12 Mart 2018 Pazartesi

Lohusalık (özet)

Nifas; parçalanmış organlar halinde de olsa çocuk doğurmanın ardından, kadının rahminden gelen kan veya organları belli olduktan sonra düşük de olsa, çocuğun yarıdan çoğunun çıkması, ya da doğurduğu çocuğun ardından gelen kan sebebiyle kadında oluşan bir şer`î engel hali demektir.

** Organları belli olmamış çocuk düşerse gelen kanama lohusalık sayılmaz.

Lohusalığın Başlangıcı:

Tarifte de değindiğimiz gibi lohusalık, çocuğun yarıdan çoğunun çıkmasıyla başlar. Yarıyı belirlemek için çocuğun doğru gelmesinde göğsüne, ters gelmesinde ise göbeğine itibar edilir.

Hamile kadından, doğumdan hemen önce bile olsa, çocuk çıkmadan gelen kan hastalık kanıdır. Âdetin en az süresi kadar uzasa bile âdet ya da lohusalık kanı değildir.

Doğum yaptığı halde fercinden kan gelmeyen kadın da yıkanma konusunda, fetvâ verilen görüşe göre lohusadır. Yani yıkanması gerekir. Çünkü doğan çocukla beraber en azından kanın bir ıslaklığının bulunmadığı olmaz. Ya da çocuğun çıkması lohusalık için zaten başlı başına bir sebeptir. Ayrıca kan aramaya gerek yoktur.

Lohusalığın Ölçüsü:

Lohusalığın en azının bir ölçüsü yoktur. Doğum yaptıktan bir saat sonra kan kesilse yıkanır ve ibâdetlerini normal şekilde yapar. Çünkü kanın lohusalık kanı olduğuna doğumdan başka bir delil gerekmez.

Lohusalığın en çoğu ise kırk gündür. kırk günü aşan kan lohusalık ya da âdet kanı değil, hastalık kanı olmuş olur.

Lohusalık Âdetinde Değişme (İntikat):

Kadının lohusalıktaki âdeti, önceki doğumunda kan gördüğü günler kadardır. Buna göre meselâ, önceki doğumunda 25 gün kan görse bu, onun âdeti sayılacağından ikinci doğumunda 40 günü aşan bir sayıda, meselâ 45 gün kan görse, 25 günü geçen bu 20 gününün lohusalık değil hastalık kanı olduğu anlaşılır. Ve bırakılan ibâdetler kaza edilir.

İkinci doğumda kan 40 günü aşmaz da, meselâ 39 ya da 40 gün devam ederse, bu defa lohusalıktaki âdeti 39 ya da 40 güne intikal etmiş sayılır ve 40 günü aşmadığı için bunların, hepsi lohusalık kanı olmuş olur.

Lohusalıkta âdetin değişmesine (intikaline) şu örnekleri de verebiliriz:

a) Lohusalık âdeti 20 gün olan bir kadın, sonraki doğumunda 10 gün kan görse, 20 gün temiz kalsa ve 11 gün daha kan görse toplamı 41 gün eder ki, bununla âdeti olan 20 günü geçen kısmının hastalık kanı olduğu anlaşılır. Buna göre 10 günü temiz geçen ilk 20 günü, yine âdeti olduğu üzere lohusalıktir. Geri kalan günleride temiz sayıldığı için ibâdetlerini kaza edecektir.


b) Aynı kadın 18 gün kan görse, 22 gün temiz kalsa ve tekrar 1 gün daha kan görse, bu defa lohusalık âdeti 20 günden 18 güne intikal etmiş olur.Çünkü 18 gün kan gördükten sonra geçirdiği temizlik 15 günü aştığı için tam temizliktir ve son kan 40 günü aştığı için de iki lohusalık kanı arasında değildir.Böyle bir temizlikle lohusalığın sona erdiği anlaşılır.

Son gördüğü 1 gün kan ise eksik kan olduğundan hastalık kanı olmuş olur. Bu kan 1 gün değil de şayet 3 gün olmuş olsaydı âdet kanı olmuş olacaktı ve son gördüğü 1 gün kanı 40 günü aşmadan görmüş olsaydı, temiz geçirdiği günlerin sayısı 15 günü geçmiş olsa da yine hepsi lohusalık olmuş olacaktı.


c) Aynı kadın 5 gün kan görse 34 gün temiz kalsa, tekrar 1 gün daha kan görse toplamı 40 gün edeceğinden, yani 40 günü aşmamış olacağından bu kadının lohusalık âdeti 20 günden 40 güne intikal etmiş ve 40 günün tamamı lohusalık olmuş otur.

d) Yine bu kadın 1 gün kan görse, 34 gün temiz kalsa, tekrar 1 gün kan görse, 15 gün temiz kalsa ve yine bir gün kan görse, bu kadının lohusalığı, sonu kan olan 36 gündür. Yani âdetine 16 gün eklenmiş ve âdeti değişmiş (intikal etmiş)tir. Çünkü son kandan önceki temizlik tam ve sağlam temizliktir; dolayısı ile kan 40 günü geçmemiştir.


e) Aynı kadın 20 gün kan gördüğü bu doğumundan sonraki doğumunda, 1 gün kan görse, 30 gün temiz kalsa, tekrar 1 gün kan görse, 14 gün temiz kalsa ve 1 gün daha kan görse, lohusalık süresi âdeti olduğu üzere yine ilk 20 gündür. Çünkü ikinci kan ve ikinci temizlik eksik kan ve eksik temizliktir; âdet kanı ve âdet temizliği olamazlar. Eksik temizliklerde de kan devam etmiş sayılacağından ve kan gelen günlerin toplamı böylece 40 günü geçtiğinden kadın ilk âdetine döner ki, o da 20 gündür.

Bütün bu örnekleri İmam Ebû Hanife`nin şu görüşü özetler biçimdedir: Doğumdan sonra kan 40 günün içinde gelirse, araya giren temiz günler çok olsa da ayırıcı olamaz ve kan sürekli akmış sayılır. Hatta kadın doğumunda 1 saat kadar kan görse, 39 gün temiz kaldıktan sonra 40. günde de 1 saat kadar kan görse bu 40 günün tamamında lohusa sayılır.


 İkiz Doğumda Lohusalık:

Her iki doğum arasında süre altı aydan az olmak üzere kadının bir batından iki ya da daha fazla çocuk doğurması halinde lohusalık sadece birinciden olur, daha sonraki doğumlar için lohusalık yoktur. İsterse birinci ile üçüncü arasındaki süre altı ayı aşmış olsun.

Bu, İmam Ebû Hanife`nin (r.a.) ve İmam Ebû Yûsufun görüşüdür ve sağlam olan da budur.


**Önemli!

Eğer:

1. doğumda 38 gün süren lohusalık
2. doğumda 20 günde biterse Cinsel ilişki için 18 gün beklenmesi ihtiyatlıdır.

Eğer:

İlk doğumda 40 gün içinde kesilen lohusalık kanından sonra boy abdest alınmasının ardından cinsel ilişki caizdir. (40 günün bitmesi beklenmez)

** Nifastan sonra gelen kanın adet sayılması için:

1- Gelen 2. kanama 40 gün içinde olmayacak

2- Nifas kanaması ile adet kanaması arasında en az 15 gün olmalı

https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/lohusalik-nifas-0

11 Mart 2018 Pazar

Hz. Muhammed'in (Sav) peygamberliğinin delillerinden bir kısmı

3. Hz. Muhammed'in (Sav) peygamberliğinin delillerinden bir kısmı:

Kur’an’ın mükemmel belagatı: Okuma yazma bilmeyen bir zât, edebiyatın meşhur olduğu bir toplumda Kur’an ayetlerini okur. Kur’an ayetlerinin mükemmel belagatı müşrikleri hayran bırakır. Bu yüzden Kur’an için “sihir” derler. Ayrıca Arapça dili konusunda uzman olan âlimler Kur’an’ı harf harf incelemişler ve Kur’an’ın insan sözüne benzemeyeceğini söylemişlerdir.

Kur’an’ın önceki tüm peygamberleri tasdik etmesi: Yukarıda da belirtildiği gibi Allah katında tek din İslam’dır. Hz. Adem’den beri gelmiş bütün peygamberler Allah’ın birliğini ilan etmişlerdir. Kur’an’ın en çok vurguladığı nokta da Allah’ın birliğidir. Hristiyanlar ve Yahudiler Allah’a ortak koşarlar. Kur’an ise Allah’ın bir olduğunu söyler ve onların iddialarını çürütür.

Kur’an’ın meydan okumasına karşı inkar edenlerin âciz kalması: Tarihte hiçbir insan, hiçbir topluluk Kur’an gibi bir kitap yazamamıştır. Edebiyat konusunda uzman olan müşrikler eğer Kur’an gibi bir söz söyleyebilselerdi savaşmadan Kur’an davasına karşı zafer kazanabilirlerdi. Ama bunu yapamadılar ve savaşı tercih ettiler.

Kur’an’da en ufak bir çelişkinin bulunmaması: Kur’an’da en ufak bir yanlış bilgi ve çelişki yoktur. Bazı insanların çelişkili ve hatalı zannettiği ayetlerin çelişkili ve hatalı olmadığı binlerce âlim tarafından ispat edilmiştir. Bu konuda Kur’an tefsirlerine bakılabilir.

Kur’an’ın usandırmaması, binlerce insan tarafından ezberlenmesi ve ruhların gıdası olması gösterir ki; Kur’an bir mucizedir: Kur’an hem hayatın mânâsı hakkında hayati konulardan bahseder hem de bir zikir kitabıdır. Kur’an sadece bilgi sahibi olunacak, sadece hayattan ders alınması için okunacak bir kitap değildir. Kur’an aynı zamanda insanlara huzur verir. İnsanların manevi gıdasıdır ve zikirdir.

Kur’an’ın gelecekten doğru bir şekilde haber vermesi Kur’an’ın mucizeliğini gösterir. İşte bir örnek:

“Elif, Lam, Mim. Rum (orduları) yenilgiye uğradı. Dünyanın en alçak yerinde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Bundan önce de sonra da emir Allah’ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir.”Rum Suresi, 1,2,3,4. Ayet Meali

613-614 yılları arasında Mecusi olan Perslerin orduları, Bizans ordularını mağlup etmişti. Mekkeli müşrikler, Ehl-i kitap olan Hristiyanların mağlubiyetine çok sevinmişlerdi. Ancak Kur’an-ı Kerim, bir mucize olarak, o zamanlar müşriklerce imkânsız gibi gözüken gelecekteki bir sonucu haber verdi: 3 ilâ 9 yıl arasında Bizans orduları Persleri mağlup edecekti. Ve Kur’an’ın bu gaybi haberi gerçekleşti.

Kur’an’daki bilgiler bilim ile çelişmez ve modern zamanlardaki bilimsel araştırma sonuçları Kur’andaki bilgileri tasdik etmiştir. Bu konuda Kur’an’ın mucizeliğinin bilimsel çalışmalar ile de görüldüğüne dair yazılan eserler vardır. Örneğin bebeğin anne rahmindeki oluşum aşamaları Kur’an’da Müminun Suresi’nin 13. ve 14.ayetlerinde anlatılır. Bu aşamalar mikroskobik incelemeler sonucunda anlaşılmış ve Kur’an’ın doğruluğu bir kere daha tasdik edilmiştir.

Kur’an’ın getirdiği kanunların insan fıtratına uygunluğu, Kur’ân ahlakı ile ahlaklanan, Kur’an ilmi ile ilim sahibi olan toplumların dünya medeniyetine manevi ve maddi katkıları..

Kur’an’ın getirdiği kanunlar ile insanlara ve toplumlara adil bir şekilde davranılmıştır. Allah’ın birliğine inanan, şirkten uzak duran, Allah’a ibadet eden toplumlar huzura kavuşmuştur. Kur’an’ın ve Hz.Peygamber’in (Sav) sünnetinin yolundan giden bilim adamları Orta Çağ’da yaptıkları bilimsel çalışmalar ile dünya medeniyetine büyük katkı sağlamışlardır. Modern bilimin bu seviyeye gelmesinde Müslüman bilim adamlarının büyük katkıları olmuştur.

İslamiyet’in gelmesi ile beraber kısa zamanda cahil, inatçı kavimler aydınlanmış ve bu kavimler eski kötü alışkanlıklarını terk etmişlerdir.

“Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’ edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi-ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak-vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Cezîretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi?” (1)

Kur’an ahlakı ile ahlaklanan, Kur’an’dan ve Hz.Muhammed’in (Sav) sünnetinden ders alan sahabelerin, müçtehitlerin, asfiyaların, evliyaların ilimleri, güzel ahlakları, ortaya koyduğu eserleri, yetiştirdikleri nurani talebelerinin ilimleri ve güzel ahlakları ispat eder ki; Kur’an Allah’ın kelamıdır ve Hz.Muhammed (Sav) Allah’ın kulu ve elçisidir.

Hz.Muhammed’in (Sav) güzel ahlakını, yalan söylememesini düşmanları bile tasdik etmiştir.

Düşmanlarına bile yalan söylemeyen, Muhammed’ül Emîn (Güvenilir Muhammed) olarak bilinen bir zât Allah’a karşı iftirada bulunamaz. Müşrikler Hz.Muhammed’i (Sav) yalancılıkla suçlamamışlardı. Onu sihir yapmakla suçlamışlardı.

“Hem, bilirsin, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münâzaralı bir dâvâda hicabsız, pervâsız, küçük fakat hacâletâver bir yalanı, düşmanları yanında, hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez. Şimdi bak bu zâta: Pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar; pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husûmet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicab, telâşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedid, ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilâf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür?” (2)

Bunlar gibi nice deliller ispat eder ki; Hz.Muhammed (Sav) Allah’ın kulu ve elçisidir ve İslam’dan başka doğru din yoktur.


(1) ve (2) Sözler (Risale-i Nur)

10 Mart 2018 Cumartesi

Tek doğru dinin ve peygamberliğin gerekliliğinin delillerinden bir kısmı

2. Tek doğru dinin ve peygamberliğin gerekliliğinin delillerinden bir kısmı :

Görüyoruz ki; kainattaki varlıklar kusursuzca vazifelerini yapıyorlar. Bilinci, şuuru, ilmi, iradesi olmayan Güneş ve yıldızlar belli bir yörüngede, belli bir düzen içerisinde hareket ediyorlar. Canlıları tanımayan, canlılara karşı merhamet hissi olmayan Güneş, Allah’ın izni ile canlıların imdadına koşuyor, canlılara ısı ve ışığını ulaştırıyor. Aynı şekilde canlıları tanımayan, canlılara merhamet etmeyen, bilinçsiz, ilimsiz bulutlar Allah’ın emri ile beraber toplanıyorlar ve çarpışarak ihtiyaç sahibi canlılara yardım eden ve ölü toprağı canlandıran yağmur damlalarını çıkartıyorlar. Bilinçleri dar, âciz, zayıf, ilimsiz arılar Allah’ın ilham etmesi ile bal üretiyorlar. Eğer Allah bu arılara görevlerini bildirmese bu merhametsiz, ilimsiz arılar lezzetli, faydalı bal nimetini üretemezler. Demek ki; sonsuz ilim ve sonsuz kudret sahibi olan bir Yaratıcı bu varlıklara vazifelerini bildiriyor.

“Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin.”Kur’an; 16/68

Ve şimdi soruyoruz:

* Kainattaki varlıklara vazifelerini bildiren Allah’ın; akıl sahibi, irade sahibi olan insana hayattaki görevini öğretmemesi mümkün olabilir mi? Kainattaki varlıkları başıboş, vazifesiz bırakmayan Allah, insanı başıboş ve vazifesiz bırakır mı?

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zannediyor!”Kıyame Suresi 36. Ayet Meali

* Hayatın anlamı, insanın nereden geldiği, hayattaki vazifesinin ne olduğu, ne yapması gerektiği, nereye gideceği gibi çok mühim meseleler peygamberler vasıtası ile anlaşılabilir.

İnsan, aklı ile pek çok bilgiyi öğrenebilir, pek çok sorunun üstesinden gelebilir. Ancak yine de insan aklı sınırlıdır. İnsan, aklı ile bütün sorunların üstesinden gelemez. Hakikat karşısında insan aklı karanlıkta bir yıldız böceği gibidir. İnsan sadece kendi aklına başvurarak hayatın anlamını, nereden geldiğini, vazifesinin ne olduğunu bulamaz. Yıldız böceği hükmündeki insan, bir Güneş’e dayanmak zorundadır. O Güneş ise mesajını cüz’i irade sahibi varlıklardan değil, külli irade sahibi olan, tüm kainatı yoktan var eden, sonsuz hayata, sonsuz ilme, sonsuz kudrete sahip olan bir Zât’tan almalıdır. Demek ki; insana hayatın anlamını gösterebilecek olan ancak hayatı yaratan olabilir. İşte insana hayatın gayesini, kainattaki sırları, insanın vazifesini, insanın nereden geldiğini, nereye gideceğini öğretenler hayatı yaratan Allah’tan mesajı alan peygamberlerdir.

* Allah’ın izzeti, merhameti ve adaleti dinin ve ahiret gününün gerekliliğini gösterir.

Görüyoruz ki; kainattaki varlıklar Allah’ın emri ile vazifelerini yapıyorlar, bir düzenli ordunun askerleri gibi hareket ediyor ve Allah’a itaat ederek çalışıyorlar. Demek ki; bu kainat sarayının sultanı olan Allah izzetlidir. Ancak görüyoruz ki; bu dünyada âsi kullar var ve âsi kullar hak ettikleri cezayı bu dünyada görmüyorlar. Bir sultan saltanatındaki düzeni korumak için kanunlar çıkarır. Peki kainatın sultanı olan ve sonsuz izzet sahibi olan Allah, kullarını başıboş bırakır mı? Elbette bırakmaz. Allah, kullarına peygamberler vasıtasıyla emreder. Demek ki; Allah’ın emirlerine uymayan âsilerin cezalandırılacağı ve Allah’ın, izzetini tam olarak göstereceği bir ahiret hayatı olmak zorundadır.

Hem görüyoruz ki; Allah merhametlidir. Allah, Güneş vasıtasıyla canlılara ısı ve ışık verir, yağmur vasıtasıyla ölü toprağı diriltir, ağaçtan çıkan meyveler, topraktan çıkan bitkiler ile bizlere rızık verir. Allah canlıların birbirlerine karşı olan şefkat ve merhamet hislerini yaratır. Allah bize sonsuza kadar yaşama isteği vermiştir. Dünyevi lezzetler insanı tatmin etmez. Demek ki; Allah merhamet sahibidir. Ve Allah’ı seven, O’na iman eden ve O’na ibadet eden, O’ndan korkan kullar bu dünyada çok sıkıntılar çekerler. Eğer sonsuz yaşama isteğinin karşılanacağı bir ahiret yurdu olmaz ise bu durum Allah’ın hikmetine ve merhametine aykırı olur. Demek ki; Allah’ın merhametinin tam olarak görüleceği bir ahiret yurdu olmak zorundadır. Ahiret yurdu olduğuna göre Allah, kullarına ahiret yurdu için çalışmaları gerektiğini bildirmelidir. Yoksa insan bu dünyadaki vazifesinin ne olduğunu bilemez. Demek ki; Allah, kullarına gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu ve kulların bu dünyada ahiret hayatını kazanmak için çalışmaları gerektiğini bildirir.

Hem görüyoruz ki; Allah adildir. Bir sineğe kartalın kanadı verilmemiştir. Hiç kimseye taşıyamayacağı yükler yüklenmemiştir. Kainatta kusursuz bir ölçü ve denge vardır. Organlar belli bir ölçü ile yaratılmıştır. Küçük, zayıf, âciz varlıklara bile rızıkları verilmektedir. Âciz yavrular korunmaktadırlar. İşte bu gibi örnekler gösteriyor ki; Allah adildir. Adil olan Allah, kullarının da adaletli olmasını ister ve bunun için kullarına neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bildirir. Görüyoruz ki; bu dünyada insanlar adalete aykırı işler yapıyorlar ve hak ettikleri cezaları bu dünyada tamamen almıyorlar. Eğer ahiret yurdu olmaz ise bu durum Allah’ın adaletine aykırı olur. Demek ki; Allah’ın adaletinin tam olarak görüleceği bir ahiret yurdu olmak zorundadır. Demek ki; bu dünyadaki yaşamdan sonra başka bir yaşam daha vardır. Demek ki; bu dünya bir imtihan yeridir. Demek ki; Allah, kullarına emirlerini bildirmiştir ve Allah, kullarını başıboş bırakmamıştır.

* Tüm kainat hikmetli ve sanatlı bir şekilde yaratılmıştır. Peygamberler ise kainat kitabının mânâlarını ders veren muallimler (öğretmen), liderler, rehberler, aydınlatıcı zâtlardır. İnsan dünyevi ilimler için bile öğretmenlere, kitaplara, rehberlere ihtiyaç duyar. Demek ki; insana hayatın gayesini, yaşamın sırlarını öğretecek olan peygamberler olmak zorundadır.

Allah, bu kainat sarayını bir çok hikmetler ile yaratmıştır. Allah kendi isim ve sıfatlarını ve bu kainat sarayını kullarına tanıtacak rehberleri, muallimleri (öğretmen) göndermiştir. Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (Sav) muallim olarak gönderildiğini buyurmuştur.

* Allah, kainatta yarattığı mükemmel eserler ile kendi kemâlini, sanatını, ilmini, kudretini gösterir ve kullarına nimetler ihsan ederek kendisini sevdirir. Bunun karşılığında ise peygamberler vasıtasıyla kulların kulluk vazifelerinin neler olduğunu şuur sahiplerine bildirir.

“Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.”
İbrahim Sûresi 4. Ayet Meali

* Allah bu dünyayı bir imtihan dünyası yapmayı dilemiştir. Bu sebeple peygamberler bizim gibi insanlardır. Eğer herkesin inanmak zorunda kalacağı bir şekilde peygamber gönderilseydi o zaman imtihan sırrı bozulurdu. Aynı şekilde insanlar melek görselerdi o zaman imtihan sırrına aykırı bir durum olacaktı.

“Muhammed’e (görebileceğimiz) bir melek indirilseydi ya! dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı.”En’âm Suresi 8. Ayet Meali

Peygamberlerin ortak özelliklerinden bir kısmı:
Allah’a ortak koşan insanlara Allah’ın birliğini bildirmişlerdir.
İnsanlara hayatın mânâsını, insanın dünyadaki vazifesini Allah’tan gelen vahiy ile, yani kesin doğru bilgi ile açıklamışlardır.
Peygamberler güzel ahlaklıdırlar ve insanlara güzel ahlakı öğretmişlerdir.
Binlerce insan onların mucizelerine şahit olmuştur.
Bütün peygamberler İslam dininin peygamberidirler. Peygamberlere inananlara Müslüman denir. Çünkü Allah katında İslam’dan başka din yoktur.

“Şüphesiz, Allah katında tek din, İslâm’dır.”Âl-i İmran Suresi 19. Ayet Meali

“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki; kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”Âl-i İmran Suresi 85. Ayet Meali


9 Mart 2018 Cuma

Bir Yaratıcı'nın varlığının delillerinden bir kısmı


1. Bir Yaratıcı'nın varlığının delillerinden bir kısmı:

Din gerekli midir? Hangi din doğrudur? Doğru din hangisidir? Gibi sorular cevaplanıyor ve İslam’ın tek doğru din olduğu mantıksal delillerle ispat ediliyor.

Bir harf katipsiz, bir saray ustasız olmaz. Öyle ise bu kainat sarayının bir Yaratıcısı olmak zorundadır.

Hayat, ilim, irade, kudret sıfatlarına sahip olmayan zerreler kendi kendilerine var olamazlar.

Bir kitabı yazan kâtibin hayatı, kitabı yazmak için gerekli ilmi, kitabı yazıp yazmayacağına karar verecek iradesi, kitabı yazmaya gücü yetecek kudreti vardır. Kainat da bir kitap gibidir. Bir harf katipsiz olamaz iken şu muntazam kainat kitabının yaratıcısının, sahibinin olmaması düşünülebilir mi? Hayatsız, ilimsiz, iradesiz maddeler kendi kendilerine var olamazlar. Şuursuz tabiat kendi kendini var edemez.

Kainattaki varlıklar hikmetli işler yapmaktadırlar. Bu hikmetli işleri şuursuz, ilimsiz, kudretsiz, iradesiz maddelerin yapması imkansızdır.

Güneş belli bir yörüngede hareket eder ve yeryüzüne ısı ve ışığını ulaştırır. Bulutlar yağmura ihtiyaç duyan canlıların ve toprağın yardımına koşar. Arılar bal yapar, inekler süt verir ve insanlar bu leziz nimetlerden faydalanırlar. Peki soralım: Güneş bizi tanır mı? Güneş kendi ilmi ve kendi iradesi ile mi bu hikmetli işleri yapar? Bulutlar bize merhamet eder mi? Bulutların canlıların ihtiyaçlarını karşılayacak ilimleri, iradeleri, merhametleri var mıdır? Arılar kendi ilimleri ile mi bal yaparlar? İnekler kendi şuurları ve iradeleri ile mi süt verirler? Bir cansız, ilimsiz, iradesiz tohumdan koca bir ağaç çıkar. Ve o ilimsiz, iradesiz ağaçlardan farklı lezzetler, farklı renkler, farklı suretlerde, vitaminli meyveler çıkar. Bu işleri bir Yaratıcı’nın yarattığı kabul edilmez ise o zaman o cansız, şuursuz, ilimsiz tohumdaki tüm zerrelerin, atom parçacıklarının bu muntazam işleri yapacak ilme, kudrete sahip olduğunu kabul etmek gerekecektir. Çünkü mesela ağacın programı muntazamdır. Her bir zerre ağacın programını bilmelidir ki; bu programı düzenlesin. Eğer bilmez ise yapamaz, düzenleyemez. Demek ki; bu işleri o şuursuz, ilimsiz, hayatsız zerreler yaratmıyor. Demek ki; yoku var eden, bir tohumu bir bahar mevsimi gibi kolaylıkla yaratabilen, bir ağacın programını yaratıp bildiği gibi, tüm ağaçların programını da yaratan ve bilen, her bir zerreye hâkim olabildiği gibi tüm kainata hâkim olabilen, zamanı, mekanı, maddeyi, ruhu yoktan var eden, hiç bir şeye ihtiyaç duymayan, hiç bir şeye benzemeyen, tüm eksikliklerden münezzeh bir Yaratıcı’nın varlığı kabul edilmek zorundadır.

Dış etkenleri tanıyacak şuura, bilecek ilme sahip olmayan maddeler kendi kendisinin yaratıcısı olamaz ve kendi varlığını da kendi başına devam ettiremez.

Güneş’in nesneler üzerinde ısı ve ışığı yansır. Eğer bu nesneler üzerinde yansıyan ısı ve ışığın Güneş’ten geldiği inkar edilirse o zaman bu nesneler üzerindeki her bir zerrenin bu ısı ve ışığa kendi kendisiyle sahip olduğunu kabul etmek gerekecektir. Bu ise her bir zerreye Güneş’in özelliklerini vermek anlamına gelir. İşte kainattaki varlıkların bir olan Yaratıcı tarafından yaratıldığı kabul edilmez ise o zaman her bir varlığın her bir zerresinin dış etkenlerden haberdar olduğu, mesela her bir atom parçasının Güneş’in hareketlerini, yiyecek ve içeceklerin tüm özelliklerini bilmesi, onlara hâkim olması, onları idare etmesi kabul edilecektir. Mesela insanın sindirim sisteminin düzgün çalışması için binlerce hücre iş yapar. Eğer bu hücrelerin bu işleri bir Yaratıcı’dan bağımsız olarak yaptığı kabul edilirse o zaman bu hücrelerin sindirim sistemindeki diğer hücrelerin yaptığı işleri, o yiyecek ve içeceklerin özelliklerini bilecek ilme ve onların hepsini idare edecek kudrete sahip olduğunu da kabul etmek gerekir. Eğer o bir hücre, yiyecek ve içeceklerin özelliklerini bilemez, diğer hücreleri ve vücudun diğer azalarını tanımaz ise bu işleri yapamaz. Ama görüyoruz ki; ilmi, iradesi olmayan bu hücreler muntazam bir ordunun askerleri gibi hareket ediyorlar, kusursuzca işler yapıyorlar ve yaptıkları işlerin sonucunda hikmetli işler çıkıyor. Demek ki; bu şuursuz, ilimsiz zerreler başıboş değiller. Demek ki; onları kusursuzca çalıştıran sonsuz ilim ve sonsuz kudret sahibi bir Zât vardır.

Varlıkların hızlıca, kolayca, karıştırılmadan, hatasızca, intizamlı bir şekilde varlığa gelmesi ve varlıklarının devam etmesi şuursuz, ilimsiz tabiat ile açıklanamaz.

Mesela bir dakika içerisinde dünyanın farklı yerlerinde, hızlıca, kolayca, hatasızca, intizamlı bir şekilde farklı türde, farklı surette milyonlarca canlı, varlığa geliyor. Bir bahar mevsiminde farklı yerlerde, aynı anda, binlerce farklı bitkiler, meyveler ortaya çıkıyor. Bu hızlı, kolay, aynı anda, farklı yerlerde, hatasızca, intizamla meydana gelen işler gösteriyor ki; bu mükemmel işler şuursuz, ilimsiz tabiata havale edilemez.

Milyonlarca bilginin küçücük cisimler içerisinde muhafaza edilmesi şuursuz tabiat ve tesadüf ile açıklanamaz.

Görüyoruz ki; bir bitkinin programı tohumunda, bir hayvanın özellikleri yumurtasında, bir insanın özellikleri menide muhafaza edilmiştir. Tek bir hücrede bulunan DNA molekülleri, az bir yer kaplayan insan beyni devasa bilgiler içerir. Bu muhafaza şuursuz, ilimsiz, iradesiz tabiata ve tesadüfe havale edilemez.

Eğer varlığa gelişler her bir zerreye ayrı ayrı havale edilirse (ki bu zerreler hayat, yaratıcılık, kudret, ilim gibi sıfatlara sahip değildirler) o zaman büyük bir zorluk (imkansızlık) söz konusu olur.

Mesela bir ordunun teçhizatı bir fabrikadan, bir merkezden, bir emirle çıksa bu, bir askerin teçhizatının çıkması gibi kolay olur. Ancak her bir askerin teçhizatı ayrı ayrı fabrikalardan, ayrı ayrı merkezlerden, ayrı ayrı emirlerle çıksa büyük bir zorluk ve masraf söz konusu olur. Demek ki; kainattaki varlıkların varlığa gelişleri sonsuz hayat, sonsuz ilim, sonsuz kudret, sonsuz irade sahibi ve bir olan Zât’a havale edilmek zorundadır. Şuursuz tabiat ve kör tesadüf kainatı var edemeyeceği gibi bir zerreyi de var edemez.

Varlıklardaki sanat ve estetik:

Varlıkların farklı renkleri, farklı suretleri, göze hoş gelen, estetik biçimleri, organların muntazam oluşu gösterir ki; varlıkları sanatlı yaratan sonsuz kudret sahibi bir Zât vardır.


8 Mart 2018 Perşembe

Şeriat ve Kadın – Şeriatta Kadın Hakları


Şeriat ve Kadın: Şeriatta (İslam’da) Kadının Hakları Nelerdir?

İslam’da kadının yeri ve önemi büyüktür. Şeriat adalettir. Şeriat erkeklere de kadınlara da haklar verir ve kimseye zulmetmez çünkü şeriat adaletsizlikten, âcizlikten münezzeh, sonsuz izzet ve sonsuz kudret sahibi olan Allah’ın kanunlarıdır.

Ayrıca İslam şeriatının ne anlama geldiğini, neleri içerdiğini anlatan yazımız da okunabilir:Şeriat Nedir?

Şeriat zerrelerden yıldızlara tüm kainatı yoktan var eden, kainatın hâkimi olan, sonsuz hayat, sonsuz kudret, sonsuz ilim sahibi, zamanı, mekanı, maddeyi, ruhu yaratan Allah’ın kanunudur. Bir serçeye kartal kanadı kadar büyük kanat yüklemeyen, annenin yavrusuna olan şefkat hissini yaratan Allah sonsuz adalet ve sonsuz merhamet sahibidir.

Kainattaki varlıklar belli vazifelere sahiptirler. Güneş ısı ve ışık verir. Arılar bal yapar. Peki şuur sahibi, irade sahibi olan insan vazifesiz kalabilir mi? Elbette insan başıboş kalamaz. Yıldızları, arıları, inekleri, bitkileri başıboş bırakmayan Allah, insanı da başıboş bırakmaz. Demek ki; insanlara hayatın anlamını, insanın yaratılış gayesini öğretecek olan peygamberler olmak zorundadır. Tüm peygamberler tek doğru din olan İslam’ın peygamberleridir. Allah’a ortak koşulmasını yasaklayan, Allah’ın birliğini ilan eden, şirki reddeden tek din İslamdır. İslamiyet Allah’ın dinidir. Allah’ın dininde adaletsizlik olması mümkün değildir çünkü adaletsizlik âcizliğin göstergesidir. Allah ise tüm âcizliklerden münezzehtir.

İslamiyet tüm insanlığa adilce davranmayı emreder. İslam hem kadınlara, hem de erkeklere belirli haklar vermiştir.

İslam Cennet’i kadının ayakları altına seren dindir. Kur’an’ın en uzun üç suresinden biri Nisa suresidir. “Nisa” Arapça’da “kadınlar” demektir. Kur’an Hazreti Meryem ve Hazreti Asiye’den uzun uzun bahseder ve onları yüceltir. Hazreti Peygamber’in (Sav) soyu Hazreti Fatıma’dan devam eder. İlk Müslüman olan sahabi Hazreti Haticedir. En çok hadis rivayet eden, bize en çok İslamiyet’i öğreten sahabelerden biri Hazreti Ayşe’dir.

İnsanların en hayırlısı Resulullah (Sav) şöyle buyurdu:

“Dîninizin üçte birini Hümeyrâ’dan öğreniniz.”
Medâric-ün-Nübüvve

Peygamberimiz (Sav) Hz.Ayşe’yi çok severdi ve ona “Hümeyra” derdi.

Kadınlara iyi davranmak konusunda pek çok hadis-i şerif vardır. Birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:

“Mü’minlerin îmân bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. Hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlardır.”Tirmizî, Radâ` 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; İbni Mâce, Nikâh 50

Muâviye İbni Hayde radıyallahu anh şöyle dedi:

– Yâ Resûlallah! Kadınlarımızın bizim üzerimizdeki hakkı nedir? diye sordum. Şöyle buyurdu:

–”Yediğiniz ölçüde yedirmek, giydiğiniz seviyede giydirmek, yüzlerine vurmamak, yaptıkları işin ve kendilerinin çirkin olduğunu söylememek, onları yataklarında yalnız bırakmak gerekirse, bu işi sadece evde yapmaktır.”
Ebû Dâvûd, Radâ` 41. Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 3


İslamiyet’in Kadına Verdiği Haklar

Nafaka (Barınma, Yiyecek, Giyecek, Tedavi Masraflarının Karşılanması) Hakkı

Mehir Hakkı

Eğitim Hakkı

Çalışma, Ticaret Yapma, Şirket Kurma Hakkı

Seçme ve Seçilme Hakkı

Kanun Önünde Eşitçe Muamele Görme Hakkı

Miras Hakkı

Boşanma Hakkı

Evleneceği Eşi Seçme ve Nikah Akdini Bizzat Yapma Hakkı

Cinsel Hakları

Kocasından İyi Davranış Görme Hakkı

Kocasını veya Başkasını Şikayet Etme Hakkı

Kocası Tarafından Ani Baskınlarla Rahatsız Edilmeme Hakkı

Süt Annesi Bulunan Çocuğunu Emzirmeme Hakkı

Hizmetçi Tutma Hakkı

Kocasının Yakınlarının Bulunmadığı Bir Evde Oturma Hakkı

Haftada Bir Kez Anne Babasını Ziyaret Etme Hakkı

Araba Kullanma Hakkı


7 Mart 2018 Çarşamba

İslamda Kadınların Dövülmesi İle İlgili Olan Nisa Suresi 34.Ayet Ve İzahı

Kadınların dövülmesi farz değil, vacip değil, sünnet değildir. Peygamber Efendimiz (Sav) hiçbir zaman eşlerini dövmemiştir. Ayette bahsedilen “isyankar” kadınlar da dahil olmak üzere kadınların yüzlerine vurmak, yüzünü gözünü morartmak, vücudunda iz bırakacak şekilde dövmek yasaklanmıştır.

Nisa Suresi 34.ayet meali:

“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler, kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdır. Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara ögüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür. Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin; düzeltmek isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır”
(Nisa: 4/34-35).

Birincisi:
Bu ayette açıkça görülüyor ki; dövülmesine izin verilen kadınlar bütün kadınlar değil, kocasına isyan eden, ailenin düzenini bozma gayretinde olan, kocasına haksızlık yapan, nasihat dinlemeyen, kocaları tarafından yataklarında yalnız bırakılan ancak kocasının bu tepkilerine rağmen kocasına isyan etmeye devam eden kadınlardır.

“… ve hanımlarınızla güzel bir şekilde geçinin…”
(Nisa: 4/19) ayeti açık bir şekilde kocaların hanımlarıyla güzel geçinmesi gerektiğini anlatır.

İkincisi: Kocasına karşı isyankar olan bu kadınların hafifçe dövülmesi bir emir değil, bir ruhsattır. Peygamber Efendimiz (Sav) hiçbir zaman eşlerini dövmemiş ve ayette bahsedilen bu ruhsatı da kullanmamıştır.

Üçüncüsü:
Amaç, kadının canını acıtmak, kadına işkence çektirmek değil, kadının onuru ve gururunu harekete geçirmek ve onu yanlış yoldan döndürmek ve sonuç olarak evlilikteki huzuru muhafaza etmektir. Bu sebeple kadının yüzünü gözünü morartmak, vücudunda iz çıkacak şekilde dövmek, kadının yüzüne vurmak yasaklanmıştır.

Dördüncüsü:
Kur’an ve hadis-i şeriflerde kadının ufak tefek hataları sebebiyle dövülmesine izin verilmemiştir. Aksine İslam kadına haksızlık etmeyi yasaklamıştır. Ayette geçen “Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın.” ifadesi de kadının ufak tefek hataları sebebiyle dövülemeyeceğini gösterir.

Peygamber Efendimiz (Sav) ayette geçen istisnai durum haricinde kadınların dövülmesini yasaklamıştır. Kadınlara iyi davranılması konusunda bazı hadis-i şerifler:

“Gündüz karısını köle gibi kırbaçlayan birisi akşam onunla aynı yatağa nasıl girecek?”
(Buhârî, “Nikâh”, 93; Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 60).

“Mü’minlerin îmân bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. Hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlardır.”
Tirmizî, Radâ` 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; İbni Mâce, Nikâh 50

Muâviye İbni Hayde radıyallahu anh şöyle dedi:

– Yâ Resûlallah! Kadınlarımızın bizim üzerimizdeki hakkı nedir? diye sordum. Şöyle buyurdu:

–”Yediğiniz ölçüde yedirmek, giydiğiniz seviyede giydirmek, yüzlerine vurmamak, yaptıkları işin ve kendilerinin çirkin olduğunu söylememek, onları yataklarında yalnız bırakmak gerekirse, bu işi sadece evde yapmaktır.”
Ebû Dâvûd, Radâ` 41. Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 3


6 Mart 2018 Salı

DÜŞÜK

1- Organları Belirgin Düşük

İslâm Hukukunda "sakt" kelimesiyle anlatılan düşük sadece organları belirmiş olan düşüktür. Ama bütün organların belirmiş olması şart değildir. Saç ve tırnak gibi bazı organlarının belirmesi, çocuk sayılması için yeterlidir.

Böylece bir kısım organları belirmiş çocuğu düşen kadın, bununla lohusa olur ve normal doğumla ilgili bütün hükümler onun için de geçerli olur. Meselâ iddeti sona erer, çocuk düşmeden önce gördüğü kan âdet kanı olmaz.

Organları Belirsiz Düşük

Hiçbir organı belli olmayan düşük, çocuk sayılmaz ve bununla çocuğa ait hükümler geçerli olmaz.

Böyle bir düşükle gelen kan; nisaba ulaşırsa, yani âdetin en az miktarı olan üç gün sürerse ve öncesinde de bir tam temizlik geçmişse âdet kanıdır. Bu iki şartları biz, ya da her ikisi eksikse hastalık kanıdır.

Organları Belirgin Olup Olmadığı Bilinmeyen Düşük

Kadın, meselâ tuvalette düşük yaptığı için, organlarının belirgin olup olmadığını bilmemesi halinde; bu düşürme olayı âdet günlerinin başlangıcına rastlamış ve bununla kan devam etmişse: âdet günleri sayısınca namaz ve orucunu kesinkes terkeder. Çünkü bu günlerinde ya âdetlidir ya da lohusadır. Sonra yıkanır ve temizlik âdeti kadar süre namazlarını şüpheli bir şekilde kılar. Çünkü lohusa olma ihtimali de vardır. Sonra âdeti kadar süre namazlarını yine kesinlik ifade eder tarzda kılmaz. Çünkü yine ya lohusadır veya âdetlidır. Sonra yıkanır ve temizlik âdeti kadar süre -kırk günü doldurmuşsa- kesin tarzda kılar, doldurmamışsa dolduracak kadar sürede şüpheli bir şekilde, doldurduktan sonrakileride kesin olarak kılar. Sonra bu minval üzere devam eder.

Eğer âdet günlerinden sonra böyle bir düşük yapmışsa; bu düşük, temizlik günlerine rastladığı için, temizlik âdeti kadar gün namazını şüpheyle kılar. Sonra âdetine rastlayan günlerde kesin olarak bırakır. Çünkü ya lohusadır ya da âdetlidır.

Bu son iki maddede anlatılan meselede göz önünde bulundurulan şey, şüpheye yer vermemek ve ihtiyatli olanla amel etmektir.

Hamile kadınla cinsel ilişki, tibbî bir sakınca tesbit edilinceye kadar serbesttir.

Özet Olarak Lohusalık


1. Lohusalık, ağacın meyva vermesi gibi, kadının olğunluğunu, en şerefli görev olan anneliğini ve sağlıklılığını anlatan doğal bir haldir.

2. Lohusalığın en azına sınır yoktur, en çoğu ise kırk gündür. Buna göre doğumundan bir iki saat sonra kanı kesilen ve kırk gün içerisinde bir daha akmayan kadın temizdir. İbadetini yapar, cinsel ilişkide bulunabilir. Kırk günden sonra kan aksa da temiz sayılır.

3. Doğum yapan kadın birinci doğumunda kaç gün kan görmüşse o, onun lohusalık âdeti olur. Ondan sonraki doğumda kırk günü aşacak şekilde kan görürse, hesabını birinci âdetine göre yapar. Ancak ikinci doğumda kırk günü aşmamak üzere, birinciden farklı gün kadar kan görürse, bu âdet haline gelmiş ve âdeti değişmiş sayılır.

4. Lohusa namaz kılmaz, oruç tutmaz, Kui`ân okumaz, Mushafa dokunmaz, mescide girmez, Kâbe`yi tavaf etmez, cima şeklinde cinsel ilişkide bulunmaz. Kılmadığı namazı kaza etmez, ama tutmadığı orucu sonra kaza eder.

5. Organları belli düşük de çocuk sayılır ve anne onunla da lohusa olur.

6. Organları belli olmayan düşük, âdet ya da hastalık sayılır, lohusa sayılmaz.

7. Bir batından birden çok doğumlarda, lohusalık birinci doğumdan itibaren başlar.

Modern Tip ve Lohusalık

a) Gebelik ve Lohusalık:

Gebelik yaşı, âdet yaşıyla paralellik gösterir. Bir hanımın âdet gördüğü her yaş içerisinde gebe kalma şansı vardır. Hattâ âdetten kesildiği halde bir yıl içerisinde yine gebe kalan hanımlara rastlanmaktadır.

Gebelik süresi 280 +/-10 gündür. Ya da normal âdet gören hanımın son âdet tarihine yedi gün eklenilip, üç ay geriye gidilerek hesap edilir. Çıkan tarihten ondört gün önce, ya da sonra olabilir.

Örnek:

Son âdet tarihi: Yaklaşık doğum tarihi:

5.4.1986 12.1.1987 +/-14 gün

26.12.1986 3.10.1987 +/-14 gün

Daha geç olabileceğini iddia edenler de vardır ama bu geçersizdir. Bu hanımlarda geç yumurtlama olmuş ve bunlar geç gebe kalmışlardır.

Gebeliğin yedinci aydan önce sonuçlanması düşük olarak değerlendirilir.

Doğacak çocuğun cinsiyeti, gebelik süresini etkilemez.

Gebe niçin âdet görmez diye sorulabilir:

Gebelerdeki homional sistemin çalışması çok farklıdır. Bunlarda yumurtlama olmaz. Östrojen-progesteron hormonları her siklus esnasında giderek artar ve âdet görürken en düşük seviyeye iner. Gebelikte ise bu hormonlar gittikçe artar ve bunlara ek olarak koryonik gonodotropin hormonu salgılanır. Uterus`un endometrium dokusu gebeliğin oluşması ve devamı için hazırlanmıştır, fakat dökülmemektedir. Bu nedenle âdet görülmez.Gebelik sırasındaki kanamalar âdet kanaması değildir. Düşük tehdidi kanamasıdır. Son aylarda olan kanamalar ise esin (plasenta) yerleşme bozukluğunu veya erken ayrılmasını düşündürür.Bazan gebe kalındıktan bir ay sonra hafif kanamalar olabilir. Bu da kesinlikle âdet kanaması değildir. Bunu ispatlayan durum ise, kanamadan hemen sonraki ilk onbeş günde yapılan gebelik testinin olumlu olmasıdir.Gebeliğin kendine özgü psikolojisi ve bu konuda dikkat edilmesi gereken noktalar vardır:Gebeliğin oluşması ile birlikte anne vücudunda organık ve psikolojik birçok değişiklikler olur. Bir taraftan anne olmanın mutluluğunu hissederken, diğer taraftan da altına girmis olduğu sorumluluğun dışarıdan göründügü kadar basit olmadığını farkeder.

Gebeliğin ilk ve son üç ayı tehlikeli aylardır. Anne adayı, hareketlerini dikkatle ayarlamalıdır.Yine ilk üç ayda birçok gebede bulantı ve kusma görülür. Bazan kusmalar kilo kaybettirecek kadar fazla olabilir, Bu devrede kullanılabilecek ilaçların da oldukça sınırlı olması, gebeye yardımı iyice azaltır. Bunun dışında halsızlık,başdönmesi, vücudun çeşitli bölgelerinde ağrılar (bas, bel, kemik ve kuyruk sokumu gibi), ayaklara ani kramp girmeleri görülebilir.

Gebelerin ve süt veren annelerin beslenmesi oldukça önemlidir. Özellikle vitamin, protein ve minerallerden zengin gıda almaları gerekir.

Gebeler psikolojik açıdan da oldukça hassas bir devreye girmişlerdir. Kısaca pireyi deve yapan bir tutum içerisindedirler. Davranışları daha hoşgörü ile karşılanmalı, doğum korkusu, anne olma korkusu ve her türlü korku ve endişelerini giderecek şekilde samimi ve müşfik olmalı, problemlerini sabırla, sükûnetle dinleyip gerekli şekilde yardımcı olmalıdır.

Lohusalığa Gelince:

Doğumdan sonra gelen kanın özellikleri konusunda şunlar söylenebilir:

Gebelikten önce rahim altmış-yetmiş gram ağırlığında bir organdır. Gebelik sonunda bir kilograma erişir. Bu gelişme rahimin endometrium tabakasında da olmaktadır. Çünkü buraya bebeğin plasentasi (es) yapışarak bebeğin beslenmesini sağlar. Doğumdan sonra es (plasenta) ayrılınca uterus, açılan damarların ağızlarının kapanması için derhal büzülmeye, sıkışmaya başlar. İlk kanamalar bu esnada damardan gelen kandır. Bazı nedenlerle bu sıkışma olayı olmazsa annenin hayatı ölümle sonuçlanır. Uterusun devamlı kazılması ve endometriumun beslenme hadisesinin olmaması nedeniyle; desidua denilen endometrium dökülmeye başlar. Bu dökülen doku artıkları fibrin, serum, lenf ve akyuvarlardan oluşmuş yara salgısıdır.

Başlangıçta koyu kırmızı renktedir. Gün geçtikte rengi açılır. Nihayet kirli-beyaz akıntı ile sonuçlanır. Lochia dediğimiz akıntının gelmesi kişiden kişiye çok farklıdır. Bir-iki haftadan birbuçuk aya kadar devam edebilir.

b) Gebe ve Lohusa Ile Cinsel İlişki:


Gebe ile cinsel ilişkide, ilk üç ayda, düşüklere sebebiyet vermemek için, son iki ayda ise erken doğuma veya mikrop kapmaya engel olmak için dikkatli davranmak gerekir. Şayet kanama ve sanci gibi şikâyetler oluyorsa kesinlikle münasebette bulunmamalıdır.

Doğumdan sonra rahim içerisi tamamen yara haline dönüştügü için lohusa ile ilişki kesinlikle zararlıdır.

a) Yaraya kolaylıkla mikrop yerleşebilir, rahim içerisine ve vücuda yayılır.

b) Lohusanın genel vücut direnci çok düşmüştür. Atılacak yanlış bir adım, annenin ömür boyu sakat kalmasına veya hayatını kaybetmesine sebep olabilir.

"Doğum sırasında üreme organları, özellikle rahim ve hazne berelenir, çok defa yırtıklar oluşur. Bu sırada kadınla yakınlıkta bulunmak kadını pek fena örseler, mikropların hemen faaliyete geçmesi, bir çok önemli kadın hastalıklarının oluşmasına sebep olur. Onun için rahim ufalmadan, kadının üreme organları tabiî halini almadan, kadına kesinlikle yanaşmamalıdır. Tolstoy, bu zamanlar kadını rahatsız eden erkeği ayıplıyor: "Bir erkek, gebe bir kadını sevgili diye severken onun bir anne olduğunu unutmamalı. Bir kadın hem bir sevgili, hem yorgun bir anne, hem de hasta bir insan olmaya bir anda tahammül edemez." (Dr.Cemal Z.Ö.)

c) Gebeye ve Lohusaya Tavsiyeler:


Beslenme:

Dengeli ve ölçülü olmalıdır. Gebeliğin başından sonuna kadar 10-12 kilo alınmalıdır. Bazı besinlere aşırı düşkünlük, bazılarından tiksinti, veya abur-cubur yemek, kişiyi zararlı bir hale itebilir. Her gebe kendi alışkanlıkları ve ekonomik durumu ile başlı başına bir program dahilinde yeterli protein, yağ, vitamin, karbonhidrat ve mineral almalı. Gebeliğin altıncıayından itibaren tuz azaltılmalı, kalsiyum bakımından zengin gıdalar (süt, yoğurt, peynir gibi) alınmalıdır.

İlâç:

İlâç almak, sakıncalıdır. Özellikle organların teşekkül devresi olan ilk üç ay çok dikkatli olmalı, gerekli hallerde doktora başvurulmalı ve tavsiyelerine mutlaka uyulmalıdır.

Sigara:

Düşük ve erken doğumlara sebep olmakta, zekâ yönünden bebeği olumsuz yönde etkilemektedir. Bu yüzden sigara alınmamalı, hattâ sigara içilen bir odada dahi bulunulmamalıdır. Zira bu doğacak çocuğun istikbali açısından önemlidir.

Çalışma:

Normal bir gebenin günlük yaşantısını değiştirmesi düşünülemez. Yalnız ani ve sert hareketlerden kaçınmalı, ağır yük kaldırmamalı, yukarılara doğru uzanmamalı, uzun ve sarsıntılı yolculuklardan kaçınmalıdır.

Vücut Bakımı:

Çok soğuk, çok sıcak su ile yıkanmamak ve uzun süre banyoda kalmamak şartı ile banyo yapmalı ve temizliğe dikkat etmelidir. Karın bölgesindeki çatlaklara mani olmak için yağlı bir krem veya badem yağı kullanılabilir.

Gebelik ve süte hazırlik göğüslerde büyümeye sebep olur. Meme başlarındaki direnci artırıp, emzirmede problem çıkmaması açısından meme başlarını sık sık sabunlu su ile yıkayıp meselâ badem yaği sürülebilir. Halk arasında yaygın olan alkolle silme alışkanlığı, sertleşmelere ve çatlamalara sebep olacağından tavsiye edilmez.

Diş Bakımı:

Çok önemlidir. Gebe kalmadan gerekli tedavi yapılmalı, devamlı temiz tutmaya gayret etmelidir. İlk ve son üç ayda mümkün olduğu kadar müdahaleye dikkat edilmelidir.

Çocuk doğuran annenin çocuğunu bizzat emzirmesi çok önemlidir. Bu, çocuk ve anne arasındaki ilişkiyi güçlendirir. Emziren anne, vazifesini yapmanın huzuru içerisindedir. Anne sütüyle bebeğin hastalıklara karşı dayanıklılıgı sağlanır.

Anne sütü, süt çocuklarında gördüğümüz en kötü hastalık olan ishalden korur.

Bebek ise, anne kucağında olmanın mutlulugu ve rahatlığı içindedir.

En az altı ay sırf anne sütü atmalı, altı aydan sonra ise yaşına kadar süt ve yardımcı mamalar almalıdır.

(İzmir Tıp Fakültesi araştırması olarak verilen haberde; kadınlardaki meme kanserinin daha çok (% 19 daha fazla) ilk doğumunu otuz yaşından sonra yapanlarda görüldüğü açıklandı. Bu konuda, doğum yapmama ve çocuğunu emzirmeme de başta gelen sebeplerden olarak söylendi).


5 Mart 2018 Pazartesi

LOHUSALIK (NİFAS)

Nifas; parçalanmış organlar halinde de olsa çocuk doğurmanın ardından, kadının rahminden gelen kan veya organları belli olduktan sonra düşük de olsa, çocuğun yarıdan çoğunun çıkması, ya da doğurduğu çocuğun ardından gelen kan sebebiyle kadında oluşan bir şer`î engel hali demektir.

Lohusalık haline islâm Fıkhında "nifas" denmesinin sebebi; onunla bir "nefs"in, yani bir canlının dünyaya gelmesi, veya canlıyı ayakta tutan esas unsurlardan biri olmasından dolayı "nefs" tâbir edilen kanın, doğumla beraber akması, ya da rahmin açılıp yarılmasından dolayı "rahim teneffüs etti" denmesi yani, "nifas"ın "teneffüs" kelimesinden türemiş olabilmesidir.

Lohusalığın Başlangıcı:

Tarifte de değindiğimiz gibi lohusalık, çocuğun yarıdan çoğunun çıkmasıyla başlar. Yarıyı belirlemek için çocuğun doğru gelmesinde göğsüne, ters gelmesinde ise göbeğine itibar edilir.

Hamile kadından, doğumdan hemen önce bile olsa, çocuk çıkmadan gelen kan hastalık kanıdır. Âdetin en az süresi kadar uzasa bile âdet ya da lohusalık kanı değildir.

Doğum yaptığı halde fercinden kan gelmeyen kadın da yıkanma konusunda, fetvâ verilen görüşe göre lohusadır. Yani yıkanması gerekir. Çünkü doğan çocukla beraber en azından kanın bir ıslaklığının bulunmadığı olmaz. Ya da çocuğun çıkması lohusalık için zaten başlı başına bir sebeptir. Ayrıca kan aramaya gerek yoktur.

Lohusalığın Ölçüsü:

Lohusalığın en azının bir ölçüsü yoktur. Doğum yaptıktan bir saat sonra kan kesilse yıkanır ve ibâdetlerini normal şekilde yapar. Çünkü kanın lohusalık kanı olduğuna doğumdan başka bir delil gerekmez. Halbuki âdet kanını tanımak ve hastalık kanından ayırmak için en az üç gün sürmesi gerekir. Lohusalığa en az süre, ancak ihtiyaç duyulduğu zaman belirlenir. Meselâ karısına: "Doğum yaptığında boşsun"` dese, bu kadının iddeti İmam Azam`a göre: Önce yirmibeş gün lohusalığı hesap edilmek, ardından onbeş gün temizlik, onun da ardından beşer günden üç âdet ve iki âdet arasında onbeşer günden iki temizlik olmak üzere en az seksen beş günde dolmuş olur ve kadın, bundan daha az zamanda iddetinin bittiğini söylese kabul edilmez.

Lohusalığın en çoğu ise kırk gündür. Dolayısıyla; iki âdet peşpeşe gelmeyeceği gibi, iki lohusalık ve bir lohusalık ve bir âdet de peşpeşe gelmeyeceğinden, kırk günü aşan kan lohusalık ya da âdet kanı değil, hastalık kanı olmuş olur.

İki lohusalık arasındaki temizliğin en az süresi altı aydır. Çünkü altı ay, gebeliğin en az süresidir. Buna göre eğer iki lohusalık arasındaki süre altı aydan daha az olursa bu iki doğum ikiz olarak kabul edilir.

Lohusalık Âdetinde Değişme (İntikat):

Kadının lohusalıktaki âdeti, önceki doğumunda kan gördüğü günler kadardır. Buna göre meselâ, önceki doğumunda yirmibeş gün kan görse bu, onun âdeti sayılacağından ikinci doğumunda kırk günü aşan bir sayıda, meselâ kırkbeş gün kan görse, yirmibeş günü geçen bu yirmi gününün lohusalık değil hastalık kanı olduğu anlaşılır. Ve bırakılan ibâdetler kaza edilir.

İkinci doğumda kan kırk günü aşmaz da, meselâ otuzdokuz ya da kırk gün devam ederse, bu defa lohusalıktaki âdeti otuz dokuz ya da kırk güne intikal etmiş sayılır ve kırk günü aşmadığı için bunların, hepsi lohusalık kanı olmuş olur.

Lohusalıkta âdetin değişmesine (intikaline) şu örnekleri de verebiliriz:

a) Lohusalık âdeti yirmi gün olan bir kadın, sonraki doğumunda on gün kan görse, yirmi gün temiz kalsa ve onbir gün daha kan görse toplamı kırkbir gün eder ki, bununla âdeti olan yirmi günü geçen kısmının hastalık kanı olduğu anlaşılır. Buna göre on günü temiz geçen ilk yirmi günü, yine âdeti olduğu üzere lohusalıktir. Geri kalan günleride temiz sayıldığı için ibâdetlerini kaza edecektir.

b) Aynı kadın yirmi gün kan gördüğü bu doğumundan sonraki doğumunda, bir gün kan görse, otuz gün temiz kalsa, tekrar bir gün kan görse, ondört gün temiz kalsa ve bir gün daha kan görse, lohusalık süresi âdeti olduğu üzere yine ilk yirmigündür. Çünkü ikinci kan ve ikinci temizlik eksik kan ve eksik temizliktir; âdet kanı ve âdet temizliği olamazlar. Eksik temizliklerde de kan devam etmiş sayılacağından ve kan gelen günlerin toplamı böylece kırk günü geçtiğinden kadın ilk âdetine döner ki, o da yirmi gündür.

c) Aynı kadın beş gün kan görse otuzdört gün temiz kalsa, tekrar bir gün daha kan görse toplamı kırk gün edeceğinden, yani kırk günü aşmamış olacağından bu kadının lohusalık âdeti yirmi günden kırk güne intikal etmiş ve kırk günün tamamı lohusalık olmuş otur.

d) Aynı kadın onsekizgün kan görse, yirmiiki gün temiz kalsa ve tekrar bir gün daha kan görse, bu defa lohusalık âdeti yirmi günden onsekizgüne intikal etmiş olur.Çünkü onsekizgün kan gördükten sonra geçirdiği temizlik onbeş günü aştığı için tam temizliktir ve son kan kırk günü aştığı için de iki lohusalık kanı arasında değildir.Böyle bir temizlikle lohusalığın sona erdiği anlaşılır.

Son gördüğü bir gün kan ise eksik kan olduğundan hastalık kanı olmuş olur. Bu kan bir gün değil de şayet üç gün olmuş olsaydı âdet kanı olmuş olacaktı ve son gördüğü bir gün kanı kırk günü aşmadan görmüş olsaydı, temiz geçirdiği günlerin sayısı onbeş günü geçmiş olsa da yine hepsi lohusalık olmuş olacaktı.

e) Yine bu kadın bir gün kan görse, otuzdört gün temiz kalsa, tekrar bir gün kan görse, onbeş gün temiz kalsa ve yine bir gün kan görse, bu kadının lohusalığı, önceki örneğin tersine; sonu kan olan otuzaltı gündür. Yani âdetine onaltı gün eklenmiş ve âdeti değişmiş (intikal etmiş)tir. Çünkü son kandan önceki temizlik tam ve sağlam temizliktir; dolayısı ile kan kırk günü geçmemiştir.

Bütün bu örnekleri İmam Ebû Hanife`nin şu görüşü özetler biçimdedir: Doğumdan sonra kan kırk günün içinde gelirse, araya giren temiz günler çok olsa da ayırıcı olamaz ve kan sürekli akmış sayılır. Hatta kadın doğumunda bir saat kadar kan görse, otuzdokuz gün temiz kaldıktan sonra kırkıncı günde de bir saat kadar kan görse bu kırk günün tamamında lohusa sayılır.

e) İkiz Doğumda Lohusalık:

Her iki doğum arasında süre altı aydan az olmak üzere kadının bir batından iki ya da daha fazla çocuk doğurması halinde lohusalık sadece birinciden olur, daha sonraki doğumlar için lohusalık yoktur. İsterse birinci ile üçüncü arasındaki süre altı ayı aşmış olsun.

Bu, İmam Ebû Hanife`nin (r.a.) ve İmam Ebû Yûsufun görüşüdür ve sağlam olan da budur. Imam Muhammed`e göre ise, lohusalık sonuncudan olur. Çünkü rahim ancak onunla boşalmıştır. İki doğum arasındaki kan ise hastalık kanıdır.

Ancak birden,çok doğumda iddet, ittifakla son çocuk ile tamamlanır. Çünkü iddet rahmin boşalması demektir, bu ise içindekilerin tamamen çıkması ile olur.

Sahih olan ikizliğin şartı, yüklülüğün yani, döllenmenin bir olmasıdır.

Erginlik lohusalık kanına bağlanamaz. Çünkü gebe kalmakla erginlik zaten gerçekleşmiş demektir.


https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/lohusalik-nifas-0

3 Mart 2018 Cumartesi

ÂDET GÜNLERİNDE DEĞİŞME (INTİKAL)


Âdet günlerindeki değişme, yani "intikal", âdet meseleşinin en önemli noktasıni oluşturur. Dolayısı ile bu konuda özellikle kadınların çok dikkatli olması gerektir.

Bazı kadınların âdet günleri düzenlidir. Her ayın belli gününde başlar ve belli gün kadar sürer. Böyle olan kadınlar için âdet hesapları konusunda bir zorluk yoktur. Böyle bir kadına, âdeti belli, anlamında "mu`tâde" denir.

Ancak yaş ve sağlık durumundaki değişmeler, iklim şartları ve doğum gibi bazı olaylar yüzünden çoğu kadınların âdet günlerinde oynama, artma, ya da eksilme olabilir. Bu olaya "intikal" denir.

Düzenli âdeti olan, meselâ her ayın belli gününden başlamak üzere belli gün âdet gören bir kadın, arada bir her nasılsa, yine âdet gününden başlamak üzere on günü aşkınken görse, âdetine itibar eder, sadece on günü aşan günlerde değil, âdet günlerini aşanlarda da temiz sayılır. Kan geldiği için terkettiği ibâdetlerini kaza eder.

Düzenli âdetin değişmesi (intikal), âdet gördüğü gün sayısında olabileceği gibi, başlama zamanında da olabilir. Buna göre değişmede (intikalde) su ihtimaller söz konusu olur.

Âdetin zıddına gelen kan, on günü ya aşar veya aşmaz.

Aşması halinde kan gördüğü bu on günü aşkın günler içerisinde önceki düzenli âdetinin günlerine rastlayan en az bir âdet ölçüsü (nisab), yani üç gün bulunur ya da bulunmaz.

Bulunması halinde, bu bulunan günler âdet günlerine ya eşittir veya değildir.

Âdetin zıddına gelen bu kan on günü geçmemesi halinde de ya tam on gün olur ya da daha az olur.

Söz konusu kan on günü aşar ve içerisinde önceki düzenli âdetinin bulunması gereken günlerden en az bir âdet ölçüsü (nisab), yani üç tam gün kadarı bulunmazsa âdet, zaman olarak değişmiştir ancak sayı aynıdır.

Açıklaması: Adeti her (dinî) ayın ilk gününden başlamak üzere beş gün olan bir kadın, ayın âdet görmesi gereken bu ilk beş gününde, ya da baştan üçünde temiz kalsa, sonra onbir gün kan görse, bu durumda bu onbir günün içerisinde ilk ihtimale göre âdetinden hiç bulunmamış ikinci ihtimale göre de sadece iki gün bulunmuştur. Dolayısı ile bu kadının âdeti, kan gördüğü günden başlamak üzere beş gündür, çünkü kan on günü aşmıştır, bu yüzden sayı olarak âdetine döner. Yani âdeti sayı bakımından değil de, zaman bakımından değişmiş (intikal etmiş) olur. Çünkü önceki âdet günleri temiz geçmiş, hattâ öncelerinde de kan görülmemiştir. Dolayısı ile âdet kabul edilmesi mümkün değildir.

On günü aşan bu kan içerisinde, önceki âdet günlerinin en az bir âdet ölçüsü (nisabi), yani üç gün bulunursa, sadece bu üç gün âdettir, geri kalan hastalık kanıdır.

Önceki âdet günlerinin tamamı bu on günü aşan kan içerisinde bulunursa, bu durumda âdet; gün sayısı olarak da zaman olarak da değişmemiş, nerede ise ve ne kadarsa öyle kalmış ve o miktardan fazlası hastalık kanı olmuş demektir.

Açıklaması: Âdeti her (dinî) ayın ilk gününden başlamak üzere beş gün olan bir kadın, bir defasında henüz ayın biri olmadan beş gün kan görse, kan devam edip âdet günleri olan ayın ilk beş gününde de görüldükten sonra, fazladan da bir gün kan görse, toplam onbir gün eder. Esas âdet günleri de onların içerisindedir. Bu durumda önceki âdet günleri olan ayın ilk beş gününde gördüğü kan âdet kanı, önceden beş ve sonradan bir gün gördüğü kan ise hastalık kanıdır.

Yine bu on günü aşan kan içerisine önceki düzenli âdetinden bir âdetin en az ölçüsü rastlasa ve fakat bu rastlayan günler önceki âdet günlerine eşit olmasa, öncekinden az da olsa âdet bu ikinci sayıya geçmiş ve o, âdetin sayısı olmuştur:

Açıklaması: Âdet günleri ayın ilk beş günü olan bu kadın, ayın ilk iki gününde temiz kalsa, arkasından onbir gün kan görse, kan gördüğü günlerin ilk üçü, önceki âdetine rastladığı ve en az âdet ölçüsünü doldurduğu için âdeti sayılır. Bu durumda âdeti sayı olarak değişmiş zaman olarak değişmemiş ve beş günden üç güne intikal etmiş olur. Geri kalan sekiz gün ise hastalık kanıdır.

Kan gördüğü günlerin sayısı on günü geçmedikçe, düzenli âdeti kaç gün olursa olsun, hepsi âdettir.

Ancak bu kurala, arkasından tam bir temizlik süresi geçirirse, kaydını eklemek gerekir. Bir tam temizlik, yani onbeş gün geçmeden tekrar kan görürse yine âdetine döner fazlasını hastalık kanı sayar. Çünkü aralarında bir tam temizlik bulunmayan kan sürekli akmış sayılır.

Açıklaması: Âdet günleri ayın ilk beş günü olan örneğimizdeki kadın, ayın ilk günü kan görse, fakat kan beş gün değil, altı gün sürse altıncısıda âdet kanıdır. Aynı kadın ondört gün temiz kaldıktan sonra tekrar kan görse bu defa ilk âdetine döner ve o altıncı günü âdet değil, hastalık kanı sayar, ibâdetlerini kaza eder. Çünkü normal temizliğin en azı onbeş gündür.

Âdet bir seferle yerleşmiş ve sabitleşmiş olur.

Meselâ ilk defa âdet gören bir kız ilk âdetinde altı gün kan görse arkasından yirmidört gün temiz kalsa âdeti böylece yerleşmiş olur. Dolayısı ile sonraki aylar bir hastalık yüzünden kendisinden sürekli kan gelecek olsa âdetini ve temizlik günlerini önceden sabitleşen bu sayılara göre hesaplar.

Âdetin değişmesi, yani düzgün bir âdetin, sayıca ya da zamanca başka bir düzgün âdete dönüşmesi (intikal), peşpeşe iki âdetin aynı ölçüde ve önceki âdete zit olarak gelmesiyle olur.

Bu son iki maddeyi daha iyi anlayabilmek için şöylece örneklendirebiliriz:

Düzenli âdeti meselâ altı gün olan bir kadın, bir ay yedi gün âdet görse bu yedinci gün hayız olmuş olur, ancak bir sonraki ayda da yedi gün âdet görmedikçe düzenli âdeti yedi güne çıkmış olmaz. Bu sözü edilen yedinci gün hayız olmuş olduktan sonra düzenli olup olmaması ne değiştirir? gibi bir soru akla gelebilir. Bunların farkı su örnekle anlaşılabilir: Düzenli âdeti meselâ altı gün olan bir kadın bir ay yedi gün, onun arkasındaki ay ise onbir gün âdet görse, iki ay peşpeşe aynı sayıda âdet görmediği için düzenli âdeti yine altıdır ve ikinci ayda on günü aşacak gekilde kan gördüğüne göre, yedi günden fazlası değil altı günden fazlası, yani beş günü hastalık kanıdır: Fakat iki ay peşpeşe yedi gün sürmesi, düzgün âdetin yedi güne intikal ettiğini gösterir. Ondan sonraki ay, kanın onbir gün gelmesi halinde, beş değil de sadece dört günün âdet olmadığı anlaşılır. Ama sabit ve düzgün bir âdeti olmayan kadından gelen kan, önceki âdeti kaç gün olursa olsun, on günü geçmedikçe âdet sayılır. Meselâ bir ay altı, bir ay yedi, bir ay sekiz, bir ay dokuz, bir ay on gün âdet görse bunların hepsi âdettir: Ertesi ay onbir gün kan görse, on günü âdet bir günü hastalık kanı olmuş olur.

Kısaca âdet bir defa ile sabit ve yerleşmiş, iki defa ile değişmiş yani intikal etmiş olur.


https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/adet-gorme-hayiz

28 Şubat 2018 Çarşamba

İSLAM HALİFELERİNİN LİSTESİ


1 Dört Halife veya Hulefa-i Raşidin Dönemi

2 Emeviler Dönemi

3 Abbasiler Dönemi

4 Memluk Himayesi Dönemi

5 Osmanlı Dönemi

5.1 Son Halife

5.2 Halifeliğin kaldırılması Dört Halife veya Hulefa-i Raşidin Dönemi

Hz.Muhammed'(S.A.V)in vefatından hemen sonra seçimle göreve gelmiş Dört Halifedir:

Ebu Bekir(R.A)Ömer bin Hattab(R.A)Osman bin Affan(R.A)Ali bin Ebu Talib(R.A)

Emeviler Dönemi

Emeviler dönemindeki halifelerdir:

I. Muaviye 661 - 680

I. Yezid 680 - 683

II. Muaviye 683 - 684

I. Mervan 684 - 685

Abdülmelik 685 - 705

I. Velid 705 - 715

Süleyman bin Abdülmelik 715 - 717

Ömer bin Abdülaziz 717 - 720

II. Yezid 720 - 724

Hişam bin Abdülmelik 724 - 743

II. Velid 743 - 744

III. Yezid 744

İbrahim bin Velid 744

II. Mervan 744 - 750

Abbasiler Dönemi

Abbasiler dönemindeki halifelerdir:

Seffah (Abbasi) (Ebu'l Abbas) 750 - 754

Mansur (Abbasi) 754 - 775

Mehdi (Abbasi) 775 - 785

Hadi (Abbasi) 785 - 786

Harun Reşid 786 - 809

Emin (Abbasi) 809 - 813

Memun (Abbasi) 813 - 833

Mutasım (Abbasi) 833 - 842

Vasık (Abbasi) 842 - 847

Mütevekkil (Abbasi) 847 - 861

Muntasır (Abbasi) 861 - 862

Müstain (Abbasi) 862 - 866

Mutez (Abbasi) 866 - 869

Muhtedi (Abbasi) 869 - 870

Mutemid (Abbasi) 870 - 892

Mutezid (Abbasi) 892 - 902

Muktefi (Abbasi) 902 - 908

Muktedir (Abbasi) 908 - 932

Kahir (Abbasi) 932 - 934

Razi (Abbasi) 934 - 940

Müttaki (Abbasi) 940 - 944

Müstekfi (Abbasi) 944 - 946

Muti (Abbasi) 946 - 974

Ettai (Abbasi) 974 - 991

Kadir (Abbasi) 991 - 1031

Kaim (Abbasi) 1031 - 1075

Muktedi (Abbasi) 1075 - 1094

Mustazhir (Abbasi) 1094 - 1118

Mustarşid (Abbasi) 1118 - 1135

Raşid (Abbasi) 1135 - 1136

Muktefi (Abbasi) 1136 - 1160

Müstencid (Abbasi) 1160 - 1170

Müstezi (Abbasi) 1170 - 1180

Naşir (Abbasi) 1180 - 1225

Zahir (Abbasi) 1225 - 1226

Mustansır (Abbasi) 1226 - 1242

Mustasım (Abbasi) 1242 - 1258

Memluk Himayesi Dönemi

Abbasi Hanedanının Mısır'daki Memlük Sultanlığı himayesi altında olduğu dönemdeki halifeleridir:

Mustansır (Abbasi) 1259 - 1261

I. Hakim 1262 - 1302

I. Müstekfi 1302 - 1340

I. Vasık 1340 - 1341

II. Hakim 1341 - 1352

I. Mütadid 1352 - 1362

I. Mütevekkil 1362 - 1383

II. Vasık 1383 - 1386

Mutasım (Abbasi) 1386 - 1389

I. Mütevekkil (ikinci sefer) 1389 - 1406

Mustain (Abbasi) 1406 - 1414

II. Mutadid 1414 - 1441

II. Müstekfi 1441 - 1451

Kaim (Abbasi) 1451 - 1455

Mustancit (Abbasi) 1455 - 1479

II. Mütevekkil 1479 - 1497

Mustamsık (Abbasi) 1497 - 1508

III. Mütevekkil 1508 - 1517

Osmanlı Dönemi Osmanlı Devleti'nin Ridaniye Muharebesini kazanarak Memlük Sultanlığı'na son vermelerinden sonra Halife ünvanını üstlenen padişahlardır:

Yavuz Sultan Selim 1517 - 1520

Kanuni Sultan Süleyman 1520 - 1566

II. Selim 1566 - 1574

III. Murat 1574 - 1595

III. Mehmet 1595 - 1603

I. Ahmet 1603 - 1617

I. Mustafa 1617 - 1618

II. Osman 1618 - 1622

I. Mustafa (ikinci sefer) 1622 - 1623

IV. Murat 1623 - 1640

I. İbrahim 1640 - 1648

IV. Mehmed 1648 - 1687

II. Süleyman 1687 - 1691

II. Ahmet 1691 - 1695

II. Mustafa 1695 - 1703

III. Ahmet 1703 - 1730

I. Mahmut 1730 - 1754

III. Osman 1754 - 1757

III. Mustafa 1757 - 1774

I. Abdülhamid 1774 - 1789

III. Selim 1789 - 1807

IV. Mustafa 1807 - 1808

II. Mahmut 1808 - 1839

Abdülmecit 1839 - 1861

Abdülaziz 1861 - 1876

V. Murat 1876

II. Abdülhamit 1876 - 1909

V. Mehmet 1909 - 1918

VI. Mehmet 1918 - 1922

Son Halife Padişah olmadığı halde Halife olarak kabul edilmiş bir Osmanlı Hanedanı üyesidir:

II. Abdülmecit 1922 - 1924

Halifeliğin kaldırılması 3 Mart 1924

Türkiye Cumhuriyeti

27 Şubat 2018 Salı

Allah'ın nuru tabirini kullanmak doğru mu?

Soru:
Namazlarda tesbihlerde "nuru cemali" ifadesi kullanılıyor, bazı şiir veya eserlerde "nurundan peygamberi yarattı", "Zatının nurundan peygambere can vermiş" vb. ifadeler geçiyor. Bu ifadeler doğru mu, değilse Allah Teâla'yı nasıl tenzih edeceğiz, bu gibi ifadeleri kullananların itikadi durumu nedir ?

Cevap:
Dini metinlerde, dualarda, zikirlerde... Allah'ın (zatının, sıfatlarının, cemalinin...) nurundan söz edilir. Âlemlere rahmet Peygamberimizin de (s.a.) ruhunun ilk yaratılan varlık olduğu ve Onun ruhunun, Allah'ın zatının nurundan yaratıldığı da yine bazı metinlerde ve özellikle tasavvuf kitaplarında geçer.

Nasıl anlaşılacağı, nasıl yorumlanacağı konusu bir yana Kur'an'da Allah Teala hem nurundan, hem kendisinin nur olduğundan, hem de ruhundan söz ediyor. Allah'ın nuru "Allah'ın dini, İslam" manasında kullanılıyor (Tevbe: 9/32; Saff:61/8), Buhari'de geçen bir hadiste de Allah'ı görmekten bahsedilirken "O nurdur, onu nasıl görebilirim" deniyor (Nur, ışık, aydınlık görülmez, o başka şeylerin görülmesini sağlar).
Allah'ın, göklerin ve yerin (buna bütün varlıkların manası da verilebilir) nuru olduğunu ifade eden âyetin meali şöyledir: "Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali içinde kandil bulunan bir kandilliktir. Kandil bir cam içindedir, cam inciyi andıran bir yıldızdır, (bu kandil) doğuya da batıya da ait olmayan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nur üstüne nur. Allah nuruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller veriyor, Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir." (Nur: 24/35).
Allah'ın nuru olunca, hatta Allah bir mânada nur olunca O'nun cemalinin, zatının, sıfatlarının, isimlerinin de nuru olması tabîîdir, mantıklıdır.
Allah Teâlâ insanı nasıl ve neden yarattığını açıkladığı âyetlerden birinde şöyle buyuruyor: "Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir..."(Secde: 33/9).
Şu halde Allah nurdur, O'nun ruhu ve nuru vardır, ama şüphe yok ki, Allah'ın nuru bizim bildiğimiz ışık, Allah'ın ruhu da bizim için yarattığı ruh değildir; biz Allah'ın zatının, sıfatlarının ve isimlerinin hakikatlerini bilemeyiz, bu konulardaki bilgimiz O'nun açıkladıkları ile sınırlıdır.
Yaratılmışların övünç kaynağı Yüce Peygamberimizin (s.a.) ruhunun ne zaman ve neden yaratıldığı konusunda Kur'an'da bir açıklama yoktur.
Hadis kitaplarında en önce neyin ve neden yaratıldığını açıklayan bazı rivayetler vardır. Aclûnî'nin Keşfü'l-hafâ isimli, dilden dile dolaşan hadislerin incelenmesi ile ilgili kitabında, "Allah'ın ilk olarak Peygamberimizin ruhunu, kendi nurundan yarattığı ve başka şeyleri de bu nurdan var ettiği" konusu uzunca bir rivayette anlatılmıştır. Önce yaratılanın Arş, Kalem... olduğunu ifade eden hadislerle bu hadis çeliştiği için de "kendi nev'i içinde ilk yaratılan...", "Hz. Peygamberin nurundan sonra ve ondan ilk yaratılan..." şeklinde uzlaştırıcı açıklamalar/yorumlar yapılmıştır (I, 262).
Bu rivayetlere göre ilk yaratılan şeyin böyle (hadislerde geçtiği gibi) olduğuna inanmak caizdir, bu hadisler mütevatir (kesin bilgi veren kaynak) olmadığı için böyle inanmamak, bu konuyu bilgi dışında bırakmak da mümkün ve caizdir. Allah'ın nurundan, ruhundan bahsetmek, O'nu tenzih etmeye (O'na yakışmayan nitelikleri ondan uzak tutmaya) aykırı değildir; yeter ki, bu ruhun, bu nurun Allah'a mahsus olduğu, nasıllık ve niceliği konusunda bir bilgimizin bulunmadığı inancı ve şuuru eksik olmasın! 

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00003.htm

25 Şubat 2018 Pazar

Temizlik / Kadınlara Mahsus Haller-Hanefi İlmihali - HAYIZ- NİFAS- İSTİHÂZA

Hayız, nifas, istihâza denilen üç çeşit hal vardır ki, bunlar kadınlara mahsus olup erkeklerde olmaz. Kadınların temizliğe bağlı bir takım ibadetleri yapabilmeleri ve karı-koca ilişkilerinde harama düşmemeleri için kendileriyle ilgili İslâm’ın bu özel hükümlerini öğrenmeleri gerekir. Bu duruma göre, belli yaştaki bir kadının cinsel organından üç türlü kan gelebilir:

A) Hayız kanı: Sağlıklı kadından belli yaşlar arasında gelir.

B) Özür kanı: Kadının cinsel organından değil de çatlak bir damardan gelip, cinsel organ yolu ile akan kokusuz bir kandır.

C) Lohusalık kanı: Doğumdan sonra belirli bir süre gelen kandır. Aşağıda bu üç hali açıklayacağız.

A) Aybaşı Hâli:
Kadınların aybaşı hallerine çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü temizliği gerektiren bazı ibadetlerin geçerli olması, boşanmada iddet ve nafaka gibi konuların tespiti bu bilgilere dayanır.


 Aybaşı Hâli Nasıl Belli Olur?

Hayız akıntısı kırmızı, siyah, sarı, bulanık yeşil ve kiremit renklerinde olabilir. Pamukta bu renklerden biri görülse, muayyen hâlin başlamış olduğuna hükmedilir. Muayyen hâl kesildiğinde ise, gelen akıntı beyaz renktedir ve rahimin tabiî akıntısıdır.

Rahimden gelen akıntının ay hâli sayılabilmesi için kadının hâmile olmaması da şarttır. Hâmilelik süresi içinde gelen kan, muayyen halden sayılmaz.

Kadın âdet görmeye yaklaşık  9 yaşlarında başlar ve 55 yaşına kadar devam eder. Bu yaşların dışında cinsel organdan gelecek kan “özür kanı” sayılır. Âdet gören kadın artık ergin kabul edilerek, namaz, oruç, hac gibi bütün şer’î emir ve yasaklara muhatap olur. Erkek çocuğun ihtilâm olması da aynı sonuçları doğurur. Âdet veya ihtilâm gecikirse, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre 15 yaşın bitmesiyle her iki cins erginlik çağına girmiş sayılır.

Âdet görmenin üst sınırı için açık bir âyet veya hadis bulunmadığından İslâm fakihleri tecrübeye dayanarak değişik yaşlar belirlemişlerdir. Ebû Hanife’ye göre elli beş yaş olan bu sınır, Mâlikîlere göre yetmiş, Hanbelîlere göre ise elli yaştır. Şâfiîler ise aybaşı halinin ömür boyu devam edebileceğini, ancak çoğunlukla bunun altmış iki yaşında sona erdiğini belirtmekle yetinmişlerdir. Bununla birlikte Hanefîlere göre, nâdir de olsa elli beş yaşından sonra gelen kan, koyu kırmızı veya siyah renkte ise âdet kanıdır.

Aybaşı haliyle ilgili çeşitli nass’lar vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “ (Resûlüm!) Sana, bir de kadınların âdet hali hakkında sorarlar. De ki: “O bir rahatsızlıktır. Bu yüzden aybaşı halinde kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara (cinsel ilişki için) yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allah’ın size emrettiği yerden onlara varın (birleşin). Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever.” (Bakara-2/ 222)

‘(Bir veya iki kez) boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı (veya üç temizlik) hali bekler (evlenemez)ler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, rahimlerinde Allah’ın (önceki evlilikten bir çocuk) yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz. Bu (üç aylık) müddet içinde kocaları gerçekten barışmak isterlerse onları geri almaya öncelikle kendileri hak sahibidirler. Erkeklerin, kadınlar üzerinde ma’rûf (meşru olan) hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde (bazı hakları) vardır. Yalnız erkeklerinki onlara göre (aile reisliği ve görevleri bakımından hukûken) bir derece fazladır. Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.’ (Bakara-2/228)

‘Âdet görmekten ümidini kesen (yaşlı) kadınlarınızın iddet (bekleme süre)lerinde eğer şüphe ederseniz, (bilin ki) onların da iddeti üç aydır. Henüz âdet görmeyenler de öyledir. Hamilelerin de iddet müddetleri (doğurup) yüklerini bırakmalarına kadardır. Kim Allah’ın emirlerini yerine getirirse, (Allah) ona işinde bir kolaylık verir.’(Talak-65/4)

Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Bu hayız, Allah’ın, Âdem (as)’in kızlarına yazdığı bir şeydir” Âdet gören kadından tamamen uzak mı kalınacağını soranlara Rasûlullah (sas) şöyle cevap vermiştir: “Cinsî münasebet dışındaki şeyler, normal zamanlardaki gibi yapılabilir.”

Âdetli kadının, temiz olmayan sadece adet kanıdır. Onun tükürüğü ve teri pis değildir. Pişirdiği yenir. Yemek, ya da su artığı temizdir.

Hanefî ve Hanbelîlere göre gebe kadın âdet görmez. Mâlikîler ve son dönemdeki fetvasına göre İmam Şâfiî ise gebe kadının da bazan âdet görebileceğini söylemişlerdir.

*En uzun ve en kısa âdet süresi:


Hanefîlere göre, hayız en az 3 gün, en çok da 10 gün sürer. 3 günden (72 saat) az görülen akıntı ile, 10 günden (240 saat) fazla gelen akıntı muayyen halden sayılmaz. Bir hastalıktan geldiği kabûl edilir. Bu kanamalar özür kabul edilir

En kısa ve en uzun süre arasında görülecek kanlar ise “hayız kanı” sayılır. Şâfiî ve Hanbelîlere göre, en kısa süre bir gün, bir gece; en uzun süre altı veya yedi gündür. Mâlikîler, en az süre için bir sınır belirlemezlerken, en uzun süreyi yeni âdet görmeye başlamış bir kadın için on beş gün olmak üzere takdir ederler.

Ortası beş gün, en uzun süresi ise on gün on gecedir. On günü geçen kanamalar özür kabul edilir. En kısa ve en uzun süre arasında görülecek kanlar ise “hayız kanı” sayılır.

Kanın hayız süresince aralıksız olarak gelmesi şart değildir, ara sıra kesilebilir. Meselâ; bir kadın dört gün kan görse de sonra iki gün kan kesilip, bundan sonra iki gün daha devam etse, bu sekiz günün tamamı âdet gününü teşkil etmiş olur.

İki âdet arasındaki temizlik hâline “tuhr” denir. Bunun süresi on beş günden az olamaz. Fakat bundan fazla olabilir. Aylarca, yıllarca da devam edebilir. Bu şekilde temizlik hali uzayıp giden kadına “mümteddüttuhr” denilir.

Mâlikî ve Hanbelîlere göre, bir hayız arasında kanın kesildiği günlere “temizlik günleri (yevmünneka)” denir ki, âdet gören, kadın bu günlerde temiz sayılır ve diğer temiz kadınların yapacaklarını yapar.

Bazı kadınların âdet günleri düzenlidir. Meselâ; her ay beş veya altı yahut dokuz gün âdet görürler. Bir âdet hali, bir defa ile belirli hale gelebilir. Meselâ; henüz adet görmeye başlayan bir kız, ilk defa olarak sekiz gün kan, bundan sonra yirmi iki gün temizlik görse, bu şekilde âdeti belirli hale gelmiş olur. Böyle bir kadın, rahatsızlığı sebebiyle ayrıca özür kanı görmeye başlasa, âdeti ve temizlik günleri her ay bu şekilde hesap edilir.

Bazı kadınlarda da hayız günleri düzensiz olabilir. Bunlar, meselâ; bir ay, beş; diğer ay da altı gün âdet görebilirler. Bu durumda, ihtiyatlı olanla amel etmek gerekir. Meselâ; böyle bir kadın, altıncı gün olunca yıkanır, namazlarını kılar ve Ramazan-ı şerife rastlamışsa orucunu tutar. Çünkü bu altıncı gündeki kanın özür kanı olması akla gelir. Fakat bu altıncı gün çıkmadıkça cinsel ilişkide bulunmaz. Boşanmışsa iddeti bitmiş sayılmaz. Çünkü bu altıncı gündeki kanın hayız kanı olması da muhtemeldir.

Bir aybaşı süresinin değişmiş sayılması için, en az iki defa başka bir sürede cereyan etmesi yeterlidir. Meselâ; bir kadın düzenli olarak her ay beş gün süreyle aybaşı hali görürken, bu süre daha sonra altı güne çıksa, artık bu yeni süreye tabi olur.

Düzenli süreyi aşan, fakat on günü geçmeyen kanlar aybaşı kanı sayılır. Bu durumda düzenli süre on güne dönüşmüş olur. Meselâ; her ay yedi gün kan gören kadın, daha sonra on gün kan görse, toplam on gün hayız hali sayılır. Bu takdirde âdeti yedi günden on güne çıkmış bulunur. Ancak, düzenli olarak görülen kandan sonra, on günden fazla süreyle kan görülmeye başlansa, düzenli süreye itibar edilir, fazlası özür kanı sayılır. Meselâ; daha önce ayhali düzenli olarak yedi gün süren bir kadın, daha sonra her ay on bir veya on iki gün kan görmeye başlasa, bunun düzenli olan yedi günü hayız, geri kalan, dört veya beş günü ise özür kanı kabul edilir.

Düzenli süreden önce görülmeye başlayan ve toplam on günü aşmayan kan da hayız kanı sayılır. On günü aşarsa düzenli süre kısmı hayız, önceki fazlalık özür kanıdır. Meselâ; her aybaşından itibaren beş gün âdet gören kadın, daha sonra düzenli süreden önce iki veya üç gün daha kan görmeye başlasa, bunların toplamı olan yedi veya sekiz gün hayız sayılır. Eğer toplam on günü aşarsa, düzenli süre olan yedi gün hayız, fazlalık günler ise özür kanı kabul edilir.

*Aybaşı günleri içinde kanın kesilmesi:

Hayız hâli devam ederken kimi zaman kan kesilir, sonra yine görülmeye başlayabilir. Kanın kesildiği süre içinde kadın temiz mi, yoksa hayızlı mı sayılacaktır?

Hanefî ve Şâfiîlere göre, hayız süresi içinde kanın görülmediği sürelerde de kadın, hayızlı kabul edilir. Meselâ; bir kadın 3 gün kan görse(3 günden az olursa hayız sayılmaz), 4. günde bir pamuk koyduğu halde kirlenmeyecek şekilde kan kesilmiş olsa ve 7. veya 8. gün yeniden kan görse, kadın bütün bu süre içinde hayızlı sayılır. Bu duruma göre, iki kan arası görülen temizlik, ay-başını bölen bir süre kabul edilmemiştir. Aksine, başında ve sonunda kanın görülmesi şartıyla, on günü aşmayan bu süre içinde kadın hayızlı sayılır.

* Sürekli olarak özür kanı gören kadının hayız süresi:

İlk defa hayız görmeye başlayan bir kızın âdeti sabit olmaksızın kanı kesilmeyip devam edecek olursa, her aydan on günü “hayız”, yirmi günü de “temizlik” günleri sayılır.

Not:İmam-ı A'zam'a göre, âdet tam üç gün devam edip hayız hâli olduğu kesinleşmeden namazı ve orucu terketmek câiz olmaz.

Düzenli âdet görmekte olan bir kadından, hastalık sebebiyle sürekli olarak kan gelmeye başlasa, düzenli âdet süresine karşılık olan günlerde hayızlı, bunun dışında temiz sayılır. Yine her ay on gün hayız; yirmi gün veya altı aydan daha az bir süre temizlik hali düzenli olan bir kadından daha sonra sürekli olarak kan gelecek olsa, her ayın ilk on günü hayız, diğer yirmi günü veya altı aydan az olan süre de temizlik sayılır. Ancak temizlik süresi altı ayı aşarsa, altı aydan bir saat eksik kabul edilir. Çünkü altı ay, gebelik süresinin alt sınırıdır.

Bir hastalık veya dikkatsizlik sonucu, âdet günlerini unutmuş olan bir kadına “mütehayyire” denir. Böyle bir kadında kan kesilmeksizin devam ederse, hayzı konusunda galip zannıyla amel eder. Galip zan da yoksa ihtiyata uyar. Meselâ; hayız süresinin beş gün olduğuna kanaat getirirse buna uyar. İhtiyat uygulanırsa; boşanma iddeti konusunda âdeti on gün, temizlik süresi de altı aydan bir saat eksik olmak üzere takdir edilir. Başka bir görüşe göre ise, temizlik süresi iki ay olarak kabul edilir.

B – Lohusalık (Nifas):

Nifas, doğumun arkasından gelen kan demektir. Doğum sırasında çocuk ile birlikte veya doğumdan önce gelen kan, bozuk bir kan veya özür (istihâza) kanıdır. Kadın gebelik süresince ve doğum gerçekleşinceye kadar abdest alır ve namazını kılar. Rahatsızlığı sebebiyle abdest alamazsa teyemmüm eder ve namazını ima ile kılar, namazı vaktinden sonraya bırakmaz.

Lohusalığın en kısa süresi için bir sınır yoktur. Bir gün bile olabilir. Çünkü bunu belirleyen bir âyet veya hadis yoktur. Bu durumda, onun fiilen var olduğu süreye bakılır. Hanefîlerle Hanbelîlere göre, lohusalığın en uzun süresi kırk gündür. Bundan sonra görülecek kan özür kanıdır. Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise azamî lohusalık süresi altmış gündür. Ancak bu süre uygulamada genellikle kırk gün olarak gerçekleşir.

Kadın doğum yapmakla birlikte kan görmeyebilir. Rivayete göre, Rasûlullah devrinde bir kadın doğum yapmış ve lohusalık kanı görmemiş, bu yüzden de kendisine “zâtu’l-cüfûf” adı verilmiştir.

El, ayak gibi uzuvları belirmiş olan bir çocuğun düşmesiyle nifas hali meydana gelir ve genellikle on-onbeş gün kadar devam eder. Fakat henüz uzuvları belirmemiş bir düşüğe nifas hükümleri uygulanmaz. Bunun düşmesiyle görülen kan üç gün sürer. Daha önce de en az on beş gün temizlik hali devam etmiş bulunursa bu, bir hayız kanı olmuş bulunur. Böyle değilse, özür kanı sayılır.

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, çocuk doğuran kadından hiç kan gelmese lohusa sayılmaz. Bu yüzden de gusül gerekmediği gibi, oruçlu ise orucu da bozulmaz. Yalnız abdest alması yeterlidir. Ebû Hanîfe’ye göre, ihtiyat olarak gusül yapar.

Lohusalık süresi içinde kanın kesilmesi fasıla meydana getirmez. Başta ve sonda kanın bulunması peşpeşe akan kan gibi kabul edilir. Kanın kesilme süresinin on beş günden daha az veya daha çok olması arasında fark yoktur.

Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, aradaki temizlik süresi on beş günü geçerse, “temizlik”, bundan sonrası “hayız” sayılır. Temizlik hâli yarım aydan az devam ederse, hepsi lohusalık sayılır.

İkiz doğumlarda lohusalık süresi, ilk çocuğun doğumu ile başlar. Şâfiîlere göre ise, bu süre ikinci çocuğun doğumu ile başlar. Birinci çocuğun doğmasından sonra gelen kan ise, eğer âdet zamanına rastlanmış ise hayız kanı, aksi halde özür kanı sayılır.

* Hayız ve Lohusalığın Hükümleri:


1) Hayız ve lohusalık kanları kesildikten sonra gusletmek gerekir.

2) Kadın aybaşı olmakla erginlik çağına gelmiş olur ve şer’î yükümlülüklere muhatap olur.

3) Boşanan kadının üç hayız süresi iddet beklemesi kadının hamile olmadığını ortaya koyar. Çünkü iddetin asıl sebebi rahmin temizliğinin bilinmesidir.

*Aybaşı veya lohusalık sebebiyle haram olan şeyler:

1) Namaz kılmak: Âdetli veya lohusa kadının namaz kılması caiz değildir. Hz. Peygamber, Fatıma binti Ebi Hubeyş’e; “Hayız gördüğün zaman namazı bırak ve hayz halin sona erince, kanı temizleyerek guslet ve namaz kıl.” diye buyurmuştur.

Âdetli kadın kılamadığı namazları kaza etmez, yalnız tutamadığı oruçları, Ramazan ayı dışında kaza eder.

2) Oruç tutmak: Âdet gören veya lohusa olan kadın oruç tutmaz. Ancak oruç borcu onların üzerinden düşmez. Bu yüzden de kaza gerekir.

3) Tavâf: Hz. Peygamber, hac sırasında âdet gören Âişe (r. anhâ)’ye şöyle buyurmuştur: “Hayız gördüğün zaman, temizleninceye kadar Beytullah’ı tavaf dışında hacıların yaptığı diğer hac ibadetlerini yap.”

4) Kur’an-ı Kerim okumak: Mushafa el sürmek ve onu taşımak. “Şüphesiz o, korunmuş bir kitapta (yazılı) olan pek şerefli/değerli Kur’an’dır ki O’na temiz olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkı’a-56/77-78-79)

Bir kılıf içindeki Kur’an’a el sürmek ve taşımak hayızlı ve cünüp için mümkün ve caizdir. Yine ilimle uğraşan kimse, tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarını zaruret yüzünden elbisesinin yeniyle veya eliyle tutabilir. Kur’an yapraklarını abdestli çevirmek müstehaptır. Yine bu yaprakları okumak için bir kalemle çevirmek de caizdir. Mâlikîlerin sağlam görüşüne göre, aybaşı veya lohusanın ezberden Kur’an-ı Kerim okumasında bir sakınca yoktur. Hanefîlere göre ise, bu durumda ezbere ancak dua ayetleri dua niyetiyle okunabilir.

5) Mescide girmek, orada eğleşmek veya itikâfa çekilmek

6) Cinsel temasta bulunmak veya göbekle diz kapağı arasından yararlanmak (istimta’): Bu yasağın delili âyet ve hadistir. Âyette şöyle buyurulur: “Hayız halinde iken kadınlardan uzaklaşın ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” Uzaklaşmaktan maksat, onlarla cinsel teması bırakmaktır. Yine hayızlı eşiyle ne derece ilgilenebileceğini soran bir sahabiye Allah’ın elçisi şöyle cevap vermiştir: “Senin için göbekten üst taraf serbesttir.”

Hanbelîlere göre, göbekle diz kapağı arası, cinsel temas dışındaki istimta için caizdir.

Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre, hayızlı veya lohusa eşiyle cinsel temasta bulunan erkeğe bir keffâret gerekmez. Haram işlediği için tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir.

7) Boşama: Hayız görmekte olan kadını boşamak caiz değildir. Ancak buna rağmen boşama geçerlidir ve bid’î talak adını alır. Âyette: . Ey Peygamber! (Son çare olarak) kadınları boşayacağınız vakit, iddetleri içinde (âdet halinden temizlendikten sonra ve kendilerine yaklaşmadan) boşayın ve iddeti sayın (üç defa âdet görme veya temizlenmelerine kadar bekleyin.) Rabbiniz Allah’a saygılı olup emrine uygun hareket edin. (Bu bekleme müddeti içinde, kadınlar evlenemezler. Siz de) evlerinden onları hemen çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Ancak apaçık bir hayâsızlık (zina) ya da aşırı edepsizlik yapmaları hariçtir. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim de Allah’ın sınırlarını (çiğneyip) aşarsa, hakikaten kendine yazık etmiş olur. Nereden bileceksin! Bakarsın ki Allah, bu (bir veya iki defa boşama)dan sonra (bekleme müddetleri bitmeden aranızda) yeni bir iş (bir sevgi) meydana getirir (tekrar anlaşıp birleşme hâsıl olur).(Talak-65/1) buyurulur. Yani içinde, iddet meşrû olan bir sürede boşayın demektir. Çünkü ay halinin geri kalan kısmı iddetten sayılamaz.

C – Özür Kanı (İstihâza):


Rahmin iç taraflarında bulunan bir damardan hastalık veya bozukluk sebebiyle aybaşı veya lohusalık süresi dışındaki zamanlarda kanın akmasına “istihâza” denir. Bir kadından üç günden az, on günden fazla gelen bir kan, lohusadan kırk günün üstünde gelen kan, Hanefî ve Hanbelîlere göre gebe olan kadından gelen kan hep istihâza (özür) kanıdır.

İstihaza kanı, dinmeyen burun kanaması veya yaradan akan kan gibidir. Bununla yalnız abdest bozulur. Devam ederse sahibi “özürlü” sayılır. Bu yüzden kendisi hakkında özürlülere ait hükümler uygulanır. Yani aybaşı veya lohusalık sebebiyle yasaklanan oruç ve namaz gibi ibadetlere, tavafa, Kur’an okumaya, mushafa el sürmeye, mescide girmeye, itikâfa ve cinsî münasebette bulunmaya engel teşkil etmez. Bunlarda bir kerahat de bulunmaz. Çünkü İslâm dini özürlülere bu kolaylıkları göstermiştir.

Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, hayız veya lohusalık süresi dışında özür kanı gören kadının, kanı temizleyip, pamuk vb. şeyler koyarak akmaması için gerekli tedbirleri aldıktan sonra, her namaz için abdest alması gerekir. Hz. Peygamber (sas), aşırı kan geldiği için şikâyette bulunan Hamne (r. anhâ)’ye şöyle demiştir: “Fercine pamuk koyup bağlamanı tavsiye ederim. Çünkü bu kanı keser.” Yine özür kanı gören bir kadın için Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Âdet günlerinde namazı terk eder, sonra gusleder, arkasından her bir namaz için abdest alır, namazını kılar, orucunu tutar”

Çünkü kadının bu temizliği özür ve zaruret hali temizliğidir.

Özür kanı, bazen dokuz yaşından küçük olan kız çocukları ile âdetten kesilme çağına gelmiş olan yaşlı hanımlarda da görülebilir. Meselâ; yetmiş yaşına girmiş bir kadından, daha sonra gelecek kan, özür kanıdır. Başka bir görüşe göre ise böyle bir kadın daha önceki âdeti üzere gelen kan görürse, aybaşı hali geri dönmüş olur. Fakat az yaşlık görmesi hayız sayılmaz.

* Özür kanı gören kadının âdet süresinin hesaplanması:

1) Büluğ çağına ilk giren kız, hayızla birlikte özür kanı da görmeye devam ederse, her ayın on günü “hayız”, yirmi günü “temizlik” kabul edilir. Bu durumdaki kadının lohusalığı da kırk gündür.

2) Düzenli âdet görmekte olan bir kadın, özür kanı görürse, âdet süresinden fazla olarak devam eden kan, özür kanı sayılır.

3) Âdet süresini unutmuş olan (muhayyire veya mütehayyire) kadın, özür kanı görürse, ihtiyatlı olanı alır ve onunla amel eder.

Beyhan Büşra ÖZKUL

Kaynaklar:
Feyzül Furkan Kur’an-ı Kerim Meali
Doç. Dr. Hamdi DÖNDÜREN/İslam İlmihali/Erkam Yayınevi


VE: