10 Şubat 2024 Cumartesi

***Riyâzü's Sâlihîn'in "ŞÂBAN ORUCU" Bâbı


ŞÂBAN ORUCU 

ŞÂBAN AYI'NIN ONBEŞİNDEN SONRA RAMAZANI KARŞILAMAK İÇİN ORUÇ TUTMANIN YASAKLANMASI, ANCAK ŞÂBANI BÜTÜNÜYLE ORUÇLU GEÇİRENİN VEYA PAZARTESİ-PERŞEMBE GÜNLERİ GİBİ BELLİ GÜNLERDE ORUÇ TUTMAYI ÂDET EDİNMİŞ OLAN KİMSENİN TUTABİLECEĞİ 

Hadisler 

1227. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 

"Sizden biriniz bir-iki gün öncesinden oruç tutarak ramazanı karşılamaya kalkmasın. Ancak belli günlerde oruç tutmayı âdet edinmiş olan kimse, o gün orucunu tutsun." 

Buhârî, Savm 5, 14; Müslim, Sıyâm 21. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Savm 7, 11; Tirmizî, Savm 2, 4, 38; Nesâî, Sıyâm 13, 31, 32, 38; İbni Mâce, Sıyâm 5 

1230 numaralı hadis ile birlikte açıklanacaktır. 


1228. İbni Abbâs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 

"Ramazandan ( bir-iki gün) önce oruç tutmayınız. Ramazan hilâlini gördüğünüzde oruca başlayınız; şevvâl hilâlini gördüğünüzde oruca son veriniz. Hilâli görmenize bulut mani olacak olursa, günü otuza tamamlayınız." 

Tirmizî, Savm 5 . Ayrıca bk. Nesâî, Sıyâm 13 

1230 numaralı hadis ile birlikte açıklanacaktır. 


1229. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 

"Şâbanın ikinci yarısında oruç tutmayınız." 

Tirmizî, Savm 37. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Savm 13.

 Aşağıdaki hadis ile birlikte açıklanacaktır. 


1230. Ebü'l-Yakzân Ammâr İbni Yâsir radıyallahu anhümâ şöyle dedi: 

Ramazandan olup olmadığı belli olmayan günde (yevmü'ş- şek) oruç tutan kişi, Ebü'lKâsım sallallahu aleyhi ve sellem'e isyân etmiş olur. 

Ebû Dâvûd, Savm 10; Tirmizî, Savm 3. Ayrıca bk. İbni Mâce, Sıyâm 3 

Açıklamalar 

Ramazân-ı şerîfi karşılamak maksadıyla, şâban ayının son yarısında ve özellikle ramazandan bir-iki gün önce oruç tutmayı yasaklayan bu dört hadis, ramazan orucuna başlamayı -tâbir câizse- garanti altına almayı, farz orucu nâfilelerle karıştırmamayı hedeflemektedir. Bu hadisler asıl faziletin, nâfileyi nâfile olarak, farzı da farz olarak uygulamakla elde edileceği fikrini pekiştirmektedir. Şimdi bu dört hadisi tek tek ve birbirleriyle ilgileri açısından ele alalım. 

Birinci hadiste, Peygamber Efendimiz, ramazanı karşılamak maksadıyla bir-iki gün öncesinden nâfile oruç tutulmasını yasaklıyor. Bu yasağın tek istisnası, her ayın belli günlerinde oruç tutmayı âdet edinmiş olan kimsedir. Böyle birinin oruç tuttuğu gün, ramazandan önceki bir-iki güne denk gelmişse, o kişinin, alışkanlığını bozmamak için o gün oruç tutmasına müsaade edilmektedir. Çünkü aslolan, başlanmış olan ibadetlerin sürdürülmesidir. Böyle bir âdeti olmayanlar için nâfile mi ramazan orucu mu karışıklığı söz konusu olur. Ayrıca farz olan ramazan orucuna tam zamanında dinç olarak başlanabilmesi için "ramazanı karşılama" niyetiyle de olsa, bir-iki gün öncesinden oruç tutulması, hadisin ifadesiyle söyleyecek olursak, "ramazanın önüne geçilmesi" uygun görülmemiştir. Bunun sebebi, geçmiş bazı ümmetlerin düştüğü hataya düşülmesini önlemektir. Çünkü onlar, farz olan oruç günlerini, kendi ilâveleriyle artırmışlar sonra da emredilmiş olan farzı bile yerine getirmemişlerdir. Hadisimizin getirdiği yasak, bu tür bir aşırılığa düşülmemesi için köklü bir tedbirdir. 

İkinci hadiste bu durum daha açık ve net ifadelerle ortaya konmakta, ramazandan önce "Belki ramazan ayı girmiştir" gibi bir düşünce ile de olsa, oruç tutulması yasaklanmaktadır. "İhtiyat" ya da "tedbir" gibi gözüken, fakat "şüphe"ye dayalı olan bu tür hareketlere girilmesi hoş karşılanmamaktadır. Ramazan orucuna ramazan ayının hilâli görülünce başlanması, şevval ayı hilâli görülünce de oruca son verilmesi, kesin bir ifade ile anlatılmaktadır. Geriye tek bir ihtimal kalmaktadır. O da ramazandan önceki gün hava bulutlu olur da hilâli gözetlemek ve görmek mümkün olmazsa ne yapılacaktır? Onun da cevabı çok açıktır. Kamerî ayların en fazla otuz gün oldukları dikkate alınarak, şâban ayı otuza tamamlanır, sonraki gün hilâli hâlâ görmek mümkün olmasa bile, artık ramazan orucuna başlanır. Aynı şekilde şevval hilâli de havanın kapalı oluşu sebebiyle görülemeyecek olursa, bu defa da ramazan ayı otuza tamamlanır ve sonraki gün bayram edilir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in ifade buyurdukları bu çözüm, hem pek tabii ve kolay hem de son derece gerçekçidir. İhtiyata en uygun, her zaman ve her yörede geçerli bir çözümdür. 

Her iki hadîs-i şerîfte de ramazan ayının girmiş olduğu kanaatine kesinlikle varıldıktan sonra ramazan orucuna başlanması gerektiği üzerinde ısrarla durulmakta ve bunun yolu gösterilmektedir. 

Üçüncü hadis, bu durumu biraz daha sağlama almakta, şâban ayının son yarısına gelindiğinde nâfile oruç tutulmamasını emretmektedir. Hiç şüphesiz bu yasak, belli günlerde nâfile oruç tutma alışkanlığı olmayanlar ve üç ayları oruçlu geçirmeyenler içindir. Şâban ayının son on beş gününe kadar oruç tutmayan, tam ramazana yaklaşıldığı bir dönemde oruç tutmak isteyenlere yönelik bir kısıtlamadır. Çünkü ramazana, güçlü ve istekli bir şekilde ve ramazan olduğu kesinlikle bilinerek başlanması daha uygundur. 

Dördüncü hadis, her ne kadar, Ammâr İbni Yâsir'in görüşünü yansıtıyor gibiyse de bu hadiste, "ramazandan olup olmadığı bilinmeyen günde oruç tutan kişinin Hz. Peygamber'e isyan etmiş olacağı" hükmünü vermek, ictihadla ulaşılabilecek bir sonuç değildir. Bu sebeple hadis, hadis usulü ölçülerine göre "hükmen merfû'"dur. Yani Hz. Peygamber'den öğrenilmiş bir hükmü bize ulaştırmaktadır. Yevm-i şek denilen, ramazanın ilk günü mü yoksa şâbanın son günü mü olduğu kesin olarak bilinemeyen günde oruç tutmanın, üçüncü hadisteki "şâban ayının son yarısında nâfile oruç tutmamak" tavsiyesine karşı çıkmak olacağı için Hz. Peygamber'e isyan etmek anlamına gelmektedir. "Ne olur ne olmaz, ben tutayım" demek, doğru değildir. Yapılacak iş, şâban ayını otuza tamamlayıp sonraki günü ramazan olarak değerlendirmekten ibarettir. Şüphe ile ibadet olmaz. Hele, ibadetlerimizi kendisinin beyanları doğrultusunda yapmakla yükümlü olduğumuz Sevgili Peygamberimiz'in açık tâlimatı varken, kendiliğimizden bazı uygulamalara girmemiz aslâ doğru değildir. 

Hadislerden Öğrendiklerimiz 

1. Allah rızâsı için nâfile olarak tutulacak oruç ile farz olan ramazan orucu birbirine karıştırılmamalıdır. 

2. Pazartesi, perşembe veya her ayın belli bazı günlerinde oruç tutma alışkanlığı olmayan kimselerin, durup durup da ramazandan bir-iki gün önce ramazanı karşılıyorum diye oruç tutmaya kalkmaları yasaklanmıştır. 

3. Belli zamanlarda nâfile oruç tutma alışkanlığı olanlar ramazandan önceki güne rastlasa da o alışkanlıklarını sürdürebilirler. 

4. Yevm-i şekte oruç tutmamak gerekir. 

5. Şâban ayında oruç tutmanın fazileti, ikinci yarısında oruç tutmamak kaydıyla düşünülmelidir.

SÜNNETE UYGUN İBADET-15- Şâban Orucu


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Bu bölümdeki dört hadis-i şeriften Ramazan’ı karşılamak için birkaç gün öncesinden oruç tutulmaması gerektiğini, yine hilal görülüp oruca başlanacağını, hilalle oruca son verileceğini, Şaban’ın onbeşinden sonra oruç tutulmaması gerektiğini, Ramazan’dan bir gün önce oruç tutulmaması gerektiğini öğreneceğiz. [1]

1227. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Sizden biriniz bir–iki gün öncesinden oruç tutarak ramazanı karşılamaya kalkmasın. Ancak belli günlerde oruç tutmayı âdet edinmiş olan kimse, o gün orucunu tutsun."[2]

1228. İbni Abbâs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Ramazandan (bir–iki gün) önce oruç tutmayınız. Ramazan hilâlini gördüğünüzde oruca başlayınız; şevvâl hilâlini gördüğünüzde oruca son veriniz. Hilâli görmenize bulut mani olacak olursa, günü otuza tamamlayınız."[3]

1229. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Şâbanın ikinci yarısında oruç tutmayınız."[4]

1230. Ebü'l–Yakzân Ammâr İbni Yâsir radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Ramazandan olup olmadığı belli olmayan günde (yevmü'ş–şek) oruç tutan kişi, Ebü'l–Kâsım sallallahu aleyhi ve sellem'e isyân etmiş olur.[5]


sadakat.net/riyazus-salihin- 219) Şâban Orucu (Şâban Ayı'nın Onbeşinden Sonra Ramazanı Karşılamak İçin Oruç Tutmanın Yasaklanması, Ancak Şâbanı Bütünüyle Oruçlu Geçirenin Veya Pazartesi–Perşembe Günleri Gibi Belli Günlerde Oruç Tutmayı Âdet Edinmiş Olan Kimsenin Tutabileceği)

[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 359.
[2] Buhârî, Savm 5, 14; Müslim, Sıyâm 21. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Savm 7, 11; Tirmizî, Savm 2, 4, 38; Nesâî, Sıyâm 13, 31, 32, 38; İbni Mâce, Sıyâm 5.
[3] Tirmizî, Savm 5 . Ayrıca bk. Nesâî, Sıyâm 13.
[4] Tirmizî, Savm 37. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Savm 13.
[5] Ebû Dâvûd, Savm 10; Tirmizî, Savm 3. Ayrıca bk. İbni Mâce, Sıyâm 3.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

BERAT GECESİ-Şâban ayının on beşinci gecesi.


Berat Arapça berâe/berâet (البرائة) kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Berâet, “iki şey arasında ilişki olmaması; kişinin bir yükümlülükten kurtulması veya yükümlülüğünün bulunmaması” anlamına gelir. Şâbanın on beşinci gecesinde müslümanların Allah’ın affı ve bağışlaması ile günah yükünden kurtulacağı umularak bu geceye Berat gecesi denmiştir. Berat gecesi için Arapça eserlerde “şâbanın ortasındaki gece”, “mübarek gece”, “rahmet gecesi” ve “sak (الصك = belge) gecesi” mânalarına gelen terkipler kullanılmaktadır.

Berat gecesi müslümanlarca kutsal sayılmış, bu gecenin diğer gecelerden farklı bir şekilde geçirilmesi, bu gecede daha fazla ibadet edilmesi âdet halini almıştır. Hz. Peygamber’in, “Allah Teâlâ -rahmetiyle- şâbanın on beşinci gecesi dünya semasında tecelli eder ve Kelb kabilesi koyunlarının kılları sayısından daha fazla kişiyi bağışlar” buyurduğu rivayet edilmiştir (Tirmizî, “Ṣavm”, 39; İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 191). Diğer bir rivayete göre de Hz. Peygamber, “Şâbanın ortasında gece ibadet ediniz, gündüz oruç tutunuz. Allah o gece güneşin batmasıyla dünya semasında tecelli eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu benden af isteyen onu affedeyim, yok mu benden rızık isteyen ona rızık vereyim, yok mu bir musibete uğrayan ona âfiyet vereyim, yok mu şöyle, yok mu böyle!’ der” buyurmuştur (İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 191). Ancak eserlerinde bu hadislere yer veren Tirmizî ve İbn Mâce, bunların sened yönünden zayıf olduğuna da işaret etmektedirler. Bir kısım âlimlerin, kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mekke’deki Kâbe istikametine çevrilmesinin hicretin ikinci yılında Berat gecesinde vuku bulduğunu kabul etmeleri de geceye ayrı bir önem kazandırmaktadır.

Bu rivayetlerle, Hz. Peygamber’in şâban ayına ve özellikle bu ayın on beşinci gecesine ayrı bir önem vererek onu ihya ettiğine dair diğer rivayetleri göz önüne alan bazı âlimler bu geceyi namaz kılarak, Kur’an okuyarak ve dua ederek geçirmenin sevaba vesile olacağını, bu geceye mahsus olmak üzere belli bazı ibadet ve kutlama şekilleri ihdas edip âdet haline getirmenin ise dinde yeri bulunmadığını söylemişlerdir. Kaynakların belirttiğine göre Berat gecesine ait özel bir namaz yoktur. 

Gazzâlî, bu gece her rek‘atında Fâtiha sûresinden sonra on bir İhlâs sûresi okunmak suretiyle kılınacak yüz rek‘at veya her rek‘atında Fâtiha’dan sonra yüz İhlâs okunan on rek‘at namazın çok sevap olduğuna dair bir rivayet naklettiği halde (İḥyâʾ, I, 203), İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’deki hadisleri tenkide tâbi tutan Zeynüddin el-Irâkī (a.g.e., I, 203, dipnot 1) ile Nevevî bunun aslının olmadığını söylemişlerdir.

Bu namazın bir bid‘at olduğunu kaydeden Nevevî, bu konuda Ḳūtü’l-ḳulûb ve İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’de geçen rivayete aldanılmaması gerektiğini söylemekte (el-Mecmûʿ, IV, 56), Ali el-Kārî de bu rivayetin uydurma olduğunu belirterek Berat gecesi namazının 400 (1010) yılından sonra Kudüs’te ortaya çıktığını kaydetmektedir (el-Esrârü’l-merfûʿa, s. 462). Bu namazın ilk defa 448 (1056) yılında Kudüs’te Mescid-i Aksâ’da kılındığına ve zamanla yaygınlık kazanarak sünnet gibi telakki edildiğine dair bir rivayet de nakledilmektedir (Ali Mahfûz, s. 288). Ancak Fâkihî’nin (ö. 272/885’ten sonra) Mekkeliler’in bu geceyi Mescid-i Harâm’da ihya ettiklerine ve bazılarının 100 rek‘atlı bir namaz kıldığına dair rivayeti (bk. Aḫbâru Mekke, III, 84) dikkate alınırsa bu namazın daha önceden de kılındığını söylemek mümkündür.

Duhân sûresinde (44/3) Kur’an’ın “mübarek bir gecede” nâzil olduğu ifade edilmektedir. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre burada işaret edilen gece Kadir gecesidir. Çünkü diğer âyetlerde Kur’an’ın ramazan ayında (el-Bakara 2/185) ve Kadir gecesinde (el-Kadr 97/1) indirildiği belirtilmektedir. Tâbiîn âlimlerinden İkrime’nin de dahil olduğu bir grup âlim ise Duhân sûresindeki âyetle Berat gecesine işaret edildiği kanaatindedirler. Bu takdirde Kur’an’ın tamamının Berat gecesi levh-i mahfûzdan dünya semasına indiği, Kadir gecesinde de âyetlerin peyderpey inmeye başladığı şeklinde bir yorum ortaya çıkmaktadır. Nitekim bazı müfessirler bu görüşü benimsemişlerdir (bk. Elmalılı, V, 4293-4295).

Berat gecesinin fazileti ve ihyası ile ilgili müstakil risâleler yazılmıştır (meselâ bk. Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1591-1592; Îżâḥu’l-meknûn, I, 108; İslâm dünyasında Berat gecesinin kutlanışıyla ilgili olarak bk. KANDİL).



BİBLİYOGRAFYA
İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 191.
Tirmizî, “Ṣavm”, 39.
Fâkihî, Aḫbâru Mekke (nşr. Abdülmelik b. Abdullah), Mekke 1407/1986-87, III, 84-87.
İbn Vaddâh, el-Bidaʿ ve’n-nehy ʿanhâ (nşr. M. Ahmed Dehmân), Dımaşk 1400/1980, s. 46.
Gazzâlî, İḥyâʾ, I, 203.
Zeynüddin el-Irâkī, el-Muġnî (Gazzâlî, İḥyâʾ kenarında), I, 203, dipnot 1.
Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 499-500.
Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, XXVIII, 237-238.
Nevevî, el-Mecmûʿ, IV, 56.
Kurtubî, el-Câmiʿ, XVI, 126.
İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, VII, 232.
İbnü’l-Hâc, el-Medḫal, [baskı yeri yok] 1401/1981 (Dârü’l-Hayret), I, 299-313.
Aynî, ʿUmdetü’l-ḳārî, Kahire 1392/1972, IX, 150.
Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1591-1592.
Îżâḥu’l-meknûn, I, 108.
Ali el-Kārî, el-Esrârü’l-merfûʿa fi’l-aḫbâri’l-mevżûʿa (nşr. Ali es-Sebbâğ), Beyrut 1391/1971, s. 461-462.
a.mlf., “et-Tibyân fîmâ yeteʿallaḳ bi-leyleti’l-ḳadr ve leyleti’n-nıṣf min şaʿbân” (nşr. M. Seyyid Nidâ), Eḍvâʾü’ş-şerîʿa, IX, Riyad 1398, s. 372-378.
Ali Mahfûz, el-İbdâʿ, Kahire, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Arabî), s. 286-288.
Elmalılı, Hak Dini, VI, 4293-4295.
Hasan Hüsnü Erdem, Berat Gecesi Hakkında Bir Tedkik, Ankara 1959, s. 3-11.
M. Zâhid el-Kevserî, Maḳālât, Humus 1388, s. 60-64.
Abdurrahman el-Cezîrî, “es-Sünne: leyletü’n-nıṣf min şaʿbân”, Mecelletü’l-Ezher, I/1, Kahire 1940, s. 586-591.

8 Şubat 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 89


Ne yaparsan yap başkasını uyaramazsın

Yâsîn 11-“Sen ancak zikrin peşine düşeni ve görmediği halde Rahman’dan çekinen kişiyi uyarabilirsin.” 

Yani, "hakikat nedir" bunun arayışında olan, Cenabı Hakk’ın etrafa döşediği yağmur gibi yağan hatırlatmalar, yani ayetlerin izini süren kişileri sen uyarabilirsin. 

Ne yaparsan yap başkasını uyaramazsın. Yani uyardığından bir netice çıkması için kişinin tercihi gayreti gerek. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

7 Şubat 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 88


Helak olanın helak olması da, hayat bulanın hayat bulması da sapasağlam bir beyyine ile olacak

Yâsîn 10-"Kendilerini uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, asla iman etmezler."

Onların "iman etmezler" hakkındaki hükümleri hak olarak tecelli etti. Azabın bu hak edilmesi inzal ile veya Resul ile başlayan bir şey değil, insanın kendi donanımlarını kullanıp kullanmamasıyla, akledip akletmemesiyle, ayetleri üstüne basa basa görmezden gelmesiyle ilişkilidir. 

Helak olanın helak olması da, hayat bulanın hayat bulması da sapasağlam bir beyyine (delil) ile olacak.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

5 Şubat 2024 Pazartesi

Miraç olan bir namaz örneği -Faruk Beşer

Namazla ilgili bir önceki yazının devamı:

.... aslında bütün ibadetler namazı dosdoğru tastamam kılmak içindir, merkezde namaz vardır.

Müminin dünya şartlarından sıyrılabileceği, öbür âlemin zamanına ve mekânına geçebileceği yegâne menfez namazdır.

Urve bin Zübeyr gibi bazı sahabenin namaz kılarken dünyaya ilişkin hiçbir şey hissetmemeleri, hatta onun kangren olmuş ayağının namaz kılarken kesilmesini bile duymaması bundandır. Çünkü miraçta yaşanan o mülaki olma, yani tabir caiz ise yüz yüze gelme anı, dünyada iken sadece namazda yaşanabilir.

İşte bu sebeple, böyle dosdoğru, Efendimizin ifadeleriyle, ihsan ile yani, Allah"ı görür gibi kılınan bir namaz müminin miracı olur. Kulu Allah"a yükseltir ve kul bu sayede Allah Rasulü Efendimizin (sa) Miraç"ta yaşadığı hallere benzer duyguları namazda yaşayabilir.

Ama bu elbette hemen olabilecek bir şey değildir. İnsanın dikkatine, ihlasına ve kendisini toparlamasına göre bir ayda, bir yılda ve belki de bir ömürde olabilecek bir şeydir. Ömür boyu namaz kılmakla beraber bu hal hiç yaşanmayabilir de. Çünkü ödenmesi gereken bir borç gibi düşünülüp, aradan çıkarılmak istenen bir namaz elbette bu hali sağlayamaz. Aksine dostla mülaki olmak, yani O"nunla adeta yüz yüze gelmek için, bütün maddi ve manevi hazırlıkları yaptıktan sonra huşû" ve hudû" ile yani hem bedenin hem de kalbin hazır ve boyun eğmiş olmasıyla yaşanabilir.

Urve b. Zübeyr"in bütün Tabakat kitaplarında ittifakla anlattıkları hikâyesi şöyledir:....

...Bırakın beni, namaza durayım, tam namaza daldığımı ve secdede hareketsiz hale geldiğimi gördüğünüzde ben artık dünyada değilim, istediğinizi yapın, dedi.

Doktor bekledi, secdeye gittiğinde testereyi alıp ayağını kesti. Urve"nin sesi bile çıkmadı. Hatta o, secdede şöyle diyordu:

"Lailahe illellah! Rab olarak Allah"tan razıyım, din olarak İslam"dan razıyım, rasul ve nebi olarak Muhammed"den razıyım…"

Böylece kendinden geçti ve ayağını kesilmesine sesi bile çıkmadı.

Kendisine geldiğinde, getirip ayağını ona gösterdiler. Kesik ayağına baktı ve şöyle dedi:

"Ey ayak! Allah"a yemin ederim ki, seninle bir harama yürümedim. Seninle geceleri ne kadar ayakta durup namaz kıldığımı da Allah biliyor".

Sahabeden biri ona:

"Urve, sana müjdeler olsun! Bedeninden bir parça senden önce cennete gitti", deyince Urve:

"Vallahi, kimse bana bundan daha güzel bir sözle taziye veremezdi", dedi.

İşte namaz müminin böyle miracı olur. Yeter ki dosdoğru kılınsın.


Yazının tamamı için:
http://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk_beser/mirac-olan-bir-namaz-ornegi-38784

Namaz nasıl mirac olur?-Faruk Beşer

Namazla ilgili bu yazıyı okumanızı tavsiye ederim:

...Beş vakit namaz işte bu buluşmada verilen hediyeler arasındadır. Bu sebeple, namaz müminin miracıdır, denmiştir. Yani Efendimizin Miraçla yaşadığı manevi yükselmeye benzer bir yükselmeyi, müminler de namazla yaşayabilirler. Bu nasıl olur, İmam Rabbanî''den esinlenerek anlatalım:

İnsanoğlu bu dünya gözüyle Allah''ı göremez. Çünkü burada yaratılan gözün kapasitesi Allah''ı görebilmek için yeterli değildir. Allah Nur''dur ve bizim gözümüz nurun, yani ışığın belli bir gücü aşan miktarına tahammül edemez. Ses duyma kapasitemiz de böyledir. Belli frekansın üzerini duyamayız.

Cennete girecek olan müminlerin diğer duyuları gibi göz kapasiteleri de orada yeterli hale getirilecek ve bu sayede mümin Allah''ı bizzat görecektir. Bunun için Hz. Musa dünyada Allah''ı görmek istediğinde buna muvaffak olamamıştır ve kendisine buna güç yetiremeyeceği bildirilmiştir.

...İşte o buluşmanın meyvesi namazdır. Bununla Allah (cc), Rasulü''ne sanki şöyle demek istemiştir: Seni miraç ile böyle bir dereceye yükselttim, sana tabi olanlar da bunu ancak namaz ile başarabileceklerdir.

İmam Rabbanî der ki, namaz ibadetlerin özü, bütün ibadetlerden bir parça kendisinde bulunduran cami, yani toplayıcı bir ibadettir. İnsanın Allah''a en çok yaklaştığı andır. Bu sebeple Efendimiz (sa) ''Kulun Allah''a en yakın olduğu an secdede olduğu andır'' der. Namazın hepsine birden de secde denir. O halde namazın tamamı kulun Allah''la beraber olduğu anlardır. Yeter ki kul, şekil şartlarına da riayet ederek, Allah''ı görür gibi, huşû ile namaz kılsın.

İnsanın bazen Allah''ı (cc) çok yakından hissetmesi, böylece ürpermesi, cezbeye kapılması, titremesi, bazı haller ve renkler müşahede etmesi mümkündür. Ama İmam Rabbanî''ye göre bu hallerin namaz dışında olanları yanıltıcıdır. Sadece namazda yaşananlar gerçek hissedişlerdir, gerçek cezbe ve yakınlaşmalardır. Çünkü insanın Allah''a en yakın olduğu an namazda olduğu andır. Bu sebeple ehli tarikin bazı vird ve ezkârı yaparlarken gösterdikleri cezbe halleri kandırmacadır, kendilerini aldatmadan ibarettir. Sadece namazdır ki, orada kul gerçekten dosdoğru kılıyorsa Allah''ı, görür gibi hissedebilir ve dünyadan tamamen çıkmış olabilir. Namazda böyle bir şey hissetmeyenlerin namaz dışındaki cezbeleri, yalancı hissedişlerdir.


Yazının tamamı için:
http://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk_beser/namaz-nasil-mirac-olur-38748

***MİRAC HADİSESİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Miraç bir yükseliştir, bütün süfli duygulardan, beşeri hislerden tertemiz bir kulluğa, en yüce mertebeye terakki ediştir. Resulullah'ın(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şahsında insanlığın önüne açılmış sınırsız bir terakki ufkudur. Bu ulvi seyahat, mucizelerin en büyüğüdür. Ebu Talip’in ve Hatice Radıyallahü anhümâ validemizin vefatı ile çok hüzünlenen, müşriklerin üç yıl süren ablukası ve Tâiflilerin saldırıları karşısında daralan Allah Rasûlü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (ve mü’minler), bu mi’rac olayı ile çok muhteşem bir teselliye ve ihsan–ı İlâhîye nail olmuştur.

Miraç mucizesi Kur'ân-ı Kerimde âyetlerle anlatılmış ve varlığı inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya konmuştur. Bu îlâhî yolculuğun ilk merhalesi olan Mescid-i Aksâya kadarki safha Kur'ân'da şöyle anlatılır:

“Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.” (İsra Suresi, 1)

Miracın ikinci merhalesi de Mescid-i Aksâ'dan başlayarak semânın bütün tabakalarından geçip tâ İlâhi huzura varmasıdır. Bu safha da Necm Sûresinde şöyle anlatılır:


“O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâda gördü. Ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.” (Necm Suresi, 7-18.)

Miraç nasıl oldu?

Mirac, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir.

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan (Mekke'den), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa'nın 
(Aleyhisselam) makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miracını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.

Bir rivayette Hz. İsa'nın 
(Aleyhisselam) doğduğu yer olan Betlaham'a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü's-Sahra'nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Miraca yükseldi.

Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim 
(aleyhimüsselâm) gibi peygamberlerle görüştü.

Bundan Sonra Hz. Cebrail
(Aleyhisselam) ile birlikte imkân ile vücub ortası (kâinatın bittiği yer) Sidretü'l-müntehâ'ya geldiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü. Sonra hergün yetmiş meleğin ziyaret ettiği Beytü'l-Ma'mur'u ziyaret etti.

Hz. Cebrail 
(Aleyhisselam)'in buradan öteye gitmesi mümkün değildi. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bundan sonra Refref adında bir vasıta ile zaman ve mekândan münezzeh (uzak) olan Cenab-ı Hakkın cemaliyle müşerref oldu.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Rabbinin huzurundan döndükten sonra Hz. Musa 
(Aleyhisselam)ile karşılaştı., “Allah ümmetine neyi farz kıldı?” diye sorunca, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam “50 vakit namaz” buyurdu.

Hz. Musa'nın 
(Aleyhisselam), “Rabbine dön, azaltması için Rabbinden niyazda bulun, ümmetin buna güç yetiremez” demesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, beş sefer Cenab-ı Hakka niyazda bulundu, her seferinde 10 vakit indi, sonunda beş vakitte karar kıldı.

Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail'in 
(Aleyhisselam) rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke'ye döndü.

Sabah olunca Kabe'nin yanında Mekkelilere Miracı anlattı. Onlar Peygamberimizden 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam de onlara yolda gördüğü kafilelerinden haber verdi. Kureyşliler hemen kafileleri karşılamak için Mekke dışına çıktılar. Gelenleri aynen Peygamberimizin Aleyhissalâtü Vesselam haber verdiği gibi gördüler, ama iman nasip olmadı.

Ama yine de Peygamberimizden 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) üst üste Miraca çıktığına dair delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Kudüs'e, Mescid-i Aksâ'ya uğradığını anlatınca Kureyşliler, “Bir ayda gidilebilen bir yere Muhammed nasıl bir gecede gidip gelebilir?” diye itiraz ettiler, ardından da Mescid-i Aksâ'yı görmüş olanlar, “Mescid-i Aksâ'yı bize anlatır mısın?” diye Peygamberimize (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) soru yönelttiler.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam şöyle anlattı:
“Onların yalanlamalarından ve sorularından çok sıkıldım. Hatta o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak birden Beytü'l-Makdis'i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü'l-Makdis'in kaç kapısı var?’ diye sordular. Halbuki ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü'l-Makdis karşımda görününce ona bakmaya ve kapılarını teker teker saymaya ve anlatmaya başladım.”

Bunun üzerine müşrikler:
“Vallahi dosdoğru tarif ettin” dediler, ama yine de iman etmediler.

O esnada Hz. Ebû Bekir ra çıkageldi, müşrikler durumu ona haber verdiler. Hz. Ebû Bekir 
(radıyallahu anh), “Eğer bu sözleri ondan duymuşsanız şeksiz şüphesiz doğrudur” diyerek hemen tasdik etti ve bundan sonra Hz. Ebû Bekir “Sıddîk, tereddütsüz inanan” ünvanını aldı.

MİRAC’IN MANEVî HEDİYELERİ

1) Beş vakit farz namaz. 

2) “Âmenerrasûlü” diye bilinen âyetler. Bakara Sûresi’nin 285 ve 286. ayetleri.

3) İsra Suresi’nin 22-39. ayetlerinde bahsedilen 12 İslâm prensibi.

4) Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının affedileceği ve Cennet’e girecekleri müjdesi.

5) İyi amele niyetlenen kişiye -onu yapamasa bile- bir sevap; eğer yaparsa on sevap yazılacağı, fakat kötü amele niyetlenen kişiye -onu yapmadığı müddetçe- hiçbir günahın yazılmayacağı; ancak işlediği zaman da sadece bir günah yazılacağı müjdesi.

Bir diğer hediye de, Mi’rac Gecesi Allah ile karşılıklı selâmlaşma ve sohbetlerinden bazı sözleri getirmiştir ki Et-Tahiyyâtü diye bütün namazlarda teşehhütte okunuyor. Böylece Miraç’ta Allah ve Resulü arasındaki o kutlu konuşma hatırlanıyor.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

İsra ve Miraç


Yüce Allah son peygambere, kendisini destekleyen yakınlarının vefatı ve Tâifliler’in eziyetlerinin ardından, manevi âlemlere seyahat etme mazhariyetini lutfetti. Bir gece Hz. Peygamber Cebrâil eşliğinde Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürüldü; oradan da yine Cebrail ile birlikte Sidretü’l-müntehâ adı verilen yüce makama yükseltildi. Bundan sonra Hz. Peygamber zaman ve mekân sözkonusu olmaksızın Yüce Allah’ın huzuruna çıkartıldı. Bu mucize ile İslam’ın, on yıldan beri mahsur kaldığı Mekke şehrinden çıkıp uzak mekânlara ve ülkelere yayılacağının işareti verilmekteydi. Çünkü Rasûl-i Ekrem bu manevi seyahatinde, kendi döneminde ve bugün mensupları bulunan veya bulunmayan diğer semavî dinlerin peygamberlerine imamlık yaparak namaz kıldırmıştı. “İsrâ ve mi‘rac” diye isimlendirilen seyahatin Mescid i Harâm’dan Mescid i Aksâ’ya kadar olan birinci kısmı (isrâ) bu adla nâzil olan on yedinci sûrenin ilk âyeti, mi‘rac ise Necm sûresinin ilk âyetleri (53/1-18), ayrıca birçok hadis rivayetiyle sabittir. Mi‘rac hadisesinin hicretten bir yıl önce Receb ayının 27. gecesi gerçekleştiği kabul edilmektedir.

Mi‘rac, Hz. Peygamber’in maneviyatını yükseltmiş, mü’minlerin imanını kuvvetlendirmiş, müşriklerin ise düşmanlıklarını arttırmıştır. Hz. Peygamber bu olayı Mekkeliler’e anlattığı zaman onlar gerçek dışı bulup inkar etmişler, Hz. Peygamber’e Kudüs ve Mekke’ye dönmekte olan bir kervanın yeri hakkında sorular sorup doğru cevap almalarına rağmen inkârlarını sürdürmüşlerdir. Müşrikler alaylı bir şekilde olayı Hz. Ebû Bekir’e de anlatıp onu zor durumda bırakmak istemişlerse de o: “Bu söylediklerinizi Muhammed mi anlatıyor? O söylüyorsa doğrudur” diyerek tasdik etmiş ve böylece “Sıddîk” lakabını almıştır. Bu gece beş vakit namaz farz kılınmış, Bakara sûresinin son ayetleri (el-Bakara 2/285-286) indirilmiş, Allah’a ortak koşmayanların affedileceği müjdesi verilmiştir. Bu gece ile ilgili olan İsrâ sûresinde emredilen şu prensipler İslâm’ın bazı hususlardaki temel yaklaşımını göstermesi bakımından önemlidir:

Allah’tan başkasına kulluk etmemek,
Ana-babaya iyi davranmak,
Akrabaya,yoksula, yolda kalmışa hakkını vermek,
Cimri olmamak ve israf etmemek,
Yoksulluk endişesi ile çocukları öldürmemek,
Fuhuş ve zinaya yaklaşmamak,
Cana kıymamak,
Yetim malına el uzatmamak,
Verilen sözü yerine getirmek (ahde vefa),
Ölçü ve tartıda doğruluğa dikkat etmek,
Hakkında bilgi sahibi olunmayan bir konunun peşine düşmemek
Yeryüzünde gurur ve kibirle yürümemek, büyüklük taslamamak (el-İsrâ 17/22-29).

***Miraç olayına nasıl bakmalıyız?-Faruk Beşer

...Dinde olanları inkâr etmekle, olmayanları dine eklemek arasında çok fark yoktur. Ve din akıldan önce nakle dayanır. Akıl naklin ve eşyanın, kısaca var olanın doğru anlaşılmasının aracıdır.

Müminler mucizeye inanırlar, Miraç olayı da bir mucizedir. Mucize bizim bildiğimiz ve tanıdığımız tabiat kanunlarını aşan, onlara bağlı kalmayan, Allah'ın peygamberlerine ikramı, harikulade olaylardır. Böyle olayları bilimsel yollarla yani fiziğin kanunlarıyla açıklamaya kalkışmak da, açıklayamadığını inkâr etmek kadar hatalıdır. Mucize söz konusu olunca mesele bir iman meselesi olur. Ve mümin Resulüllah'ın açıkça bildirdiklerine inanır. Bunlar ister Kur'an-ı Kerim'de bulunsun, ister o kendi sözleriyle anlatmış olsun fark etmez. Çünkü Kur'an-ı Kerim'i bize bildiren de odur.

Ateşin fizik kanunu yakmaktır, ama Allah'ın ona İbrahim'i yakma dediğinde onun serinlik olması bir mucizedir, bildiğimiz fizik kanunlarına aykırıdır.Mucizeleri bilimsel izahlarla anlamaya ve anlatmaya çalışmak, Allah'ın gücünü kendi yarattığı kanunlarla sınırlamak, O'nu da kendi yarattığı kanunlara mahkûm ve mecbur etmek demektir. Fizik dünyadaki kanunları yaratan, elbette zamanı geldiğinde o kanunlara aykırı şeyler de yaratabilir...

...İşte meseleye böyle bakamayan, kafaları ve düşünce mekanizmaları pozitivizmle malul MüslümanlarMiraç'ta cereyan eden pek çok olayı, böyle şeyler olamaz, zaten bunlar mütevatir haberlerle gelmemiştir diyerek inkâr ederler. Oysa biz Kur'an-ı Kerim'de ve sahih sünnette bir şeyden söz ediliyorsa ona iman ederiz, sonra onu anlamaya çalışırız. Ama anlayamamamız imanımıza zarar vermez.

Bilindiği gibi Miraç'ın iki aşaması vardır, birincisi Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksâ'ya yolculuk/İsra, diğeri ise oradan Allah'a uruc/yükseliştir. Miraç da zaten merdiven gibi bir yükseltici demektir. Bu iki aşamalı seyr-i sülükün birincisi olan İsra Kur'an-ı Kerim'de açıkça anlatılır. İsra Suresi de ismini buradan almıştır. Dolayısıyla Miraç'ın İsra bölümünü inkâr küfürdür. İkinci aşama Miraç'tır. Miraç Kur'an-ı Kerim'de çok açık ifadelerle anlatılmaz. İsra Suresi'nin bazı ayetleri ve Necm Suresi'nin ilk on sekiz ayeti ona müteşabih, yani sembolik denilebilecek ifadelerle işaret eder. Miraç olayının teferruatını ise Resulüllah anlatır ve onun anlattıkları hemen bütün hadis kitaplarında mevcuttur. Zorunlu bilgi/tevatür ifade etmedikleri için bunları inkâr edene kâfir denmez ama sahih olmanın en üst seviyesinde bulundukları için inanmayan dalalete düşer, bidatçı olur...


Yazının tamamı için:

***Miraç rüyada mı gerçekleşti?-Faruk Beşer


Miraç olayı Mekke döneminde, Resulüllah'ın sıkıntılarla dolu Tâif seferi sonrasında gerçekleşti. Dolayısıyla 'Miraç'ın onun için bir teselli yönü vardır. Sanki; müşrikler sana inanmıyorlar, eza cefa ediyorlar ve sen bundan ileri derecede yoruldun. Şimdi gel biraz hasbihal edelim, bu yorgunlukların mükâfatını gör, yalnız olmadığını anlayıp ferahla ve dinlen denir gibidir. Gibidir, diyoruz, çünkü Allah zaten uzak bir yerde değildir, O'na gelmeler ya da gitmeler olmaz. O insana şah damarından daha yakındır. Bu sebeple bu tür müteşabih ifadeler, olayın beşerin idrak boyutuna indirgenmesi kabilinden sayılmalıdır.

...Miraç mucizesi, Resulüllah'ın Kur'an-ı Kerim dışında hissi/fiziki bir mucizesi yoktur diyenlere de bir cevaptır. Bunu sadece o yaşadı, muhatapları bunu görmedi ki bir mucize olsun diye düşünmek onu mucize olmaktan çıkarmaz. Sadece o gördü ama gördüklerini insanlara anlattı. Görmek bir bilgi aracı olduğu gibi duymak da öyledir. Kaldı ki, şöyle de düşünülebilir: “Miraç göktekiler için bir mucizedir. Yani Resulüllah nasıl yerdekilere Ay'ın yarılması mucizesini göstermişse göklerdekilere de Miraç mucizesini göstermiştir”.

Zamanı

'Miraç'ın Recep ayında gerçekleştiği kesin gibidir. Ancak ayın hangi gününde olduğu kesin değildir. Yirmi ikisi, yirmi yedisi, hatta onuncu günü diyenler vardır. İbn Recep "Bunların hiç birisi hakkında sahih bir rivayet yoktur" der. İmam Nevevî, kesin olmamakla beraber yirmi yedinci gecesini tercih eder. Demek ki, bu ayrıntı o kadar da önemli değildir. Önemli olan bu olayın bizzat kendisidir.

Zaten İsra'da 'bir gece' buyrulmuş olması gösteriyor ki, olayın zamanı hem belli değildir, hem de insanların bunu bilmeleri o kadar önemli değildir, o halde istenen de bu değildir.

Miraç mı Kadir Gecesi mi Daha büyüktür?

Mübarek gecelerin birbirine üstünlüğü meselesini tartışanlar olmuş, bazıları Miraç Gecesi'nin daha üstün olduğunu söylemişler. Çünkü o gece Resulüllah kulun varabileceği en yüksek noktaya çıkmıştır. Ama İbn Kayyim'a göre Miraç Resulüllah için en büyük gecedir, Kadir Gecesi ise onun ümmeti için öyledir. Çünkü Kadir Gecesi'nde Kur'an-ı Kerim indirilmiş ve onun insanlar için bin geceden hayırlı olduğu söylenmiştir. (Zâdü'l-Meâd).

Miraç bir Rüya Olayı mıdır?

İslam geleneğinin cumhur dediğimiz ana damarı, İsra Suresi'nin ilk ayetinde yer alan; “kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir” ifadesinden hem İsra'nın, hem de Miraç'ın ruh ve bedenle birlikte cereyan ettiğini söyler. Çünkü 'kul' demek olan 'abd' kelimesi sadece ruh, ya da sadece beden için kullanılmaz, ikisi birlikte olursa 'abd/kul' olmuş olur. Bunun böyle olmasının bir zorluğu da yoktur. Müşriklerin bu olaya inanmayıp onu imkânsız görmeleri de meselenin sadece bir rüya meselesi olmadığını gösterir. Çünkü rüya için imkânsızlık söz konusu olmaz. Ancak bu delil elbette imanı gerektiren kesin bir delil değildir. Ama Miraç rüya âleminde gerçekleşen bir olaydır, ya da sadece ruhun bir yükselişidir demenin bu kadar da bir delili yoktur. O halde olayın öyle mi böyle mi olduğuna inanmak imanın olmazsa olmaz bir rüknü değildir Kesin delilleri bulunmasa bile aklın tek başına halledemeyeceği konularda cumhurun dediğini kabul etmek her zaman en sağlam yoldur...


Yazının tamamı için:

***İsrâ ve Miraç ile ilgili son notlar, olanlar ve olmayanlar-Faruk Beşer


Bilindiği gibi İsrâ Suresi 'sübhân' kelimesiyle başlar.Sübhân, tesbih demektir. Tesbih, yani Allah'ı O'na yakışmayan vasıflardan ve niteliklerden uzak bilme, O'nu kendi isimleriyle ve olduğu gibi tanıma demek. Daha surenin ilk kelimesinde; sakın ha, böyle bir olay sebebiyle Allah'ı da kullar ya da yaratıklar gibi tasavvur etmeye kalkışmayın, O'nu yanlış bilmekten sakının denmiş gibidir. Bu durum ayrıca bu olayla ilgili ayetlerin 'müteşabih/çok anlamlı' ayetler olduğuna, anlaşılması için rast gele tevillere başvurmanın yanıltıcı, hatta saptırıcı olacağına, meselenin rasih/ilmi oturmuş âlimlere havale edilmesi gerektiğine de işaret eder. Eğer mesele cahillere kalırsa onlar, Kur'an-ı Kerim ifadesiyle, müteşabihlerin teviline tutunur ve fitne çıkarırlar.

Bir beşerin ulaştığı bu en yüksek noktada Resulüllah 'abd/kul' olma vasfıyla anılır. Demek ki, beşerin çıkabileceği en yüksek derece ve en yüce makam O'na kul olmaktır. Bu seviyedeki bir kulluğa 'ubudiyet' denir.Ubudiyet, kulluğun ibadetten daha ileri bir teslimiyet ve aczini bilme safhasıdır. Bununla birlikte Resulüllah ilahlık dairesine geçmemiş ve bir kul olarak kalmıştır. Allah'ı hakkıyla tesbih onu da bu dairede bilmek ve onda ilahi vasıflar görmemekle olur.

Muhammed İkbal, insanlara Allah'ı anlatıp onların cehenneme gitmesini engellemeye çalışmanın zirvenin de zirvesi olduğunu söyler. Resulüllah'ın Miraç sebebiyle bunu yaşadığını anlatır. Allah ile mülaki olup cennete girdikten sonra, bu zevki bırakıp tekrar dünyaya dönerek kullarına O'nu anlatmaya çalışmasını bunun kanıtı sayar.

Bilindiği gibi Miraç'ın en önemli hediyesi namazdır. Bütün ibadetler yerde farz kılınmışken namaz gökte farz kılınmıştır. Bu sebeple kulun Allah'a en yakın olduğu an namazda ve özellikle de secdede olduğu andır. Yine bu sebeple, İmam Rabbanî'nin dediği gibi, Resulüllah (sa) Miraç'tan dünyaya döndükten sonra orada yaşadığı yakınlık halini en yoğun şekilde sadece namazda yaşamış ve sıkıntılı anlarında, “Bilal, kalk bir ezan oku da namaz kılıp rahatlayalım” buyurmuştur.

Yine bu sebeple kulun ubudiyet zirvesi, yani miracı namaz iledir. Resulüllah'ın yaşadığı hallerin küçük bir benzerini kul ancak namazda yaşayabilir ve namazla Allah'a yükselebilir. Yine İmam Rabbani'nin dediği gibi, Allah'ın en yakından hissedilip, elektriğe çarpılmış gibi cezbe hali yaşamanın sahih olanı sadece namazda olanıdır. Bunun dışındakiler yanıltıcı cezbelerdir, belki de yapmacıktır...

Surenin sadece birinci ayeti İsrâ olayından ve Mescidi Aksâ'dan söz ettikten sonra bir sayfayı aşan müteakip ayetler Yahudilere dikkat çeker. Sürekli fesat çıkaran bir kavim oluşlarına ve Mescid-i Aksa'nın bununla ilişkisine vurgu yapar. Aynı yerdeki bu ayetler İsrâ ayetinin kemiyet olarak on katıdır.

...Miraç Kutlamaları

Kaldı ki, Miraç için zaten özel bir ibadet yoktur. Ancak böyle bir olayı hatırlama maksadıyla bir araya gelmenin ve yukarıda bir kısmına işaret ettiğimiz ve surenin dikkat çektiği konularda, sağlam bilgiler edinmenin bir sakıncası olmamalıdır. Yeter ki, bu etkinlikleri Allah'ı, Resulüllah'ı ve O'nun anlatmak için bir fırsattan ibaret görmüş olalım, yeni bir ibadet haline getirmeyelim...



Miraç Hadisleri


Sünnet-i seniyyeye bakışı ve yaklaşımı yansıtan söz konusu tartışmalar sonucu, Mi’râc hadislerinin sıhhat durumunu merak eden Müslümanların, olayın içeriğinin bazı detayları konusunu akılla açıklamaya kalkan ve sonuçta o detayları inkâra yönelenlerin varlığı -acı ama- güncel toplum gerçeğimizdir.

Giriş

Son senelerde Mi’râc gecesi yaklaştığı günlerde özellikle Mi’râc olayı ile ilgili rivayetler yani mi’râc hadisleri üzerinde değişik kesimlerde tartışmalar yaşanmaktadır. Bu tartışmalarda amacın gerçekten meseleyi kavramak mı yoksa farkında olmadan ya da bilinçli olarak, yaşanmış olan bu tarihi olay vesilesiyle peygamberlik kurumuna yönelik bazı tenkitler ve şüpheler geliştirmek mi olduğu kestirilememektedir. Pratikte hemen hiçbir faydası olmayan bu tartışmaların, Müslümanların ufkunu daralttığı, kişisel tecrübe imkânlarının dışında kalan gerçekleri algılayıp tefekkür etme şansını ortadan kaldırıcı etkiler yaptığı ortadadır.

Sünnet-i seniyyeye bakışı ve yaklaşımı yansıtan söz konusu tartışmalar sonucu, Mi’râc hadislerinin sıhhat durumunu merak eden Müslümanların, olayın içeriğinin bazı detayları konusunu akılla açıklamaya kalkan ve sonuçta o detayları inkâra yönelenlerin varlığı -acı ama- güncel toplum gerçeğimizdir. Giderek “tartışan toplum olma eğilimi”, kabul ve amel erdemlerinden uzaklaşmayı kamçılamaktadır. Kitle iletişim ve haberleşme araçlarının ve medyanın bu konudaki olumsuz etkisi de işin tuzu biberi olmaktadır.

Böylesi bir ortamda Mi’râc ile ilgili hadisleri ve kimi itiraz noktalarını açıklamak hem bir görev hem de “hakkı tavsiye” niteliğinde bir tebliğ olur ümidini taşımaktayım. Ancak önce olaydan başlayıp sonra deliller/hadisler üzerinde durmak uygun olacaktır.

Mi’râc Olayı ve Mi’râc Gecesi

Mi’râc, kelime olarak yükselme âleti, merdiven anlamına gelmektedir. Dinî terminolojide ise, Hz. Peygamber’in, Allah Teâlâ’ya yükseliş mucizesini anlatmak için kullanılır. Leyletü’l-Mi’râc (Mi’râc Gecesi), bu yükselişin cereyan ettiği gece demektir. Dilimizde öteki mübarek geceler için olduğu gibi bu gece için de kandil (Mi’râc Kandili) kullanımı yaygınlaşmış bulunmaktadır. Aslında Peygamber Efendimiz Mi’râc ile ilgili hadîs-i şeriflerde “…عَرَجَ بِي إِلَى السَّمَاءِ beni semaya çıkardı” veya عُرِجَ بِي “ben çıkarıldım” buyurduğu için olaya Mi’râc adı verilmiştir.

Dikkatli İslâm Tarihi ve siyer yazarları, “İlahi huzura yükselme” özünde ifadesini bulan Mi’râc olayının, Hz. Peygamber’in peygamber olarak gönderilmesinin 11. yılında (Hicretten bir buçuk sene önce) talihsizliklerle dolu Taif yolculuğu sonrasında, Akabe bey’atlarından önce cereyan ettiği görüşünü paylaşmaktadırlar. Olayın Recep ayının 27. Gecesi gerçekleştiği konusunda tam bir kesinlik olmamakla birlikte genel kabul bu yönde oluşmuştur.

Olay, cereyan tarzı bakımından iki aşamadan oluştuğu için kaynaklarımızda “İsrâ ve Mi’râc Olayı” diye yer alır. Olayın gece yürüyüşü demek olan İsrâ kısmı, ayetle belirlenmiş olduğu için [İsrâ sûresi;17/1], kesin olup tartışma dışı kabul edilmiş ve bu kısmın inkâr edilmesi hâlinde küfre girileceğine hükmedilmiştir. Mi’râc kısmı ise hadis-i şerifler tarafından açıklanmıştır. Bu sebeple bu kısmın inkârı halinde dalâlet ve fısk (haktan uzaklaşma, gerçekten sapma) söz konusu olacağı bildirilmiştir.

Yaklaşımlar

İnsanların olayı kabullenmedeki farklılıkları, Allah Teâlâ’nın dilemesiyle gerçekleşmiş olağanüstü, hâriku’l-âde bir durum (mucize) olmasına rağmen Mi’râc’ı, salt akılla anlamaya ve açıklamaya kalkışmaktan kaynaklanmaktadır. Olayın oluş biçimini ve içeriğini yorumlama ve açıklama çabaları, bu açıdan bakıldığında, gereksiz yorgunluktan öte bir anlam ifade etmemektedir.

Başlangıç yeri, zamanı, gerçekleşme şekilleri (ruh ile mi, ceset ile mi, uyanıkken mi uykuda mı), içeriğinin detayları hakkında bazı rivayet farklılıkları bulunmakla beraber, olayın yaşanmışlığı yani kendisi hakkında ihtilaf yoktur.

Söz konusu farklılıklar yerine, olayın özüne, mesajına ve neticelerine dikkat kesilmenin ve dini yaşantımız için ondan nasıl yararlanmamız lazım geldiği noktasına yoğunlaşmanın yararı ve isabeti ortadadır. Zira;
“Mucize”, peygamberlerin elinde zuhur etmekle beraber, onların irade ve isteğiyle meydana gelmez. Tamamen Allah Teâlâ’nın dilemesine bağlıdır.
Olağanüstülük ‘mucize’nin olmazsa olmaz niteliğidir. Böyle olunca, olayın akıl sınırlarını zorlayan yapısal yanları elbette bulunacaktır.

O halde bir olaya hem “mucize” (olağanüstü) deyip sonra da onun içeriğinin bütününü veya belli kısımlarını akılla açıklamaya kalkmak, aslında çelişki içinde kıvranmak demektir. Ne yazık ki, Mi’râc mucizesinin detaylarını anlatan hadis-i şeriflerin verdiği bilgiler, böylesi bir anlamsız muameleye konu yapılmakta, akılla açıklama zorlamasına tabi tutulmaktadır. Hatta kimi kendini ve haddini bilmez kimselerce, 45 sahabiden nakledilmiş bulunan rivayetlere [1] “senaryo” deme cür’eti gösterilebilmektedir. Bu tür tavır sahiplerine, Necm sûresi’nde yer alan olayla ilgili bir ayet-i kerimeyi hatırlatmak yerinde olacaktır. اَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرٰى “Onun gördükleri hakkında şimdi siz onunla tartışacak mısınız?”[2]

Öte yandan olayın belki en çok tereddütle karşılanan, elli vakit namazın beş vakte indirilmesi ile ilgili kısmını[3], “çingene pazarlığı”na benzetebilen ünvanlı edepsizler bile görülmektedir.

Oysa bilinmelidir ki, teklifler değil, haberler değişmez. Mi’râc mucizesinin bu kısmının Hz. Peygamber’e cehalet isnad etmek olduğu ve dolayısıyla bu kısmın İsrâiliyyattan sayılması gerektiği fikri, Şia yandaşı Mısırlı yazar Mahmud Ebû Reyye’nin otuzdan fazla reddiyeye muhatap olmuş Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması adıyla Türkçeye çevrilmiş Advâ’ ale’s-sünneti’l-Muhammediyye isimli eserinde yer almaktadır.[4]

Özetle bir kez daha vurgulamak gerekirse, bir olay mucize ise, akıl dışı değil, akıl üstüdür. Akılla açıklanabiliyorsa, mucize değildir. Çünkü “Mucizede harikuladelik bir kayd-ı esâsidir.” Bu sebeple onun aklen imkânından söz etmek, mucizenin harikalık niteliği karşısında asla doğru değildir. Mucizeler illetleri ve sebepleri bilinmeyen harikalardır.”[5] Detayları, olayın aslının önüne geçirecek polemiklere girmek, olayın aslına ve kahramanına yönelik açıklanamayan olumsuz bir yaklaşımın göstergesi olabilir. Ahmed Naim merhumun ifadesiyle, “… Efendimizin mucize-i İsrâ ve Mi’râcını istiskâl edecek kimseler eksik değildir. Bu meselede ızhâr veya ızmâr edilecek şek ve yakîn-i asl, gâye-i nübüvvete râcidir.”[6]

Mucizeler peygamberlerin muhatapları tarafından peygamberin haklılığına delil olması için istenir. Mi’râc olayında da müşriklerin böyle bir mucize isteği söz konusudur. “أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاءِ = ya da gökyüzüne çıkmalısın”[7] demişlerdir. Fakat Müşrikler, olayı kendileri izleyememişler, Hz. Peygamber’in haber vermesiyle İsrâ ve Mi’râc’dan haberdâr olmuşlardır. Çünkü Mi’râc, Allah Teâlâ’nın, resûlünü “kimi ayetlerini göstermek için” Beyt-i makdis’e oradan da katına davet etmesi ve çıkarması sonucu “özel iltifat ve ikram” olarak gerçekleşmiştir.

Özel davet yolculuğunun detaylarının da çok özel olması pek tabiidir. Bu sebeple Peygamber Efendimizin o gece yaşadıklarına ve tanık olduklarına dair verdiği bilgilerin her biri onun bildirdiği gibidir. Aklın araya girip kimi anlatımları kendi kuralları içinde yorumlamaya kalkışması boşuna yorgunluktur. Çünkü menkûlat naklin, ma’kulât aklın kurallarına göre yorumlanır. Mi’râc olayı ise ‘menkûlat’tandır. Öte yandan “Aklen müstahil olmadıkça şer’î nassları zâhirleri üzere bırakmak vaciptir.”[8]

“Mu’cize anlamında ilâhî ayetlerden olan bu hadiseyi tamamen aklî çerçeveye sokmak kolay değildir.”[9]

“Haremgâh-ı visâle Ahmed’i tenha alup Mevlâ
O halvet oldu mahsus, hazret-i Sultan-ı kevneyn’e!”

Mi’râc ile ilgili hadisler

Hakkında onlarca hadis bulunan Mi’râc olayını anlatan ana rivayet, Buhârî’nin Sahih’inde 9 ayrı bölümde[10] yer almaktadır. Müslim’in Sahih’inde ise, iman bölümünde 13 rivayet[11] olarak bulunmaktadır. Yani bu haliyle Mi’râc olayını anlatan hadisler, ‘muttefun aleyh’tir. -Buhari ve Müslim’in birlikte rivayet ettiği hadislerdir.- (Sahih hadislerin birinci derecesindedirler.)

İmam Buhârî meseleyi öncelikle fıkıhçı yaklaşımıyla ele almış ve Salat bölümünde namazın farz kılınmasının delili olarak, Hac ve Eşribe bölümlerinde Zemzem suyu ile ilgisi dolayısıyla zikretmiştir. Sonra Buhârî tarihçi yaklaşımıyla Enbiya bölümünde, Mekke dönemi olaylarının son kısmında Akabe Bey’atları öncesinde ve menâkıbu’l-ensar bölümünde nakletmiştir. Daha sonra Tefsir bölümünün İsrâ suresi’yle ilgili üçüncü babında bu rivayete yer vermiştir. Mütekellim niteliğiyle de kader ve tevhid bölümlerinde, meselenin ilahi ve imani yönünü ortaya koymak maksadıyla Mi’râc hadislerinin ilgili kısımlarını zikretmiştir.

İmam Müslim ise, “rivayetleri ilgili oldukları bir yerde topluca nakletme” usulüne uygun olarak, Mi’râc hadislerine Sahih’inin iman bölümünde 259-272 rivayetler olarak yer vermiştir.

Müslim bu yaklaşımıyla, Mi’râc’ın mucize oluşunu dikkate aldığını ve dolayısıyla olayın iman/kabul meselesi olduğunu ortaya koymuş olmaktadır. [12]

Muhaddis Kâdi Iyâz, Mi’rac olayını İmam Müslim’in 259 nolu rivayetini esas alarak işlemiştir. Olayın detaylarıyla ilgi rivayetlerin ve kimi ravilerin değerlendirmesini görmek isteyenlerin, Şifâ-i Şerif Şerhi’ne[13] başvurmaları isabetli olacaktır.

Ayrıca hepsi güvenilir kaynaklar olmak üzere el-Mektebetü’ş-şâmile programında “hamsine salâten” ifadesinden bakıldığında 123 sonuçla karşılaşılmaktadır. İsra ve Mi’râc ile ilgili müstakillen yapılmış bir araştırmada[14] da olayın değişik yönleriyle ilgili olmak üzere, 20 sahâbiden, büyük çoğunluğu sahih ve hasen olan 75 rivayetin değerlendirildiği, bunlardan 28’inin zayıf olduğu, yine zayıf olmak kaydıyla bir de Hasen el-Basri’nin mürsel bir rivayetinin bulunduğu tespit edilmiş bulunmaktadır.

Konunun ana akışı ve anlatımı ile ilgili rivayetlerde verilen bilgiler, Buhari ve Müslim’deki rivayetin -takdir-tehir gibi- küçük farklılıklar dışında hemen hemen aynıdır. Olayın, ruh ile mi, ruh ma’al-cesed mi, uykuda mı, uyanıkken mi cereyan ettiği, bu kutlu yolculukta Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ’yı baş gözüyle görüp görmediği gibi işin esasını etkilemeyecek detaylara yönelik rivayetler de bazı farklılıklar bulunmaktadır. Konuyu etraflıca değerlendiren İslam bilginleri bu ayrıntılar üzerinde yeterince durmuş her bir farklılığı lehinde ve aleyhinde deliller getirmek suretiyle aydınlatmışlardır. İşin bu yönünü merak edenler merhum M. Hamidullah (ö. 2002) Bey’in İslâm Peygamberi adlı eserinin I, 119-148 (beşinci yayın) sayfalarını okuyabilirler.

Netice

Mi’râc, Hz. Peygamber’in peygamberlik süresinin tam orta yerinde hem kendisine hem de ümmetine yönelik büyük bir ikram-ı ilahîdir.

Mi’râc, kâinat kitabının ve ahiret hayatının Hz. Peygamber’e gerçek yönleri ve hikmetleriyle ta’limi/öğretilmesidir.

Bu öğretimin rivayetlere yansıyan yönlerini, -deneme ve denetleme imkânı olmadığına göre- o muhbir-i sadık Hz. Peygamber’e i’timad edip Hz. Ebû Bekir es-Sıddık gibi “o söylüyorsa doğrudur” diyerek gönlümüzü rahat tutmak ve imanımızı büyük bir teslimiyet içinde yaşamaya gayret etmek en doğru hareket tarzıdır.

“Haremgâh-ı visâle Ahmed’i tenha alup Mevlâ
O halvet oldu mahsus, hazret-i Sultan-ı kevneyn’e!”

Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan
Dipnotlar:

1. Bk. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 134, İstanbul, 1990,
2. Necm suresi (53),12
3. Bk. Buhâri, Salât 1; Müslim, İman 259, 263
4. Bk. Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, s. 181-182
5. Bk. Kâmil Miras, Tecrid terçemesi, IX, 289-290
6. Tecrid Tercemesi, II, 262
7. El-İsra (17), 93
8. A. Davudoğlu, Sahihi Müslim Tercüme ve Şerhi, II, 107.
9. Elmalılı, Hak Dini , V, 3150
10. Bk. Salat 1; Hacc 76;Enbiya 5; Menâkıb 24; Menâkıbu’l-ensar 42; Tefsir sure (17),3; Eşribe 1,11,12; Kader 10; Tevhid 37
11. Bk. Müslim, İman 259-272
12. Bilgi için bk.A. Davudoğlu, SahihiMüslim Tercüme ve Şerhi, II, 88-146, İstanbul, 1974
13. Bk. M. Y. Kandemir, Şifâ-i Şerif Şerhi, I, 370 – 430 (İstanbul, 2012, Tahlil yayınları)
14. Bk.. Mahmud b. Ahmed Ebu Müsellem. El-İsra ve’l-mi’râc, dirase hadisiyye, 1434, yy.

***EHL-İ SÜNNETE GÖRE İSRA VE Mİ'RAÇ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


Biz Ümmet-i Muhammed’e Rabbimizin (Celle celaluhu) verdiği en büyük onurlardan birisi de, bizzat Resulullah efendimizin(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Rabbimizin huzuruna kadar yükseltilmesidir ki, adına mübarek kitabımız Kuran-ı Kerim’de İsra Suresi mevcuttur.
 İsra; “gece yürüyüşü” demektir. Yani Mirac gecesi, sevgili peygamberimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Mekke’deki Kabe’den alınarak, Mescid-i Aksa’ya, Burak’la, Hz.Cebrail’in (Aleyhisselam) refakatinde götürülmesidir ki; bu kısım bizzat Kuran'da anlatılmıştır. Şüphesiz, kati doğru bir bilgidir. Mescid-i Aksa’dan sonraki kısım, yani göğe yükseltilme olayı olan Mirac ise Resulullah’ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) anlattığı hadis-i şeriflerde mevcut olduğu için her Müslüman’ın bu olaya başından sonuna kadar inanması gerekir. Zaman zaman müminlerin tertemiz dimağlarını bulandırmak için ileri geri konuşanların olduğunu esefle görmekteyiz. Acaba bu tarz yorum ve kanaat sahipleri Hz. Ebubekir'e (radıyallahu anh) ve Efendimize (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ne yüzle bakacaklar yarın huzur-u ilahi’de? Bazı kişiler bugün çıkıp mirac olayı rüyada olmuştur diyorlar bunu anlamak hiçte zor değil; bir rüya olsaydı müşrikler bu kadar karşı çıkarlar mıydı? Peygamberimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)bedeni ile gittiğini söylediği için itiraz ediyorlardı sonuçta herkes rüyada her yere gidebilir buna şaşırmak ve itiraz etmek mümkün mü?

Miraç olayının öncesine gidelim ...

Mekke ahâlîsî îmân etmiyor, Müslümanlara çok sıkıntı veriyordu. İşkenceye başlamış, işi azdırmışlardı. Resûlullah Efendimiz 

(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), çok üzüldü. Hicretten bir yıl önce, elliiki yaşında idi. Zeyd bin Hârise'yi alarak Tâif'e gitti. Tâif halkına bir ay nasîhat eyledi. Hiç kimse îman etmedi. Ümitsiz, üzüntülü, yorgun geri dönerken, Tâif halkı, çocuklara taşlattılar. Mübârek bacakları yaralandı. Hazret-i Zeyd'in (radıyallahu anh) başı kan içinde kaldı. Çok sıcak bir saatte, yol kenarında, bitkin hâlde bir müddet istirahat edip, yaralarını, kanlarını sildiler. Mekke'ye yürüdüler. Karanlıkta şehre girdiler...

Birkaç ay, Mekke'de çok sıkıntılı geçti. Her taraf düşman idi. Gidecek bir yer yoktu. Doğruca amcası Ebû Talib'in kızı Ümm-i Hâni'nin Ebû Tâlib Mahallesinde bulunan evine geldi. Ümm-i Hânî, Resûlullahı içeri alıp, bir hasır, leğen, ibrik verdi.

Resûlullah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmaya af dilemeye, kulların îmâna gelmesi, saâdete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.

O ânda, Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma; "Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübârek bedenini, nâzik kalbini çok incittim. Bu hâlde, yine bana yalvarıyor. Benden başka, hiçbir şey düşünmüyor. Git! Habîbimi getir! Cennetimi, Cehennemimi göster. O'na ve O'nu sevenlere hazırladığım ni'metleri görsün... O'nu ben teselli edeceğim. O'nun nâzik kalbinin yaralarını ben gidereceğim" buyurdu...

Cebrâil aleyhisselâm hemen gelerek "Rabbin Seni kendine davet ediyor. Lütfen kalk. Buyur, gidelim" dedi... Burak adındaki beyaz hayvana binip, bir anda Kudüs'te, Mescid-i Aksâ'ya geldiler. Sonra, oradan çıkıp bilinmeyen bir mi'râc ile, bir ânda, yedi kat gökleri geçtiler. Cebrâil aleyhisselâm Sidre'de kaldı...

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Cenneti, Cehennemi, sayısız şeyleri görüp; anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı ni'metlere kavuşup, bir anda, Kudüs'e ve oradan Mekke-i mükerremeye, Ümm-i Hânî'nin evine geldi...

Sabah olunca, Kâbe yanına gidip mi'râcını anlattı. İşiten kâfirler alay etti. Müslüman olmaya niyeti olanlar da vazgeçti...

 Kâfirlerden birkaçı hemen Ebû Bekir'in 
(radıyallahu anh) evine geldi. Çünkü, onun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccâr olduğunu biliyorlardı. Dediler ki:

- Ey Ebâ Bekir! Sen çok defa Kudüs'e gittin geldin. İyi bilirsin. Mekke'den Kudüs'e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer?

- İyi biliyorum. Bir aydan fazla.

Kâfirler bu söze sevindi. "Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur" dediler. Gülerek, alay ederek ve hazret-i Ebû Bekir'in 
(radıyallahu anh) de kendi kafalarında olduğuna sevinerek:

- Senin efendin, Kudüs'e bir gecede gidip geldiğini söylüyor. Artık iyice sapıttı!

Hazret-i Ebû Bekir 
(radıyallahu anh), Resûlullahın(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mübarek adını işitince, hiç tereddüt etmeden;

- Eğer O söyledi ise, inandım. Bir ânda gidip gelmiştir! dedi...

Kâfirler neye uğradıklarını anlayamadı. Önlerine bakıp gidiyor: "Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekir'e sihir yapmış" diyorlardı.

Hazret-i Ebû Bekir 
(radıyallahu anh) hemen giyinip, Resûlullahın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle şöyle dedi:

- Yâ Resûlallah! Mi'râcınız mübârek olsun! Allah'a sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Senin her sözün doğrudur, inandım. Canım sana feda olsun!


Hz. Ebubekir’i 
(radıyallahu anh) “Sıddık” makamına yükselten şu muhteşem cevabı sadece o zamanın müşriklerine değil, sanki asırlar boyu hiç eksilmeyecek, sinsi ve çok yüzlü suratlara haykırırcasına diyordu ki; “Hz. Muhammed demişse, doğrudur, evet bir gecede Kabe’den Kudüs’e gidip gelmiştir. Siz ne zannediyorsunuz, bu ne ki, O (Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)) bize gökten vahiy geldiğini haber veriyor, biz de ‘amenna ve saddekna ya Resulallah’ diyoruz.” dedi. İşte, en üstün iman olan gaybi iman, Hz. Ebubekir (radıyallahu anh)de şekil ve vücud buluyor ve o günden sonra, kıyamete kadar Hz.Ebubekir’in lakabı “Sıddık” oluyordu. Demek ki Mirac, günümüzün sıddıklarını bulmak için, her yıl bıkmadan, usanmadan gönül kapılarımıza kadar geliyormuş.

Ehl-i Sünnet’e Göre İsra ve Mi’raç

Hz.Peygamber’in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) göklere yükseltilip,Arş’a ulaştırılarak Mi’rac yaptığına [yani bu olayın vaki olduğuna/meydana geldiğine ve mi’rac ile ilgili olan delillere] inanırız.Kim Mi’racı inkar eder ve konuyla ilgili ayetleri reddederse kafir olur. [Burada ki kafir olma,Mi’rac’ı inkar değil,Mi’rac’ öncesi gerçekleşen İsra’yı (gece yürüyüşünü) inkar edenler içindir.Çünkü İsra hakkında sarih ayet vardır.] Yine kim konuyla ilgili ayetleri ve Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in Beyt’ül Makdis’e (Mescid-i Aksa) ulaştığını kabul eder fakat Mi’rac’ı [yani Rasulüllah’ın Beytü’l Makdis’ten (Mescid-i Aksa'dan) Arş’a yükselişini,cenneti/cehennemi görüşünü] inkar eder veya “Mi’rac olmuş mudur ? Olmamış mıdır ?,bilmiyorum” diyerek tereddüt ederse o kimse (kafir değil) bi’datçi (batıl,sapık) olur.

Mi’rac’ın hak olduğuna delil teşkil eden ayetler;


“Arkadaşın (Muhammed) ne sapıttı,ne de şaşırdı.” (Necm Suresi,2) ayetinden itibaren“Muhammed’in gözü şaşmadı ve o sınırı aşmadı” (Necm Suresi,17) ayetine kadar süren bölümdür.

Güvenilir kimselerin,İbn Mes’ud yoluyla Rasulüllah’tan senediyle (1 – Ebu’l Hasen 2 – Ebu Muhammed 3 – Ebu’l Kasım 4 – Ahmed b.Nasr en-Nesefi 5 – Ahmed b.Muhammed b.Musa el-Ammari 6 – Ebu Bekir b.İsmail el-Cürcani 7 – Muhammed b.el-Minhal 8 – Abdu’l Vahid b.Ziyad 9 – Kasım b.Abdu’r-Rahman 10 – İbn Mesud) birlikte haber verdiğine göre,O (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle demiştir ;


“Gökyüzüne çıkartıldığım gece İbrahim (Aleyhisselam)ı gördüm ve bir süre onunla yüz yüze konuştum.Kalkacağım sırada benden,ümmetime kendisinin selamını ulaştırmamı ve onlara,Cennetin güzel olduğunu ve bunun için hayır ve kulluk işlerinde yarışarak Allah’ın rızasını aramaları gerektiğini söylememi istedi.” ( el-Mu’cemu’l-Evsat,s.4170)

Açıklama

İsra kelimesi lügatta,yürümek anlamına gelir ve genelde gece yürüyüşü olarak kullanılır.

Dini kullanımda İsra kelimesi,Rasulüllah’ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Mi’rac için Mescid-i Haram (Kabe)’den Beytü’l Makdis’e kadar yürütülmesi anlamına gelir.Nitekim bu hadise (sarih,açık,net bir şekilde) Kur’an ayetiyle sabit olup,bunu inkar eden kafir olur.

İsra ile ilgili ayet şöyledir ; “Eksiklikten uzaktır. O Allah ki geceleyin kulunu Mescid-i Haram’dan,çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü.Ona ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye.” (İsra Suresi,1)

Mir’ac kelimesi lügatte,çıkma ve yükselme aracı anlamına gelir.
Hz.Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) efendimizin göğe yükselmesini sağlayan bir araç olup keyfiyeti hakkında bilgimiz yoktur.Mi’rac kelimesi daha çok,İsra gecesi gerçekleştiren kutsal yolculuğunu,Beytü’l Makdis’ten (Mescid-i Aksa’dan) göklere kadar olan tarafını anlatır.

Mi’rac ile ilgili ayetler,İsra ile ilgili olan ayetler gibi açık ve net olmadığından Mi’rac’ı inkar eden kişi bi’dat ehl-i olsada, kafir olmaz.

Mirac-ı Mübin’in bizlere hatırlattığı bir başka şuur da, çevresi mübarek kılınmış Kudüs-Mescid-i Aksa şuurudur. Zira sevgili Peygamberimizin 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) İsra Gecesi direkt Kabe’den değil de, önce Kabe’ye yani Mescid-i Haram'a getirilişi, sonrada Mescid-i Aksa’ya getirilişi ve oradan Mirac’a yürüyüşü bize bir şey anlatmak ister. Üstelik, Mirac gecesi ümmete farz kılınan 5 vakit namazın, Hicret’ten 16-17 ay sonrasına kadar, Kudüs’e, Mescid-i Aksa’ya yönelerek kılınışını da doğru okumak gerekir. Bunlara benzer daha pek çok hadiseden de anlayabileceğimiz gibi, Mescid-i Aksa, her Müslüman için müstesna bir öneme ve değere sahip olmalıdır. İşte tam da burada, şunu herkes kendine sormalıdır “Benim için mescid-i Aksa nedir? O mübarek beldelerin bugünkü mahzun hali ve mükedder halkı beni ne kadar ve nasıl ilgilendirmelidir? Neler yapabilirim?” Her Mirac gecesinde buna benzer sualleri kendimize sormalıyız ki Mescid-i Aksa şuurumuz biraz daha gelişip artsın.


Ömer Döngeloğlu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

İsrâ Gecesi Namaz Nasıl Farz Kılındı?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

1. İsrâ Gecesi Namaz Nasıl Farz Kılındı?

İbn Abbâs şöyle demiştir: Ebu Süfyân, bana Herakleios ile olan konuşma­sını şu şekilde anlattı: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bize namazı, doğru­luğu ve iffetli olmayı emretti."

349- Enes b. Mâlik, Ebu Zerr'in Hz. Peygamberin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu anlattığını nakletmiştir: "Ben Mekke'deyken evimin tavanı açıldı ve Cebrail indi. Göğsümü yardı, sonra (kalbimi) zemzem suyu ile yıkadı. Daha sonra, hikmet ve iman dolu altın bir kap getirip içinde­kileri göğsüme boşalttı. En sonunda göğsümü kapadı.

Daha sonra etimden tutup beni yakın semaya doğru çıkardı. Yakın semaya geldiğim zaman, Cebrail semanın bekçisine 'Aç' dedi. Bekçi 'Kim o?' diye sordu. Melek 'Cebrail diye cevap verdi. Bu defa bekçi, Yanında biri var mı?' diye sordu. Cebrail, 'Evet, yanımda Muhammed var' diye yanıt verdi. Bekçi, 'ona vahiy verildi mi?' diye sordu. Cebrail, 'Evet' dedi. Bekçi kapıyı açınca yakın semanın üzerine çıktık. Birden karşıma oturan bir adam çıktı. Sağ ve sol tarafında karaltılar vardı. Sağına baktığı zaman gülümsüyor, soluna baktığı zaman ise ağlıyordu. (Bana) 'Hoş geldin salih Peygamber ve salih oğul' dedi. Cebrail'e 'Bu kim?' diye sordum. O da, 'Bu Adem'dir, sağındaki ve solundaki karal­tılar da, evlatlarının ruhudur. Sağında yer alanlar, cennet ehli, solunda yer alanlar ise, cehennem ehlidir. Sağına baktığı zaman gülümser, so­luna baktığı zaman ise ağlar' dedi. Sonra beni, ikinci semaya çıkardı. Bekçisine, 'Aç' dedi. O da, daha önceki bekçi gibi davrandı, sonra kapıyı açtı."

Enes bu olayı anlatmaya şu şekilde devam etti: "Ebu Zerr şöyle dedi: Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Adem, Idris, Musa, Isa ve ibrahim peygamberleri gördüğünden bahsetti. Ancak, onların derecelerinden söz etmedi. Sadece Hz. Adem'i yakın semada, Hz. ibrahim'i ise, altıncı semada gördüğünü belirtti. Cebrail, Hz. Peygamberi aleyhisselam'ın yanına getirdi. Idris Peygamber ona, 'hoş geldin salih Peygamber, salih kardeş' dedi. Cebrail'e 'bu kim?' diye sordum. O da, Bu Idris diye cevap verdi. Sonra Musa Peygamber'in yanına geldim. O da, 'Hoş geldin, salih Peygamber, salih kardeş dedi. Cebrail'e, 'Bu kim?' diye sordum, o da, 'Musa' dîye cevap verdi. Sonra Isa Peygamber'in yanına vardım. Bana, 'hoş geldin, salih Peygamber, salih kardeş' dedi. Cebrail'e 'Bu kim?' diye sordum, o da, 'İsa' diye ce­vap verdi. Nihayet ibrahim Peygamber'in yanına geldim. Bana, 'hoş geldin, salih Peygamber, salih oğul dedi. Cebrail e 'Bu kim?' diye sor­dum, o da İbrahim' diye cevap verdi"

İbn Şihâb, İbn Hazm kanalıyla îbn Abbâs ve Ebu Habbe'nin Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Şöyle buyurduğunu söylediklerini nakletmiştir: "Sonra Cebrail, beni yukarı çıkardı. Nihayet öyle bir noktaya geldim ki, (kaza ve kaderi yazan) kalemlerin çıkardığı sesi duyuyordum."

İbn Hazm ile Enes b. Malik şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, ümmetime, na­mazı elli vakit olarak farz kıldı. Bu farz ile dönerken Musa peygam­berle karşılaştım. Bana 'Hak Teâlâ ümmetine neyi farz kıldı?' diye sordu. Ben de 'elli vakit namazı farz kıldı' dedim. Bunun üzerine 'Rabbine dön (ve bunu azaltmasını dile!) Zira, ümmetin buna güç yetiremez' dedi. Ben de gidip müracaatta bulundum. Bunun üzerine Rabbim yarı­sını indirdi. Tekrar Musa peygamber'e döndüm ve Yarısını indirdi' de­dim. Yine bana Rabbine dön (ve bunun azaltılmasını dile!) Zira, ümmetin buna güç yetiremez' dedi. Ben de gidip müracaatta bulundum. Rabbim yarısını daha indirdi. Tekrar Musa peygamber'e gittim. Yine Rabbine dön (ve bunun azaltılmasını dile!) Zira, ümmetin buna güç yetiremez' dedi. Bende Rabbim'e müracaatta bulundum. Nihayet Allah Teâlâ, 'Onlar beştir, aynı zaman da ellidir de. Benim katımda söz değişmez' buyurdu. Musa peygamber'e döndüm. Yine Rabbine dön (ve bunun azaltılmasını dile!) dedi. Ben de, 'Rabbimden utanır oldum' diye karşılık verdim.

Sonra Cebrail sidretü'l-müntehâ'ya kadar beni götürdü. Burayı bilmediğim renkler kaplamıştı. Daha sonra cennete girdirildim. Orada inciden gerdanlıklar vardı. Toprağı da misk idi."

Açıklama

(İsrâ Gecesi Namaz Nasıl Farz Kılındı?) İmam Buharı bu şekilde başlık at­mak suretiyle, miracın isrâ gecesinde gerçekleştiğini belirtmek istemiştir. Ancak bu konuda ihtilaf vardır. Anlatıldığına göre isrâ ile miraç, Hz. Peygamber'in uyanık olduğu bir sırada, aynı gecede gerçekleşmiştir. Ço­ğunluk nezdinde meşhur olan görüş de, budur. Beyt-i Makdis'e olan isrânın Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem uyanık halinde meydana geldiği konusunda İhtilaf olmaması gerekir. Çünkü Kur'an'ın zahiri bunu göstermektedir. Ayrıca Kureyş'liler bu olayı yalanlamışlardı. Eğer isrâ, rüyada gerçekleşmiş olsaydı, bu durumu, hatta bundan daha olağanüstü durumları yalanlamazlardı.

Namazın neden miraç gecesi farz kılındığının hikmeti şu şekilde izah edilir: Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hikmet dolu zemzem suyuyla yıka­nınca hem zahiren hem de batınen arındırılmıştı. Namaz için de, mutlaka temiz­liğin olması gerekir. Hal böyle olunca Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu durumu, namazın farz kılınmasına uygun oldu. Ayrıca onun değerinin melei a'lâ'da ortaya çıkması ve burada bulunan melekler ile peygamberlere namaz kıldırması münasip oldu. Bir de Rabbine münacatta bulunması uygun oldu. Nitekim namaz kılan kişi Rabbine münacatta bulunuyor demektir.

İbn Abbâs'tan gelen hadisin bâb başlığı ile ilgisi: Hadise göre namaz, hic­retten önce Mekke döneminde farz kılınmıştır. Çünkü Ebu Süfyan Herakleios'la görüştüğü zamana kadar Hz. Peygamberle 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hiç karşılaşmamıştı. Bu durumda, gerçekten Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem ona, bir takım hususları emreden konumunda olması mümkün değildir. İsrânın hicretten önce gerçekleştiği konusunda zaten ihtilaf yoktur. Dolayısıyla burada namazın ne zaman farz kılındığı belirtilmiştir. Bunun da, namazın ne şekilde farz kılındığı ile bir ilgisi yoktur. Fakat ondan önce meydana gelen hadiselerden biridir. Nitekim İmam Buhârî'nin buna benzer bir uygulaması "Vahiy Nasıl Başladı" başlığı al­tında geçmişti. Orada da, gayesiyle ilgili meseleleri zikretmişti. Bu şekilde, bu rivayetin bab başlığı ile uyumu ortaya çıkar.

"Evin tavanı açıldı" derken buradaki hikmet, meleğin gökyüzünden bir anda herhangi bir şeye iltifat etmeden aniden evin içine düşer gibi dalmasıdır. Böyle olmasının nedeni Cebrail'in Allah'a münacatta mübalağa etmek ve bu konudaki İsteğin daha önceden söz konusu olmayan bir şey olduğu hususunda bir uyarı olmasıydı. Bundaki sır ve hikmet İsraya bir giriş mahiyetinde olan Resûlullah'ın göğsünün yarılmasıyla yapılan hazırlık da olabilir. Sanki Me­lek, evin tavanının aniden açılması ve tekrar aniden kapanmasıyla, göğsünün yarılmasını gerçekleştirmeden önce Resulullah'a olan şefkati ve O'nu sakinleştir­meyi hedeflediğini göstermek istemişti.

(Göğsümü yardı); Kâdî Iyâz, burada bahsi geçen Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem göğsünün yarılma hadisesinin, küçükken süt annesi Halime'nin yanında olduğu sırada gerçekleştiği şekilde ileri sürülen görüşü tercih etmiştir. An­cak Süheylî buna itiraz ederek, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem göğsünün iki defa açıldığını ifade etmiştir. Doğru olan da budur. "Kitâbu't-tevhîd' Tevhid Bölümünde Şüreyk'ten gelen hadisi açıklarken, bu meseleyi ayrıntılı bir şekilde ele alacağız. Burada özetle ifade edelim ki, göğsün ilk kez yarılması, olay sıra­sında kendisine "Bu, şeytanın sendeki payı" denen parçanın alınması için Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem hazır hale getirilmesi gayesine yönelikti. İkinci kez yarılması ise, o gecede gerçekleşecek buluşmaya hazır hale gelmesi İçindi.

(iman ve hikmetle) Nevevî şöyle demiştir: "Hikmetin tarifi hakkında birbi­riyle çelişen pek çok görüş vardır. Bize göre en isabetlisi şudur: Hikmet, Allah'ı bilmeye dair ne varsa hepsini kapsayan ilimdir. Tabiî bu ilimle birlikte kişinin, hakkı İyice öğrenip onunla amel edip, onun dışındakilere bulaşmaması, nefsini güzel özelliklerle süslemesi ve basiretli davranması da gerekir. Hikmetli kişi ise, bu vasıfları taşıyan kimsedir." Kur'ân'a da, hikmet denir. Çünkü Kur'an, bu anla­tılanları tamamen içerir. Aynı şekilde peygamberliğe de, hikmet denir. Bazen sadece İlim için, bazen sadece marifet İçin ve bazen de bunlara benzer şeyler için, hikmet lafzı kullanılır.

(aç) Bu ifade kapının kapalı olduğunu gösterir. İbnü'l-Müneyyir şöyle de­miştir: "Kapının kapalı olmasındaki hikmet, semanın kapısının ancak Hz. Pey­gamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem için açıldığının kesin olarak bilinmesidir. Eğer Allah Resulü kapıyı açık bulsaydı, böyle bir mana ortaya çıkmazdı,"

(Cebrail' diye cevap verdi) Burada içeri girmek için izin isteyen kimsenin ne şekilde davranması gerektiğinin bir örneği vardır. Zira hadiste izin isteyen melek, başkalarıyla karıştırılmasın diye kendi ismini söylemiştir.

(kaza ve kaderi yazan) kalemlerin çıkardığı sesi duyuyordum) Hz. Peygam­ber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem kalemlerin yazarken çıkardığı sesi itmiştir. Burada melek­lerin Allah Teâlâ'nın takdir ettiği kaza ve kaderi yazdıkları kasdedilmiştir.

İbnü'l-Müneyyir, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem namaz beş vakte in­dikten sonra kendisinden tekrar Rabbi'ne müracaat etmesini isteyen Hz. Musa'ya 'Rabbimden utanır oldum' demesi hakkında çok güzel bir açıklama yapmıştır: Muhtemelen Allah Resulü namaz vakitlerinin beşer beşer azaltılmasına bakarak, namazın beş vakit haline gelmesinden sonra yeni bir tahfif istemesi, namazın kalkması anlamına geldiği için utanmıştır."

(inciden gerdanlıklar) Bu ifade ile, cennette inciden yapılmış kolyeler ve gerdanlıkların bulunduğu kasdedilmiştir.

350- Müminlerin annesi Hz. Âişe'den şöyle nakledilmiştir: "Allah Teâlâ, hem ikamet halinde hem de seferîlikte, namazı ikişer rekat olarak farz kıldı. Seferilikteki hali aynen korundu, ancak ikamet halinde kılınan namaza ilave yapıldı.[86]

Açıklama

(Allah Teâlâ, hem ikamet halinde hem de seferîlikte, namazı ikişer rekat ola­rak farz kıldı) Kanaatime göre akşam namazı hariç diğer namazlar isrâ gecesi, ikişer ikişer farz kılındı. Daha sonra hicretin akabinde sabah namazı hariç diğer namazlara ilave yapıldı. Nitekim bu hususta İbn Huzeyme, İbn Hibbân ve Bey-hakî Şa'bî ve Mesrûk kanalıyla Hz. Âişe'den şu hadisi nakletmişlerdir: "İkamet ve seferîlikte kılınan namazlar ikişer rekat farz kılındı. Allah Resulü Medine'ye gelip rahat bir ortama kavuşunca, sabah ve akşam namazı hariç diğer namazlar ikişer rekat artırıldı. Sabah namazına, kıraatin uzun sürdüğü için, akşam namazına da, gündüzün vitri olduğu İçin ilave yapılmadı."

Sonra, namazların dört rekat farz oluşu yerleşince, daha önce nazil olan "Namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur [87] âyetine binaen seferîlikte, namazlar kısaltılmaya başlandı. İbnu'l-Esîr'in "Müsned Şerhinde, namazların hicre­tin dördüncü yılında kısaltılmaya başlandığını belirtmesi de, bunu destekler.

Bir grup âlim, isrâdan önce hakkındaki emrin belirleyici olmadığı gece na­mazı dışında farz namazın bulunmadığı kanaatindedir. Harbî, sabah ve akşamları iki rekat namazın farz olduğu görüşünü benimsemiştir. İmam Şafiî ise, bazı ilim ehli kimselerden şöyle nakletmiştir: "Gece namazı, farzdı. Sonra "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun [88] âyeti ile neshedildi. Böylece gecenin bir bölümünü ihya etmek farz oldu. Daha sonra bu da, beş vakit namazla neshedildi." Muhammed b. Nasr el-Mervezî bu görüşü reddedip şunları söylemiştir: "Ayetin tamamı, 'Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun!' kısmının Medine'de nazil olduğunu gösterir. Zira âyetin devamında 'diğer bir kısmınızda Allah yolunda çarpışır' bö­lümü yer alır. Savaş, Mekke'de değil, Medine'de farz kılınmıştır. İsra olayı da savaştan önce Mekke'de vuku bulmuştur." Mervezî'nin itirazı pek yerinde değil­dir. Zira ayette yer alan ifadesi gelecek zamana dair bir ifadedir.

Dolayısıyla Aîîah Teâlâ bu âyetle, Müslümanların gelecekte maruz kalacaklarını bildiği bir meşakkatten önce yüklerini hafifletmek suretiyle onlara lütufta bulun­muştur. Doğrusunu en iyi Allah bilir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.