7 Eylül 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 166

Şeytan bize sadece fikir verir, peşinden giden bizleriz

ŞEYTAN

Kuran okumaya başlarken dahi şeytandan Allah’a sığınıyoruz. Demek şeytan Kuran okurken bile bizden ümitli, Kuran’ı anlamaktan ziyade inat ve ısrarla karşı çıkmamızdan yana ümitli. Şeytan apaçık bir düşman. Ancak üzerimizde bir egemenliği yoktur, bizler izin verdikçe şeytan aleyhimizde güçlenir. Yani şeytana karşı çaresiz değilizdir. O bize sadece fikir verir, peşinden giden bizleriz. 

Bizler bir şeyler yapmayı temenni ettiğimizde şeytan düşünce dünyamıza bir şeyler bırakıverir. Bu alternatif gelen düşünceler o iyi-güzel yaptığımız işlerde bizi riyaya davet edebilir. Cenab-ı Allah’ın memnun olduğu biçimden memnun olmadığı bir şekle yönelik bir takım düşünceler gelebilir. Bu, şeytanın promosyonlarıyla kandırdığı ve kendi peşine düşürdüğü bir amele dönüşür. 

Demek ki eğer biz Allah Teala için doğru dürüst infak etmek istiyorsak, şeytan bunu riya ile bozmaya gelecektir. “Falancalar filancalar da görsün, sen bunu şöyle yap, hem birilerine örnek olursun” şeklinde ister sağ cenahtan ister sol cenahtan girerek, ama bunu neticede Allah Teala için olmaktan çıkarıp dünyevi karşılıklarla ilişkilendirerek kişinin niyetini bozmaya tevessül eder. 

Kişi bunlara prim verirse hoş görür “ne güzel” diye kabullenirse zaten şeytanın da yapmak istediği budur, Cenab-ı Allah’a karşı içtenliğinden kişi koparsa, Cenab-ı Allah da zaten böyle kolayca kopuşlar olacak mı diye sınamak istemektedir. Yani Allah Teala kendisi adına dirençli bulunan hiç bir promosyonun kendisini çeldirmediği kandırmadığı vazgeçirmediği kimseleri ortaya çıkarmak istiyor. 

Kişi içtenliğini kaybetmediği sürece ve sadece Allah için olabildiği sürece şeytan onu saptıramaz. 

Peki neden şeytandan Allah’a sığındığımızda bazen sonuç alamıyoruz? Çünkü sabırsız davranıyoruz. Allah’a sığınıp artık bundan sonra bu şeytansı düşünceleri bizden uzaklaştıracağına dair güvenimiz ve sabrımız eksik. Hemen o an bunu yapmasını bekliyoruz. 

Cenab-ı Allah Müminlerin kendisine olan güvenini sabr ile pekiştirmelerini bekliyor. 

“Kuran okuyorum zaten. Şeytan basar gider” diyorsak yanılıyoruz. Şeytan Kuran okurken dahi aleyhimizde büyük bir tehlikeyken bizde korku oluşturmaması mümkün mü? İnsan düşmanını ciddiye almaz mı? 

Şeytan pusuda bekleyen bir varlık. Ancak bilmeliyiz ki biz istemediğimiz halde şeytan bize zoraki bir şey yaptırmaya güç yetiremez. İrademizle sınanıyoruz. 

Şeytandan gelen, duygularımızı harekete geçiren, bizi belli bir yöne mıknatıs gibi çeken bu etken hiç bir zaman irademizden daha baskın olmaz. 

Şehvetten, maldan, mülkten şeytanın kandıramadığı kişileri, öfkeden, insani ilişkilerden kandırıyor, şeytan. 

Şeytanın en çok yer aldığı ve sonuç aldığı süreçler bunlar. Kumar, alkol, şans oyunları üzerinden olsun, daha konuşurken bile o söylediklerimiz üzerinden şeytanın amacı bizi birbirimize düşman etmektir. “Kullarıma söyle, bir cümle kurarken onu en güzeliyle kursunlar” 

Niye? İşte bu şeytan yüzünden. Şeytan aramızı bozmak ister. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

6 Eylül 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 165

Teşhir etmek ne kadar suçsa bakmak da o kadar suçtur

TESETTÜR

Kadınlara Cenab-ı Hak ziynetlerini sakınmalarını emretti. 

Bu anlamda kadın bedeninin erkeğe karşı muhafaza edilmesi, kadınların başlıca sorumluluğundan biridir. 

“Erkekler de bakmasın canım” diyerek konuyu atlatan, emri görmezden gelen kimse Cenab-ı Allah’a karşı sorumludur. 

Allah Teala suçu karşılıklı önlemek adına hem erkeğe hem kadına bakmamasını ve ayrıca kadına da göstermemesini teşhir etmemesini emretmiştir. 

Teşhir etmek ne kadar suçsa bakmak da o kadar suçtur. Hatta denilebilir ki bu zincirlemenin içerisinde göstermek bakmaktan daha önce gelmektedir. 

Dolayısıyla suçun tetikleyici tarafı belki de gösteren-baktıran taraf. Teşhir ilkel toplumlardan ileri toplumlara kadar her toplumda suç sayılmıştır. Erkeğe de kadına da suç sayılmıştır. İslam açısından baktığımız yer ise ölçü ve sınırıdır. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

5 Eylül 2024 Perşembe

Kişiler bir araya gelerek Hz. Peygamber adına kurban kesebilirler mi?

Dinimizde böyle bir uygulama yoktur. Bunun, yapılması gereken bir ibadet gibi görülmesi caiz değildir. Çünkü Allah'ın (c.c.) emretmediği ve Resûlü’nünden (s.a.s.) de nakledilmeyen bir uygulamayı ibadet gibi telakki etmek ve ona dinîlik vasfı vermek bidattir. Her bidat da Hz. Peygamber’in (s.a.s.) nitelemesiyle dalalettir (Müslim, Cum‘a, 43 [867]).
Hz. Ali’den rivâyet edilen “Resûlullah (s.a.s.) (sağlığında) kendi yerine bir kurban kesmemi vasiyet etti. İşte ben de onun yerine kurban kesiyorum.” (Ebû Dâvûd, Edâhî, 2 [2790]; Tirmizî, Edâhî, 3 [1495]) şeklindeki haber, bu uygulamaya delil olamaz. Çünkü Hz. Ali, kurbanı kesme gerekçesi olarak Hz. Peygamber’in kendisine bunu vasiyet etmesini göstermiştir. Dolayısıyla bu hadis, eğer vasiyeti yoksa ölü adına kurban kesileceğine delalet etmez.

4 Eylül 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 164

Yüce yaradanı takmayan birisinin O’ndan beride kalan herkesi takması hiç bir anlam ifade etmez.

ADALET


Kul adalet ilişkisini evvel emirde yüce yaradana karşı gözetmeli. Bunun aksi korkunç sonuçlara yol açar. 

Allah Teala zulme insanlardan daha çok sabırlıdır. Kendisine karşı adaletsiz kullarına mühlet verir. Kulun bunlardan vazgeçmesi için önce yumuşak uyaranlarla, sonra sert uyaranlarla uyarır. 

Bunların hepsi yüce yaradanın kulun aklını başına getirmesi için sağladığı kula dönük rahmetinin sonucu uyaranlardır. 

Bunlardan can yakıcı, acıtıcı olanı varsa bile onlar dahi kulun dönmesi için bir çağrıdan ibarettir. “Büyük azaptan önce biz onları küçük azaptan tattırırız. Böylelikle dönerler diye.” (Secde-21) 

Kul farkına varmalıdır ki Cenab-ı Hak onun düşünmesi için bir parantez açmış. Yaradanla olan ilişkisinde kendisine gelmesi için. Dönmesi içindir.

Cenab-ı Hak zulme karşı çok sabırlıdır. Kullar ise ivedi tepki verebilirler, onları zulüm, haksızlık, aşağılama çok rahatsız eder, incitir. Cenab-ı Allah’ın ise kibriyası incitmekten uzaktır. 

Kulların hepsi O’nu yok saysa bile O’nun hükümranlığı eksilmez ve en küçük bir rahatsızlık duymaz. Fakat kulları adına duyduğu bir rahatsızlık vardır. Kullarının böyle bir sürece girmesi O’nu memnun etmez. O ister ki kulları kendi rahmetine cennetine saadetine yönelsinler. Kulları için iyi olanı isteyen Cenab-ı Hak, kullarının kötü tercihinden bu manada rahatsızdır. Kendi için değil kulları için küfre razı değildir. 

Anne şefkatinin ebeveyn şefkatinin de yaratıcısı olan Cenab-ı Hak bunun ötesinde bir şefkatle kulunu esirgemez mi? Kulu için hep iyilik planlar ve hep iyilik içinde manipüle eder yönlendirir. Fakat kul ısrarla inatla yüce yaradana karşı adil olmaz, saygısız olursa, haksızlık ederse bir zaman sonra bu, kararlı bir tepki haline gelir. 

Dolayısıyla kul adalete, Cenab-ı Allah’a karşı adaletle başlamalı. Ne yazık ki insanlarımızın çoğunda sosyal çevresinde iyi bilinir olmak, insanların malına mülküne ilişmeyen biri olmak iyiliğin mutlak ölçüsü gibi takdim edilir. Sosyal çevresinde iyi olmanın Allah katında da iyi olmayı gerektirdiği gibi bir zan şeytani bir zandır. 

Böyle tarifler kişinin ahiretini kurtarmaz. “Çok iyi bir insandı herkese iyi davranırdı” gibi söylemler ölmüş birinin ardından yeterli değildir. Bunlar insanlara karşı o kişinin adaletini tanımlasa da Cenab-ı Allah’la ilişkisi göz ardı edilemez. Çünkü kulun yeryüzündeki ilişkisi Allah ile başlar ve devam eder. 

Yüce Yaradanı takmayan birisinin, O’ndan beri herkesi takması hiç bir anlam ifade etmez. Hiç bir kulun kul üzerindeki hakkı, Cenab-ı Allah’ın kullar üzerindeki halkıyla kıyaslanamaz. Ve O’nu tanımadıktan sonra başkalarını iyi tanımışız anlamı yok. 

-O çok iyi bir kimseydi. 

-Peki namaz kılar mıydı?

-Aaa yok namaz kılmazdı. 

Cenab-ı Allah’ın yap dediği hususlarda kayıtsız kalmış, O’nun periyodik günlük çağrılarına kulak asmamış birinin, toplumun çağrılarına icabet etmiş olması, kırmızıda durup yeşilde geçmiş olması, vergilerini ödemiş olması hiç bir anlam ifade etmez. 

Yüce yaradanı takmayan birisinin O’ndan beride kalan herkesi takması hiç bir anlam ifade etmez. 

Hiç bir kulun kul üzerindeki hakkı, O’nun kulları üzerindeki hakkıyla kıyaslanamaz. O’nun gibisi yoktur. O’na her şeyimizle borçluyuz, medyunuz. Allah O’nu tanımaya karşı merakımızı ilgimizi araştırmamızı elbetteki hak etmektedir. O’nu tanımadıktan sonra başkalarını tanımışız pek bir anlamı yok. 

Barışık adil bir ilişkiyi kul Allah’la kurarsa yaşamına da renk gelir mutluluk gelir ve ahireti için de ümitvar olduğu bir süreç başlar. Gece yarısı araçla giderken karşıdan gelen kişinin uzun ışıkları yakıp bizim gözümüzü kavurması bile adaletin konusu içinde yer alır. Allah adaleti emretmektedir, karşı tarafın size gösterdiği saygı, sizin de bilmukabele onun gözlerine karşı adil davranmanız gerekir ve sizin de ışıklarınızı kısaya almanız gerekir. 

Biz karşıdaki kişinin gözlerine saygısızlık göstermekten ziyade Allah’ın adalet emrini ihlal etmekten dolayı rahatsızlık duyarız. İşte Mü’min vicdanıyla seküler vicdan arasındaki fark budur !!!

Seküler vicdan dediğimiz şey kendi yarar-çıkar ilişkisi açısından konuyu kıyaslayarak sonucu bağlar. “Ben doğru davranayım ki doğru davranış yaygınlaşsın. Dolayısıyla ben de birey olarak bu doğru davranıştan hisseme düşeni yaşayabileyim. Benim burada bireysel olarak doğru davranmamın yararı yine bana dönecektir.” Bu seküler bir bakış açısı. Kendi içerisinde doğru olabilir. 

Ama Mü’min bakış açısı daha geniş ufukludur. Mü’min, o denklemin içerisine yüce yaradanı katar. Adil davranmadığı sürece O’nu kızdıracağını, O’nu kızdırdığında da hayatındaki her şeyin bozulacağını düşünmeyi başlar. O’nu öfkelendirdikten sonra ters giden kulları da sizin önünüze çıkarır, eşyayı taşları yolları her şeyi karşınızda bulabilirsiniz. Çünkü göğün ve yerin orduları Cenab-ı Allah’ın kudreti içerisindedir. Kapının ansızın açılıp ters çarpması bile, bir şeyin masadan düşüp canınız sıkması bile ters giden ufak tefek her şey yüce yaradanın kontrolü ve bilgisi dışında asla değildir. 

Dolayısıyla bu korku kulun takvasını besler. Söz gelimi gecenin yarısında tenhada kimsenin olmadığı yerde de Allah’a karşı olan sorumluluğuyla adaletten ayrılmamayı seçer. Seküler insan "aman kim görecek kimse yok zaten, geçeyim gitsin", derken Mü’min geçmez. Çünkü bu olay yüce yaradanın bilgisi dahilindedir ve en tenhada en gizli yerde de olsa O’na karşı sorumluluğu devam etmektedir. 

Dolayısıyla kurallarla, müeyyidelerle, caydırıcı faktörlerle toplumu inşa etmek her zaman sonuçsuz kalacaktır. Çünkü boşlukları bütünüyle doldurmak teorik olarak mümkün değildir. Her hileyi bir müeyyide ile önlemeye çalışmak, ömrümüz boyunca kanun yapsanız yetişemezsiniz. Dolayısıyla da buradan sonuç almak mümkün değil. Sonuç alınabilen yegane bir yol varsa o da Cenab-ı Hakk’a karşı sorumluluğun uyandırılması yani Mü’min vicdanının hakarete geçirilmesi ve ancak böyle bir ortamda barışık huzur içinde geçici de olsa bir hayat kurabiliriz. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1  

3 Eylül 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 163

Allah bize hayatın sigortasını öğretti

HÜMANİST HUKUK


Bizim "medenice" diye deli olup bayılarak alıp getirdiğimiz, Allah Teala’nın hükümlerini arkamıza atıp, gidip getirdiğimiz hukuk nizamı bu. 

Kısas hükmü gözardı edilip, idam kaldırılıp, Cenab-ı Hakk’a sen bunu bilememişsin biz daha iyisini bildik, Avrupalılardan aldık, dersek akibetimiz hayr olmaz, bir sürü felaket gelir, biz nerede yanlış yaptık diye dövünürüz. 

Kan davaları denen seri cinayetler çıkabiliyor. Bir cinayet fitneye dönüşüyor yüzlercesini doğuruyor. 

Adı hümanist fakat akleden insanın hayvandan daha deli olduğu bir hükümler dizisi bunlar. 

İnsan teknoloji üretiyor ama nizam üretemiyor. Çünkü şeytani bir bakış açısıyla Allah Teala’ya alternatif üretmeye kalktığından, Allah Teala’ya alternatif güzel bir şey bulamıyor. Çünkü en güzelini O söyledi. Ondan gayri söyleyeceğimiz her şey kötü olacaktır. 

Hakkı Cenab-ı Allah söyledi, bir hak daha bulup onu da ben söyleyeyim diye insanlık yırtınıyor. Maksadı O’na rekabet. Şeytan ile bir olup kendi bağımsızlığını kendi dünyasını kurmak istiyor. Ama malzeme yok ortada. 

Hakkı zaten Cenab-ı Allah kendi zatına almış. Gerisi batıl. Ürettiği her şey elinde kalıyor, ihsan filan çıkmıyor. Onun hukuk nizamından kabarık dosyalar, tatminsiz insanlar, hiç bir tarafı memnun etmeyen saçmasapan sonuçlar ortaya çıkıyor. 

Çünkü Allah’ın sözü en yücedir. O’nun gölgesinde bir hukuk nizamı oluşturursan, o zaman hava su gibi insan aklına, psikolojisine, vücuduna uygun sonuçlar elde edersin. 

Ama yok, bundan ayrı bir yol arayayım dersen, karganın klavuzluğunda burnun pislikten çıkmaz. 

İnsanın aya gittiği bir zamanda kısası ıskalaması böyle bir saçmalıktır. O yüzden Allah azze ve celle bize sadece adaleti öğretmedi, estetiği de öğretti. 

Yanlış yapabiliriz ama bundan çıkışı bize öğretti. 

Cinayet bile işleyebiliriz maazallah ama bundan çıkışı öğretti. 

Bir cinayet işlendiyse artık herkesin kanı heder olsun, toplum fitneye girsin ister miyiz? istemeyiz. (kan davaları) Bunu nasıl önleriz? İşte yüce Allah bize bunu öğretti hayatın sigortasını öğretti. Ölçüsüyle estetiğini bize verdi, daha güzel sonuçlar için.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1  

2 Eylül 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 162

Bunu bana söylüyor Rabbim

“Hidayet ve rahmet ancak iman edenlere (yani üstene alınanlara)”

"Bana diyor Rabbim! Bana sesleniyor, bana hitap ediyor. Beni çağırıyor" diye hep kendisini anlayanlar. 

Ne ayet duysa, ne uyarı, ne çağrı, ne müjde yahut tehdit duysa herbirinde "bana söylüyor Rabbim" der ve sorumluluğunu kuşanır, gereğini yerine getirir. 

Kafir ve fasık ise üstüne alınmaz başkasına söylüyor gibi davranır. 

Kul Kuran-ı Kerim’i açıp bağrına basacak “bana göndermişsin ya Rab” diyerek sahiplenecek. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1  

1 Eylül 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 161

Gücünüz yettiği kadar takvaya yönelin

TAKVA

Gücünüz yettiği kadar yapabildiğiniz kadar takvaya yönelin. Bunu ne kadar çoğaltırsanız cehennemden kurtuluş süreciniz de o kadar çabuk olacaktır. 

Müttakiler cehennemin sesini bile işitmeden bir yıldırım hızıyla cehennemin uzağından geçerler. 

Takvası daha az olanlar daha yavaşça, daha daha az olanlar daha daha yavaşça, en az düzeydeki takvası olanların da cehennemden en sonlarda kurtuluşu söz konusu. 

Kafirler orada ebedi olarak kalacaklardır. Böyle bir şeyi tasavvur etmek bu dünya hayatında kişinin Allah Teala’ya karşı saygısını tetikler. 

O yüzden takva çoğunlukla korkuyla da anlatılır. Yani takvayla korkunun neredeyse eşleştiği söylenir. Halbuki takvaya başka şeyler de yol açar. Kişinin O’na duyduğu sevgi saygıda bulunmaya yönlendirebilir. Allah’ın vadettiği ödüllere ulaşma arzusu da kişiyi motivasyona, heyecana, arzuya kaptırıp O’na saygıda bulunmaya sevk edebilir. 

Dolayıyla kişide takvayı besleyen başka unsurlar olmasına rağmen bunlardan çoğu zaman en güçlü olanı Allah Teala’nın azabına duyulan korkudur. “Ey kullarım benden sakının. Ben azabı şiddetli olanım” 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1  

26 Ağustos 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 160

Şeytanın bizde bir egemenliği yoktur

Allah Teala zatına karşı saygılı olan herkesi rahmetiyle güvencesine almış. Ve asla şeytanların cinlerin ve şeytanlaşmış insanların hiç birinin etkisine herhangi bir yol bırakmamıştır. “Allah şeytanlara müminlerin aleyhinde herhangi bir yol bırakmamıştır.” 


Kişi kendisi yoldan çıkarsa çıkar. Kişi kendisi şeytana tav olur. Şeytanın bizde bir egemenliği yoktur. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

25 Ağustos 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 159***

Başkasını rahatsız etmediğin sürece herkes için her şey mübah ve uygun diyen anlayış

Bugünkü dünyada seküler anlayış yani hayata Allah yokmuşçasına bakalım diyen anlayış , Allah’ın emir ve yasaklarını hayatın içine taşımayalım, herkes kendi bildiği doğruları yaşasın, kimse kimseye zarar vermesin yeter kabilinden. 

Bugünkü hürriyet anlayışı ve insanların sorumluluk anlayışı nerede başlıyor nerede bitiyor diye sorduğumuz zaman diyorlar ki "başkasını rahatsız etmediğin sürece herkes için her şey mübah ve uygun." 

Müminler için böyle değil. Çünkü biz birbirimize rahatsızlık vermesek de bizi yaratmış olan Allah’ı nasıl göz ardı edebiliriz. “Ben beni yaratmış olana nasıl kulluk etmem” (Yasin-22)

Ben varım. Beni var eden kudrete nasıl saygı duymam. Bu hayatın sahibine nasıl medyun, borçlu olarak yaşamam. Şeytan ve onun adamları Allah’a karşı bizi saygısızlığa davet ediyor. Hiç akıllıca değil. 

Hayatın sahibine karşı sorumsuz yaşıyor, hesap sorulacağı bilincinden uzat tutuyor kendisini. Küfür hali bu. Seküler bakış açısı. Şeytanın içine çekmeye çalıştığı ve adına özgürlük dediği bu. Böyle bir özgürlüğümüz hiç olmadı ve hiç olmayacak. Biz onun yarattığı ve hüküm gelince öldürdüğü varlıklarız, hangi özgürlükten söz ediyoruz. Ne doğum ne ölüm tarihimizi tayin edebildik ne de hastalıklarımızı seçtik. Sınırlı ve sorunlu bir aralıkta yaşıyoruz. 

Hayatın yaratıcısı var ama yaşatıcısı yok olarak tasavvur ediyorlar. 

Bunlar da dinsiz olan kimselerdir. Allah'ı kabul etmeleri herhangi bir şeyi değiştirmez. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

23 Ağustos 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 158

Yaptığı amel ile kendisini bir “şey” zannetmek

Bu milletin hali ne olacak diye insanları yargılamaktan, başkalarının durumuna sözümona üzülmekten ve kendimizi beğenmekten vazgeçemiyoruz. 

Herhalde ki şeytan böyle bir halet-i ruhiye ile ibadetimizi yapmış bizi eve döndürürken üzerimize katıla katıla gülüyordur. Çünkü bu Allah’ın katında makbul bir duygu, makbul bir hal değil. 

“Yaptığı amel ile kendisini bir “şey” zannetmek” 

Oysa ki Cenab-ı Hakk’ın katında en makbul kulları onun huzurunda kendilerini bir HİÇ hissettiler. Amelleriyle değil Allah’ın rahmetiyle cennete girmeyi umdular. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

22 Ağustos 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 157

Ya Rabbi! Bugün bir sıkıntı yaşattın bana

“Ya Rabbi! Bugün bir sıkıntı yaşattın bana. Asi mi olacağım diye beni yokluyorsun. Ben bunu hak ettiğimi yaşamadan önce de biliyordum. Sana bundan ötürü hamd ediyorum, kararına saygıyla yaklaşıyorum. Bu senin takdirin, hükmün." 


"Elhamdulillahi ala külli hal” 

(çünkü biz her halin Allah’tan olduğunu bilenlerdeniz.)

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

21 Ağustos 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 156

Öğrenirsem Yüce Yaradana karşı sorumluluk duyarım!!

Bilgiye kendisini kapatmış olanlar, öğrenirsem Yüce Yaradana karşı sorumluluk duyarım, bu sorumluluk da beni içten içe yakar, en iyisi hiç öğrenmeyeyim böylesi daha rahat şeklinde düşünür. (Ayetleri hadisleri öğrenmeye mesafeli durmak insanın çifte kabahati oluyor) 

Dolayısıyla kişi önce her türlü bilgiye kendini açık tutmalı. Sonra ikna olduğu bilgiyi iz iz sürmeli. “Ya Rabbi bana hakikati göster, ben üzerimde oluşturacağı her türlü sorumluluğu canım pahasına üstleneceğim” demediği sürece hakikatin ve hidayetin kendisine gösterileceğini beklemesin. 

Hidayet öylesine gayretsiz, amaçsız öğrenilecek bir şey değildir. 

Kişi ne için varım, akibetim ne olacak, nedir bu yaşamın gerçeği diye iz süren kişiye Cenab-ı Allah bunu muvaffak kılar. Ve kişinin bu niyetini, çabasını Cenab-ı Allah koruması altına alır. 

Bize düşen niyet, fedakarlık, çaba ve hiç bir kınayıcının kınamasına aldırmadan Rabbimize teslim olmak. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

19 Ağustos 2024 Pazartesi

İnsan ölümünden sonra sevap defterinin kapanmaması için neler yapabilir?


Müslim’de Ebu Hüreyre (r.a)’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte:

“İnsan ölünce bütün amelleri kesilir. Ancak üç şey (bunları yapan üç kişi) müstesna: Sadaka-i cariye (bırakan) veya istifade edilen bir ilim (bırakan) veya kendine dua edecek salih evlat (bırakan).” buyurulmaktadır. (Müslim, Vasiyyet 14. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vasâyâ 14; Tirmizî, Ahkâm 36; Nesâî, Vasâyâ 8)

Bu hadis-i şeriften anladığımıza göre:

1. Sadaka-i cariye denilen, insanların istifade edebileceği yol, köprü, ilim merkezi, eğitim kurumu, cami, çeşme, mescit, medrese ve vakıf yapmak gibi salih amellerde bulunmaktır ki, arkada bırakılan bu türden bir kurum hayatta kaldığı müddetçe orada yapılan hayırlı işlerin ve orada yetişenlerin kazandıkları sevapların bir misli de bu kurumları kuranların amel defterlerine kaydedilir.

2. İlim sahibinin ardından bıraktığı eserler de sadaka-i câriyedendir. İlim sahibine sahip çıkma ve onların kitap, defter, bilgisayar gibi ilim malzemelerini,  yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaçlarını temin etme şeklinde yapılan çalışmalar da, hayır olarak kapanmaz birer sadaka-i cariye sayılır.

3. Ölenin ardından hayırlarda bulunacak ve hayırlı nesiller yetiştirecek salih bir evlat da ahiret hesabına ölüye yararlı olacaktır. 

18 Ağustos 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden notlar 155

Yüce Yaradan’ın verdiklerini kendi kazanımlarımız gibi zannetmek bizi hamd etmekten yana zayıflatır

Çok sağlıklı bir kişi “Ben çok dikkatli yerim, özenle şunlardan şunlardan uzak dururum, egzersiz yaparım vs vs” diyorsa anlarsınız ki onun arka plandaki düşüncesi mevcut sağlığını teminen kendi yaptıklarıyla ilişkilendiriyor. Bu büyük bir ahmaklık olsa gerek. 

Çünkü oysa kendi de bilir ki bu yaptıklarından daha fazlasını yapan nice insana Allah o sağlığı vermiyor. 

Yüce Yaradan’ın verdiklerini kendi kazanımlarımız gibi zannetmek bizi hamd etmekten yana zayıflatır, daha az hamd edesimiz gelir. 

Zenginliğini kendisinden bilenler için de böyledir “ama ben çok çalışıyorum, gece gündüz çok emek veriyorum ve akıllıca düşünüyorum, o kadar yatırım yaptım, aklımı zekamı kullandım, çok dikkat ettik vs” gibi. 

Sahip olduğu mülkü, serveti kendi çabalarıyla ilişkilendirdi tek tek. Böyle olunca Allah Teala’ya hamdimiz sözde olur. Bilincin arka planında kendi var çünkü. Kendinden biliyor. 

Bizi şeytan buralardan iğfal ediyor. Hamde olan ihtiyacımıza gölge düşüyor. Oysa biz Allah Teala’nın emri ile çalıştık. Onca serveti ise Rabbim verdi , yaptıklarımın sonucu istihkakı olarak görmüyorum. 

Aile de böyle, mesela Allah Teala iyi bir aile nasip etmiş. Ama diyor ki “ben iyi birini seçtim. Ben eşimle iyi ilişkiler kurduğum için böyleyiz. Sıkıntılar olduğunda diyaloğa girdim. Bi dünya yaptığım şeyler var. Kolay değil bir aileye sahip olup onu götürebilmek” 

Oysa ki ondan daha fazlasını bilen, işin erbabı/hocası olan ama 
Allah Teala’nın kendisine aile huzuru yaşatmadığı niceleri var. 

Peki ne diyeceğiz? 

“Ben bunları Allah için yaptım onun emri diye yaptım. Bunları bunları yaptım diye aile saadetine kavuştuğumu asla düşünmüyorum. O aile saadeti Cenab-ı Allah’ın bana lütfu ve ihsanıdır.” 

İşte böyle düşündüğümüz zaman hem yaptıklarımızın sevabına kavuşuruz hem de onun verdiği o huzurdan ve bahtiyarlıktan ötürü hamdimiz zaafiyete uğramaz. Bu örneği mal, mülk, zenginlik için de düşünün. 

Yani zekamızdan, çalışmamızdan, güzelliğimizden, maharetimizden, kendi kazanımlarımızdan değil. 

O yüzden Rabbimize borçluyuz. 

“Bu mal, mülk bana ancak kazanç ve ticaret yollarını bildiğim için verildi” diyen birinin zannettiği gibi değildir iş. Aksine o nimet onun için bir imtihan ve denemedir. Kendisine verilen nimetler hususunda itaat mi edecek yoksa isyan mı edecek onu denemek için verildi. Fakat insanların çoğu imtihan olduğunu bilmezler, şımarırlar. 

Kârûn şöyle demişti: “O servet bana ancak bendeki bilgi sayesinde verildi” (Kasas 78) Ne malları ne servetleri onlara hiçbir fayda vermedi. 

Rızık işi, insanın zekasının azlığına çokluğuna bağlı değildir. O ancak Allah’ın hikmeti ve taksimine bağlıdır. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

17 Ağustos 2024 Cumartesi

Ölüm gerçekleşmeden önce, Ölüm anında ve Ölümün gerçekleşmesinden ve Kabre konduktan sonra yapılacaklar

 

 Yakınlarımız, dostlarımız vefat ediyor, bir gün biz de vefat edeceğiz. Peki kabre  konuluncaya kadar ve sonrasında İslama uygun, bidatlere düşmeden ölü için neler yapılması gerekir ve neler yapılabilir?   

Konuyu iki kısımda ele alacağız: 

İlk kısımda ölüm gerçekleşmeden önce, ölüm anında ve ölümün gerçekleşmesinden sonra yakınlarına düşen görevler nelerdir; 

ikinci kısımda ise kabre konduktan sonra ölüye faydalı olabilecek neler yapılabililir bunları aktaracağız. 

Ölüm.. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem"in ifade ettiği gibi insanoğlunun tamamının doğumdan sonraki tek gerçeğidir. Aslında ölüm, sadece insanoğlunun değil dünya üzerinde bulunan bütün canlıların ortak kaderidir. Her canlı, günün birinde ölmeye mahkûmdur.

Ölüm, Yüce Yaratıcı"nın kanunudur. Ölüm için genç yaşlı, kadın erkek ya da çocuk olmak gibi herhangi bir sıra da söz konusu değildir. Cenâb-ı Allah"ın belirlemiş olduğu eceli gelen her insan, ruhunu Rabbine teslim edecektir. 

Ancak İslam’a göre ölüm; bir son ve yok olma değil, yeni bir hayatın başlangıcıdır.  Diğer varlıklardan farklı olarak insanın ölümünden sonra dua ve istiğfara, hayır ve hasenata ihtiyacı vardır. Dünyada iken yaptığı güzel amellerin mükâfatını da âhirette görecektir (Al-i İmrân, 3/182).

Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bir musibet veya ölüm haberi duyunca; şu ayeti okuyarak Allah’a olan teslimiyetini ve bağlılığını ifade etmişlerdir:

“Onlar, başlarına bir musibet gelince, 'Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz' derler” (Bakara; 2/156). 

 Ölüm gerçekleşmeden önce, Ölüm anında ve ölümün gerçekleşmesinden sonra nasıl hareket edilmelidir?

 Ölüm gerçekleşmeden önce  

* İmkânlar elveriyorsa ölmek üzere olan kimsenin yanında bulunmak, son nefesine kadar ona arkadaşlık yapmak, huzur içinde ruhunu teslim etmesine yardımcı olmak gerekir. Bunun için ölmek üzere olan kimsenin yanında kalpleri huzura erdiren yegâne kelâm olan Kur"ân-ı Kerîm okunur. Son anını yaşayan bu tür hastaların yanında Yasin veya Ra’d suresini okumak müstehabtır. 

* Dünyanın geçici, ahiretin ise ebedi yurt olduğunu, Allah Teala’nın sonsuz rahmet ve merhamet sahibi, bağışlayıcı olduğu hatırlatılıp ölüm anındaki korkunun azaltılması sağlanır.

*Hasta olup normal bir ortamda vefat etmek üzere olanlara karşı yakınlarının bazı görevleri vardır. Eğer bir güçlük yoksa, ölüm döşeğinde yatan kişiyi kıbleye doğru ve sağ yanı üzerine çevirmek müstehaptır. 

Eğer kişiyi çevirme imkânı yoksa, sırtına veya ensesine yastık koyup yüzü ve ayaklarının kıbleye bakacak şekle getirilmesi sağlanır.

Eğer bu şekilde çevirmek ve hareket ettirmek mümkün değilse, kişinin en rahat edeceği şekilde bırakılması daha iyi olur.

* Eğer ortam müsait ve uygunsa hakların helalliği dilenir; kendi haklarının helal edildiği tebliğ edilir. 

* Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem"in, “Ölmek üzere olanlarınıza "Lâilâhe illâllâh." (Allah"tan başka ilâh yoktur.) sözünü telkin edin.” M2123 Müslim, Cenâiz, 1. buyruğu üzere, aklî melekeleri yerinde olup konuşma yeteneğini kaybetmemiş kişiye yanındakilerden biri uygun bir tarzda “kelime-i tevhid’i ve tövbeyi” hatırlatacak şekilde telkinde bulunmalıdır. Telkinin amacı hastanın hayata veda ederken tevhid inancını hatırlamasına yardımcı olmaktır.

Ölümü yaklaşmış kişiye kelime-i tevhid telkin edilmesi sünnettir. (Müslim, Cenâiz, 1) Ancak “sen de söyle” diye zorlanmamalıdır. Kendi arzu ve iradesiyle bu cümleyi söyletmeye yardımcı olunmalıdır. Bu hususta peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:

“Kimin son sözü “ La ilahe ilallah “ olursa, o kişi cennete girer.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 16)

Ölüm anının şiddetlenmesi 

* Kişinin ölüm anında çok şiddetli susaması olabilir. Onun için de ağız ve dudaklarının ıslatılması ve kuruluğun giderilmesi tavsiye edilir.

Ölüm anından sonra 

* Ölenin vücudu sertleşmeden önce hafifçe çenesinin bez türü bir iple bağlanması, gözlerinin kapatılması, elleri, ayakları ve kollarının düz bir şekle getirilmesi gerekir. 

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem“Ölenlerinizin yanında hazır bulunduğunuz zaman, (öldüğünde) gözünü kapatınız. Çünkü göz ruhu izler...” buyurmuşlardır. (İbn Hanbel, IV, 125)

Ayakların tekrar açılmaması için baş parmakları uygun bir şekilde iple bağlanabilir.

* Ölümün gerçekleşmesinden sonra meyyit yıkanana kadar onun yanında Kur’an okunmaz. Mekruhtur. Fakat başka bir odada Kur’an okumakta bir sakınca yoktur.

* Vefatın gerçekleşmesiyle, ölen kimsenin akrabaları, yakınları, komşuları ve arkadaşları durumdan haberdar edilir. Ölüm ilânının gayesi Müslümanların cenazeye iştirak etmek suretiyle kardeşlerine son vazifelerini yapmalarına imkân tanımaktır. 

Meyyitin (ölünün) yıkanması

Ölen erkek veya kadını, bedenleri örtülecek şekilde kefenlemek farzdır

* Erkek meyyitleri erkekler, kadın meyyiteleri ise bayan yıkayıcıların yıkaması gerekir. Yıkayan kişiler abdestli olmalıdır. Meyyitin yıkanmasi farz-ı kifâyedir. 

* Meyyit çok sıcak veya çok soğuk suyla yıkanmamalıdır.

* Cenazenin gereksiz ve sebepsiz yere geciktirilmemesi için meyyitin bir an önce yıkanması, kefenlenip hazırlanması müstehaptır.

* Yıkanmanın mümkün olduğu kadar kapalı bir alanda gerçekleştirilmesi gerekir.

* İmkân dâhilinde meyyitin ayakları Kıbleye doğru olarak teneşire sırt üstü yatırılır.

* Cenaze yıkanan yere güzel kokular konulur.

* Meyyitin göbek ile diz altı arası örtülür. Avret mahalli eldiven veya bez kullanılarak örtünün altından temizlenir; daha sonra namaz abdesti gibi abdest aldırılır.

* Yıkama niyet ve besmele ile başlanır, “Gufrâneke yâ Rab = Artık senin af ve mağfiretinle baş başa, sen onu bağışla ey rahmân olan Allah.” duası ile devam edilir.

* Niyet ve besmeleden sonra meyyite abdest aldırılır. Abdest aldırmaya yüzden başlanır. Ağız ve buruna su verilmez. Dudakların içi ve dışı, burun delikleri, göbek çukuru parmakla veya parmağa sarılan bezle mümkün mertebe silinir. Ondan sonra elleri ve kolları yıkanır. Sahih olan görüşe göre başı da meshedilip, ayakları geciktirmeksizin yıkanır. Böylece ölüye abdest aldırılmış olur.

* Üzerine namaz farz olmayan çocuklara abdest aldırılması gerekmez.

* Abdest aldırıldıktan sonra meyyitin üzerine ılık su dökülür.

* Meyyitin önce sol tarafa yatırılıp sağ tarafı, sonra sağ tarafa yatırılıp sol tarafı yıkanır. Bu üç kere tekrar edilir.

* Bundan sonra meyyit hafifçe kaldırılır. Sonra karnı hafifçe ovulur. Bir şey çıkarsa su ile yıkanıp giderilir. Yeniden abdest verilmesine ve baştan yıkanmasına gerek yoktur.

* Yıkama işleminden sonra meyyit havlu ile kurulanır. Cenaze yıkanırken pamuk kullanılmaz.

* Meyyitin tırnağı kesilmez ve saçları taranmaz, kesilmez, vücudun diğer bölümlerindeki kıllar da temizlenmez.

*Şayet ölünün vücudunda birtakım hoş olmayan şeylere şahit olunmuşsa bunları başkalarına ifşa etmemek gerekir. Bu konuda Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kim bir ölüyü yıkar, onu kefenler, (kefenine) güzel koku sürer, (cenazesini) taşır, cenaze namazını kılar ve ölünün üzerinde gördüğü (olumsuz şeyleri) yaymazsa anasından doğduğu gibi günahlarından arınmış olur.” 
(İM1462 İbn Mâce, Cenâiz, 8)

Meyyitin kefenlenmesi

* Yıkanıp güzel kokular sürülen ölünün saçları toparlanarak düzenli bir hâle getirildikten sonra kefenlemeye geçilir. 

* Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem kefen için seçilecek kumaşın, saflığın ve temizliğin sembolü olan beyaz renkte olmasını tavsiye etmiş ve çok pahalı olmaması gerektiğini söylemiştir. 

Dinimizde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem"in üç parça bezle kefenlenmesinden hareketle erkeklerin üç, kadınların ise beş parça bezle kefenlenmesi uygun görülmüştür. Ancak imkânların elvermediği durumlarda kefen için tek parça kumaş da yeterlidir. 

 İhramlıyken vefat eden kimselerin ise ihramlıyken dikkat edilmesi gereken hususlar doğrultusunda kefenlenmesini uygun gören Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, bu durumda kişinin giydiği iki parça elbise ile kefenlenmesini, kokulanmamasını, başının da açık bırakılmasını istemiş, onun, ihramıyla telbiye getirerek dirileceğini ifade etmiştir.

* Cenaze yıkanıp kefenlendikten sonra yüzünün açılarak yakınlarının ve dostlarının ona son kez bakmaları veya öpmeleri caizdir. 

Kadın cenazenin yüzüne mahremi olan erkekler ve kadınların bakmaları caiz ise de mahremi olmayan erkeklerin herhangi bir zaruret bulunmadıkça bakmaları mekruh görülmüştür. Erkek cenazenin yüzüne kadınların bakmasında ise bir sakınca yoktur (Kâsânî, Bedâî’, 1/304-305; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/531-532).

* Maddî ve mânevî kirlerinden arınarak tertemiz, bembeyaz bir örtüyle bezenen cenaze musallaya getirilir, artık namaz için hazırdır. 

Vefât eden bir müslüman için ilk duâ, onun cenâze namazını kılmaktır. 

“Cenaze namazı kıldığınız zaman ölen kimseye samimiyetle dua edin.”  buyuran Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, ölen her mümin için namaz kılınmasını istemiştir. Bu namazı kılmak suretiyle Müslümanlar, vefat edenin günahlarının affedilmesi, varacağı yerde cehennem azabından korunmuş bir şekilde selâmetle ve ikramla karşılanması için Yüce Rabbe niyaz ederek mümin kardeşlerini son yolculuğuna uğurlarlar.

Ayrıca din kardeşinin cenâzesine katılarak onun namazını kılmak ve onunla beraber kabre kadar gitmek, mü’mine büyük sevap kazandırır.

Namazın ardından cenaze, vakit geçirilmeden götürülüp defnedilir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, cenazenin aşırı süratli olmamak kaydıyla bir an önce defnedileceği yere ulaştırılmasını tavsiye etmiştir.

Cenazenin taşınması

Cenazeyi taşıma görevi erkeklere verildiği gibi, cenazeye gitmek de erkeklerin vazifesidir.

Erkekler cenazeyi uğurlamaya ciddi şekilde teşvik edilirken, hanımlar alıkonulmuştur. Her ne kadar “haram” kılınmamış ise de onların cenaze ile kabre gitmeleri hoş karşılanmamıştır. 

Hanefilere göre tahrimen mekruhtur ki, eğer fitne korkusu varsa o zaman ittifakla haramdır.

Ümmü Atıyye radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

Biz hanımlar cenazeye iştirak etmekten men edildik. Fakat cenâze teşyii bize kesin olarak haram kılınmadı. (Buhârî, Cenâiz 29, İ’tisam 27; Müslim, Cenâiz 34-35. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 40; İbni Mâce, Cenâiz 50)

Netice olarak, kadınların cenaze nakline iştirakleri doğru görülmemiştir. Ancak, cenazeyi nakledecek erkek bulunmazsa, böyle istisnai vaziyet bir zarurettir. Bu surette caiz görülmüştür.

* Cenazenin taşınmasında sünnet olan şekil, dört kişinin dört taraftan cenazeyi yüklenmesidir. Her bir taraftan sırayla yüklenip onar adım, toplam kırk adım götürmek müstehaptır. Cenaze önce ön taraftan sağ omuza, sonra ayak tarafından sağ omuza alınır. Sonra yine ön taraftan bu defa sol omuza, sonra arka taraftan sol omuza alır. Her bir omuzlamada onar adım yürünür.

* Cenazeyi takip edenlerin, cenazenin arkasından yürümeleri daha faziletli olmakla birlikte, önden yürümekte de bir sakınca yoktur. Cenazeyi yaya olarak takip etmek binitli olarak takipten daha faziletlidir. Eğer binitli olarak takip edilecekse, cemaati rahatsız etmemek için ya en önden gitmek ya da cemaatin arkasından gelmek uygun olur. Cenaze vakar içinde izlenmeli, cenaze ve üzüntü ortamına uygun düşecek şekilde davranılmalı, gerekmedikçe konuşulmamalıdır. Yapılacak iş, dua, tefekkür ve tezekkür etmektir.

Buraya katılan herkes; tam bir sükunet, teslimiyet ve tefekkür halini yaşarlar. Böyle iken; bazı cenazelerin; camiye ve kabristana nakli sırasında alkışlandığını işitiyoruz. Halbuki İslam tarihinde ve kültürümüzde cenazenin alkışla defnedildiği bir döneme rastlanmamıştır. Alkış, daha çok hayatta olanlara takdir hislerini dile getirmek için yapılır. 

Hangi amaçla yapılırsa yapılsın cenaze törenlerinde alkış tutmak ve slogan atmak cenazenin defin adabıyla uygun düşmez. Ayrıca alkış cenazeye olan saygıyı yok eder. Nasıl ki ağıt yakmak, yüksek sesle ağlayarak feryat etmek cenazeyi rahatsız ediyorsa alkış ve ıslık gibi hiçbir ilmi temeli olmayan davranışlar da onun ruhunu rahatsız eder.

Cenaze toprağa koyulurken

* Defin için tayin edilmiş belirli bir vakit olmamakla birlikte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ashâbını, kerahet vakitleri yani güneş doğarken, güneş tam tepede iken ve güneş batarken cenaze defnetmekten menetmiştir. Cenazenin gündüz defnedilmesinin daha uygun olduğunu, ancak zarurî durumlarda gece de defnedilebileceğini söylemiştir. 

* Cenaze toprağa konulmadan önce oturulmaması; cenaze toprağa konulduktan sonra ise, ayakta kalınmaması uygundur.

* Cenaze kıble tarafından kabre indirilir, sağ yanı üzerine kıbleye döndürülür ve kefen üzerinde bağ varsa çözülür.

* Cenazeyi kabre koyan kişiler “Bismillâhi ve alâ milleti resûlillâh = Allah’ın adıyla ve elçisinin dini üzere” derler. Cenazeyi kabre koyacak kişilerin sayısı ihtiyaca göre değişir.

* Meyyiti sağ tarafına yatırıp, yüzünün Mekke’ye çevirilmesi sağlanır.

* Bayanların toprağa indirilmesinde yakınlarının indirmesi tavsiye edilir.

* Mezarın iki karış yükseltilerek tümsek hâle getirilmesi de menduptur.

* Kabrin gereksiz masraflı ve şatafatlı yapılardan olmaması gerekir.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir cenaze gömüldükten sonra hemen dönmez, bir müddet mezarı başında bekler ve cemaate şöyle derdi: Kardeşiniz için yüce Allah’tan mağfiret isteyiniz ve kendisine sükûnet vermesini dileyiniz. O şimdi sorguya çekilmektedir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 67-69)

Definden sonra kalabalık dağılınca, orada kalan bir kişinin kabrin başında ölüye hitaben iman esaslarını hatırlatması şeklindeki telkin bazı âlimlerce meşru görülmemekle birlikte, mükellef olduktan sonra vefat eden kimsenin kabrinin başında bunun yapılabileceğini söyleyen âlimler de vardır (bk. İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/104-105; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/157).

Görüldüğü üzere Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in uygulaması telkin değil, dua şeklindedir. 

* Kabirlerin üzerine basmak ve oturmak mekruhtur. Bu hususta Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Birinizin kor üzerine oturup elbisesini yakması, oradan da ateşin bedenine ulaşması, kendisi için bir kabrin üzerine oturmasından daha hayırlıdır.” (Müslim, Cenâiz, 96; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 77; Nesâî, Cenâiz, 105)

Cenaze sahiplerinin mezarlıkta veya evde helva, ekmek gibi şeyler dağıtmalarının  dinî bir dayanağı yoktur. Dinî bir gereklilik olarak görmeden yapılmasında bir sakınca olmayacağı söylenebilirse de bu tür uygulamaların kısa süre sonra cenazeyle ilgili bir dinî hüküm olarak algılanması tehlikesi bulunmaktadır. Dolayısıyla bu ikramlar dinî bir zorunluluk olarak yapılırsa, bidat ve hurafe sayılır.

Taziyede Bulunmak

Hem ölen insana hem de geride kalan yakınlarına karşı yerine getirilmesi gereken bir görev de taziyedir. Taziye ölünün yakınlarına, “Allah rahmet etsin! Allah geride kalanlara ömür versin!” gibi sözlerle sabır dilemek, rahatlatıcı ve teselli edici sözler söyleyerek, acı ve üzüntülerini paylaşmaktır.

Taziye vesilesiyle ölene dua edilir ve Kur'ân okuyup sevabı bağışlanır. Taziye süresi genel olarak aynı yerde yaşayanlar için üç gündür. Taziyenin üç gün içinde yapılması müstehaptır.

Ölü sahipleri normal hayata daha çabuk dönebilsinler diye, üç günden sonra taziyede bulunmak mekruh kabul edilmiştir. Ancak uzakta oturanlar veya geç haber alanların daha sonra da taziyede bulunmaları mümkündür.

Cenaze evine yemek götürmek sünnettir. Uygulamada da ölü evinde tâziye süresince yemek pişirilmez; cenaze yakınlarına ve tâziye için gelenlere ikram edilmek üzere komşular cenaze evine yemek getirir.
 
Ölü evinin gelen gidenlere yemek hazırlaması mekruhtur, bidattır, aslı esası yoktur. Çünkü böyle yapmakla ölü ailesinin sıkıntı ve kederi bir kat daha arttırılmış olur, meşguliyetlerine meşguliyet katılmış ve cahiliyye döneminin adetlerine benzetilmiş olur.

 Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, ölünün kendi ailesinin yemek hazırlayıp gelenlere ikram etmesini hoş karşılamamıştır. Ölen kişinin mirasçıları fakir iseler veya aralarında buluğ çağına erişmemiş çocuk var ise, geriye bıraktığı maldan yemek yapılarak cenazeye gelenlere verilmesi helal değildir. Buna karşılık Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, komşu ve akrabalarının ölü sahiplerine yemek getirmelerini tavsiye etmiştir (İbn Mâce, Cenâiz, 59)

Ölene Ağlanır ve Ağıt Yakılır mı?

Ölünün başında, cenazenin defninde ve kabir ziyareti esnasında bağırıp çağırmadan, yaka paça yırtmadan sessizce ağlamak caizdir. Çünkü bu tür bir ağlama insanlardaki acıma ve merhamet duygusunun dışa yansımasıdır. Buna rağmen Yüce Allah sabır ve teslimiyet içinde olanları, acı ve musibetlere tahammül edenleri de övmüştür. 

Demek ki; sesini yükselterek ağlamak, çirkin söz söylemek, bağırıp çağırmak, ağıt yakmak, üstünü başını dövmek ve yolmak doğru değildir. Hatta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bu aşırılıklar ve taşkınlıklardan cenazenin bile rahatsız olacağını bildirmiştir:

“Şüphesiz ölü, arkasından ailesinin ağlaması yüzünden azap görür.” Müslim Cenaiz, 9. II, 638.

Cenaze Merasimlerinde Görülen Bir Uygulama

Günümüz cenaze törenlerinde, bazı ölülerin yakınları veya çalıştıkları kurumları camii avlularına ve kabristanlara çelenkler göndermektedirler. 

Cenaze merasimlerine çelenk veya çiçek gönderilmesinin ya da kabirlere konulmasının ölüye hiçbir faydası yoktur. Ayrıca bu tür harcamalar, yerinde bir harcama olmadığından israftır. Bu itibarla, çelenk için sarf edilecek paranın, sevabı ölenin ruhuna hediye edilmek üzere, hayır kurumlarına veya fakirlere bağışlanması uygun olur.

Ancak genel olarak kabristanda ağaç dikmek ve yeşilliği korumak özellikle kabristanların iç ve dış çevresini ağaçlandırmak tavsiye edilmiştir. Kur'ân-ı Kerimde de işaret edildiği gibi ağaç, bitki ve diğer yeşilliklerin tamamı kendilerine mahsus halleriyle Allah’ı anmaktadırlar. Kabristana dikilen ağaç, canlı kaldıkça onun tespih ve zikrinden kabir sahibi faydalanacaktır. 

Ölenlerin Arkasından Kur'ân Okumak

Ölülerin ruhları için her zaman Kur'ân okunup hasıl olan sevap onların ruhlarına bağışlanabilir. Ancak cenazenin defni sırasında veya sonraları para karşılığında Kur’ân ve mevlit okutmak veya ziyafet vermek doğru değildir. 

Ölünün ardından yapılan yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gecesi gibi uygulamaların dinî dayanağı var mıdır?

Ölenin yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gecesi gibi belli gün ve gecelerinde okunan hatim ve mevlit merasimleri hakkında da Kur'ân ve sünnete dayalı bir bilgi veya tavsiye yoktur.

Ölen bir Müslümanın usûlüne göre yıkanıp kefenlenmesi ve cenaze namazının kılınarak defnedilmesi farzdır. Bunun dışında yapılması gereken başka bir görev yoktur.

Yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gün duası gibi zaman ve şekle bağlanmış bir görev yoktur. Bunların hiçbir dinî dayanağı da bulunmamaktadır. Bu itibarla söz konusu günlerde ölüye yönelik merasimler düzenlenmesi bid’attır; “Her bid’at da dalalettir.” (Müslim, Cum'a, 43 [867]; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6 [4606]). 

Ancak sevabı ölen kimsenin ruhuna bağışlanmak üzere her zaman hayr-u hasenât yapılabileceği gibi çeşitli vesilelerle dua da edilebilir (bk. Buhârî, Vasâyâ, 19 [2760]; Müslim, Zekât, 51 [1004]).

* Kabrin yanında namaz kılmak, üzerine kubbe yapmak, mescit inşa etmek, mum yakmak ve bez bağlamak da geçmiş bazı din, örf, adet ve kültürlerin kalıntısı olan bidatlerdir.

Bir kimse üzerinde namaz, oruç, hac, zekat, adak gibi borçlar bulunarak vefat etmiş ise, geride kalanlar bu borçları eda ederse ölü bu borçtan kurtulur mu?

Alimlerimiz ibadetleri üçe ayırmışlardır:

1) Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetler: Başkalarının yapmalarıyla bu borçlar düşmez, sorumluluk devam eder.

Devir ve ıskatın dinimizde yeri var mıdır?

Iskat, kişinin sağlığında çeşitli sebeplerle eda edemediği oruç, kurban, adak, keffâret gibi dinî mükellefiyetlerinin, ölümünden sonra fidye ödenerek düşürülmesi, böylece o kişinin bu tür borçlarından kurtulması anlamını taşır. 

Bakara, 184. ayette “Oruca gücü yetmeyenler bir yoksul doyumu fidye öder.” buyrulmaktadır. 

Bu âyete göre, oruca dayanamayan veya mazeretleri sebebiyle Ramazan’da ve diğer zamanlarda oruç tutmaktan aciz kalan kimselerin, her bir oruç günü için fidye ödemeleri gerekir. Fakihlerin çoğunluğu, bu âyetteki oruç yerine fidye ödenmesi hükmüne illet olan vasfın “acz” olduğuna hükmederek, mazeretli veya mazeretsiz oruç tutmamış ve kaza etmeden vefat etmiş olan kimselerin oruç borçları için de fidye ödeneceğini, hatta bu kimselerin bu konuda vasiyette bulunmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. 

Şayet vasiyet yoksa mirasçılar bunu yapmaya mecbur değildir. Ölen kişi miras bırakmamışsa veya bıraktığı mal yetmezse kendi mallarından bağış olarak da verebilirler. Oruç için bu şekilde yapılacak ıskat, dinî hükümlere uygundur.

Ancak belli bir miktar paranın fakire verilmesi ve onun da güya erdemli davranarak aldığı parayı veren kişiye hibe etmesi ve ödenmesi gereken meblağ tamamlanıncaya kadar bu kabul ve hibe işinin tekrar ettirilmesi demek olan “devir” uygulamasının aklî ve naklî hiçbir mesnedi yoktur.

Namazların ıskatına gelince; bir kişinin namaz borçlarının fidye ile ödenebileceğine dair Kur’ân ve sünnette ne bir delil ne bir işaret vardır. Öyleyse fidye ile namaz borçları düşmez. 

O halde ne yapabiliriz? ihtiyaç sahiplerine yapılacak yardımlar ölü adına yapılmış sadaka gibi olacağından günahların bağışlanmasına ve Allah’ın affının tecellisine vesile olacağı umulur. 

İmkânlar dâhilinde fakirlere sadaka vermek, hayır kurumlarına yardımda bulunmak geride kalanların ölüler için yapabilecekleri en uygun davranışlardır. 

2) Zekat, adak ve mâlî keffaret gibi mâlî ibadet ve borçlar: Bunlar, başkalarının ödemesiyle ödenmiş olur, borç kalkar. 

3) Hac gibi hem mâlî, hem de bedenî ibadetler: Birisi vefat etmiş bir kişi adına bunu yaparsa o borçtan kurtulmuş olur. Fakat mirasçılar bunu yapmaya mecbur değildir. 

Ölünün arkasından ölünün yararına olarak neler yapılabilir?

* İslam ulemasının ekseriyeti, sevabını ölüye bağışlamak niyetiyle yapılan ibadetlerin sahih olduğuna ve dünyadan göçmüş olanların bundan istifade edeceklerine kani olmuş ve bu hükmü benimsemişlerdir.

Bu sebeple, yapılan ibadetin ve hayırların sevaplarının başkasına bağışlanması caizdir. Kişi, okuduğu Kur’ân-ı Kerîm'in, yaptığı hatmin ve işlediği bir hayrın sevabını başkasına bağışlayabilir. İster sağ, ister ölmüş olsun, kendisine sevap bağışlanan kimsenin, bundan yararlanacağı umulur. 

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in cenazeye Fâtiha sûresini okuduğu ve tavsiye ettiği (İbn Mâce, Cenâiz, 22 [1495, 1496]), yine Abdullah bin Ömer radiyallahu anh'ın ölülerin ruhuna Bakara sûresinden okunabileceğini güzel gördüğü rivâyet edilmektedir (Beyhâkî, Sünenü'l-Kübrâ, 4/93 [7068])

Başkası tarafından bağışlanan sevapla, bir kimsenin bizzat yapması gereken ibadet borçları ödenmiş olmaz ise de bunlar iyilik ve sevaplarının çoğalmasına ve derecesinin yükselmesine vesile olabilir.

* Benî Seleme kabilesinden bir adam, annesi ve babası öldükten sonra, onlara bir iyilik yapıp yapamayacağını sorduğunda, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem “Evet, onlara rahmet dilemek, onlar için istiğfâr etmek, vasiyetlerini yerine getirmek, akrabaları ile ilgilenip onlara karşı üzerine düşeni yapmak, dostlarına hürmet edip ikramda bulunmaktır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 130 [5142]; İbn Mâce, Edeb, 2 [3664]) şeklinde cevap vermiştir.

* Annesinin aniden öldüğünü, şâyet konuşabilseydi sadaka verilmesini vasiyet edeceğini zannettiğini belirterek, onun adına sadaka verirse sevabının kendisine ulaşıp ulaşmayacağını soran sahabîye; “Evet, ulaşır. Onun namına sadaka ver.” (Buhârî, Vasâyâ, 19 [2760]; Müslim, Zekât, 51 [1004]) buyurmuşlardır.

O halde onlara rahmet dilemek, onlar için istiğfâr etmek, vasiyetlerini yerine getirmek, akrabaları ile ilgilenip onlara karşı üzerine düşeni yapmak, dostlarına hürmet edip ikramda bulunmak ve sadaka vermek ölüye fayda veren iyiliklerdir.

* Bir kişi öldüğünde başkalarının onun hakkında yapabilecekleri, hatta yapmaları gereken en önemli işlerden birisi, varsa o kişinin borçlarını ödemek ve böylece onun üzerinden kul haklarının kalkmasını temin etmektir. Çünkü hadisteki ifadesiyle “Mü’minin ruhu, borcu ödeninceye kadar ona bağlı kalır.”  Tirmizi, Sünen, Cenaiz, 76; İbn Mace, Sünen, Sadakat, 12.

Bundan dolayı, borçlu olarak ölen kişi, şayet miras olarak bir şeyler bırakmışsa ondan borçları ödenir. Eğer vefat eden kişinin malı yoksa, varisleri veya diğer müslümanlar vefat edenin borçlarını isterlerse kendi mallarından ödeyebilir. Bu ölünün borçtan kurtulmasına sebep olur. Borcu ödeyen kişinin, ölünün bir yakını olması şart değildir. Kim öderse ödesin, ölen kişi kurtulmuş olur.

* Ölmüş birisi için yapılabilecek en büyük iyiliklerden birisi onun için dua etmek ve istiğfarda bulunmaktadır. Nitekim;

“Ey Allah’ın Resulü, anne ve babamın vefatlarından sonra da onlara iyilik yapma imkanı var mı, ne ile onlara iyilik yapabilirim?” diye soran Ebû Ubeyd’e Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Evet vardır. Onlara dua, onlar için Allah’tan istiğfar (günahlarının affedilmesini) talep etmek, onlardan sonra - varsa vasiyetlerini yerine getirmek, anne ve babasının akrabalarına karşı da sıla-i rahmi ifa etmek, anne ve babasının dostlarına ikramda bulunmak.” cevabını vermiştir.

Bu konudaki ayet ve hadis-i şerifleri göz önünde bulunduran islam alimleri, ölü için yapılan dua ve istiğfarın ölüye fayda vereceğinde ittifak etmişlerdir. 

Vefât eden kimselerin geride kalanlardan bekledikleri en mühim şeylerden biri kendileri için “istiğfar” edilmesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bir cenâze defnedildiğinde, kabirdeki sorgu-suâlinin kolay olması arzusuyla meyyit için istiğfar edilmesini tavsiye buyurmuşlardır.

Bunlarla beraber ölen mümin kişi için şunlar da yapılabilir; 

Sadaka verilip, sevabı ölüye bağışlanabilir. 

Verilen sadaka ister kişinin evladı gibi birinci derecede bir yakını isterse başkaları tarafından verilsin, sadakanın sevabının ölüye ulaşacağında ittifak vardır. 

Nafile olarak sadaka vermek isteyenlerin, bütün inananlara niyet etmesi en faziletlisidir. Çünkü bunun sevabı onlara ulaşır, kendisinin sevabından da herhangi bir şey eksilmez.

Bir kimse, ölmüş birisinin yerine hac yapıp, sevabını ölüye bağışlayabilir 

Yine umre ibadeti yapıp sevabından ölüye bağışlanabilir.   

Sadaka niyetiyle kurban kesilip eti ihtiyaç sahiplerine dağıtılıp sevabı ölüye bağışlanabilir.

Ancak, ölülerin arkasından onları memnun etmek ve böylece isteklerine kavuşmak için kabir başlarında, türbe veya yatırlarda kurban kesmek ve bunu ölüye adamak tamamen yanlış bir inançtır ve bidattir. Bundan dolayıdır ki Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem; “Kabirde sığır, deve, koyun kesmek İslam’da yoktur.” buyurarak bunu yasaklamıştır. Çünkü, kurban bir ibadettir ve ibadetler sadece ve sadece Allah için yapılır. 

Okunan Kur’an hatimlerinden hasıl olan sevabın ölüye bağışlanması için dua edilebilir.

Kuran Yolu Türkçe Meal Ve Tefsir/ Fethu'l-Bari-Sahih-i Buhârî Şerhi/ Sahih-i Müslim Şerhi-El Minhac/ El-Ezkar Dualar ve Zikirler- İmam Nevevi / Hadislerle İslam/ İslam İlmihali-Diyanet Vakfı / Diyanet fetvalar / el-Fetâvâ’l-Hindiyye/ ukba/ zafer dergisi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden notlar 154

Fasıklıktan sıyrılman gerekir ki Cenab-ı Allah’tan hidayet talebin karşılık bulsun

HİDAYET

Hidayet iradeyle olan bir şeydir, kişinin harekete geçmesi lazım. Kişinin Rabbini sevmeye ve saymaya yol araması lazım. 

“Kim dilerse o Rabbine yola çıksın” Müezemmil 19

Kişi kendi harekete geçmezse Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem'i görse, duysa ne olur, dizinin dibinde olsa ne olur. 

Allah Teala hidayeti rastgele dağıtmış değildir. 

Hidayeti istediği halde erişemeyen bir zümre veya hiç alakası olmadığı halde sırf Allah dilediği için hidayete eren bir zümre gibi bir rastgelelik adalete sığmaz, insanın aklı da bunu makul bulmaz. 

Hidayet süreçlerinde Cenab-ı Allah’ın öğrettiği ve uyguladığı sünnetleri vardır, şablonları, yöntemleri vardır. Ve bunlar adalet üzerinedir. 

Delaleti de,  Hidayeti de Allah rastgele hak edene, etmeyene vermez. Uygun düşen kimselere yaşatır.

 O yüzden zalimlere, fasıklara hidayet etmediği halde, kendisine yönelen, sığınan kimselere hidayet eder.

 Cenab-ı Hak başkaca her şeyden kopuk, bütün geleceğini Kendisinde arayan, sevgisini O’na yönlendiren ve bu sevgiyi en üstte tutan, hayatı O’nun adına yaşayan kimselere hidayet eder. 

Biz bir yandan zalimlik yaparak hidayet diliyorsak bu sözde kalır. 

Esas olan amelimizdir. Amelimizde delaleti talep ettiğimiz için, sözde nakarat halindeki hidayet taleplerimiz karşılık bulmayacaktır. 

Dolayısıyla fasıklıktan sıyrılman, arınman gerekir ki Cenab-ı Allah’tan hidayet talebin karşılık bulsun ve Allah sana evladına ailene hidayet etsin. (Örneğin Allah müsrifleri de delalete sevk eder) Bir süre sonra Allah kalbini karartır. 

“Allah kuluyla kalbi arasına girer.” Enfal-24. 

Yani Cenab-ı Hakk’ın çağrısına içtenlikle katılanlarla menfaati için öyle görünenleri Allah bilir ve ayırır. 

Allah hidayeti kimler için diliyor, bunu düşünmek lazım. 

Zalimlere, yalancılara, müsriflere, böbürlenerek kendisiyle övünenlere, müstekbirlere, fasıklara, hakkı itirafa yanaşmayanlara .. hidayet etmez. Gördüğü hakikati göz göre göre ezip geçenlere hidayet etmez. 

Zalim deyince sadece karıncayı inciten, çocukları döven, binaları, şehirleri yıkan birileri gelmesin aklınıza. Bunlar da büyük zulümler tabi ama, esas teolojik perspektiften baktığımız zaman zalimler bilginin hakikatine riayet etmeyen kimselerdir. En büyük zulüm bu. 

Allah’ın katında en kötü kullar akletmeyen, gözlem yapmayan, kulaklarını tıkamış, Cenab-ı Hakk’ı tanımayı devre dışı bırakmış, bilgiyi israf eden kimselerdir. 

Allah Teala sadık kimselere, içtenlikli kimselere, ihlas sahibi kimselere hidayet eder. Kişi kendi iradesiyle hangi yolu seçerse, Allah Teala da ona uygun olarak ya hidayetini, ya delaletini ona yaşatır. 

-Allah Teala müminlere örnek veriyor Firavunun karısını (Âsiye) ve İmran’ın kızını (Meryem)

-Allah Teala kafirlere örnek veriyor Nuh’un karısını (Vaile) ve Lut’un karısını (Vahile)

"Sen ancak tebliğ edebilirsin, tebliğden öteye gidemezsin bekçilik edemezsin. Onların iradelerini ellerinden alıp yönlendirmeye kalkamazsın. Onların üzerinde bir zorba olarak kurulmazsın cebredici kişiye dönüşemezsin (cebbar olamazsın) Sen tebliğ eder açıklarsın, o ya basirette bulunur bunu kendisi için yapar. Ya da sırtını döner önemsemezse bu da aleyhinde bir kazanımdır."

“Her kişi kendi kazancının rehinesidir”(Müddessir 38) 

Kendi kazancı neyse akibeti de ona bağlıdır. Ya yüce Allah’a karşı sevgi ve saygıda bulunur ya da Rabbimizin kudretini bilmesine rağmen heva ve arzularına uyar. Bu, kişinin kendi bileceği şeydir ki sonucuna kendisi katlansın. 

Elbetteki birbirimize telkinlerde bulunuruz, uyarıları sürdürürüz ama baskı kurmayız buna hakkımız yok, karar kişinin kendisinde. 

İnsanın farkındalığı çok önemli. Cenab-ı Hak bu farkındalığı sağlamayı kendi üzerine almış. Bunu gerçekleştireceğini kendi hakkı olarak zatına almış. 

Dolasıyla “Ben size ayetlerimi illaki göstereceğim siz de tanıyacaksınız” buyuruyor. Bize akletme potansiyelini vermiş. Hakikatin önünü hepimize açmış. 

Kul ne zaman istikamete yönelirse Allah onların bilgilerini çoğaltır. 

Balta girmemiş ormanlarda yaşayanlara suyu ekmeği gönderiyorsa elbette ki bilgiyi de gönderir. Bilginin ulaştırılması, suların ve yiyeceklerin ulaştırılmasından daha kolaydır. Gökten suyu indiren Cenab-ı Hak, hayatın anlamını çözeceği ayetlerini mi indiremiyor? İster balta girmiş olsun ister balta girmemiş olsun, suyun, yiyeceğin girdiği her yerde Cenab-ı Hakk’ın nimetleri güneş gibi insanın önünde demektir. Ve ağaca, hayvana, cisme tapmaması gerektiğini, göğü-yeri kim yarattıysa onun önünde eğilmesi gerektiğini elbette ki öğretmiştir. 

Öğrettiği ne varsa öğrettiği kadar da sorumluluk açmıştır. Öğretmediğinden sorumlu tutmaz. Vermediği bir şeyi kulundan istemez. 

Allah Teala öyle bir fıtrat üzere yaratmış ki hakikatle sabah akşam yüzleşiyor Allah’ın kulları. Hakikat herkese yağmur gibi yağıyor ama bazıları öyle şemsiyeler kullanıyorlar ki bu hakikatlere uzak duruyorlar. 

Rabbimiz buyuruyor ki: “Ben kullarımın hepsine ayetlerimi göstereceğim” 

Yani Müslüman doğana da doğmayana da, anlayıncaya, kavrayıncaya değin göstereceğim diyor. Bunu üzerime aldım diyor. Allah buna takılmayın diyor. Ben o kişinin akleden yanına hitap eden bütün hakikati bekletiyorum, diyor. Yani kimse için “böyle bilmeden yaşadı böyle öldü işte, nereden bilsin dini, bilgi eksikliğinden ötürü Allah Teala'yı tanıyamadı o yüzden mağdur” diyemeyiz. 

Rabbimiz diyor ki böyle bir şeye ihtimal yok, herkese bilgiyi ulaştırıyorum. Yeryüzünün ve gökyüzünün orduları O’nun ellerinde. Yani Rabbimiz o kişiye bilgiyi bir şekilde ulaştırınca, artık o kişiye Yüce Yaratıcısına boyun eğmekle-eğmemek arasında tercihte sorumluluk yükler. Ve O’na saygı duyması açısından adım atması bekleniyor. 

Çünkü din nedir? Birinci adım Yaratıcı’yı tanıyacaksın. İkinci adım O’na saygı duyacaksın. O saygının içinde zaten bir dünya şey var, ibadetler vs. 

İnsanların çoğu işte bu ikinci adıma yaklaşmıyor. Çünkü saygı duymak demek örneğin O’nun yasaklarını yapmamak demek. Dolayısıyla hayatına dokunmasın diye ötede duruyor kaçıyor. 

Kişi İslam toplumunda yaşasa ne yazar, yine kaçabiliyor. İnsanların çoğu bilgisiz ortamda doğduklarından bilgisiz kalmıyor. Allah Teala onların önüne bilgi kapılarını açıyor, bilgiye ulaşmaktan imtina ediyorlar. 

Rabbimiz kendi farkındalığını onlara yaşatıyor belletiyor, ama ikrara yanaşmıyorlar. Cenab-ı Hak da bunların adına kafir koymuş. Kavradığı bir hakikatin üstünü örten kimse kafir. Yani yokmuş gibi yaparak hayatına devam ediyor. “Sana ayetlerim geldi, onları yalanladın, büyüklendin, gerçeğin önünde eğilmeyecek kadar kendini dev aynasında gördün. Üstünü örtenlerden oldun. Bir ömür sen bunu yaptın.” 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

16 Ağustos 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 153

Kuran ayetlerinin her birinin yeri tevkifidir

KURAN AYETLERİ


Allah Teala neyi indirmişse özellikle bilerek indirmiştir. 

“Allah öyle söylemiş ama, o dönemlerde öyle denk gelmiş öyle söylemiş, şuan öyle olmamalı” tarzı yaklaşımlar Kuranı Kerim’e mevzi-yer-tarihsel-dönemsel yakıştırmaları atfetmek, Cenabı Allah’ın vaktiyle böyle söylemek zorunda olduğuna dair bir hüküm içereceğinden, O’nun neyi indirdiğini ve zamanla başına neyin geleceğini bilmeksizin çeşitli ayetleri Kuranı Kerim’e koymuş muamelesi yapmak olur. 

Allah Teala hem o insanları, hem bizi, hem de kıyamete kadar yaşayacak insanları muhatap alan, dönemsel-tarihsel-yerel unsurlardan steril ifadeleri yapmaktan aciz değildi ki; “Ne indirdiğimi biliyorum, indirdiğimin arkasındayım” diyecek zatına, şanına yaraşır ifadeleri göndermemiş olsun. 

“Bilememiş de öyle söylemiş” muamelesini hiç bir ayetine yapamayız, yakıştıramayız. Değiştirdiklerini de neshettiklerini de (ortadan kaldırdıkları) özellikle ve bilerek yapmıştır, unuttuklarını da baştan daha indirirken unutturacağını bilerek, özellikle indirmiştir. 

Kuran ayetlerinin her birinin yeri tevkifidir. Yani vahiy olarak dikte edilmiştir. (Sûrelerin sıralanışı tevkifidir yani Allah Teala'nın emriyledir) 

Resullulah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem“Bu ayeti nereye koyalım, bunu şuraya ekleyelim, bak bu buraya yakışır” gibi bir süreç içinde olmamıştır. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

15 Ağustos 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 152

Şükür, diğer ibadetlerin hepsinin sağlayıcısı, ortaya çıkarıcısı, devamına vesile olanıdır


ŞÜKÜR

Küçük-büyük her ne nimet varsa, kimin eliyle gelirse gelsin, hepsini Allah’tan bilmek şükürdür. 

Kul bu bilince kavuştuğu zaman Şekûr (şükreden) olur. 

Bu tevhid akidesiyle doğrudan ilişkilidir. Şükretmek kulu Allah Teala’ya döndüren, kula Allah Teala’yı hatırlatan bir reflekse dönüşür. 

Her adımda şükredilecek bir nimetle karşılaşıyoruz. Cenab-ı Allah kula nimeti veriyor, sonra kula bakıyor kuldan ne tepki var, kulun geri dönüşü nedir? 

“Hz İbrahim Allah’ın nimetlerine daima şükreden biriydi.” -Nahl Sûresi/ 121

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de zâtını Şâkir olarak, Şekûr olarak tarif ediyor. Halbuki bu O’nun açısından zahiddir yani fazladandır. Kulunun teşekkürüne teşekkürle karşılık veriyor. 

Bunun sebebi kulları içerisinde şükredenlerin çok az olması. Çok az olduğu için de kulun teşekkürü teşekkürle karşılık buluyor. Yaratıcı Kudret, kuluna olan nimeti için kulunun takdir etmesini, tanıyıp şükretmesini bekliyor. 

Hayvan bunu yapamaz, hayvana rızkını veren de Allah Teala ama şükrü, teşekkürü insandan bekliyor. İnsanın mümeyyiz tarafı bu; akledip resmi okuyabilen tarafı bu. 

Allah Teala’nın yarattıklarını, gücünü göz ardı edersen, başkalarının gücü senin gözünde büyümeye başlar. (Başkalarının gücü, serveti, hakimiyeti, otoritesi, ilmi, fenni..)

Elimizde ne nimet varsa hepsi Allah Teala’dan. 

Elinize geçtiyse bunu hiç kimse engelleyecek değildi. Sizi şaşıp geçtiyse de hiç kimse onu size ulaştırabilecek değildi. Şükrün mutlak getirdiği özgürlük sahası. Bu ikisini birbirinden ayırmakla seküler bakışın çok bir farkı yok. O zaman “Allah’ın yapabildikleri var ama başkaları olmadan da olmuyor” dedirtir insana!

Şükür azaba, cehenneme karşı kalkandır. Şükür diğer ibadetlerin hepsinin sağlayıcısı, ortaya çıkarıcısı, devamına vesile olanıdır. 

Şükür, nimetin sahibini tanımaktır. İlahi rahmeti tanıyarak nimetleri tüketmek, öyle yaşamak. 

Şükürsüz kimseler üzümü yeyip bağını sormayan kişilerdir. 

Şükürsüz kimseler hayatı yaşayıp hayatın sahibini tanımayan kimselerdir. 

Şükürsüz kimseler hazır buldukları bu hayatı sahipsizmiş gibi zannederler. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

14 Ağustos 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 151

Dünyadaki her çeşit musibet Allah’ın bize sertçe gönderdiği bilinçli, kontrollü uyarılardır

MUSİBETLER-AZAB

Rabbimizden gelen hem güzellikle olan çağrıları, hem sertçe olan çağrıları tüketen kimseye müsrif diyoruz. 

Çünkü o bunların hepsini israf etmiş. Hepsi birer imkandı aslında. 

Hastalıkla gelen, ekonomik sıkıntıyla gelen, dünyadaki her çeşit musibetler Allah’ın bize sertçe gönderdiği bilinçli kontrollü uyarılardır, hem bireyde hem toplumların hayatında. 

Bu uyarılar bazı kullarda karşılık bulur; onlar bunları bir fırsat olarak değerlendirirler, istikamet almaya başlarlar, yanlış güzergahtan vazgeçip, tövbe edip Cenab-ı Hakk’a yönelirler. 

Ama bunları ıskalayan, tüketen, belki sadece o sıkıntı anında Cenab-ı Allah’a yönelip “bu sıkıntımı çözersen, kaldırırsan Rabbim” deyip sonra yine normal zamana geçince vazgeçen yığınlar, bilerek ve isteyerek, kendi iradeleriyle Allah’a saygısız davranmayı ve karşılığındaki azabı özellikle hak edecek bir yolculuğu tamamlar. 

Ne yazık ki insanların çoğu böyle müsriftir. Sıkıntı geldiğinde nasıl yalvar yakar olduğumuz, nasıl dua ettiğimiz mühim. Her ibretli sahne Allah’ın kuluna sunduğu bir mesaj, bir nimettir. Rabbim rahmetiyle kendisine çağırıyor. 

Allah müsrif olan kimseyi saptırır, hidayet etmez. Cehennem halkı müsriflerle doludur. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

13 Ağustos 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 150

              Bizi buz gibi eritmek istiyorlar!

                  SEKÜLER DIŞ GÜÇLER


Bugün bizim Müslümanlığımızı en çok tehdit eden şey, modern dünya medeniyetinin kendi değerleri altında, Allah-u Teala’nın bize öğrettiği değerleri, medya gücünü de kullanarak, ezmesi ve aşağılaması. Hacı, hoca, müftü, sarıklı vb temsiller karikatürler ile küçük düşürülüyor, geride kalmış olarak resmediliyor. Buz gibi eritmek istiyorlar. Ve bizleri de utanç duymaya, basit değersiz saymaya sokuyorlar. Biliyorlar ki istikbar olursa gerisi kolay. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

12 Ağustos 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 149

Allah celle ve alâ müstekbirleri sevmez

                           MÜSTEKBİRLİK

Dinleyici notu: İ
stikbarAllah'a istiğna ve isyan, insanları küçük görme, onlar üzerinde zorbalıkla egemenlik kurma anlamını da ihtiva eden büyüklenme; 

Bu niteliklere sahip olan kendini büyük ve üstün görüp gerçekleri kabul etmeyen, hakka karşı inatla direnen  kişiye de müstekbir* denir.

Allah celle ve alâ müstekbirleri sevmez. 

Biz “müstekbir değilmiş gibi yaparak”, Cenab-ı Hakk’ı sahipleniyormuş gibi yaparak bir yere varamayız. 

Böyle bir kesim var. Yani dindarlığı da elden bırakmıyor, Allah-u Teala’yı birliyor, tabelayı asıyor ama beklenti dünya odaklı!!! 

Allah-u Teala’nın hükümlerine karşı da seçici, bazılarını çıkarmış ya da mücadele içerisinde. 

Allah-u Teala’nın buyruklarından istemediğini devre dışı bırakan, hangi çeşidiyle olursa olsun teslimiyet dışında kalan her türlü yaklaşım içinde istikbar barındırır. 

Bütünüyle reddedici olanlar da, yer yer seçici olanlar da, bazı istisnalar ile Müslümanmış gibi olanlar da istikbar barındırır. Çünkü Allah azze ve celle katında makbul olan bütünüyle teslimiyettir, yani istisna etmeksizin. “Huzuruna çıktığımda bunun hesabını nasıl veririm” korkusuyla… 

Örneğin sigorta, düzenli bir gelir.. Bunlar insanı tehlikeye sokabilen, istikbara sevk eden şeyler. Tam da Allah’ın kulunu istikbar edecek mi diye sınadığı şeyler bunlar. 

Sağlık mı, kendini iyi hissetmene yarar. Eğer gafletine girersen Allah’a karşı diklenirsin bu da istikbara girer. Mal, mülk, servet mi, bunlar da kendini güçlü, kendine yeter saymaya yarar, eğer gafletine girersen istikbara yönelirsin. 

Yeryüzündeki imkanların hep Allah’a karşı kulu yoklayan sınayan bir görevi var. “Rabbim beni bu nimetle ne bakımdan sınıyor?” diye soruyorsak doğru cevabı arıyoruz demektir. 

Ama yok, “Bu bize nasıl keyif veriyor, nasıl rahatlatıyor, bizi iyi gezdiriyor, ne de iyi serinletiyor” diye, dünyada bize sağladığı yararlar üzerinden onların esas işlevlerini anlamaya kalkarsak, bu seküler bakış açısı. 

Cenab-ı Allah’ın öğrettiği böyle değil. Hasan el-Basri demiş ki; “Allah-u Teala baktın ki sana bolca veriyor, baktın ki önünü iyice açtı. Seni demek ki bu açıdan sınamaya yöneldi. Bunu böyle okumalısın.” (Ya Rabbi, beni bu açıdan sınıyorsun belli. Bana mal, mülk, servet, evlat, mevki, kariyer, itibar verdin. 
Baktım ki annem, babam yaşlılık demlerinde yanıma geldi, ya Rabbi demekki bunlarla beni sınayacaksın) 

İşte bunların hepsi sınava bakan yüzüyle esas işlevli. 

Kuran-ı Kerim’de baktığımız zaman, kişinin ahiretten kopması Cenab-ı Hak’tan kopmasına, Cenab-ı Hak’tan kopması istikbarına, istikbarı da onu cehennemlik yapmaya götürür. Müstekbirlerin hepsi cehennemi boyluyor. Bu, müstekbir olmayan için büyük ümit var demek. 

Kula istikbar yakışmıyor. 

Kulu istikbara en çok sevk eden şey ilimdir. İnsanların çoğu para zanneder. İlim paraya da hükmeder. Bilgi her şeyin üstünde bir şeydir. 

Şu küçücük varlığımızla O’na diklenmeyi nasıl göze alıyoruz? Oturun bir hesap edin. 

"Yerlerde göklerde kim varsa O’nun kuludur ve kulluk etmekten geri durmuyorlar. Bense dikleniyorum" diye kendinize bunu üst üste söyleyin bakalım, ne hissedeceksiniz? 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

11 Ağustos 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 148

Mü’minlerden namaz kılmayanlar istikbar sürecine girmiş olurlar

NAMAZ 


Mü’minler namaz hali üzere görülürler. Yani bizim Mü’min olarak dışarıdan en görülür yanımızın fotoğrafı namaz.

“Sen onları rüku ederken,secde ederken görürsün.” “Fetih-29”

O yüzden namaz en belirgin karakteristiğimiz. Bundan yoksun olmak çok tedirgin edici olmalı. 

Bir şehrin müftüsüne (Erzurum’da) sormuşlar namaz kılmayanlar kafir midir? O da “Öyle bir şey diyemeyiz ama kafirler namaz kılmaz” demiş. 

Namaz kılmayanlar kafirdir demeye dilimiz varmasa da, kafirlerin namaz kılmadığını biliyoruz. 

Mü’minlerden namaz kılmayanlar da istikbar sürecine girmiş olurlar. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

10 Ağustos 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 147

Cenabı Hakk’a sığınma refleksimizi güçlü kılmak, imanımızın canlı olduğunun bir göstergesidir

İSTİAZE


Kötülüklerden Allah’a sığınma, O’ndan yardım istemek. 

“Ya Rabbi bu sıkıntımı çözebilmek için hayatın içinde bana araçlar nasip et. Birinin bir nasihatı olabilir, başka bir yerde başka bir araç olabilir. Ama ben biliyorum ki sen bana destek olursan ben bundan kurtulabilirim. Yoksa ben hiç bir derdimi kendi başıma kalarak çözemem.” 

Sonuç Allah azze ve cellenin elindedir. Cenabı Hakk’a sığınma refleksimizi güçlü kılmak, imanımızın canlı olduğunun bir göstergesidir. Bazılarımızın hazır bulunuşlukları çok iyidir, Cenab-ı Hakk’a sığınınca Cenab-ı Hak onlara hemen çare olur. 

Bazılarımızı da bu yanlarını daha olgunlaştırmak, ilerletmek için bu sürecin içerisinde yaşatır, çare sonrasında gelir. 

Kulun Rabbi ile bu kontağı kurması lazım, ya Rabbi sen bana yetiş diye imdat hissiyle yaşaması lazım. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1