnediği bir otta. 

İşte bu haller, her şeyi öğrendim zanneden insanların acziyetleridir. 

İnsanoğlu ne kadar ilim sahibi olursa olsun yine de bilemedikleri bildiklerinden çok daha fazladır. Kaldı ki bildiğini sandığı şeylerde dahi bilgisi yüzeyseldir ve bir zaman gelir, insan bildiklerini de unutur. Bazen da insan bildiği şeyde yanılır ve yanlış bilir. Hakkı batıl, batılı hak sanır. İşte bu en fenasıdır!

Her şeyi bilenin sadece Allah olduğuna iman etmek insanı şirke düşmekten ve yaratılmışlarda olağanüstü yetenekler var sanıp onları tanrılaştırmaktan koruyan en önemli bilinç düzeyidir. 

KULA GEREKEN ŞEY:
İnsanda birtakım kemaller bulunur, fakat bunlar sınırlıdır. İnsanın yaşayışı sınırlıdır, mevkiisi, bilgisi, iktidarı, her şeyi sınırlıdır. Kendisinde gördüğü bu sınırlı kemallerden bütün sınırsız kemallerin hakiki sahibi bulunan Allahu teala'yı bilip rızası­nı kazanmaya çalışmalıyız. Ebedi saadet budur.

Son olarak Allah’ın her şeyi bütün incelikleriyle bildiğini bilen kişi O’ndan gelen bilgiye (vahye) sırtını dönemez. Dönerse yolunu şaşırmaya, ömrünü boşa harcamaya mahkûmdur. Mademki her şeyin en doğrusunu Allah bilir, öyleyse O’nun her sözü benim bütün bilgi ve arzularımdan daha doğru ve daha değerlidir. O’nun doğru dediklerinden her uzaklaşmamda telafisi mümkün olmayan bedeller ödemeyi göze almam gerekir.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ 

19- El-Fettâh ism-i şerifi:


Fettah: Kapıları açıp yardım eden, zafer ve fetih lütfeden, bütün anlaşmazlıkların en son hakemi olarak mutlak adaleti sağlayan, hak ile batılı birbirinden ayırıp gerçeği ortaya çıkaran, hüküm veren anlamlarına gelir.

Hem dünyamız hem ahiretimiz için her neye muhtaçsak Rabbimizin “Fettah” ismine de o kadar muhtacız... Çünkü biz önümüzde neyin açılmasını istiyorsak onu en hayırlı biçimde açacak ancak O’dur. (Araf, 7/89.)

 Fettah isminin tecellisiyle maddi ve manevi kapılar açılır, müşküller giderilir ve zor olan işler kolaylaştırılır. Bir işsizin iş bulması, borçlunun borcunu ödeyecek imkâna kavuşması, bir ilim talebesinin zor bir meseleyi kavraması, anlaşılması zor bir hakikatin anlaşılması, yeni bilgilerin keşfedilmesi, kilitlenen işlerin açılması, hakkı görmeleri için insanların kalplerinin ve gözlerinin açılması, günahkârlara tövbe kapısının açılması, zulme uğrayana yardım edilmesi, ümitsizliğe düşen kullara ümit kapılarının açılması, dünyanın kapatılıp ahiretin açılması; hep bu ismin tecellisiyledir. 

 Allah-u Teala'nın insanoğluna vahiy yoluyla ilahî bilgiyi açması ve zihinlerdeki kapalılığı gidermesi de bu ismin tecellisiyledir. Bunun için Allah’ın kitabını bize açan sure olduğundan ilk surenin adı da Fatiha’dır... Ayrıca, Araf suresi 40. ayette bu dünyada vahye teslim olarak Allah’ın açtığı bu kapıdan geçmeyenlere göklerin kapılarının açılmayacağı ve cennete ulaşamayacakları bildirilmiştir.

O halde bütün hayır ve bereket anahtarları Allah-u Teala'nın emrindedir, bütün zorlukları da açacak ancak O'dur. Maddi olsun, manevi olsun, dini-dünyevi olsun her hangi bir lutfunu, ni'metini açarsa onu önleyecek bir kuvvet yoktur. İnsanlar bu lutuf ve ni'metten doya doya faydalanırlar. El-Fettâh rahmetini açıcına hiç kimse Allah'ın rahmetinin ulaşmasını engelleyemez.

Ama Allah herhangi bir nimet ve rahmetin kapısını açmazsa, o nimeti hiç bir kuvvet açamaz. Çünkü açan, kapayadabilir; Kapılar kapandıysa kimse kapının arkasındakilere ulaşamaz. 

Ama Allah kapıyı açtığında da senle o kapı arasına hiç kimse giremez. Allah El-Fettâh ismiyle bize rahmet kapısını açar, rızık kapısını açar, huzur ve sukunet kapısını açar, aile kapısını, evlilik kapısını açar. 

El-Fettâh hangi kapıyı açacağına karar veren, gaybın anahtarlarından ne kadar ve hangi yöntem ile vereceğine karar verendir.

Bu sebeple, Allah'ın El-Fettâh ismi zorluk zamanlarında kullanılır. Etrafımız çevrildiğinde, kalplerimiz ürperdiğinde, bulunduğumuz durumdan nasıl çıkacağımızı bilmediğimizde El-Fettâh bize kapılarını açar. Bu yüzden Allah cc diyor ki, kim gerçekten Allah'a güvenirse Allah ona hiç beklemediği yerlerden yollar açar.

Bunun tersine de dikkat çekmemiz gerekiyor. Bazen Allah cc kapısını açtığında biz bunu rahmet zannederiz ama aslında rahmet değildir. Bize faydası var sanırız ama aslında imtihandır. O halde El-Fettâh imtihan olan kapılar da açabilir.Ve Allah Kuran'da bundan, yerle bir edilen bir uygarlıktan bahsediyor. Enam,44. ayette "Onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca her şeyin kapılarını onlara açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık! Böylece onlar birden bire bütün ümitlerini yitirdiler."

Onlar Allah'a ibadete sırtlarını dönünce her şeyin kapılarını açtık. Bu ne demek? Para, zenginlik, güç ve mevki sahibi oldular. Allah bizi seviyor diye oyuna geldiler ve bu nimetlerle gururlandılar. Allah cc diyor ki onları ansızın yakaladık. Firavun gibi, Haman ve Karun gibi. Allah bu insanlara Fettah ismiyle tecelli etmiş ama bizim istediğimiz şekilde değil. Allah cc kapılarını açıyor ama imtihan ve ceza olarak. Yani, Allah'ın cc açtığı her şey faydalı olacak değil. Bu bir imtihan olabilir.

O halde, El-Fettah;
1. bütün kapıları açıyor. Bunlar iyiliğin kapıları da olabilir, iyiliğin tersi olan kapılar da, yani, imtihan ve ceza kapıları.
2. Allah hüküm verendir.  El-Fettâh en iyi hüküm verendir. Ve ahiret gününün isimlerinden bir tanesi Fetih Günüdür.
3.  El-Fettâh zor zamanlarında çağırdığındır. Zorluklardan seni çıkarmak için kapılarını açar. Nereye döneceğini bilmediğin zamanlarda Allah sana yardım eder.

Bu ism-i şerif Allah'a yaklaşabileceğimiz, Allah'ın rahmetini elde etmemiz için kullanabileceğimiz bir isim:

Nuh aleyhisselam'ı  kavmi 950 yıl boyunca red etti, onunla alay etti, öldürmeye çalıştı. Ve o sonunda ellerini kaldırdı ve Allah'a dua etti. Şuarâ Suresi,118. "Artık benimle onların arasındaki durumu sen hükmünle açıklığa kavuştur, beni ve beraberimdeki müminleri kurtar!” dedi.

Ve o bir dua ile Allah Celle celaluhu ne yaptı? Kamer,11."Hemen göğün kapılarını bardaktan boşanırcasına inen bir yağmurla açtık." buyurdu Rabbimiz.

Allah, semanın ve yerin kapılarını açtı ve su gökten ve yerden öyle bir fışkırdı ki o ona kadar insanlık bunun gibisini görmemişti. Bu büyük sel Nuh aleyhisselam'ın El-Fettah ismiyle dua ettiği için oldu. Dedi ki: Ya Allah, düşmanlarıma karşı kapılarını aç.  Ve El-Fettah o duaya insanlığın görmediği ve göremeyeceği bir şekilde karşılık verdi. 

Sonuç olarak; 

Allah-u Teala, hiç kimsede olmayan gaybın anahtarlarının sahibidir. O'nun için imkansız diye bir şey yoktur. Bize bir yerden yol açabilir. Bu yüzden, Allah'ın  El-Fettah ism-i şerifi her sorunlu olay için, her endişelendirici problem için dua edebileceğimiz bir isimdir. O halde “Ey kapıları açan Allah’ım, bize bütün hayır kapılarını aç” duasını vird edinelim ve maddi veya manevi bir hayır kapısı açıldığında bu kapıyı açan Allah’ı Fettah ismiyle tefekkür edip O’na şükretmeyi unutmayalım.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

99 esma sonsuz mana fatma bayram

İmam Gazali Esmaü'l Hüsna

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

Beautiful Names of Allah-Yasir Qadhi

18- Er-Rezzâk ism-i şerifi:


İnsanoğlunun hayatını sürdürebilmek için muhtaç olduğu nimetlerin hepsini verendir Rezzak. Hem de sadece bu dünyada değil, ahirette de devam eder Rabbimizin rızıkları. Bedenimiz, aklımız ve ruhumuzun varlıklarını sağlıklı bir şekilde devam ettirebilmeleri için ne gerekiyorsa onları yaratan, bize ulaştıran ve onlardan faydalanmamızı sağlayan O’dur. Bedenlerimiz için gıda neyse aklımız için bilgi, kalbimiz için de ümit ve sevgi odur. 

Yani; rızk yalnız yenilip içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisi ile yararlanılan her şeye rızk denir. Mesela, iman da, din de, hidayet de rızıktır. Peygamberlik de, kime verileceğine sadece Allah’ın karar verdiği büyük bir rızıktır.

Hud, 6; Casiye, 5. ayetlerde bu dünyadaki maddi ve manevi hayatımız için ihtiyaç duyduğumuz her şey rızık olarak nitelendirilmiştir.  Ayrıca ahirette ulaşılacak nimetlere de rızık denilmiştir. Bunu da Âl-i İmran, 169; Meryem, 62; Hac, 58.ayetlerde okuyabilirsiniz.

Zahiri rızıklar, her türlü yiyecek ve içecek, giyilecek ve kullanılacak eşya, para, mücevherat ve hatta bir kimsenin çoluk çocuğu, karısı, vücudunun çalışma kudreti, bilgisi, mülk ve serveti vs. hepsini içine alır. 

Allahu teala insanlara eşyanın özelliklerini, tabiat kanunlarını ve her şeyi idare eden esasları öğretmiştir. Bunlar hep insanlar için rızk ve refah se­bepleridir. Al-i lmran suresi,191.ayet "Kainatta her şey bir hazinedir, boş şey yoktur."buyurarak tabiat­ta gizli olan bu hazineler üzerine dikkatimizi çekmek için indirilmiştir. O halde her şeyi incelemek ve ondaki özelliklerden faydalanmak gerekir. Yoksa malından, kudretinden, ilminden yararlanamayanlar rızkı verilmemiş değildir, onlar nasipsizdir. 

Manevi rızıkların başında da salih amel gelir. Çünkü dünyadaki salih ameller cennette ebedi rızıklar olarak sahiplerine ikram edileceklerdir. Cennet ehli bu ikramdan sonra; “şimdi yediğimiz rızıklar dünyada yaptığımız salih amelin neticesidir” diyeceklerdir. Yani dünyadaki salih ameller, cennette cisimleşmiş birer rızıktırlar.

Peki Rızkımızı biz mi kazanıyoruz?

Rabbimizin bize lütfettiği en büyük iki rızık, akıl ve iradedir. Bu iki güç sayesinde maddi ve manevi varlığımızı sürdürecek ve bizi geliştirecek diğer rızıklara ulaşma imkânı elde ederiz. Bunların yerli yerinde ve tam kapasiteyle kullanılması rızkımızı oluşturur. Yoksa Allah’ın rızka ulaşmak için verdiği imkânları kullanmadan O’ndan rızık isteyip durmak O’nun bize yüklediği sorumlulukları tekrar O’na havale etmek anlamına gelir.

Fatır, 12. ve Mülk,15. ayetlerde insanın yanlış bir tevekkül anlayışına sığınmak yerine karada ve denizlerde rızkını araması emredilir.

Bazı insanlar Rabblerinin onlara verdikleri kapasite ile kazandıkları nimetleri kendi çabaları ile ulaştıkları kazançları olarak görür. Halbuki Rabbi onlara o rızıkları kazanmaya yetecek bir kapasite vermeseydi onlar bunları kazanamayacaklardı.

Yani sadece çalışmakla kazanılmaz. Örneğin; bir çiftçi toprağa tohumu atar ama onu, buluttan indirdiği suyla sulayan, yeşerip ürün vermesini sağlayan Allah Teala’dır.

Elde ettiğimiz her şeyin Rabbimizin ihsanı ile değil de bizim çalışmamızın sonucu olduğunu düşünmek, insanı azgınlığa sürükler.

Allah herkesi eşit mi rızıklandırır?
Allah her mahlukun rızkına kefil olmakla (Hud, 11/6.) beraber herkesin rızkını farklı düzeylerde vermiştir. (Sebe, 34/39; Zümer, 39/52.) Ondan fazla ayette Allah’ın dilediği kimselerin rızkını bollaştırdığı, dilediklerininkini daralttığı, bazen de hesapsız verdiği ifade edilir. (Rum, 30/37; Ankebut, 29/62; Sebe, 34/36.) Bu manada fakirlik, rızkın kesilmesi değil, daraltılmasıdır. Allah’tan razı olup olmadığımızın denenmesidir.

İmtihan sadece rızkı daraltılanın değildir; aynı zamanda sürekli gözünün önünde  sıkıntı içinde olan insanlar varken kendisine bol bol rızık verilmiş olanın da imtihanıdır.

Hem şunu da belirtmek gerekir ki rızkın bol bol verilmesi her zaman hayırla neticelenmez: Şura, 27.ayette buyurulduğu gibi“Allah, kullarına (tümüne birden) rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.” 

Kulluk görevlerini rızık endişesiyle ihmal etmek
Hepimiz az veya çok rızık endişesi içindeyiz. Bazen bu durum o kadar paniğe yol açıyor ki rızkımızı kazanmak için çok çalıştığımız gerekçesiyle ibadetlerimizi ihmal edebiliyoruz. Kur’an’da biri kendi ibadet hayatımız diğeri de çoluk çocuğumuzun ibadet eğitimi ile ilgili iki ayette rızık endişesiyle bu görevlerin ihmal edilmesi kınanır: 

Zariyat, 56-58.ayetlerde “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben, onlardan bir rızık istemiyorum. Bana yedirmelerini de istemiyorum. Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir.”  

Taha, 132. ayette de“Ailene namazı emret ve kendin de ona devam et. Senden rızık istemiyoruz. Sana da biz rızık veriyoruz. Güzel sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınmanındır.” 

Kula düşen
Rezzak, rızkı peş peşe, bol ve geniş olarak veren olduğuna göre buna iman eden kul, Allah’tan başkasından rızık beklememeli, bu konuda O’ndan başkasına dayanıp güvenmemelidir. Rızkını başkası veriyor görünse de, gerçekte o da kendisine verileni vermektedir.

Ayrıca Rabbimiz Nahl Suresi 114. ayette “Allah’ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Eğer yalnız O’na ibadet ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin” buyurarak, rızkın helal ve temiz olmasına da dikkat etmemizi emreder.

99 esma sonsuz mana fatma bayram

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/ İ:Gazali Esmaü'l Hüsna

17- El-Vehhâb ism-i şerifi:


El- Vehhab; Hibe eden demektir. Hibe ise; karşılık beklenmeden ve menfaat gözetmeden yapılan bağıştır.Yani, El-Vehhab karşındaki kişinin kendisinin olan bir şeyi sen bunu kazanmadığın halde sana verendir. Sebepsiz, bir şey yaptın diye değil, kalpten gelerek verilen saf hediye. Bunu hak etmek için bir şey yapmadın, onun için çalışmadın. Bu El-Vehhab'ın bonkörlüğünden sana verilen bir hediye. O halde Allah cc  El-Vehhab'dır ve  El-Vehhab'ın manası her zaman, her yerde ve her şeyi hiç durmadan verebilmek kudretidir.

Sahip olduğumuz her bir şey bizim değil  El-Vehhab'tan bir hediyedir. Hiç bir şeye sahip değiliz, bizim olan herşey ki buna biz ve hayatımız da dahil El-Vehhab'ın tecellisinden başka bir şey değil. Yani, Allah cc biz kazandığımız için değil, hakettiğimiz için değil ama O'nun doğasında olduğu için veriyor. Karşılığında bizden ihtiyacı olan bir şey yok.

Mesela: Muhtaca mal veriyor, hastaya şifa, cahile bilgi, kısır olana çocuk, sıkıntıda olana kurtuluş veriyor. 

O halde, En ufak, en önemsiz işten, en önemli işlere kadar, sınırsız, kayıtsız ve şartsız hakiki bağışlayıcı ancak Allahu teala'dır. Çünkü her şeyi Allah yarattığından ve Allah verme­dikçe hiç kimse bir zerreye sahip olamayacağından, hakiki olarak her şeyin sahibi de Allah'tır; bağışlayanı da Allah'tır.

 Allah, her sıfatında olduğu gibi bu sıfatında da tektir. İnsanlar bağışladıkları malların geçici olarak sahibi olsalar da yaratıcısı değildirler. O mal­ları onlara Allah bağışlar.

 Evet Allah Vehhab’tır; karşılıksız hibe eder, ni'metleri daima bağışlar durur, cömertçe ihsan eder ve verdiklerine karşılık bir bedel istemez. Zaten insan da kendisine verilen bu nimetlerin ücretini ödemek istese de ödeyemez.

İşte karşılıksız, cömertçe ikram ve ihsan edilen bütün nimetler üzerinde Allah’ın Vehhab ismi gözükmektedir. Demek bizlere bedelsiz verilen hayatımız, vücudumuz, gözümüz, kulağımız, dilimiz ve diğer azalarımız, duygularımız, kısaca maddi ve manevi sahip olduğumuz her şey, Allah’ın bize bir hibesidir. Ve Vehhab isminin bir tecellisidir.

Demek ağaçlara takılan yapraklar, çiçekler ve meyveler, kuşlara takılan kanatlar, balıklara verilen yüzgeçler, kısacası her bir mahluka yapılan hibeler ve ona verilen hediyeler Allah’ın Vehhab isminin bir tecellisidir.

Demek her bir varlık kendisine verilen cihazların, hibe edilen duyguların, ikram edilen rızıkların ve kendisine yapılan bütün iyiliklerin lisan-ı haliyle Allah’ı Vehhab ismiyle zikreder ve O’nu tesbih eder.

İnsanın vazifesi ise; Bu mahlukların üzerinde Vehhab isminin tecellilerini görmektir. 

İnsan bu vazifeyi yaptıkça insandır. Ve bu aleme gönderiliş vazifesi budur.

Kendisine yapılan en küçük bir iyiliği unutmayan ve yıllarca o iyiliğin sahibinden övgüyle bahsedip ona minnettar olan insan, nasıl olurda, nimetleri saymakla bitmeyen Allah’ın iyiliklerini unutur? Ve O’na karşı minnettar olması gerekirken, nasıl olurda o minneti, nimetin gelmesine vasıta olan sebeplere verir?

Bir padişahın kıymetli bir hediyesini bize getiren miskin bir adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece ahmaklık ise, Allah’ın nimetlerini bize getiren sebeplere övgüler yapıp ve muhabbet edip, nimetlerin hakiki sahibi olan Allah’ı unutmak, ondan daha büyük ahmaklıktır.

Evet tavuk sebeptir, yumurta Allah’ın ihsanıdır. Koyun sebeptir, süt Allah’ın ikramıdır. Arı sebeptir, bal Allah’ın nimetidir. Bulut sebeptir, yağmur Allah’ın rahmetidir. Ağaçlar sebeptir, meyveler Allah’ın hediyesidir. Bunlar gibi sebeplere takılan bütün nimetler Allah’ın hibesidir. Ve Vehhab isminin tecellisidir.

O halde şükredilmeye, övülmeye ve methedilmeye en çok layık olan; nimetlerin gerçek sahibi olan Allah’tır. Çünkü nimeti getirene değil, onu gönderene bakılır.

İnsanın bu ismi ahlak edinmesi ise şöyle olur; yaptığı iyiliklerde karşılık beklememelidir. Karşılık sadece malla, mülkle de olmaz. Beklenilen bir övgü, kazanılmak istenen bir şeref, istenilen bir hürmet ve arzu edilen bir teveccüh de manevi bir bedeldir. Eğer yaptığı iyiliklere karşı böyle manevi bir bedel beklerse, yine Vehhab ismini ahlak edinememiştir.

Hatta yaptığı ibadetleri, sadece Allah’ın rızası için yapmalı ve karşılığında cenneti beklememelidir ki, Vehhab ismine mahzar olabilsin. Zaten ibadet, geçmişte verilen nimetlerin şükrüdür. Yoksa gelecekte verilecek nimetlerin karşılığı değildir. Evet biz ücreti almışız ve ibadetle mükellefiz.

Allah'ın El-Vehhab ismi Kuranda özellikle manevi rahmete ve aileye bağlanıyor. Mesela İbrahim,39. ayette İbrahim as şöyle diyor: "Yaşlılığıma rağmen bana İsmâil’i ve İshak’ı armağan eden Allah’a hamdolsun! Şüphesiz rabbim duaları kabul edendir." Elhamdulillah, veren O. Ben, yaşlandığım halde İsmâil’i ve İshak’ı
bana hediye etti. Ve Allah cc İbrahim as a diyor ki En'am,84. ayette; İbrahim'e çocuklar ve torunlar hediye ettik diyor. 

Meryem 4 ve  5. Ayette " O, şöyle demişti: “Rabbim! Şüphesiz kemiklerim zayıfladı. Saçım sakalım ağardı. Sana yaptığım dualarda (cevapsız bırakılarak) hiç mahrum olmadım.”  "Gerçekten ben, arkamdan yerime geçecek varislerden endişedeyim, karım da kısır, sen bana katından bir oğul ihsan et."
Beni koruyup bana bakacak bir evlat ver diye dua ediyor.Yani, Yahya'yı istemek için 
Vehebe fiilini kullanıyor. O zaman Allah cc ne yapıyor: Enbiya,90: "Biz onun da duasını kabul ettik ve ona Yahyâ’yı verdik; eşini de bunun için elverişli kıldık. Onlar, hayır işlerinde koşuşurlar, umarak ve korkarak bize yalvarırlardı; onlar, bize karşı derin saygı içindeydiler."

Meryem as ve İsa as için de aynı fiil kullanılıyor. Cebrail as, Meryem as'a geliyor ve diyor ki: Meryem,19. Ayette Cebrail as: “Ben, yalnızca Rabbinin bir elçisiyim. Sana tertemiz bir oğlan çocuğu bağışlamak üzere gönderildim” dedi.
"Ben, sana  Allah'ın hediye ettiği saf bir evladın habercisiyim" diyor. Vehhab isminin bir tecellisi. Bu sebepten düzenli olarak etmemiz gereken Kurandaki dualardan biri Furkan,74. Ayettir:
Onlar, “Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle” diyenlerdir. 

O halde El-Vehhab ismini, ailemiz ile ilgili dua ederken kullanıyoruz. Özellikle çocuğu olmayanlar için El-Vehhab kullanabilecek en güçlü isim. Zekeriya as bu ismi kullandı.Allah  El-Vehhab, o halde bana ihsan eder dedi. Hatta, çocuğu olanlar da Vehhab ismini aileyi nimetlendirmesi için kullanıyoruz.  El-Vehhab ismini eşlerimize ve çocuklarımıza manevi nimetlerin verilmesi için kullanıyoruz. 

Yine  El-Vehhab ismini takva ve manevi nimetler için kullanırız.

Musa as dua ederken:Şuara,83. " Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat." 
Ve Ali İmran Suresi 8. ayette şu duayı etmekle emrolunuruz: “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.”
Bize rahmetini bağışla. Çünkü Sen Vehhab'sın diyoruz. O halde Vehhab ismini manevi nimetler için de kullanıyoruz. Kuran'da bu isim bir çok yerde geçerken 2 si duada kullanılıyor. Bu da dua ederken bu ismi kullanmanın önemini göstermek içindir. 
Bu dualardan biri Ali İmran Suresi 8. ayet, “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.” inneke ente-l vehhâb

2.si de Sad,35:"Dedi ki: “Rabbim! Bana mağfiret buyur ve bana, benden sonra hiç kimseye nasîb olmayacak bir saltanat ihsân et! Şübhesiz ki Vehhâb (çok ihsân edici) olan ancak sensin!”  inneke ente-lvehhâb.

Bu Süleyman as'ın duası ve bu dua El-Vehhab isminin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Süleyman as, en büyük Peygamberlerden biri, kendisi Davud as'a hediye olarak verilmiş. Kendisi El-Vehhab'ın tecellilerinden. Olgunlaşıp, Davud as'ın krallığına geçtiği zaman ve peygamber olduğu zaman, ki burada bir açıklama yapalım: insanlık tarihinde bu çok nadir bir durum yani hem peygamber hem kral olmak. Bu bir istisna. Davud as da oğlu Süleyman as da hem peygamber hem de  kraldılar.
Süleyman as İsrail egemenliğini kontrol ediyorken ellerini kaldırıp bu duayı ediyor Sad,35. Duayı gücünün zirvesindeyken ediyor. Eski İsrail krallığı zaten güçlü bir krallıktı. "kimsenin ulaşamayacağı bir egemenlik, krallık ve güç istiyorum." Bu Peygamber hangi isimle dua ediyor. Yani Süleyman as tam bir yâkine sahip iken El- Vehhab'a güvenip dayanıyor ve diyor ki:"Ya Vehhab, benle kimsenin yarışamayacağı bir hediye ver." Allah cc nasıl cevap veriyor:  Sad,36: "Ona rüzgarın hakimiyetini hediye ettik. Nereye gitmek isterse rüzgar onu oraya götürürdü."
Süleyman as halıya otururdu ve rüzgara beni şuraya götür derdi. Ve rüzgar onu nazikçe istediği yere götürürdü. Sadece rüzgar değil, aynı zamanda ona cinleri ve şeytanları da hizmetine verdi Rabbimiz cc. Sad,37: "Binalar kuran, dalgıçlık yapan şeytanları da emrine boyun eğdirdik."

Biliyorsunuz Süleyman as'ın tapınağı dünyanın en harika yapılarından biriydi. Kocaman taşlar oraya nasıl gelmiş, nasıl kaldırılmış, nasıl işlenmiş. O kocaman taşları kimler kaldırdı da bu kocaman yapıyı oluşturdu. Kuranımız bize bunun bilgisini veriyor. Allah cc Süleyman as'a cinlerin kontrolünü verdi ve cinler bu yapıyı yaptı. Cinler okyanuslara derin dalış yaparlardı. Yani ilk dalgıçlar aslında cinler. Okyanusların derinliklerine dalıp mercanlar, inciler ve daha bir çok harika şeyler çıkarırlardı.
Sad,38: Ayrıca demir zincirlerle birbirlerine bağlanmış daha nice yaratıkları da… emrine verdi Rabbimiz cc.

Ve Allah cc ona hayvanları verdi, kuşların, hayvanların konuşmasını anlama yetisi verdi. Bu nasıl bir krallık! Duasını hatırlayın: Bana mağfiret buyur ve bana, benden sonra hiç kimseye nasîb olmayacak bir saltanat ihsân et! Şübhesiz ki Vehhâb (çok ihsân edici) olan ancak sensin!”  Hangi ismi kullanmıştı?

Ne dedik hatırlayın. Allah cc doğası gereği veriyor, yani biz istemeden de veriyor. E bir de isteyince neler olur? O halde Allah'tan istersek garantilemiş oluruz.
Mü'min,60 "Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, duanızı kabul edeyim."

Peygamberimiz as diyor ki: Bir müslümanın kalbinden, içtenlikle ettiği hiç bir dua yoktur ki Allah o duaya cevap vermesin. Ama, duaya nasıl cevap veriliyor? 3 şekilde. İlki, istediğin şey sana veriliyor. Ama bazen istediğin şey senin için hayırlı değil ama sen bilmiyorsun böyle olduğunu. O işi istiyorsun, o pozisyonu istiyorsun veya o kişiyle evlenmek istiyorsun. Bilmiyorsun ki, o istediklerin senin yararına mı. Belki de Allah cc duana başka şekilde cevap verecek. 

İkincisi, kaderinde olan kötü bir şeyi Allah senden çevirecek, ve Allah bundan seni kurtaracak. Ama sen bunu bilmeyeceksin bile. Diyelim maddi bir kayıp yaşayacaktın, bir kaza geçirecektin duandan dolayı, Allah bu kötülüğü kaldırarak duana cevap verdi. 

Ve üçüncüsü, ilk ikisi olmazsa Allah hesap gününde, ettiğin duadan daha güzel bir ödül verecek. 

Yani Allah El- Vehhab'tır, sen ne istersen iste. O üçünden biriyle sana verir. Bu yüzden Aişe ra Peygamberimiz as'ın vefatından sonra sahabeye derdi ki: Allah'tan herşeyi isteyin. isteklerinizi limitlemeyin. Süleyman as limit koydu mu? Hiç limit yoktu isteklerinde. Kimsede olmayan krallığı istiyorum Sen El- Vehhab'sın dedi. 

Aişe ra Allah'tan kalbinizden geçen herşeyi isteyin derdi. O kadar ki Pey as ayakkabınızın bağı kopsa Allah'tan isteyin buyurdu. Sen iste. El-Vehhab O. Sahip olduğun herşey El-Vehhab'tan geliyor. Ayakkabı bağın bile. 

Bu sonsuz hazinenin sahibi Allahtır. Başka kim bu sonsuz hazineye sahip olabilir? O bu hazineyi Kendine saklamıyor. O El-Vehhab. Verir, verir, verirde verir. Kim ne kadar isterse vereceği gibi, istemeden de verir.

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

İmam Gazali Esmaü'l Hüsna