Özetlersek ilk Müslümanlar, yani selef-i salihîn Allah’ın isimleri ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih ayetleri tevil etmediler onlara olduğu gibi inandılar. Ehlisünnetin devamı olan kelamcılar ise teşbih ve tecsim fikrine cevap verebilmek için bazı ayetlerin mecaz olduğunu söylediler.
Mesela Allah’ın Arşa istiva etmesini, O’nun her şeyin üzerinde, her şeye hâkim olması manasında düşündüler. Allah’ın Arşın da üzerinde olması, O sizin sadece bildiğiniz değil, bilmediğiniz mahlûkattan da yücedir, yani her şeye hâkimdir, her şeyden büyüktür, her şey O’nun hükmü altındadır demektir dediler. Çünkü bunu hakikat manasında almak, bizi sonuçta Allah’ı tecsim ve teşbihe götürür, bu da şirke kapı açar. Allah’ın semada olması, fevkıyet sıfatı ve Aliy ismi de böyledir. Eğer Allah’a sema nispet eden ayeti, Allah mekân olarak semadadır diye anlarsak, Arşa istiva ettiğini söyleyen ayeti, Arşın semadan da yukarıda olmasıyla izah etmek zorunda kalırız ki, bu da bir mecaz olur.
Oysa bunlar mekân olarak yukarıda olmayı anlatmazlar. Aksi halde O’nun bir cihette ve bir mekânda olduğu söylenmiş olur. Hudeybiye’de ‘Allah’ın eli onların ellerinin fevkınde idi’ buyurulurken O’na nispet edilen fevkıyyet sıfatıyla kastedilen de böyledir. Hiçbir sahabi orada hakiki anlamda kendi elinin üzerinde bir el olduğunu hissetmiş değildi.
Cihet/yön ve mekân, varlığı bize göre düşünülen itibari şeylerdir, sonradan evrenin ve içindekilerin yaratılması ile meydana gelmişlerdir ve Allah’ın yüceliği ile kıyaslanmaları söz konusu değildir. Çünkü yön, zaman ve mekân yaratılmış varlıkların konumlarını bize bildirir. Biz sema diye yukarımızı işaret edersek, Amerika’da yaşayan bir müslüman da kendi yukarısını, yani bizim tam ters istikametimizi, aşağımızı işaret etmiş olur. Nitekim bu açmazdan ötürü bugün bazı selefiler dünyanın yuvarlak olmadığını iddia ediyorlar. Oysa bin yıl önce yaşamış olan Hadis ehli İbn Hazm, dünyanın yuvarlak olduğunu söyler ve yukarının insanın kafasına göre belirleneceğini ifade eder. Yani ona göre yukarı insanın kafası ne taraftaysa o taraftır. Bu da yönlerin ve bunun yanında mekânın izafi olduğunu anlatır. Demek ki, Allah’ı hakkıyla tanımanın bir bakıma kevni ayetleri, yani kâinatı iyi tanımakla da alakası vardır. Belki de bu sebeple O bizi sürekli kâinatı, yerleri ve gökleri iyi tanımaya sevk ve teşvik eder.
Bilgi düzeyi yeterli olmayan bir cariyenin söylediklerinden yola çıkarak Allah’ın gökte olduğunu iddia edenler neden şu hadisi şerifi görmezden gelirler: ‘Kulun rabbine en yakın olduğu an secdede olduğu andır’. Bunu da diğeri gibi lafzıyla alırsanız haşa, demek ki Allah aşağıdadır demeniz gerekmez mi?
Biz biliriz ki, Allah’tan başka her şey yaratılmıştır, Arş da böyledir. O halde Allah Arşı yaratmadan önce nasılsa ve mecaz anlamda söyleyelim, neredeyse şimdi de aynen öyledir. Allah semadadır, ya da Arşa istiva etmiştir gibi ayetler ne söylüyorlarsa biz ona inanırız. Ama birileri bunları anlamada tecsim ve teşbihe kaçtıklarında bunun bir mekân ve cihet anlamında olamayacağını, mecaz olduğunu zorunlu olarak söylemek zorunda kalırız. ....
...İkinci olarak, Allah’ın isim ve sıfatlarında yine zorunlu olarak mecaz kabul etmemiz gereken anlatımların bulunduğu da açıktır. Bunları mecaz, diğerlerini hakikat diye ayıran bir delilimiz yoktur. O halde kendiliğimizden bu ayırımı yaparsak kendi içimizde tutarsız olmuş oluruz. Nasları anlamada bütünlüğü kuramayız. Mesela, ‘nerede olursanız olun O sizinle beraberdir’, ‘O size şah damarınızdan da yakındır’, İbrahim Mekke’ye giderken, ‘ben rabbime gidiyorum, O bana doğru yolu gösterecektir’ (Saffat 99) ayeti kerimelerini hakikat anlamında alabilir miyiz? ‘O gökte de ilahtır, yerde de ilahtır’ ayeti de böyledir. O halde haşa, Allah sadece bizimle beraber değil, ayrıca bir de içimizde olmuş olur. Mecaz olduğu daha açık olan ayetler de vardır: ‘Allah’ın yüzü dışında her şey yok olup gidecektir’ gibi. Bunu lafzıyla ve hakiki anlamıyla alırsanız, haşa sanki Allah’ın eli, ayağı ve bedeni vardır ve onlar da yok olacak sadece yüzü kalacak diye anlamış olursunuz.
Allah Zahir’dir, Bâtın’dır, Aliydir, Müheymin’dir buyurulurken anlatılmak istenen şeyler hep böyledir. Kısaca O her şeye hâkim, her şeyden yüce, her şeyden haberdardır, her şey O’nunla var olmuş, O’nunla var olmaya devam etmektedir. O her an yaratmakta, her an bir iş görmektedir. O bizim hayal ettiğimiz suretten, şekilden, mekândan ve zamandan münezzehtir. Biz O’nun keyfiyetini ve mahiyetini hiçbir surette anlayamayız. Akıl terazisi bu kadar sıkleti çekmez. O kendisini nasıl tanıtmışsa öyledir. Ama kendi sözlerinde dahi O’nu bir mahlûk gibi gösteren ifadeler lafzi manasıyla alındığında O’nu yaratılanlara benzetiyorsa onları hakikat manasında alamayız diyoruz. Çünkü bunu O bizzat kendisi söylüyor, ‘O hiçbir şey gibi değildir’ buyuruyor.
Kısaca cümlenin maksudu, Allah’ı O’na yakışmayan sıfatlardan tenzih eylemektir. Mesele, bunu nasıl başarabileceğimiz meselesidir. Bu da ancak bütün nasları birlikte ve aralarında tenakuz olmayacak şekilde anlamakla mümkün olur diyoruz.
Yazının tamamı için:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder