11 Haziran 2019 Salı

Bu Ümmet Görevli Bir Ümmettir


Bu Ümmet’in görevini icra etmesi yani insanlık için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olması ancak Allah’ın yardımı ile yerine getirilebilecek bir görevdir. Şeytanın ve yandaşlarının direnişi karşısında mü’minlerin tek başına iş görmeleri mümkün değildir. Şeytana direnme ve engelleme gücü veren Allah Teâlâ olduğuna göre şeytanın karşısında cihat edecek, Allah’ın sözünü en üstün ve tek söz hâline getirecek mü’min nesillere de yardım etmesi yine O’nun kanunları gereğidir. O yardım ederse mü’minler iş becerebilirler. Mü’minlerin taşıdıkları yükün ağırlığı çok büyüktür. Bütün insanlığın yükünü taşımak ancak Allah’ın yardımı ile kaldırılabilir nitelikte bir görevdir.

Bizim burada anlamamız ya da çözmemiz gereken mesele şudur: Allah Teâlâ, yardımını sıradan her kuluna mı yapıyor yoksa yardımın bir şartı ve ön hazırlığı var mıdır? Elbette hemen takdir edilir ki sıradan bir yardım yoktur, olamaz da. Öyle bir yardım olacak olsaydı dünya hayatının imtihan için seçilmesine gerek olmazdı. Ashabı kiram; yardım gören, yardımı gözleri ile izleyen bir nesil oldukları hâlde yola çıktıklarında hemen yardım görmediler. Allah’ın yardım vaadi, ayet ayet indikten seneler sonra Bedir yardımı geldi. O yardımdan önce onlar, bin bir çileye maruz kaldılar ve sabrettiler. Hicrete zorlandılar, her şeylerini terk ettiler. Allah için ne verilmesi gerekiyorsa tereddüt göstermeden verdiler. Geçirdikleri imtihan yıllarının ardından yardım geldi.

Şartlar

Evet, dava Allah’ın davasıdır. Din Allah’ın dinidir. Mü’minler ise Allah’ın dinine hizmet etmek için seçilmiş kullardır. Bu seçilmişliklerinin hakkını vermeleri ya da verememeleri, imtihan sonucu olarak karşılarına çıkacaktır.

İmanın gerçek bir iman olması, muhtevasının doldurulmuş olması, Allah’a O’nu görüyor gibi kulluk edebilme şuuru, gerçek bir tevekkül, dünyaya karşı zahit davranabilmek yardımı hak etmenin ön şartlarıdır. Bir başka şart da imanın salih amellerle beslenmesidir. Salih amel kavramının gerektirdiği bütün ameller, fertler ve toplum olarak sahiplenilmelidir.

Bir başka şart da dinin bir bütün olarak alınmasıdır. Tekkeye veya camiye daraltılmış bir din ya da camisi ihmal edilmiş bir din, Allah’ın yardımını celb edemez. Dini indiği gibi bir bütün olarak almak gerekiyor. Elbette her insanın, her toplumun dinin tamamını kaldırma kapasitesi olmayabilir ama idrak, dinin tamamını kuşatan bir idrak olmalıdır.

Zaman ve mekân uygulamayı etkileyebilir ama imanı ve emeli etkilememelidir. Bu bütünlüğe, farzların ve Sünnetlerin ihmal edilmemesi açısından da sayısal olarak bir bütünlük olması açısından da bakabiliriz. Bir başka bakış zaviyesi de şudur: Allah’ın yardımını hak edecek bir nesilde, evle cami arasında bir çelişki izlenmemesi gerekiyor. Camide kulluk kıvamının yakalandığını düşünülürken evlerde “kulluk standartları” dışına taşıldığında mü’min kıvamı açısından bir eksiklik söz konusu olacaktır. Bu da yardımın gelmesine manidir. Bunlar gerçekleştiğinde Allah’ın yardımı haktır, bir vaattir. Yardım sözü de Allah’ın sözüdür. “Ama bizim uğrumuzda cihat edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir.” (Ankebût, 69)

Ayet, Allah’ın yardımını Allah’ın yolunda cihat edenlere yönlendirmektedir. Cihat ise meydanlarda savaşmanın ötesinde, içinde savaşın da bulunduğu Allah yolundaki bütün gayretleri ihtiva eden bir kavramdır. Şeytan bize tamamını yapamadığımız işlerden el çektirmeden biz, işlerin tamamına talip olup yapabildiğimiz kadarına sarılma yolunu tercih etmeliyiz. Kurtarıcı metot budur. Bu anlamın içini doldurması için sarih başlıklar hâlinde Allah’ın yardımının kime olacağını vurgulayabiliriz:

* Allah’ın hükümleri uygulanmalıdır. Namaz bir hükümdür, hırsızın Kur’an’da takdir edilen cezası da bir hükümdür. Zekât da bir hükümdür zekât dışında infak etmek de bir hükümdür. Kur’an ve Sünnet’in emrettiği her şeyin yapılması ve yasakladıklarının da terk edilmesi, hüküm olarak genel bir kuralın adıdır.

* Allah’ın zalimlere yardımı yoktur. Yardım bekleyen zulmetmeyecektir. Bu zulüm, kırbaçlamak olarak anlaşılabileceği gibi eşlerin birbirlerine zulmetmesi olarak da anlaşılabilir. Kadın erkeğe, erkek kadına eş olarak zulmetmeyecektir. Çocuklar ebeveynlerinden zulüm görmeyeceklerdir. Ebeveynler de çocuklarından zulüm görmeyecektir. İşçi de zulüm görmeyecektir mal sahibi de.

* Mü’minler, emri bilmaruf ve nehyi anilmünker yapacaklardır. İyiliği emreden, kötülüğü alıkoyan bir ümmet Allah’ın yardımına hak kazanır.

*Ümmetin birliği olacaktır. Ashabı kiramın, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek naaşını bırakıp önce siyasi lideri seçmeye gitmelerinin, onu gerçekleştirince de naaşla ilgilenmelerinin iyi düşünülmesi gerekiyor. Bir halifenin arkasında toplanmanın dışında hiçbir alternatif, bu Ümmet’in aynı safları kullandığını ispat edebileceği bir çare değildir. Hilafeti dava edinmek şarttır.

* Bu Ümmet, içine kapanık bir ümmet olamaz. Bütün insanlık bu Ümmet’in projesinde bulunmalıdır.

* Sabreden ve sebat edenlere Allah’ın yardımı vardır. Zamanı kendi menfaatlerine göre sınırlayanlar, Allah’ın kaderini anlayamamışlardır. Zaman bize göre değil Allah’a göre işlemektedir. O da ne zamanı takdir buyurdu ise yardım da o zaman gereklidir. Nuh aleyhisselam için bu zaman bin seneye yakın bir zamandı. İbrahim aleyhisselam için o kadar uzun olmadı. Peygamber aleyhisselam efendimiz için ise yirmi yıl oldu. Zamanı takdir eden ancak onu yaratandır. Kullar, kendilerine göre bir zamanlama yapamazlar, yapsalar da bu boş bir beklentinin ötesine gidemez.

* Allah’ın imtihanını Ebu Cehil’le sınırlı görmek yanlıştır. Ebu Cehil bir imtihandır elbette ama nimetler de imtihandır. Çocuk da imtihandır. Sıhhat de imtihandır. Belalarla nimetleri aynı gözle görmek gerekiyor. Hiçbiri hesapsız değildir, boşuna değildir.

Allah’ın, mü’min kullarına yardım vaadi haktır. Mü’minlerin, yardımın geleceği zamanı kollamaları ve yardım görecek mü’minler olmayı irdelemeleri gerekmektedir.

Kur’an, Allah’ın kanununu koymuştur: “Allah vaadinden asla dönmez.” Bu ayet, Hacc suresinin 47. ayetidir. Hacc suresinin o ayetleri ise Allah’ın dinini yalanlayanları tehdit eden ayetlerden oluşmaktadır. Biz, Allah’ın vaadinin hak oluşunu içimize sindirirken bu ayet, gözümüzü aydınlatan bir ışık olmaktadır. Ayeti topluca görebiliriz:

“Onlar senden, azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vaadinden asla dönmez. Muhakkak ki Rabb’inin nezdinde bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.”

Dikkat edilirse ayet, Allah’ın vaadinden dönmeyeceğini beyan ettikten sonra O’nun katında bir günün insanların hesabıyla bin yıl gibi bir rakama karşılık olduğunu vurgulamaktadır. Buradan hareket edildiğinde mü’minlerin kendi beşerî rakamları ile hesap yapmaları durumunda, Allah’ın hesabını anlamakta zorluk çekecekleri ortaya çıkmaktadır. Ashabı kiramda olduğu gibi, işi Allah’a havale edip çalışmak esastır. Bunu yapabilenler kazananlar olacaktır.

Allah’ın vaadi olan şeyi mü’minlerin takdir edememesinin sebebi Rûm suresinin altıncı ve yedinci ayetinde gösterilmektedir. “Allah vaadinden caymaz fakat insanların çoğu bilmezler. Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise onlar tamamen gafildirler.”

Allah’ın kullarına zafer vaad etmesini anlayamamak ya da o vaadin tahakkuk sürecini takdir edememek, hayatı dünya yaşantısından ibaret zannetmekten kaynaklanmaktadır. Dünya hayatı derinleştikçe ahiretten uzaklaşıldığı gibi Allah’ı ve kitabını idrak de zorlaşmaktadır. Bir kere daha akidenin ve akideyi özümsemenin önemi anlaşılmış olmaktadır.

Dünya hayatında razı olunacak bir sonuca ulaşmanın adı akıbettir. O da Allah’tan korkmayı esas alanların hakkıdır. Onlar, Allah’ın vaadini iliklerine kadar hissederler. Kim Allah’ın sözünü anlıyorsa kazanan o olacaktır:

“Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Akıbet, (Allah’tan korkup günahtan) sakınanlarındır.” (A’raf, 128)


Nureddin Yıldız

10 Haziran 2019 Pazartesi

UHUD SAVAŞI


(H. 3/M. 625)

Hicret'in üçüncü yılında Uhud dağı civarında müşriklerle yapılan savaş.

Uhud savaşından önce Kureyş'in öfkesi kabarmış, kin ve intikam duyguları artmıştı. Bedir'de yakınlarını kaybeden Utbe kızı Hind ".. Muhammed'le arkadaşlarından öç almadıkça içim rahatlamayacak, Muhammed'le savaş yapmadıkça koku sürünmek bana haram olsun. Sevdiklerimin intikamının alındığını gözümle görmedikçe bana sevinmek yok!" diyordu. Ebu Süfyan ve başkaları da buna benzer şekilde and vermişlerdi. Ebu Süfyan'ın yürüttüğü kervanın malları Daru'n-nedve'de topluca durmaktaydı. Müşriklerin ileri gelenleri, herkese katılma payını verdikten sonra geri kalan kâr ile güçlü bir ordu hazırlanmasına karar verdiler. Onlara göre Müslümanlar Kureyş büyüklerini öldürmüşlerdi, onların intikamını almak gerekliydi. Bedir'de yakınları öldürtücüler karalar giyinmiş vaziyette kabileler arasında dolaşıyor, şairler mersiyeler söyleyerek Araplar savaşâ teşvik ediyorlardı.

Putperest Kureyşliler Mekke dışındaki Arap kabilelerinin de katılmasıyla 3000 kişilik bir askerî kuvvet hazırladılar. Bu kuvvette 700 zırhlı, 200 atlı süvari, 3000 deve vardı. Aralarında, başta Ebu Süfyan'ın karısı Hind olduğu halde 14 tane de kadın vardı. Bedir'de babasını ve öteki yakınlarından bazılarını kaybetmiş olan Hind'in kalbini iğrenç bir intikam duygusu bürümüştü. Amcası Abbas (r.a) Hz. Muhammed (s.a.s)'i çok severdi. Bu sebeple bir mektup yazarak Kureyş'in savaş hazırlıklarını yeğenine bildirdi. Peygamberimiz (s.a.s) amcasından gelen mektubu okuttu ve mektupta bildirilen haberi gizli tutarak keşifçiler gönderdi. Keşifçilerin getirdiği haberler mektupta amcasının bildirdiklerine aynen uyuyordu. Düşman büyük bir ordu hazırlamıştı ve Medine'ye doğru ilerliyordu.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) bir savaş meclisi kurarak meseleyi ayrıntılı olarak ashabıyla görüştü. Resulullah (s.a.s) düşmanı şehrin dışında karşılamayıp şehri içerden savunmak görüşündeydi. Fakat özellikle Bedir savaşına katılan gaziler hakkında nazil olan övücü ayetlerin etkisinde kalan gençler, düşmanın dışarıda karşılanmasından yana idiler. Düşmanla bir meydan savaşı yapmak istiyorlardı:

Resulullah (s.a.s) ashabın isteklerini kırmayarak düşmanı karşılamak üzere kılıcını kuşandı, zırhını giydi. Münafıkların reisi Abdullah b. Ubey b. Selül şehrin içinde kalınarak savunma yapılmadığını bahane ederek 300 kişilik kuvvetini geri çekti. Gayesi savaşmak değildi. Müslümanları düşman karşısında güçsüz bırakmak istiyordu. Böylece Müslüman ordusunun mevcudu 1000'den 700'e düşmüş bulunuyordu.

İslâm Ordusunun Harp Alanına Hareketi

Düşman, Medine'nin yegane açık sahası olan kısımdan içeriye sızarak karargâhını Uhud dağının Medine'ye bakan eteklerinde kurmuştu. Resulullah (s.a.s) 700 Müslümanla Cumartesi sabahı Uhud dağına ulaştı. Sırtını dağa vererek karşıdaki çorak arazide yer tutan düşmana karşı saf tuttu. Düşmanın düşüncesi Müslüman ordusunu mağlub ettikten sonra şehri yağmalamaktı. Bunun için Medine'nin yakınında Uhud önleri savaş sahası seçilmişti.

Resulullah (s.a.s) Bedir'de olduğu gibi bu savaşta da İslâm ordusunu savaş düzenine göre yerli yerine yerleştirdi, düşmanın sızabileceği, kuşatma yapabileceği geçit ve gedikleri de okçularla korudu ve özellikle ordunun sol tarafındaki dağın vadisini beklemek üzere Abdullah b. Cübeyr kumandası altında elli kişilik, okçu birliğini bıraktı ve "Düşman yense de, yenilse de kesinlikle yerlerinizden ayrılmayınız. " diye tembihte bulundu.

11 Şevval 3 (27 Mart 625) Cumartesi günü savaş teke tek vuruşmalarla başladı; Hz. Ali, Hz. Hamza ve öteki İslâm savaşçıları hasımlarını öldürdüler. Sonra savaş kızıştı. Resulullah (s.a.s) almış olduğu askerî tedbirler ve uygulamış olduğu planlar sayesinde ilk safhada Müslümanlar galip geldiler.

Hz. Hamza'nın şehid edilmesi

Resulullah (s.a.s)'in amcası Hz. Hamza kükremiş bir arslan gibi düşmana kılıç sallayarak ilerliyor, hasımlarını kırıp geçiriyordu. Diğer Müslümanlar da ellerinden gelen çâbayı gösteriyorlardı. Düşmanlar da olanca gayretleriyle kılıca sarılmalarına rağmen bozguna uğramaktan kendilerini kurtaramadılar. Tef çalarak askerlere moral veren düşman kadınları bile korku içinde dağ yamacına tırmanmaya, kaçmaya başladı. Bununla beraber henüz kesin netice alınmış değildi; düşmanın hızlı bir şekilde takibi ve dönmeyeceği bir noktaya kadar kovalanması gerekiyordu. Halbuki bu inceliği ve harp usulünün bu yönünü bir an unutarak gaflete düşen ve dünyalığa meyleden Müslümanlar kılıçlarını bırakıp ganimet toplamaya koyulmuşlardı. Ordunun gerisindeki vadiyi bekleyen elli okçu da kumandanlarının ısrarlarına rağmen Resulullah (s.a.s)'in kesin emrini unutarak "Kardeşlerimiz üstün geldi, biz niye bekleyelim" diyerek yerlerinden ayrıldılar, ganimet toplamaya giriştiler.

İşte bu sırada böyle bir anı gözetlemekte olan 200 kişilik düşman süvari birliği komutanı Halid b. Velid az sayıdaki İslâm okçusunun kaldığı geçidi rahatça ele geçirerek İslâm ordusunu arkasından vurmaya başladı. Bunu gören müşrikler geri döndüler ve yeniden hızlı bir saldırıya giriştiler. Böylece Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar, üstünlüğü sağlamışken dünyalığa dalmaları ve Peygamber'in emrini çiğnemeleri yüzünden zor durumlara düştüler. İşte bu safhada Hazma (r.a) Ebu Süfyan'ın karısı Hind'in kölesi Vahşi tarafından mızrakla vurularak şehid edildi. Resulullah (s.a.s)'in Hicretten evvel Medine'ye tayüz ettiği ilk öğretmen Mus'ab b. Umeyr (r.a) de bu esnada şehid düşenler arasındaydı. Mus'ab (r.a) sima itibariyle Resulullah'a benzediğinden şehit düştüğünde, onu şehit eden kimse Resulullah (s.a.s)'i öldürdüğünü haykırıyordu. Bu durum Müslümanların daha da dağılmasına sebep oldu. Ancak kısa zaman sonra Resulullah (s.a.s)'in sağ olduğu anlaşıldı. Uhud dağının hemen eteklerinde bulunan Resulullah(s.a.s)'in çevresi büyük çarpışmalara sahne oldu. Müslümanlar onun etrafında dönüyorlar gerektiğinde kollarını, bacaklarını kalkan yerine kullanıyorlardı, Hz. Talha bu yolda kolunu kaybetmişti. Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a)'a ise Resulullah ok veriyor ve: "Anam babam fedâ ol sun, at yâ Sa'd" diyor; oklarının isabet etmesi için Allah'a dua ediyordu. Müşrikler Resulullah (s.a.s)'ı öldürmek için hücum ettikçe Müslümanlar onun çevresinde giderek çoğalmışlar ve çetin bir savunma hattı kurmuşlardı. Düşman bu hattı yaramayacağını anlayınca geriye çekilmek durumunda kaldı ve böylece savaş üçüncü safhada denk bir duruma geldi. Ebu Süfyan karşı dağa, Resulullah (s.a.s)'da Uhud'a doğru tırmandı ve bugün hâlâ ziyaret edilen mağarada dinlendi. Resulullah (s.a.s)'ın dişi kırılmış, yanağı yarılmıştı. Kızı Fatma onu tedavi etti. Ebu Süfyan ile Hz. Ömer'in karşılıklı konuşması da bu esnada cereyan etmişti.

Kureyşli müşrikler bu savaşta o kadar vahşiyane şeyler yapmışlardı ki, belki tarihte benzerine az rastlanırdı. Müslümanlar bu savaşta 70 şehid vermişlerdi. Düşmanlar özellikle de müşrik kadınlar şehid Müslümanların burunlarını ve kulaklarını kesiyorlardı. Ebu Süfyan'ın karısı Hind ve öteki bazı müşrik kadınları Müslüman şehidlerin organlarından yaptıkları gerdanlıkları boyunlarına takmışlardı. Ayrıca Hind, Hz. Hamza'nın ciğerini çıkartarak ağzında çiğnemek iğrençliğini gösterebilmişti.

Uhud'tan ayrılan Ebu Süfyan bir süre sonra geri dönerek Medine'ye saldırmak ve başladıkları işi tamamlamak isteğine kapılmıştı. Esasen böyle bir durumu, Resulullah (s.a.s) tahmin etmiş, 70 şehid ve yaralıya rağmen savaşın hemen ertesi Pazar günü düşmanı takibe karar vermişti. Resulullah (s.a.s) 70 kişilik süvari birliği ile 8 km. Kadar müşrikleri takibetti. Sonra konaklayarak üç gün bekledi. Geceleri ateş yaktırarak düşmana savaştan yılmadıkları mesajını veriyordu. Müslüman olmadığı halde Müslümanların dostlarından olan Huzaa kabilesinden Mabed-i Huzâî, Resulullah (s.a.s)'i gördükten sonra Ebu Süfyan'a giderek onun arkadaşlarıyla birlikte savaş için geldiklerini söylemiş, Ebû Süfyan da yeni bir vuruşmayı göze alamayarak Mekke'ye gitmiş ve Medine'ye saldırmaktan vazgeçmişti. Böylece Müslümanlar, bu savaşta birinci safhada üstünlük sağlamışlar, gaflet ve dikkatsizlik neticesinde ikinci safhada ilahî bir imtihana uğratılarak mağlubiyet acısı kendilerine tattırılmış, fakat üçüncü safhada durum denkleşmişken Resulullah (s.a.s)'in cesaretle takibi neticesinde düşman korkutulmuş ve üstünlük tekrar Müslümanlara geçmişti.

Savaştan Bazı İlginç Tablolar

Enes b. Mâlik diyor ki: Amcam Enes b. Nadr'ı Uhud meydanında öldürülmüş olarak bulduk; üzerinde 80 kadar kılıç, süngü ve ok yarası vardı. Müşrikler işkence yapmış olduklarından, kimse onu tanıyamadı, yalnız kız kardeşi parmaklarından tanıdı. Biz şu ayetin amcam ve benzeri hakkında inmiş olduğunu sanıyoruz: Müminlerden bir çok kimseler Allah'a vermiş oldukları sözlerini yerine getirdiler" (el-Ahzâb, 33/23).

Hz. Hamza'nın kız kardeşi, Müslümanların bozguna uğradığı haberini alınca Medine'den savaş alanına gelmişti. Bunu farkeden Resulullah (s.a.s) Hz. Zübeyr'e, Hamza'nın cesedinin parçalanmış vaziyette ona gösterilmemesini tenbih etmişti. Bunu hisseden Safiyye, "Kardeşimin şehid olduğunu biliyorum. Allah yolunda böyle fedakarlıklar her zaman gerekir" demiş ve parça parça edilmiş kardeşinin cesedini görünce de, Hepimiz Allah'ın mülküyüz ve O'na döneceğiz"demek suretiyle büyük bir teslimiyet örneği gösterebilmiştir.

Ensar'dan bir kadın da savaşta babasını, kardeşini ve kocasını kaybetmişti., Bunları haber aldıkça hep Hz. Muhammed (s.a.s)'in sağ olup olmadığını soruyordu. Onun sağ olduğunu öğrenince; "Sen sağ olduktan sonra her felâket hiç gelir!" demişti.

İslâm şehidleri ikişer ikişer toprağa verildiler. Tablo göz yaşartıcı idi.

Hz. Hamza (r.a) kaftanı ile toprağa veriliyordu. Hz. Peygamber'in hicretten önce Medinelilere İslâmî öğretmesi için tayin ettiği ilk öğretmen Mus'ab b. Umeyr (r.a) toprağa verilirken üzerindeki elbise kısa gelmişti. Göğüs tarafına örtülünce alt kısmı, alt kısmına örtülünce de göğüs kısmı açıkta kalıyordu. Resulullah (s.a.s) örtünün alt kısmına örtülmesini üst kısmına da izhir denilen kokulu otlardan konulmasını emir buyurmuştu.

Resulullah (s.a.s) Uhud şehidleri hakkında şöyle buyurmuştur:

"Uhud harbinde kardeşleriniz şehit olunca Allah Teâlâ onların ruhlarını bir takım yeşil kuşların içlerine koymuştur. Bunlar Cennet ırmaklarına gelirler, içerler ve Cennet meyvelerinden yerler. Sonra bu kuşlar, arşın gölgesinde asılı bulunan altın kandillere konup tünerler. Şehid ruhları artık böyle mesut bir hayata erişince; bizim cennetteki bu halimizi dünyadaki kardeşlerimize kim bildirir ki, onlar da bilsinler de cihatdan çekinmesinler demişlerdi" (Tecrîd,186 vd; İbn Sa'd, II; 148).

Hüseyin ALGÜL


9 Haziran 2019 Pazar

AZİMET VE RUHSAT NEDİR?



Sözlükte azîmet “bir şeye kesin olarak yönelmek, niyetlenmek” anlamındadır. Azîmetin karşıtı ruhsattır. Sözlükte “kolaylık, devamlı olan” ruhsat, fıkıh ilminde “meşakkat, zaruret, ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olarak azîmet hükmünü terketme imkânı veren ve yalnız söz konusu ârızî durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş ve geçici hükmü” ifade eden bir terimdir.

AZİMET NEDİR?

Sözlükte azîmet “bir şeye kesin olarak yönelmek, niyetlenmek” anlamındadır. Fıkıh ilminde ise, “meşakkat, zaruret ve ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olmaksızın ilkten konmuş olan ve normal durumlarda her bir mükellefe ayrı ayrı hitap eden aslî hüküm” demektir.

Azîmet farz, vâcip, sünnet, müstehap niteliğindeki bir davranışın yapılmasını; haram, mekruh gibi davranışların da yapılmamasını ifade eden bütün teklifî hükümleri içine alır. Meselâ namaz, oruç, hac başta olmak üzere Allah’ın kullarını yükümlü tuttuğu bütün dinî vecîbeler genel tarzda her mükellef kişi için konulmuş birer azîmet hükmüdür. Aynı şekilde şarap içme, domuz eti yeme, zina etme gibi haram olan fiiller de her mükellefi bağlayıcı genel hükümlerdir.

RUHSAT NEDİR?

Azîmetin karşıtı ruhsattır. Sözlükte “kolaylık, devamlı olan” ruhsat, fıkıh ilminde “meşakkat, zaruret, ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olarak azîmet hükmünü terketme imkânı veren ve yalnız söz konusu ârızî durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş ve geçici hükmü” ifade eden bir terimdir. Meselâ mükelleflerin oruç tutması bir azîmet hükmüdür. Fakat hasta ve yolculara karşılaştıkları güçlük sebebiyle, oruç tutmama kolaylığı tanınmış ve bunlardan tutamadıkları oruçlarını normal hale dönünce kazâ etmeleri istenmiştir. Domuz etinin yenmesi, şarabın içilmesi haram olduğu halde, susuzluktan veya açlıktan ölme tehlikesiyle karşılaşan kimseye bu azîmet hükmünü terkedip domuz etinden veya şaraptan hayatî tehlikeyi atlatacak miktarda yemesi içmesi mubah kılınmıştır.

İbadetlerin şekil şartlarıyla ilgili birçok ruhsatın tanınmış olması da burada hatırlanmalıdır. Bu ruhsatlar, zaten mükellefiyetlerin çok az ve sınırlı tutulduğu İslâm dininin rahmet ve kolaylık dinî olmasının, Allah’ın kulları için zorluğu değil kolaylığı dilemiş bulunmasının tabii sonuçlarıdır. Dinin teklifî hükümleri incelendiğinde birkaç çeşit ruhsatın bulunduğu görülür.

KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı, İlmihal-1, İman ve İbadetler, 2013, Ankara

3 Mayıs 2019 Cuma

YUNUS SÛRESİ 108.- 109. ayetlerin tefsiri


İslam Hak Dindir Ve Ona Uymak Vaciptir


108- De ki: "Ey İnsanlar! Size Rabbiniz tarafından hak geldi. Kim doğru yola girerse kendi faydası için doğru yola girmiş olur. Kim de saparsa kendi zara­rına sapmış olur. Ben sizin başınızda bir vekil değilim."

109- Sana vahyedilene uy! Allah'ın hük­mü gelinceye kadar sabret. Allah, hü­küm verenlerin en üstünüdür.


Açıklaması


Ey Rasulüm! Şu anda bulunanlara ve bu davetin ulaşacağı bütün insanla­ra söyle, de ki: Rabbinizden her şeyi açıkça beyan eden, bu dinin hakikatini ve bu şeriatın kâmil bir şeriat olduğunu içinizden bir şahsın diliyle açıklayan hak kitap geldi.

Allah Tealâ Rasulüne bütün insanlara Allah tarafından kendisine gelen kitabın asla şüphe olmayan hakkın ta kendisi olduğunu bildirmesini emredi­yor.

Kim onunla hidayete erer, doğru yolu bulursa, Kur'an'ı ve Rasulullah'ı tas­dik eder ona uyarsa kendi lehine doğru yola girmiş olur. Yani faydası, hidayete ermenin ve ona uymanın sevabı kendisine ait olur. Kim de sapar ve onun meto­dundan dışarı çıkarsa kendi aleyhine sapmış olur, yani bunun vebali de kendi üzerine döner.

Ben size sizin işlerinizi görmek sizi mümin kılmak ve imana zorlamak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir vekil değilim. Ben yüz çevirip yalanla­yan kimselere Allah'ın azabının geleceğini söyleyen bir uyarıcıyım, hidayet edenleri müjdeleyen bir müjdeciyim. Hidayet ise yalnızca Allah'a aittir.

"Sana vahyedilene uy..." Ya Muhammed! Allah'ın sana indirdiği ve vahyettiği emrine uy. Ona sımsıkı sarıl. Davet üzerine ve kavminin eziyetine karşı, insanlardan sana muhalefet edenlere karşı Allah'ın hükmü gelinceye kadar ya­ni Allah seninle onlar arasında kesin bir hükümle hükmedinceye ve sana onla­ra karşı zafer ihsan edip seni galip kılıncaya kadar sabret, sebat et. Allah hük­medenlerin en hayırlısı, hakimlerin en adili ve en sağlam hüküm verenidir. O tam bir adalet ve sahih bir hikmet sahibidir ve gerçekten vakıaya uygun hük­meder.

Allah Peygamberine (s.a.) verdiği vaadini gerçekleştirmiş ve Onu mümin ordularla birlikte müşrik topluluklara karşı muzaffer kılmıştır. Onları yeryü­zünde halifeler kılmış ve yeryüzünün reisi olan devlet reisleri eylemiştir.

Bu ayetlerde Peygamberimiz (s.a.)'in kavminden gördüğü eziyetlere karşı teselli edilmesi ve onun yardımcıları olan müminlere vaadde bulunulması ve düşmanları olan kâfirlerin korkutulması yer almaktadır. [50]


[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/259-260.

2 Mayıs 2019 Perşembe

YUNUS SÛRESİ 40.- 44. ayetlerin tefsiri


Kur'an'a Ve Hz. Peygamber'e İman Konusunda Müşriklerin İki Gruba Ayrılmaları


40- Onlardan bir kısmı Kur'an'a inana­cak, bir kısmı ise inanmayacaktır. Rabbin fesatçıları çok iyi bilir.

41- Seni yalanlarlarsa onlara de ki: "Be­nim yaptığım bana, sizin yaptığınız size­dir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım."

42- Onlardan bir kısmı sana kulak verir. Sen hiç sağırlara işittirebilir misin? Hele bir de akıllarını hiç kullanmazlarsa.

43- Onlardan bir kısmı da sana bakıp dururlar. Sen hiç körlere doğru yolu gösterebilir misin? Hele bir de basiret­siz olurlarsa.

44- Allah insanlara asla zulmetmez. Fa­kat insanlar kendi kendilerine zulme­derler.


Açıklaması

Müşrikler şu anda ve gelecekte iki grup halindedirler: Birinci grup, Kur'an'ı kendi kendine tasdik eden, Kuran'ın hak olduğunu bilen fakat yalanlamakta inat eden kimselerdir.

İkinci grup ise Kur'an hakkında şüphe eden, Kur'an'ı tasdik etmeyen kim­selerdir. Şu anda bu şekilde davranırlar.

Ancak "yü'minu" fiiliyle gelecek zaman da murad edilmiş olabilir. Yani "Ya Muhammed! Senin kendilerine gönderildiğin insanlar içinde bir kısmı bu Kur'an'a inanacak, sana uyacak ve sana gönderilen kitaptan istifade edecektir. Bir kısmı ise küfür üzerinde ısrar edecek, nihayet küfür üzerine ölecek ve öl­dükten sonra da küfür üzerine dirilecektir."

"Rabbin fesatçıları çok iyi bilir." O, hidayete lâyık olanı gayet iyi bilir ve ona hidayeti ihsan eder. Dalâlete lâyık olanı da gayet iyi bilir ve onu da saptı­rır. İşte bunlar küfürde ısrar eden inatçılardır. Allah adildir, zulmetmez, herke­se lâyık olduğunu verir.

Ayetin manası şudur: Rabbin yeryüzünde şirk, zulüm ve tuğyan ile fesat çıkaranları çok iyi bilir. İmana olan istidatlarını kaybettikleri için, onların ıs­lah olmalarında ümit yoktur. Allah onlara dünya ve ahirette azap verecektir.

O müşrikler seni yalanlar ve bunda da ısrar ederlerse onlardan ve onların yaptıklarından uzak dur ve onlara de ki: "Benim yaptığım bana" Bu da ilâhî mesajın tebliği, azapla uyarma, cennetle müjdeleme, itaat ve imandır. Allah bunlara karşılık bana ecir verecektir.

"Sizin ameliniz size." Yani zulüm, şirk, fesat çıkarma gibi amellerinize karşılık Allah sizi cezalandıracaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmakta­dır: "Siz sadece yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz." (Yunus, 10/52).

"Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uza­ğım". Bununla bu davranış tarzından men etme, bunu reddetme ve ayrıca ferdî mes'uliyet esasının ilân edilmesi -yani herkesin sorumluluğunun sadece kendi­sine ait olması, başkasının günahından sorumlu olmaması- esası murad edil­mektedir. Ayetin manası şudur: Beni benim yaptıklarımla muaheze etmeyin. Ben de sizi sizin amellerinizle muaheze etmiyorum. Artık hiçbir özür kabul et­mem. Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım.

Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Onu ben uydurduysam onun cezası yalnız banadır. Gerçekte ben sizin işlediğiniz suçlardan uza­ğım." (Hud, 11/35).

"De ki: Ne siz bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu olacaksınız. Ne de biz sizin yaptıklarınızdan sorumlu olacağız."
(Sebe, 34/25).

"Eğer sana isyan ederlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Şuara, 26/216).

Ya Muhammed! Seni yalanlayan müşriklerin tavırlarına gelince, bunlara hayret etme. Onlardan bir kısmı Kur'an okuduğun ve şer'î hükümleri öğretti­ğin zaman seni dinlerler ama dikkatle dinlemez, kendilerini vermezler. Sadece düşünmeden ve anlamadan kulak verirler. Kur'an'ın nazmı ve nağmesini dinle­meye özen gösterirler. Onlar eğlence ve oyun peşindedir, ciddi değildirler.

"Onlara Rablerinden yeni bir ayet gelince hemen onu eğlenceye alarak din­lerler. Onların kalpleri gaflet içindedir." (Enbiya, 21/2-3).

"Hiç sen sağırlara işittirebilir misin? Hele bir de akıllarını hiç kullanmaz­larsa!" Yani kulaklarını seni dinlemeyip kapayan topluluğa ondan faydalana­cakları şekilde işittiremezsin. Buna ilâve olarak onlar işittikleri şeyi düşünmü­yor, manasını anlayıp da istifade etmiyorlar. Çünkü dinleyen için faydalı dinle­me, duyduğunu anlaması ve gereğini yerine getirmesidir. Aksi takdirde gerçek­ten sağır kimse gibi olur. Bugün maalesef bazı müslümanların hali budur. Bu ayette Allah'tan başka hiç kimsenin onlara hakkı duyuramayacağına ve hida­yet veremeyeceğine delâlet vardır.

Onlardan bir kısmı da sen Kur'an okurken takdir bakışıyla sana bakar, fa­kat iman ve Kur'an nurunu dinin doğru yolunu, güzel ahlâkı göremez. 


"Hiç sen körlere doğru yolu gösterebilir misin? Hele bir de basiretsiz olurlarsa!" Yani on­lara doğru yolu gösteremezsin. Çünkü onlar görünüşte gözleriyle görseler de gerçekte kalpleriyle görmezler (kalp gözleri kapalıdır). Onlar idrak edici, basi­ret ve düşünen akıl nimetini kaybettikleri için onlara doğru yolu gösteremez­sin. "Gerçek şudur ki gözler kör olmaz, asıl kör olan göğüslerdeki kalplerdir." (Hac, 22/46).

Kısaca: Ya Muhammed! Onlar anlayış ve hidayet istidadını kaybettiği için sen onlara doğru yolu gösteremezsin. Onlar gerçekten hem görme hem de işit­me duyusunu kaybeden kimse gibidirler. Çünkü gözün ve kulağın faydası ya­rarlı olmaktır, Yararlı olmayınca sanki onlar duyularını kaybetmiş gibi olurlar: "Şüphesiz ki bunda hassas bir kalbi olan veya hadiseleri can kulağıyla dinleyip ona şahit olan kimse için bir ibret vardır." (Kaf, 50/37).

Bundan murad Peygamberimiz (s.a.)'i teselli etmektir.

"Allah, insanlara asla zulmetmez." Yani insanların eşyayı idrak etmeleri, hakka ve doğruya ulaşmalarına vesile olan akıllarını ve duyu organlarını çekip alarak insanlara zulmetmez. Fakat başkaları değil, bizzat insanlar kendi ken­dilerine zulmederler. Çünkü insanlar akıl nimetini kullanmayarak ve dinin doğru yolunu görmezlikten gelerek kendi nefislerini küfür, yalanlama ve isyan cezasına çarptırmaktadırlar. Bu hakkı yalanlayanlara bir tehdittir. Çünkü kı­yamet günü onların azaba uğramaları adaletin ve hakkın gereğidir, bunda haksızlık yoktur. [21]


[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/169-171.

1 Mayıs 2019 Çarşamba

Hayızlı Kadın Tavaf Hariç Bütün Hac Menasikini Yerine Getirir

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
6. BÖLÜM HAYIZ

7. Hayızlı Kadın Tavaf Hariç Bütün Hac Menasikini Yerine Getirir
İbrahim şöyle demiştir: "Hayızlı kadının âyet okumasında bir sakınca yok­tur." İbn Abbâs da, cünüp kimsenin Kur'an okumasında bir mahzur görmezdi. Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ise her durumda Allah'ı anardı. Ümmü Atiye şöyle demiştir: "Biz kadınlara, hayızlı iken de (Arafat ve Mina gibi yerlere) çık­mamız, erkekler gibi tekbîr getirip dua etmemiz emredildi." İbn Abbâs Ebu Süfyân'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Herakleios Hz. Peygamberin   Sallallahü Aleyhi ve Sellem mektubunu istedi. Sonra onu okudu. Bir de baktık ki mektup, 'Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla, Ey ehli kitap! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir kelimeye gelin.[Âl-i İmran 3/64] şeklinde başlıyordu. Atâ, Câbir'den şöyle nak­letmiştir: "Hz. Âişe hayız oldu, Kabe'yi tavaf ve namaz hariç, hac ibadetinin bü­tün gereklerini yerine getirdi. "Hakem şöyle demiştir: "Ben cünüp iken hayvan boğazlarım." Allah Teâlâ şu şekilde buyurmuştur: "Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin! [el-En'am 6/121]

305- Hz. Âişe'den şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamberle 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem birlirlikte yola çıktık. Sadece haccı düşünüyorduk. Serife geldiğimiz zaman hayız oldum. Sonra Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem yanıma geldi. O esnada ağlı­yordum. 'Neden ağlıyorsun' diye sordu. Ben de, 'Allah'a and olsun ki, bu yıl hac etmeyi istemiyorum' diye karşılık verdim. O da, 'Galiba hayız oldun' dedi. ben 'Evet' deyince, şöyle buyurdu: 'Bu, Allah'ın Adem'in kızları için takdir ittiği bir şeydir. Hacıların yaptığı her şeyi yap! Yalnız temizleninceye kadar Ka'be'yi tavaf etme!"

Açıklama

(Hacıların yaptığı her şeyi yap! Yalnız temizleninceye kadar Ka'be'yi tavaf  etme!" İmam Buhârî'nin bu babda zikrettiği hadis ve diğer rivayetlerle şunu kas-dettiği söylenmiştir: "Hayız ve onun hükmünde olan cünüplük gibi durumlar, bütün ibadetlere engel olmaz. Aksine zikir gibi bir takım bedenî ibadetler, bu tür durumlarda bile yapılabilir. Tavaf hariç hacda yapılması gereken diğer hususlar da, hayzın engel teşkil etmediği ibadetlerdendir." Ancak İmam Buhârî'nin bunları kasdetmiş olması tartışılır. Çünkü hacda yapılması gereken İbadetler nas ile sabittir. Dolayısıyla bu hususta, istidlale gerek yoktur. En güzeli, İbn Reşîd'in, İbn attâl ve daha başkalarına tabi olarak ileri sürdüğü şu görüştür: "İmam Buhârî bâbda, Hz. Aişe hadisini zikrederek hayızlı ve cünüp kimselerin Kur'an oku­nabileceğine delil getirmek istemiştir. Çünkü Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir tür özel namaz olduğu için hac ibadetlerinden sadece tavafı ayrı tutmuştur. Zikir, telbiye ve dua, hac ibadetinin bir parçasıdır. Hayızlı bir kadının bunları yapması yasaklanmamıştır. Aynı hüküm, cünüp biri için de geçerlidir. Çünkü hayızlı kadının necaseti onunkinden daha ağırdır.

Kur'an okunması bir tür Allah'ı anmaksa, bu durumda zikir ile arasında her­hangi bir fark yoktur. Yok eğer başlı başına bir ibadetse, bu durumda özel bir delile İhtiyaç vardır. İmam Buhârîye göre de bu konuda sahih bir hadis yoktur. Bu hususta nakledilen rivayetlerin tamamı başkalarına göre delil olur. Ne var kî bunların çoğu, tevile açıktır. Nitekim ileride buna işaret edeceğiz. Bundan dolayı İmam Buhârî ve onun gibi hayız ve cünüp kimsenin Kur'an okuyacağını söyle­yen Taberi, İbnu'l-Münzir ve Dâvûd gibi alimler, "Her durumda Allah'ı anardı" hadisinin umum İfade eden ibaresine dayanmışlardır. Çünkü zikir, geniş bir kavramdır. Kur'an'la olabileceği gibi başka şeylerle de olabilir. Zikir ile Kur'an okumayı örf ayırır. İmam Buhârî İbrahim en-Nehâî'nİn görüşüne yer vermek suretiyle, hayızlı kadının Kur'an okumasının yasaklandığı hususunda icmâ' bu­lunmadığını belirtmek istemiştir. İmam Maİik'ten İbrahim en-Nehâî'nin görüşüne benzer bir görüş nakledilmiştir. Yine ondan her koşulda Kur'an okunabileceği rivayet edilmiştir. Kendisinden yapılan bir başka rivayete göre İse, cünüp kimsenin aksine hayızlı kadının Kur'an okuyacağını belirtmiştir. Bu son görüşün, İmam Şafiî'nin kavl-i kadîm'i (eski ictihadları) olduğu söylenmiştir.

İmam Buhârî kendi görüşünü desteklemek için İbn Abbâs'tan gelen rivayeti nakletti. İbn Münzir, söz konusu rivayeti "İbn Abbâs cünüp iken virdini okurdu" şeklinde senetle birlikte rivayet etmiştir.

Daha sonra İmam Buhârî, Bizans İmparatoru Herakleios olayına dair Ebu Süfyan'dan gelen hadisin bir bölümünü zikretti. Bahsi geçen hadis, Buhârî'nin "Bedyu'l-vahy" bölümü ile diğer bölümlerde senetle birlikte geçmektedir. Bu hadis, babın konusuna şu şekilde delil teşkil eder: Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem İslâm'a davet için Rumlara bir mektup yazmıştı. Malum olduğu üzere Rum­lar kâfirdi, kâfirler de cünüptür. Sanki Buhârî hadisin bu bölümünü zikretmekle cünüp birinin Kur'an'a dokunabileceğini ifade etmek istemiştir. Çünkü mektupta iki âyet vardı. O halde cünüp birinin Kur'an okuması da caizdir. Bu izah, İbn Reşîd'e aittir. Hadis şu şekilde delil olarak kullanılmıştır: Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem
Rumlara okumaları için âyet yazıp göndermiştir. Bu durum, boy abdesti yokken Kur'an okunabileceğinin istinbat ile değil nas ile sabit olduğunu gösterir. Boy abdesti olmayan kimselerin Kur'an okuyamayacağını söyleyen çoğunluk, bu iddiaya şu şekilde cevap vermiştir: "Mektup, söz konusu iki âyetten daha başka cümleleri de içermektedir. Bu durum, içerisinde ayet bulunan fıkıh ve tefsir kitaplarını okumaya benzer. Cumhura göre, boy abdesti olmayan kim­selerin bu kitaplara dokunması ve onları okuması yasaklanmamıştır. Çünkü söz konusu kimse, böyle yapmakla Kur'an okumayı hedeflemez."

Ahmed İbn Hanbel, tebliğ maslahatını göz önüne alarak mektuplaşmalara benzer konularda Kur'an âyeti kullanılmasının caiz olduğunu açıkça belirtmiştir. Şâfiîlerin çoğu bu görüştedir. Bazı âlimler ise bir ya da iki âyet gibi az miktarda Kur'anın kullanılmasını caiz görmüştür. Mesela Sevrî şöyle demiştir: "Hıristiyan birinin Kur'an'dan bazı harfleri öğrenmesinde bir sakınca yoktur. Belki bu sayede Allah Teâlâ ona hidayet nasip eder. Ancak bir âyet öğrenmesini hoş karşıla. Bu konuda o, cünüp kimse gibidir." Ahmed İbn Hanbel de şöyle demiştir: Kur'an'ı hak ettiği yere koymamalarını hoş görmem." Yine ondan şöyle dediği nakledilmiştir: "Gayr-i müslimin hidayete ermesi umuluyorsa, Kur'an okuyup öğrenmesi caizdir. Aksi takdirde caiz değildir." Boy abdesti olmayanların Kur'an okumasını caiz görmeyenlerden biri şöyle demiştir: "Herakleios kıssasında, cü­nüp birinin Kur'an okumasının caiz olduğunu gösteren bir delil yoktur. Zira cü­nüp biri, okuduğu lafızlarla Kur'an tilavetini kasdeder ve okuduklarının da âyet olduğunu bilirse bu durum da Kur'an okuması caiz değildir. Bir rivayette Kur'an olduğunu bilmediği bir bölümü okursa bu durum, caizdir. İşte kâfirin durumu da böyledir." Çoğunluk "Cünüp dışında hiçbir şey, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kur'an okumasına engel olmazdı." şeklinde Hz. Ali'den gelen hadise da­yanarak boy abdesti olmayan kimsenin Kur'an okumasını caiz görmez. Bu ha­disi, sünen musannifleri tahriç etmiştir. Tirmizi İle İbn Hibbân sahih olduğunu söylemiştir. Bazı alimler, bu hadisin senedinde bulunan ravilerden birinin zayıf olduğu kanaatindedir. Hakikatte bu rivayet hasen olup delil olarak kullanılmaya müsaittir. Ancak bu rivayet hakkında "delil olarak kullanılması tartışmaya açık­tır." denilmiştir. Çünkü, bu rivayet sadece Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem fiiline delalet eder. Bu da, söz konusu fiilin dışındaki uygulamaların caiz olma­dığı anlamına gelmez. "Hayızlı ve cünüp kimse, Kur'an'dan hiçbir ayeti okuyamaz [Tirmizi,Taharet,98.(131)(H.Aldemir)] şeklinde merfu olarak İbn Ömer'den nakledilen hadis ise, rivayet edildiği bütün senetlere göre zayıftır.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

30 Nisan 2019 Salı

Hayızlı Kadına Dokunmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
6. BÖLÜM HAYIZ

5. Hayızlı Kadına Dokunmak

299- Hz. Aişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "İkimiz de cünüp iken Hz. Peygam­berle Sallallahü Aleyhi ve Sellem birlikte bir kaptaki suyu kullanarak gusül abdesti alırdık."

300- Bana emrederdi, ben de izarımi bağlardım. Sonra hayızlı olmama rağmen bana dokunurdu.
[Hadisin geçtiği diğer yerler:302,2030]

301- Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem itikaftayken başını bana uzatırdı. Ben de hayızlı olduğum halde başını yıkardım."

302- Hz. Aişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Bizden biri hayız olur, Hz. Peygam­ber Sallallahü Aleyhi ve Sellem de ona dokunmak isterse hayzın başlarında izarını bağla­masını emreder sonra dokunurdu." Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle devam etmiştir: "İçinizden kim, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem nefsine hakim olduğu kadar kendine hakim olabilir ki!"

Açıklama

"Hayızlı Kadına Dokunmak" Burada dokunmaktan maksat, cima değil tenle­rin birbirine değdirilmesidir.

"izarımı bağlardım" Bu ifadeyle, kadının vücudunun orta kısmını izar ile örtmesi kast edilmiştir. Fakihler, geçerli olan örfü dikkate alarak örtülmesi gere­ken yerleri göbek ile diz kapağı arası olarak tespit etmiştir.

"Bizden biri" Yani Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem eşlerinden biri. 

"hayzın başlarında" Hayzın başladığı ilk anlarda ve akıntının bol olduğu za­manlarda.

"Hz. Peygamber'in nefsine hakim olduğu" Bu İfade ile Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  kendisini tam olarak kontrol ettiği kastedilmiştir. Bir başka ifade ile, tehlikeli bölgelerde gezip tehlikeye bulaşmasından korkulan kimseler hakkında duyulan endişeler onun için geçersizdir. Buna rağmen yine de Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem  günaha düşmekten korunmamış başkalarına dinî bir uygulamayı öğretmek için örtünün üzerinden mübaşerette bulunmuştur. Alimlerin çoğu bu kanaattedir. Bu hüküm, maliki mezhebinde "seddü'z-zerîa" bölümündeki esaslara uygundur.

Sevrî, Ahmed Ibn Hanbel ve İshâk gibi bir çok selef alimine göre hayızlı ka­dının sadece cinsel organından istifade edilemez. Hanefî'lerden İmam Muhammed de bu görüştedir. Tahâvî de bu görüşü tercih etmiştir. Mâlikiler'den Asbağ'ın tercihi de bu doğrultudadır. Şâfiîler'de bu konuda var olan iki görüşten biri böyledir. İbn Münzir de bu görüşü seçmiştir. İmam Nevevî ise şöyle demiştir: "Bu görüş daha çok tercihe şayandır. İmam Müslim'in Enes'ten naklettiği "On­larla cima hariç her şeyi yapın!" hadisi de, buna delildir." Delilleri uzlaştırmak için bâbda zikredilen hadis İle benzerlerinin müstehap bir hükme delalet ettiğini söylemişlerdir.

îbn Dakîku'I-'îyd şöyle demiştir: "Bâbta zikredilen hadiste izarın altından ya­rarlanmanın yasaklandığına dair bir delil yoktur. Çünkü, hadiste sadece Rasûlullah'ın 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  fiili söz konusudur." Nevevî de bu yorumu güzel bulmuştur.

303- Abdullah İbn Şeddâd, Meymûne validemizin şöyle dediğini nakletmiştir: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hayızlı hanımlarından birine dokunmak istediği zaman ona izarını bağlamasını emrederdi.

"Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

29 Nisan 2019 Pazartesi

YUNUS SÛRESİ 7.- 10. ayetlerin tefsiri


Müminler İle Kâfirler Ve Her İki Grubun Amellerinin Karşılığı


7- (Öldükten sonra) Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup ondan memnun olanlar ve bizim ayetlerimizden gafil olanlar...

8- İşte, yaptıklarından dolayı onların varacakları yer cehennemdir.

9- Şüphesiz ki iman edip salih ameller işleyenleri, Rableri imanları sebebiyle doğru yola iletir. "Naîm" cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akar.

10- "Onların duaları "Allah'ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz"dir. Oradaki selamlaşmaları ise "selâm" sözüdür. Dualarının sonu da "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun"dur.


Açıklaması

Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettikleri için ahirette hesap görmek ve amellerinin karşılığını almak için Allah ile karşılaşmayı beklemeyenler, ahiretten gafil olmaları sebebiyle ahiret yerine dünya hayatına razı olanlar ve dünya hayatından memnun olup dünya hayatının şehvetlerine, lezzetlerine ziynetle­rine kendilerini kaptıranlar, Allah'ın gerek kâinattaki gerekse şeriattaki ayet­lerinden gafil olanlar dünyada düşünmezler, ahireti de hesaba katmazlar.

İşte iki grup olarak zikredilen bu çeşit kimselerin yerleri ve yurtları, iltica edecekleri sığınakları, Allah'ı, Rasulünü ve ahiret gününü inkâr etmekle bera­ber dünyada işledikleri günah ve hatalara karşılık olarak cehennemdir. Bu ce­za 4. ayette belirtilen cezanın açıklamasıdır.

"Bizim ayetlerimizden gafil olanlar" cümlesinin farklılık ifade etmek üzere atıf olarak zikredilmesi ya bu iki vasıf arasındaki farklılığı veya iki grup ara­sındaki farklılığı ifade eder:

Birinci gruptan murad, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edip dünya haya­tından başka bir şey istemeyenler. Bunlar dinsiz maddecilerdir.

İkinci grup ise dünyaya iyice kapılan, dünya meşgalelerinin ahiret hak­kında düşünmeye ve ahirete hazırlanmaya fırsat vermediği kişiler.

İşte kâfir tarafın cezası budur. Kâfirler ebedî saadetten mahrum olanlardır.

Mümin grubun mükâfatı ise -ki müminler, saadete nail olan kimselerdir-gelecek ayet bildirmiştir:

Şüphesiz Allah'a iman eden ve peygamberlerini tasdik edenleri, Allah'ın emrettiğine uyup salih ameller işleyenleri, Allah'ın kâinattaki ve şeriattaki ayetlerinden gafil olmayanları, Rableri iman etmeleri sebebiyle doğru yola ile­tir ki bu yol onları odalarının altından ırmaklar akan ebedî "Naîm" cennetleri­ne ulaştırır. Bu misal orada nimetler içinde yaşama, rahat etme ve ebedî sa­adete kavuşma gibi kalplerin ortak noktalarını yakalayan, gönle sürür veren bu göz alıcı manzaralardaki düzenli hayata tarif için verilmiştir.

İman ve amel-i salih arasındaki tertibin manasına gelince, hidayetin sebe­bi iman ve amel-i salih olsa da "imanları sebebiyle" burada imanın hidayetin tek sebebi olduğuna, salih amelin imana tabi ve imanın tamamlayıcısı olduğu­na delâlet eder.

"Onların duası" Sübhanekallahümme ile başlar. Yani onlar dualarına ve Rablerine karşı hamdü senaya "Sübhanekellahümme" (Ey Allah'ım! Seni nok­san sıfatlardan tenzih ederiz) diyerek başlarlar.

Onların kendi aralarındaki selamlaşmaları her türlü çirkinliklerden selâ­metle olmaya delâlet eden "selâm" sözüdür. Şu ayetteki gibi: "Onlar orada ne boş bir söz, ne de insanı günaha sokacak bir şey işitirler. İşittikleri söz sadece karşılıklı "selâm, selâm" sözleridir." (Vakıa, 56/25-26) Bu, aynı zamanda dünya­da müminlerin selâmıdır. Yine cennetliklerle karşılaştığı zaman Allah'ın selâ­mı budur: "Onların O gün Allah'la karşılaştıkları zaman selamlaşmaları "se­lâm" sözüdür." (Ahzab, 33/44).

Yine müminler cennete girerken meleklerin onların vereceği selâm da bu­dur: "Cennetin bekçileri (olan melekler) onlara: "selâm size. Hoş geldiniz. Artık ebediyyen kalmak üzere girin cennete" derler." (Zümer, 39/73).

"Onların dualarının sonu da "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin" (Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun) duasıdır."

Bu aynı zamanda cennete girince Allah'a yapılacak ilk sena duasıdır: "On­lar "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamdolsun Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz iyi amellerde bulunanların mükâ­fatı ne güzelmiş" derler." (Zümer, 39/74).

Yine bu hamdü sena meleklerin son sözüdür: "Meleklerin Arş'ın
 etrafını çepeçevre kuşatarak Rablerini hamd ile teşbih ve tenzih ettiklerini görürsün. Artık bütün varlıkların arasında adaletle hükmedilir. Âlemlerin Rabbi olan Al­lah'a hamdolsun" denilir." (Zümer, 39/75).

İbni Kesir diyor ki: Burada Allah Tealâ'nın ebediyyen övgüye lâyık olduğu­na, kıyamete kadar ibadete lâyık olduğuna işaret edilmiştir.

Bunun içindir ki mahlûkatını ilk defa yaratırken ve yaratması devam ederken, Kur'an'ı ilk defa indirirken kendine hamdü sena etmiştir: "Hamd, yer­yüzünü ve gökleri yaratan Allah'a mahsustur." (En'am, 6/1).

"Hamd, kuluna (Muhammed aleyhisselam) Kitab'ı (Kur'anı) indiren Al­lah'a mahsustur." (Kehf, 18/1). [5]



[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/107-109.

28 Nisan 2019 Pazar

YUNUS SÛRESİ 61. ayetin tefsiri


Allah'ın İlmi Bütün Kullarını, Kullarının Yaptıkları İşleri Ve Bütün Kâinatı Kuşatmaktadır.


61- (Ya Muhammed!) Her ne durumda olursan ol, Kur'an'dan ne okursan oku, sen ve ümmetin her ne amel yaparsanız yapın, onu yapmaya giriştiğinizde biz ona mutlaka şahit oluruz. Yerde ve gökte zerre kadar bir şey bile Rabbinden gizli değildir. Ne bundan daha küçük, ne de daha büyük hiçbir şey yoktur apaçık bir kitapta kayıtlı olmasın.

Açıklaması

Allah Tealâ Peygamberine O'nun, ümmetinin ve bütün mahlûkatın her an içinde bulundukları durumlarını bildiriyor.

Ey Rasulüm! Hususi veya umumi hangi durumda bulunursan bulun, bu şerefli durumun sebebiyle, İslâm davetini insanlar arasında yaymak için sana inen Kur'an'dan ne okursan oku, biz size mutlaka şahit oluruz, durumlarınız­dan haberdar oluruz.

Ayet-i kerimede Peygamberimiz (s.a.)'e ait durumların "şe'n(şerefli du­rum) " kelimesiyle ifade edilmesi Peygamberimiz (s.a.)'in her işinin hatta nor­mal insanî davranışlarının bile değerli olduğuna delildir. Çünkü O, müminler için en güzel önderdir.

Cenab-ı Hak "Her ne durumda olursan, ol," ve "Kur'an'dan ne okursan oku." ifadeleriyle özel olarak peygamberine sonra da başında bulunduğu üm­mete hitap etti.

"Minhü (ondan)" kelimesindeki zamir ya "şe'n" kelimesine racidir Bu du­rumda "şerefli işlerinden olan Kur'an'ı okuduğunda" manasına gelir, yahut Kur'an" kelimesine racidir. Bu durumda "Kur'an'dan Kuran olarak okuduğun­da" manasındadır. Açık olarak zikretmeden zamir kullanılması tazim ifade eder.

Veyahut "Allah" kelimesine racidir. Yani "Allah tarafından inen Kur'an'ı okuduğunda" demektir.

Ey Ümmet! Yaptığınız küçük-büyük, hayır-şer hangi amel olursa olsun biz size şahidiz, sizin durumunuzdan haberdarız, sizi kontrol ediyoruz; sizin için tespit yapıyoruz. Bununla sizin amelinizin karşılığını vereceğiz.

Zerre kadar, toz kadar yahut en küçük karınca kadar bile olsa hiçbir şey Allah'tan uzak olmaz, O'nun ilminden gizli kalmaz. Toz kadar denilecek küçük­lük ve hafifliğe misal verilmektedir. Hatta atomdan bile küçük olsa -yani ato­mun parçaları bile olsa- Allah'ın ilmi dahilindedir.

Bu ifade atomun parçalanması prensibi veya teorisine ve küçük parçaları­nın da bulunmasına işaret etmekte olabilir.

Bundan daha büyük de olsa, meselâ en büyük yaratık olan "Arş" gibi, yine durum aynıdır. Arş, bütün varlıkların miktarlarının yazılı olduğu değerli ki­tapta (yani Levh-i Mahfuz'da) belirlenmiş, tescil edilmiştir.

Ayrıca burada atomun parçaları ve mikroplar gibi çıplak gözle görülemeyip ancak mikroskoplarla görülebilen, yüzlerce hatta binlerce defa büyütülmesi gereken kâinattaki en küçük varlıklara ilk defa Kur'an-ı Kerim'in işaret ettiği anlaşılmaktadır. Yine kâinatta yer ve göklerden ve içlerinde bulunan varlıklar­dan daha büyük, çok büyük varlıklar da bulunmaktadır. Çünkü bazı yıldızlar, güneş, dünya ve ay'dan çok daha büyüktür. Arş ise yaratılmış varlıkların en büyüğüdür.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanları O bilir. Düşen hiç­bir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yeryüzünün karanlıklarında olan her tane, kuru-yaş her şey mutlaka her şeyi apaçık beyan eden bir kitapta kayıtlı­dır. " (En'am, 6/59) Yani Allah ağaçlarını ve cansız varlıkların hareketlerini, ot-layan hayvanları, yeryüzü tabakalarında ve gökyüzü boşluğunda var olan her şeyi bilir. [29]


[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/191-192.

27 Nisan 2019 Cumartesi

Hayız ve Hayızın Başlangıcı

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
6. BÖLÜM HAYIZ

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sana kadınların hayız halini sorarlar. De ki: O, bir rahatsızlıktır. Onun için hayız halinde olan kadınlardan uzak durun. Te­mizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah'ın size em­rettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.[el-Bakara 2/222]

(Hayız Bölümü) Hayız, lügatte akmak anlamına gelir. Istılahta ise belirli za­manlarda kadının malum organından kanın gelmesine denir. Mahîd çoğunluğa göre hayız anlamına gelir. Hattâbî'ye göre ise, şiddetli olmayan fakat hoş karşılanmayan rahatsızlık manasına gelir. "Onlar (ehl-i kitap) sizi incitmekten başka zarar veremez" [Âl-i İmran 3/111] ayetindeki kelimesinin kullanımının incitmek gibi hafif rahatsızlık anlamına gelmesini, kendi görüşüne delil olarak getirmiştir. Buna göre mahîd, kadının belirli bölgesinde bulunan, ancak diğer organlarına sirayet etmeyen bir rahatsızlık anlamına gelir.

(Onun için hayız halinde olan kadınlardan uzak durun) İmam Müslim ve Ebu Dâvûd bu konuda Enes'ten 
radıyallahu anh şöyle nakletmisdir: "Yahudiler, kadın hayız olunca onu evden çıkarırlardı. Bu durum, Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem soruldu. Bunun üzerine sözkonusu âyet [el-Bakara 2/222] nazil oldu ve Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem "cinsel ilişki dışında eşinizle her şeyi yapın' bu­yurdu. Yahudiler bu hükmü yadırgadılar. Bundan dolayı Üseyd İbn Hudayr ile Ubbâd İbn Bişr Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem gelip Yahudilere muhalefet gayesiyle 'Ey Al­lah'ın elçisi hayızlı iken kadınlarla ilişkiye girelim mi?' diyerek izin istediler. Ancak Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem buna müsaade etmedi."

1. Hayızın Başlangıcı

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem (hayzı kasdederek) şöyle buyurmuştur: "Bu, Allah'ın Âdem'in kızları için takdir ettiği bir şeydir."

Bazıları, "İlk olarak hayız, İsrailoğullarında başladı." demiştir. Ancak Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hadisi, bu görüşten daha (kapsamlıdır).

Açıklama

(İlk olarak hayız,) Bu sözü söyleyenler, Abdürrezzâk'ın İbn Mes'ûd'dan sahih bir senetle naklettiği şu rivayeti referans olarak kullanmışlardır: "
İsrailoğullarında kadınlarla erkekler birlikte namaz kılıyorlardı. Bundan dolayı, kadınlar erkeklere karşı üstünlük taslamaya başladı. Bunun üzerine Allah Teâlâ onları hayza düçâr kılıp mescidlerden alı koydu." Buhârî de, Hz. Aişe'den buna benzer bir rivayet nakletmiştir.

(Ancak Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hadisi, bu görüşten daha (kap­samlıdır) Yani herkesi kapsar. İlk İnsandan itibaren herkesi içine alır. Dolayı­sıyla İsrailoğulları ve onlardan önceki kimseleri de kapsar. Ancak bu ifade daha kapsamlı yerine, ispatı daha kolay veya daha sağlam bir bilgi şeklinde de anla­şılmıştır. ed-Dâvûdî şöyle demiştir: "Bu iki rivayet aracında herhangi bir çelişki yoktur. Zira İsrailoğullarının kadınları aynı zamanda Hz. Âdem'in Aleyhisselam neslinden ge­len kadınlardır. Buna göre, umûm ifade eden "Âdem'in kızları" ibaresi ile husus kasdedilmiştir." Bizce, ibare umum/genel anlam ifade ettiği için her iki rivayet şekli arasında bir uzlaştırma yapılabilir. Şöyle ki, İsrailoğulları'nın kadınlarında görülen hayız, onlara verilen ceza sırasında hayız müddetinin uzun sürmesiydi. Yoksa hayızın ilk defa onların arasında başladığı anlamına gelmez. Nitekim Taberî ve diğer tefsirciler, İbn Abbâs ve daha başka ilk dönem müfessirlerinden, Kur'an'da İbrahim kıssası anlatılırken geçen "O esnada hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca)güldü" [Hûd 11/71] ayetindeki gülmeyi hayız oldu şeklinde tefsir ettiklerini nakletmişlerdir. Malum olduğu üzere İbrahim peygamberin İsrailoğulları'ndan önce yaşamış olduğunda zerre kadar şüphe yoktur. Hâkim ve İbn Münzir sahih bir senetle İbn Abbâs'tan şöyle nakletmiştir: "İlk olarak hayız, cennetten in­dikten sonra Hz. Havva'da görüldü." Bu durumda, Âdem'in kızları ifadesi Havva'nın kızları anlamına gelir. Doğrusunu eni iyi Allah bilir.

Hayız Olan Kadının Durumu

294- el-Kâsım'dan Hz. Âişe'nin şöyle dediğini işittiği nakledilmiştir: "Hacca gitmek üzere niyet ederek yola koyulduk. Şerife geldiğimiz zaman ay hâli oldum Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem yanıma geldiğinde ağlayıp duruyordum. Bana "Neyin var? Yoksa hayız mı oldun?' diye sordu. Ben de 'evet' dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu. 'Bu, Allah'ın Âdem'in kızları için takdir ettiği bir şeydir, Beytullahı tavaf dışında hacıların yaptığı her şeyi yap.'

Hz. Âişe şöyle demiştir: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hanımları için sı­ğır kurban etti. [Hadisin geçtiği diğer yerler:305,316,317,319,328,1016,1018,1556,1560,1561,1562,1638,1650,1709,1720,1733,1757,1762,1771,1772,1783,1786,1787,1788,2952,2984,4395,4401,4408,5329,5548,5559,6157,7229]

Açıklama

(Hayız Olan Kadının Durumu) Bu ifade ile, hayız olan kadınla ilgili durum­lar kasdedilmiştir.

"Seref" Mekkeye yakın bir yerin adıdır. Mekke ile arasında yaklaşık olarak 10 millik bir mesafe vardır.

"yap" Yani hac ile ilgili tavaf dışındaki ibadetleri yerine getir.

"Beytullah'ı tavaf dışında" Bu istisna sadece hac ibadetine mahsustur. Yani kadının diğer durumlarını kapsamaz. Bir başka ifade ile hayızlı kadın, hac iba­detini yaparken tavaf hariç diğer vazifeleri yerine getirebilir. Diğer durumlarda ise, normal hayızlı kadınların riayet etmesi gereken hallere riayet eder.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

26 Nisan 2019 Cuma

Cünüp Birinin Abdest Alıp Uyuması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
5. BÖLÜM GUSÜL

27. Cünüp Birinin Abdest Alıp Uyuması

288- Hz. Aişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem cünüp iken uyumak istediği zaman, avret mahallini yıkar ve namaz abdesti alır­dı."

289- Nafi ve Abdullah kanalıyla şöyle nakledilmiştir: "Hz. Ömer 
radıyallahu anh Rasûlullah'a Sallallahü Aleyhi ve Sellem cünüp olanlar uyuyabilir mi?' diye sordu. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem, 'Eğer abdest alırlarsa, tabi ki' diye cevap verdi."

290- Abdullah b. Ömer'den  şöyle nakledilmiştir: "Ömer İbnü'l-Hattab Rasûlullah'a 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem kendisinin geceleyin cünüp olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem ona, Abdest al, cinsel organını yıka sonra uyu! dedi."

Açıklama
Ebu Nuh rivayetinde bu ifade "cinsel organını yıka, abdest al sonra uyu" şeklinde geçer.

İbn Abdilber bu şekilde yapmanın çoğunluğa göre müstehap olduğunu söy­lemiştir. Hadiste geçen abdesten maksat, dinin öngördüğü abdesttir. Hikmeti ise, hükmü necaseti azaltmaktır. Nitekim, İbn Ebî Şeybe'nin sika/güvenilir ravilerle sahâbî Şeddâd b. Evs'ten naklettiği şu hadis de bunu destekler; "Sizden biri gece vakti cünüp olur, sonra uyumak isterse, abdest alsın. Çünkü ab­dest, cünüplükten temizlenmek İçin alınan guslün yarısıdır." Bir başka yoruma göre hikmeti, yeniden birlikte olmaya teşvik etmesi veya kalkıp gusül abdesti almaya yönelmesi olarak açıklanmıştır.

Bu hadise göre, cünüplükten dolayı hemen gusül abdesti almak gerekmez. Ancak namaza durmak lüzum ettiği zaman hemen gusül abdesti almak gerekir. Yine bu hadisten uykudan önce temizliğe riayet etmenin müstehap olduğu so­nucu çıkar. Nitekim İbnü'l-Cevzî bu konuda şöyle demiştir: "Cünüp birinin uyu­madan önce abdest almasının emredilmesindeki hikmet, meleklerin kir ve kötü kokudan uzaklaşması, şeytanların ise bunlara yaklaşmasıdır."

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

25 Nisan 2019 Perşembe

TEVBE SÛRESİ 107.- 110. ayetlerin tefsiri


Dırar Mescidi (Münafıkların Mescidi) Ve Takva Mescidi (Küba Mescidi)


107- Zarar vermek, inkâr etmek, mümin­lerin arasını açmak için ve daha önce Allah'a ve Peygamberine karşı savaşan­lara gözetleme yeri hazırlamak için bir mescit yapanlar "İyilikten başka bir ni­yetimiz yoktu" diye yemin ederler. Allah şahittir ki onlar yalancıdırlar.

108- Orada asla namaza durma. Şüphe­siz ki, ilk gününden itibaren takva üze­rine kurulan mescitte namaza durman daha uygundur. O, mescitte (maddî-manevî kirlerden) temizlenmeyi sevenler vardır. Allah da temizlenenleri sever.

109- Binasının temelini Allah korkusu ve O'nun rızasını kazanma esası üzeri­ne kuran mı, yoksa binasını bir uçuru­mun kenarına kurup da onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi daha hayırlıdır? Allah zalimler toplulu­ğunu doğru yola iletmez.

110- Yürekleri paramparça oluncaya (ölünceye) kadar, yaptıkları o bina da­ima kalplerinde bir şüphe kaynağı ola­rak kalacaktır. Allah her şeyi çok iyi bi­lendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibi­dir.

Açıklaması

Münafıklardan bir kısmı da Küba Mescidi civarında Dırar Mescidi inşa et­tiler. Bunlar Evs ve Hazrec Kabilesi'nden 12 kişiydiler. Bu mescidi yapmaları­nın dört sebebi vardı:

1- Peygamberimiz (s.a.)'in Medine'ye varır varmaz bina ettiği Küba Mescidi'nde müslümanlara zarar vermek.

2- Peygamberimiz (s.a.)'i ve getirdiği Kitabı inkâr etmek, O'na ve İslâm'a dil uzatmak. Bu mescidi müslümanlar aleyhine hile ve desise için karargâh olarak kullanmak.

Bu Dırar Mescidi fitne merkezi, nifak ocağı, münafıkların namazı cemaat­le eda etmekten kaçıp sığındıkları yuvaları olmuştu. Bu ise küfürdü. Çünkü imana aykırı inanç ve amele küfür ismi veriliyordu.

3- Tek mescitte Rasulullah (s.a.)'ın arkasında namaz kılan müminlerin arasını açmak. Çünkü müminlerin bir kısmı orada namazı kılınca tefrika çıka­cak, ülfet bozulacak, birlik dağılacaktı. Bunun için asıl olan müslümanların tek mescitte namaz kılmaları idi. Mescitlerin ihtiyaç olmaksızın çoğaltılması dinin hedef ve gayelerine aykırı idi.

4- Burasının gözetim ve kontrol merkezi olarak kullanılması, Allah ve Rasulüyle savaşan kişilerin oraya gelmelerini ve karargâh haline getirmelerini beklemeleri; burayı inşa eden münafıkların savaşa hazırlandıkları ve müslümanları gözetmek için kullandıkları bir yer olması.

Allah ve Rasulü'ne savaş açan kimseden maksat, -Nüzul Sebebi'nde belir­tildiği gibi- Hazrec Kabilesinden Ebu Amir er-Rahib idi. Bu Meleklerin yıkadı­ğı Hanzala'nın babası idi. Rasulullah (s.a.) ona "fasık" ismini vermişti. Cahiliyette Hristiyan olmuş, rahiplik yapmış, ilim tahsil etmişti. Rasulullah (s.a.) or­taya çıkınca O'na düşman olmuştu. Çünkü reislik elinden gitmişti, Uhud günü Peygamberimiz (s.a.)'e "Seninle çarpışcak bir kavim bulsam, ben de onlarla bir­likte seninle çarpışırım" demişti.

Huneyn Savaşı'na kadar Peygamberimiz (s.a.)'le hep karşı tarafta çarpıştı. Hevazin'le birlikte yenilgiye uğrayınca Şam'a kaçtı. Kayser'den Rasulullah (s.a.) ile savaşacak askerler isteyip getirecekti. Suriye'nin kuzeyinde Kınnesrîn'de yalnız başına öldü. Bir rivayete göre ise Hendek Savaşı'nda düşman or­dularını toparlıyordu. Düşman yenilgiye uğrayınca Şam'a kaçtı.

Bu rivayetlere göre Ebu Âmir'in Herakl'e gidişi ya Uhud, ya Huneyn, veya Hendek Savaşı'ndan sonra olmuştur.

O münafıklar yemin edecekler ve diyecekler ki: Biz bu mescidi yapmakla sadece iyilik yapmak istedik. Niyetimiz müslümanlara şefkatle yaklaşmak, güçsüz ve zayıfların rahatlarını sağlamak, hatta yağmurlu günlerde cemaatle namazda bulunmalarını temin etmekti. Diğer müslümanlara kanarak Rasulul­lah (s.a.) onları tasdik edecek ve o mescitte namaz kılacaktır, ama Allah Tealâ gayet iyi biliyor ki onlar bu yeminlerinde ve iddialarında yalancıdırlar, amelle­rinde ikiyüzlüdürler.

Allah, Rasulüne bu durumu bildirdi. "Allah şahittir ki..." ayetinin manası, Allah onların kalplerindeki fesatlığı ve yemin ettikleri konuda yalancı oldukla­rını da gayet iyi bilir, demektir.

Onların bu mescidi zarar vermek ve kötülük etmek için inşa etmeleri se­bebiyle Allah, Cebrail'e vahyedip Rasulü'nün orada namaz kılmasını yasakladı. Ümmet de bu konuda ona tabidir. 


"Orada namaza durma!" Yani orada namaz kılma. Bazan namaz "kıyam" kelimesiyle ifade edilebilir. Meselâ, "Falan geceyi kıyamla geçiriyor" denir. Buharî'deki sahih hadis böyledir: "Kim Ramazan'da inanarak ve sevabını yalnız Allah'tan umarak kıyamla geçirirse geçmiş günah­ları bağışlanır."

Gelecek zamanın tamamını içine almak üzere "ebediyyen" manasında kul­lanılan "ebedî" kelimesinin nehiy cümlesinde yer alınca genellik ifade ederek "sakın, kesinlikle, asla" manasında kullanıldığı görülmektedir.

Cenab-ı Hak bundan sonra iki sebeple Rasulünü Küba Mescidi'nde namaz kılmaya teşvik etmiştir:

Birincisi: Bu mescit takva üzerine bina edilmiştir. Binası, ilk gününden itibaren takva yani Allah'a ve Rasulü'ne itaat esası üzerine, müminlerin birli­ğini temin ve müslümanlara bir merkez ve karargâh olması için kurulmuştu.

"Takva esası üzerine kurulmuş mescit..." yani Allah korkusu, ihlâsla ibadet etmek, müminleri Allah Rasulünün sevgisi üzerine toplamak ve İslâm birliği uğruna çalışmak için bir merkez olmak üzere kurulmuş mescit, içinde namaz kılmak için, diğer yerlerden daha uygun ve daha evlâdır ey Rasulüm!

Burada zikredilen mescit -Sahih-i Buharı'de belirtildiği, ayetlerin ve bu konudaki olayların gösterdiği gibi- Küba Mescidi'dir. Bunun içindir ki sahih bir hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.), "Küba Mescidi'ndeki namaz bir umre gibidir" buyurmuşlardır.

Ancak İmam Ahmed, Müslim ve Nesai'nin rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.)'e bu ayette geçen mescidin hangi mescit olduğu sorulmuş o da "Medi­ne'deki mescit" şeklinde cevap vermiştir. Ayette her iki mescidin de murad edil­miş olmasına hiçbir engel yoktur. Çünkü her iki mescit de inşasına başlanıldığı ilk günden itibaren hayırlara mekân olmuştur.

İkincisi: Bu mescitte hem (günah ve masiyetlerden arınma anlamında) manevî temizliği hem de (elbise temizliği, abdest ve gusülle beden temizliği, istincada taş kullanıldıktan sonra su ile taharet alınması manasında) maddî te­mizliği seven kişiler vardır. Bu ikinci çeşit temizlik müfessirlerin çoğunluğu­nun görüşüdür. Evlâ olan her iki çeşit temizliğin murad edilmiş olmasıdır.

Allah çok temizlenenleri yani ruhî, manevî, cesedî ve bedenî temizliğe çok önem verenleri sever. Bunlar insanlar arasındaki kâmil şahsiyetlerdir.

Beyzavî der ki: Orada Allah rızasını kazanmak için günahlardan ve kötü hasletlerden temizlenmeyi isteyenler vardır. Allah çok temizlenenleri sever, ya­ni onlardan razı olur. Aşığın sevgilisine yakınlık duyması gibi onları kendisine yaklaştırır.

Keşşafta Zemahşeri şöyle demektedir: Onların çok temizlenmeyi sevmele­rinin işareti, temizliğe önem vermeleri ve buna bir şeyi çokça sevenin gösterdi­ği riayeti göstermeleridir. Allah Tealâ'nın onları sevmesi ise onlardan razı ol­ması, onlara aşığın sevgilisine gösterdiği gibi lütuf ve ihsanda bulunmasıdır.[76]

"Allah'ın kullarını sevmesi"nin manası ise Onun razı olması, müminleri kabul eylemesi ve kendisine yakın kılmasıdır. Çünkü Allah sıfatlarımıza ben­zemekten münezzehtir. O'nun sevmesi bizim sevmemizden başkadır. Bu Onun kemaline lâyık bir vasıftır.

Nitekim Buharî'nin rivayet ettiği hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Kulum bana nafilelerle yaklaşır. Nihayet onu severim. Onu sevdiğim zamanda onun işiten kulağı, gören gözü olurum."

Bu ayette geçen "Allah'ın sevgisi" Allah'ın Peygamberin ehl-i beytini terte­miz kılma hususundaki sevgisine benzemektedir: "Ey Peygamber ailesi!. Şüp­hesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister." (Ah-zab, 33/33).

Bundan sonra Cenab-ı Hak her iki mescidin inşa edilmesinin hedeflerini karşılaştırdı: Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine -yani dünya ve ahirette faydalı sağlam bir temel üzerine- bina edenle, zarar vermek, inkâr etmek, mü­minlerin arasını açmak ve daha önce Allah ve Peygamberine karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak için mescit bina eden birbirine eşit olamaz. Çünkü böyleleri binalarını çökecek bir uçurum kenarına, yani bir vadiye düşmeye ha­zır, zayıf ve yıkılmaya yüz tutmuş bir yere yapmaktadırlar. Eğer çökerse Cehennem'in dibine yuvarlanacaktır. Allah fesatçıların yaptıkları işleri düzeltme­yen zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Onları hak, adalet, istikamet ve doğruluğa; kendilerinin menfaati ve kurtuluşu olan hususlara muvaffak kıl­maz.

Razî der ki: "Dünyada münafıkların durumuna bu misalden daha uygun bir misal bulamayız."

Sözün özü şöyledir: İki binadan birini yapanlar bu binayı yaparken Allah korkusu ve rızasını, ikinci binayı yapanlar ise masiyet ve küfrü gözettiler. Bi­rinci bina şerefli ve ayakta kalması gerekli bir bina, ikinci bina ise değersiz, yı­kılması gerekli bir bina oldu.

"... Onunla birlikte Cehennem ateşine yuvarlandı" ayeti bir rivayette "Bu gerçektir. Burası Cehennem'den bir yerdir" denildi. Diğer bir rivayette ise, "Bu mecazdır, ayetin manası, "Bina Cehennem'e girdi, sanki yıkılıp Cehennem'in içine düştü" demektir.

Bundan sonra da Cenab-ı Hak münafıkların Dırar Mescidine yerleşmekle meydana gelen tarih boyunca kalacak kötü manaları beyan etmektedir:

Onların bu binaları ve yıkımı dinde şüphe etmelerine, iki yüzlülüklerinin artmasına sebep olacaktır. Çünkü bu bina nifak ve küfrün tesirlerini müşah­has kılıyordu. Bu durum onların kalplerinde nifakı yerleştirdi. Tıpkı buzağıya tapanlara onun sevgisinin verildiği gibi. Bu şekilde devam edecek; yürekleri paramparça oluncaya, idrak kabiliyeti tamamen kayboluncaya, yani ölünceye kadar öyle devam edecek.

İnşa etmeleriyle sevindikleri bu bina dindeki şüphelerinin kaynağı, gönül­lerine yerleşen küfür ve nifakın müşahhas bir ifadesidir. Peygamberimiz (s.a.) bu binanın yıkılmasını emrettiği zaman bu onlara çok ağır gelmiş, kızgınlıkları artmış, onun peygamberliği hakkındaki şüpheleri çoğalmıştı. Korkuları bir kat daha büyümüş, kendi durumları hakkında tereddüde düşmüşlerdi: Acaba öldü­rülecekler miydi, yoksa serbest mi bırakılacaklardı? Bu binanın kendisi bizzat şüphe idi, şüphelere de sebep oldu. Şüpheye sebep oluşu binanın tahrip edilme­si ve yıkılmasıyla ortaya çıktı.

Allah yarattıklarının amellerini gayet iyi bilendir, hayır veya şer onlara karşılık vermekte tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Münafıkların halini açıklamak, gerçeklerin bilinmesi için Onun hikmetindendir. [77]



[76] Zemahşerî, 11/58.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/41-45.

24 Nisan 2019 Çarşamba

TEVBE SÛRESİ 71.- 72. ayetlerin tefsiri


Müminlerin Vasıfları Ve Uhrevî Mükâfatları

71- Mümin erkeklerle mümin kadınlar da, birbirinin velileridir. Bunlar iyiliği emreder, münkerden vazgeçirmeye ça­lışırlar. Namazı dosdoğru kılarlar, ze­kâtı verirler. Allah'a ve Resulüne de itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edecekleri bunlardır. Şüphesiz Allah azizdir, hakimdir.

72- Allah, mümin erkeklere de, mümin kadınlara da, içlerinde ebediyen kal­mak üzere, altından ırmaklar akan cennetler vaadetti. Bir de Adn cennet­lerinde hoş meskenler. Allah'ın rızası ise, hepsinden büyüktür. İşte bu, en büyük saadetin tâ kendisidir.

Açıklaması

Şüphesiz, erkek ve kadın bütün iman ehli birbirleriyle yardımlaşırlar, bir­birlerine destek olurlar. Nitekim Peygamber(s.a.) Efendimiz: "Müminin mümi­ne bağlılığı, taşları birbirine kenetli bir duvar gibidir" buyurmuşlar ve parmak­larını birbirlerine geçirmişlerdir. Yine, başka bir sahih hadiste: "Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, müminler, -bir organı rahatsız olduğu za­man, diğer organlarını da, uykusuzluk ve ateş saran- bir vücud gibidir..." bu­yurmuşlardır.

Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar arasında, savaş meydanlarında ve her türlü zor durumda -meselâ hicret ve cihad gibi- erkeklerin iffetlerini ve gözlerini korumaları, kadınların büyük bir edep, haya ve iffetle hareket etme­leri, gözlerini korumaları, konuşma, giyim ve işlerinde güzel ve övünülecek davranış içinde olmaları şartıyla, karşılıklı yardımlaşma oldu. Hicretin başa­rıyla gerçekleşmesinde kadının -zâtü'n-Nıtâkayn Esma gibi- açık bir rolü ol­muştur. Düşmanlarla savaşlarda, çatışmalarda kadınlar su dağıtıyor, yemek hazırlıyor ve savaşa teşvik edip yenilip geri çekilen erkekleri geri döndürüyor­lar, yaraları sarıyor, hastaları tedavi ediyorlardı.

Cenab-ı Hakk'ın, müminler hakkındaki: "Onlar birbirinin velileridir" sö­zü, münafıklar hakkındaki, "onlar birbirlerindendir" sözünün karşılığıdır. Çünkü müminler, kardeştir. Onları, muhabbet, sevgi birbiriyle yardımlaşmala­rı, birbirlerini sevmeleri efendi eder. Münafıkları birbirlerine bağlayan hiçbir inanç ve kuvvet bağı yoktur. Onlar ancak şüphede, korkaklıkta, cimrilikte, ye­nilgide ve tereddütte birbirlerinin uydusudurlar. Çünkü onların kalbleri farklı­dır.

Allahü Teâlâ burada, birbirlerinin velileri olma özelliğinden başka, mümi­nin münafıktan farklı olduğu beş özellik daha zikretmektedir: "Onlar, iyiliği emrederler, kötülükten nehyederler, namazı güzelce kılarlar, zekâtı verirler, Al­lah'a veRasulüne itaat ederler.."

Müminler iyiliği, münafıklar ise kötülüğü emreder. Müminler kötülükten, münafıklar ise iyilikten nehyederler. Müminler, en güzel şekilde ve Allah'a hu­şu içinde namaz kılarlar, münafıklar ise, namaza tembel tembel ve insanlara gösteriş için kalkarlar.

Müminler, nafile sadakaları vermekle beraber, üzerlerine farz olan zekâtı da verirler. Münafıklar ise, cimrilik ederler, Allah yolunda harcamaktan elleri­ni tutarlar.

Müminler, emrettikleri şeyleri yapmak, nehyettiklerini terketmek suretiy­le Allah'a ve Peygamberine itaat ederler. Münafıklar ise, Allah'a itaatin dışına çıkmış, fasık azgın kimselerdir. Müminler, sahip oldukları bu sıfatlar sebebiyle, rahmeti hak ettiler: 


"İşte bunlar: Allah onlara rahmet edecektir." Yani Allah, bu sıfatlarla vasıflananlara rahmet edecek, dünya ve ahirette onları rahmetiyle gözetecektir. Bunun mukabili, Allah'ın münafıkları rahmetinden uzaklaştırmasıdır: "Onlar, Allah'ı unuttular. O da, onları unuttu." Allah münafıklara cehen­nem azabını vaadettiği gibi, müminlere de gelecek rahmeti -ahiret sevabı- vaadetti.

Şüphesiz Allah, azizdir, mükâfat ve cezasını gerçekleştirmekten, hiçbir şey O'nu engelleyemez. Hakimdir, hiçbir şeyi yerinin dışına koymaz. O'nunla kulla­rı arasına hiçbir engel giremez. Onun rahmetini, ya da cezasını engelleyemez. O, kullarının işini adalet, hikmet ve sevaba uygun olarak düzenleyen hikmet sahibidir. Müminlere cenneti ve rıdvanı verir, münafıkları ise cehenneme atar, azap ve gazap eder.

Sonra Allahü Teâlâ, müminlere vaadettiği rahmetinin birçok hayırlara ve ağaçları altından nehirler akan ve altlarını örten ağaçlar içinde ebedî kalınan cennetlere ve o cennetlerdeki yapısı güzel, oturması hoş evlere şamil olduğunu açıklamıştır. Sahihayn'da Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet olunan bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İki cennet vardır ki, kap kacakları ve eşyaları altındandır. Yine iki cennet daha vardır ki, onların da kap kacakları ve eşyaları gümüştendir. Adn cennetindeki insanlar Rablerini, yüzünde kibriya ridâsı olduğu halde görürler..." Sonra Resulullah (s.a.): "Şüphesiz, müminin cen­nette içi boş, tek bir inciden bir çadırı olacaktır. Onun uzunluğu, altmış millik bir mesafedir. Müminin orada ehli olur, o onları dolaşır, onlar birbirlerini gör­mezler."

Yine Buhari ve Müslim'de Ebu Hüreyre'den rivayet olunan hadiste, Hz. Peygamber (s.a.): "Şüphesiz cennette yüz derece vardır. Allah onları, yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. İki derece arasında gökle yer arası kadar mesafe vardır. Allah'tan istediğiniz zaman, Firdevsi isteyin. Çünkü o, cennetin en yüce ve en üstün olanıdır. Cennetin ırmakları oradan fışkırır. Onun üstünde Rahman'ın arşı vardır" buyurmuştur.

Adn Cennetleri:
Firdevs gibi, cennet derecelerinden bir derecenin ve bir yerin ismidir. Nitekim: "O Adn cennetlerine ki, onları Rahman kullarına gıya­ben vaad etmiştir" (Meryem, 19/61) ayetiyle "Kelime ve İbareler" bölümünde geçen Ebu'd-Derdâ hadisi buna işaret eder. Adn'ın oturmak, karar kılmak mâ­nâsına olduğu da söylenmiştir. Bu mânâya göre Adn cennetleri, yerleşme ve ebedî kalma cennetleridir. Şu ayetlerde de bu mânâyadır: "Cennet-i huld (ebe­dilik cenneti)" (Furkan, 25/15) "Cennetü'l-Me'vâ" (Necm, 53/15). O halde, cen­netlerin hepsi de, Adn cennetleridir.

Yine müminler için, cennetlerden daha büyük daha yüce olan Allah'ın rı­zası vardır. Bu, manevî mutluluğun bedenî saadetten daha mükemmel, daha şerefli olduğuna kesin delildir. İmam Malik ile Buhari ve Müslim'in Ebu Said el-Hudrî vasıtasıyla rivayet ettiği şu hadisi de bunu destekler: Allahü Teâlâ, cennet halkına seslenir: "Ey cennet halkı!". Cennet halkı: "Buyur Rabbimiz, buyur! Hayır sendendir" der. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Razı oldunuz mu?" Cennet halkı sorar: "Niye razı olmayalım, ey Rabbimiz! Mahlûkatından hiç kimseye vermediğini bize verdin..." Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Size, bundan daha üstününü vereyim mi?" Cennet halkı sorar: "Bundan daha üstün ne var, ya Rabbi?" Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "Size rızamı indiriyorum. Ondan sonra size, asla kızmayacağım"

Şöyle de denilmiştir: Rıza, kıyamet gününde Allah'ı görmektir. Nitekim, Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "İhsanda bulunanlara daha güzel ve bir de fazlası vardır" (Yunus, 20/26).

Cenab-ı Hak, bu üç şeyi (cennetler, Adn cennetlerinde hoş meskenler, Al­lah'ın en büyük rızası) zikrettikten sonra: "İşte bu, en büyük saadetin tâ kendisi­dir" buyurdu. Yani, Allah'ın bu vaadi, yahut rızası veya her ikisi (bedenî ve ruhî saadet) yegane büyük kurtuluştur. Aksine insanların kurtuluş zannettiği ve münafıklarla kâfirlerin daima ihtirasla istediği fani dünya nimetleri değildir. [58]


[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/462-464.