13 Mayıs 2014 Salı

332.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ 4- Müctehid İmamlar Devrinde Îctihad

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


 Müctehid imamların devrinde uy­durma hadisi sahih hadislerden ayırd etmek için İslâm bilginlerinin nasıl bir yol izlediklerini merak ediyorsanız işte o bilgiler:

Tabiîlerden sonra talebeleri gelmektedir ki, bunlara, «Teba-i Ta­biin» (Tabiîlere tâbi olanlar) denilmektedir. Fıkhı mezheplerin ku­ruluşu bunların çağlarına rastlar. İmamların en yaşlısı Teba-i Tabiin´den, diğer tabirle tabiîlerin talebelerinden Ebu Hanife´dir. Onun bütün hocaları, İbrahim Nahaî ,Şa´bî, Hammad b. Ebî Süley­man, Atâ b. Ebî Rabah gibi yaşlı ve genç tabiîlerdir. Müctehid İmam­ların bir kısmı doğum ve zaman itibariyle birçok sahabîlerin dev­rine rastladıkları için tabiî iseler de, daha çok İlimlerini başka bir tabiîden almışlardır. Meselâ; Ebu Hanife, Hammad´dan tahsil gör­müş; Mâlik b. Enes, Abdullah b. Ömer´in talebelerinden İlim öğren­miştir. Yani Mâlik, Abdullah b. Ömer´in oğlu Salim´den, onun azat­lısı Nâfi´den ve diğer Medineli yedi fakihten ve bunların talebele­rinden tahsil görmüştür.

Medineli yedi fakih ise şunlardır:

1 Saîd b. el-Müseyyib (Öl. 93 H.), Kureyş kabilesinden olup Ömer (R.A.)´in hilâfeti zamanında doğmuştur. İmam Mâlik buna yetişemedi, fakat talebesi îbni Şihab´tan ders gördü.

2 Urve b. ez-Zübeyr (Öl. 94 H.), Aişe (R.A.)´in kız kardeşinin oğlu olup kendinden sonrakilere O´nun ilmini nakletmiştir.

3 Ebu Bekr b. Ubeyd b. el-Hâris (Öl. 94 H.) olup Hz. Aişe´den birçok mesele öğrenmiştir.

4 El-Kasim b. Muhammed b. Ebi Bekr Sıddik (Öl. 108 H.) olup Hz. Aişe´nin kardeşinin oğludur. Hz. Aişe'nin ilmini O nakletmiştir. Çünkü babası Muhammed ölünce O´nu Aişe (R.A.) kendi evine al­mış ve yetiştirmiştir. Kasım hem fakihtir, hem de hadis râvîsidir. Hadiste O´nun zekâ ve himmeti büyüktür.

5 Ubeydullah b. Abdillah b. Utube b. Mes´ud (Öl. 99 H.) olup Z. Aişe, İbni Abbas ve diğerlerinden rivayetler yapmıştır. O, Ömer b. Abdilaziz´in hocası idi. Dolayısıyle Ömer b. Abdilaziz´in düşünce ve yönelişlerinde O´nun etkisi çok büyük olmuştur.

6 Süleyman b. Yesar (Öl. 100 H.) olup Peygamberimizin hanımı Meymune bint´il-Hâris´in kölesi idi. Meymune (R.A.), sonra O´­nu mukâtebe akdiyle azat etmiştir. Bu zat, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer, Ebu Hüreyre ve Peygamberimizin hanımları olan Meymu­ne, Aişe ve Ümmü Seleme´den rivayetler yapmıştır.

7 Hârice b. Zeyd b. Sabit (Öl. 99 H.) olup babası sahabîler arasında feraiz âlimi idi. Bu zat da, babasından İlim tahsil etmiş ve babası gibi re´y ile şöhret yapmıştır. Aynı zamanda babası gibi feraizi de çok mükemmel bilirdi ve halkın miraslarını Kitab ve Sün­nete göre taksim ederdi. O´nun hakkında Mus´ab b. Abdillah şöyle söyler: Harice ve Talha b. Abdirrahman b. Avf´tan halk fetva sorar­dı ve onların sözüne bağlanırdı. Bunlar ev, hurma v.s. gibi malları mirasçılar arasında taksim ederler ve halka çeşitli belge (vesikâ)´ler yazarlardı.

Bu yedi fakih´in çoğu dikkatli ve doğru rivayetle, re´ye dayana­rak hüküm çıkarma ve fetvayı birleştirmişlerdir. Bunların hepsi Medine´de toplanmış olup Medine ilmini yaymışlardır. Sâîd b. el-Mü­seyyib de, re´y ile hüküm çıkarır ve ona göre fetva verirdi. 


Kasim b. Muhammed, Ubeydullah b. Utbe b. Mes´ud, Süleyman b. Yesar ve Hârice, re´y ile hüküm çıkarıp fetva vermekle meşhur idiler. Re´y ile´ hüküm çıkarma işinin çok olduğu yerde re´y ile fı­kıh da çok bulunmaktadır.

Bu itibarla re´ye dayanan fıkhın Medine´de de mühim bir mev­kii olduğunu burada belirtmek isteriz. Bu adı geçen yedi fakih, Me­dine fıkhını temsil etmekle beraber, onların fıkhı, Medine´de re´ye dayanan fıkhın derecesini de açıkça gösterir. Gerçi bu türlü fıkhın derecesi, orada, Irak´ta olduğu gibi yüksek değil ve metodu da farklı idi.

Bu yedi fakih ve diğerlerinin ilmini, genç bir tabiî olan İbni Şihab ez-Zühri ve Rabîatu´r-Rey nakletmişlerdir. İmam Mâlik bunların her ikisinin de talebesi idi.

Bu tarihî seyir, tabiîler asrındaki fıkıh ve ictihadla, müctehid İmamlar asrındaki fıkıh ve içtihadın birbiriyle nasıl irtibat halinde olduğunu açıklamaktadır. Bu tarihi seyir, aynı zamanda fıkıh ekol­lerinin kurulduğu tabiîler asrı ile, büyük fıkıh mezheplerinin kurul­maya başladığı asrın birbiri içine nasıl girmiş olduğunu göstermek­tedir.

Tabiîler devrinde İslâmî fırkaların meydana gelmesi ile Peygam­ber (S.A.)´den yalan hadis rivayetleri artmıştır. Bu devirde, yuka­rıda da işaret ettiğimiz gibi, kasıtlı birtakım kimselerin İslâm´a giri­şi, bu uydurma hadis rivayetini artıran sebeplerden biridir. Fakat bu uydurma hadis rivayeti, tabiîler devrinde kendilerine başvurula­cak ve gerçeği hakikî kaynaklardan öğrenecek İmamlar bulunduğu için mühim bir tesir göstermemiştir. Çünkü o devirde İslâm´ın kay­nakları henüz bulanmamış ve tertemizdi. Fakat, teba-i tabiin asrın­da ve daha sonraki asırlarda Peygamber (S.A.)´den uydurma hadis rivayeti, çeşitli sebeplerden şiddetini artırmıştır. Kadı îyaz, bu uy­durma hadis rivayetinin sebeplerini şöyle anlatır:

«Hadis uyduranlar birkaç sınıftır. Onların bazısı Peygamber (R.A.) in asla söylemediği bir şeyi birbirini küçümsemek veya bü­yüklük taslamak maksadı ile uydurmuşlardır. Bunlar zındıklar ve ben­zerleridir. Diğer bir kısmı, kendilerine göre, dindarlık maksadıyla, birtakım hadisler uydurmuşlardır. Bunlar, bazı hususların faziletle­ri hakkında hadis uyduran câhil dindarlardır. Bazı hadisçi (muhaddis) geçinenler, şöhret yapmak için acayip hadisler uydurmuş­lardır. Bazı sapık mezheplerin dâvetçi (dâl) leri taassup ve gizli maksatları sebebiyle, bazı müteassıp mezhep taraftarları da ken­dilerini savunmak için, bir kısımları da dünyaya bağlı kimselerin is­teklerini yerine getirmek ve onların yaptıklarını meşru göstermek için hadis uydurmuşlardır.

«Bu hadis uyduranların kimisi, hadis metni uydurmamış; fakat zayıf bir metin için doğru ve meşhur bir sened uydurmuştur. Bazı­ları da, hadis senedlerini altüst etmiş ve bunlara bazı isimleri ekle­miştir. Onlar bunu, ya bir fevkalâdelik göstermek veya cehaletlerini örtmek için yapmışlardır. Başka bir grup da, yalan yere, işitmedi­ği şeyi işittiğini, görmediği kimseleri gördüğünü ve sahih hadisler rivayet ettiğini iddia etmiştir. Diğer bir kısmı da, kasden sahabîlere ait sözleri, arap atasözlerini ve filozoflara ait sözleri Peygamber (S.A,)´e nispet etmişlerdir».

Bu uydurma hadis rivayetinin bütün sebepleri, teba-i tabiîn dev­rinde ve fıkıh mezheplerinin kurulduğu çağda mevcuttur, diyeme­yiz. Çünkü bunların bir kısmı daha sonraya aittir. Bunlardan´tabiî­ler devrinde bulunan zındıklık, ikinci asrın birinci yarısında daha da artmıştır. Haricîler ve Şiîler´in sapıkları (gulât-ı şîal´nın temsil ettiği bid´at hareketleri de böyledir. Hattâ Haricîler´den bazısı tövbekâr olduktan sonra şöyle söylemiştir; «Peygamberimizin hadisle­rini iyice inceleyiniz, çünkü biz, yaymak istediğimiz herşey için bir hadis söylerdik.» Emevîler devrinde dünyaya bağlı olanların nefsi arzuları da aynı şekilde hadis uydurmada rol oynamıştır. Çünkü Emevî hükümdarlarına yakın olan ve kalbinde dînin bir yeri bulun­mayan kimseler, hükümdarları memnun etmek için hadis uydur­muşlar ve âhiretlerini dünyalık şeylere değişmekten çekinmemişler­dir.

Bu yüce din ve kıyamete kadar bakî olacak parlak İslâm mîrası üzerine gelen bu tehlike dalgasının büyüklüğü nispetinde, onu; bu gibi şüpheli şeylerden kurtarmak, uydurmaları gerçek hadislerden ayıklamak için önem ve çaba gösterilmiştir. Dolayısiyle İslâm bilgin­leri, bu tehlike başgösterir göstermez araştırma, inceleme ve müslümanların ortak mirası olan fıkhı korumak cihetine yönelmişlerdir. Onlar, bu İslâm mirasını korumak, ona sokulan uydurmaları ayıklamak ve onu gelecek nesillere tertemiz ve dosdoğru bir şekilde tes­lim etmek için iki yönde çalışmışlardır:

1 Gerçek rivayetleri araştırmak, uydurmaları onların arasın­dan çıkarıp atmak maksadıyla hadisleri rivayet edenlerin şahsiyet­lerini, yaşayışlarını incelemişler ve hadîs´i anlayarak, doğru olarak rivayet edecek güvenilir râvîlerle bu vasıfları taşımayan râvîleri tesbit etmişlerdir. Râvîleri doğrulukta derecelere ayırmışlar, daha sonra bizzat hadisleri İslâmî gerçeklerle ve doğruluğunda şüphe ol­mayan hadislerle karşılaştırıp ölçmüşler, Kur´an´a ve gerçek hadis­lere uymayanları atmışlardır.

Daha sonra büyük İmamlar, sahih hadisleri kitap halinde yaz­mak işine girişmişlerdir. Bu. maksatla İmam Mâlik Muvatta'nı, Süfyan b. Uyeyne Kitabu´l-Câmi´ini, Süfyanı Sevri el-Câmi´u´l-Kebir´ini ve İmam Ebu Yusuf, Ebu Hanife´den rivayet ettiği Kitabul-Âsâr´in yazmıştır.

2 Bilginler, râvilerin doğruluk ve adaletle meşhur olup olma­dıklarını, o devirde bid´at´e düşüp düşmediklerini tesbit etmek için hadislerin senedlerini araştırmışlardır. Bu sened araştırması iki dev­reye ayrılır:

a) Önceleri senedler (râvîler) birbirine bağlanmazdı. Bu du­rum, tabiilerle görüşmüş olan Ebu Hanife ve Mâlik gibi müctehid İmamların asrında mevcut idi. Çünkü bu İmamlar, İlimlerini tabiî­lerden almış olan teba-i tabiînden idi, Gerçi birçok hallerde onlar, genç tabiîlerden İlim tahsil etmişlerse de, senedin Peygamber (S.A.) ´e ulaşmasını şart koşmuyorlardı. Bu itibarla onlar, tabiînin «Peygam­ber buyurdu» diyerek söylediklerini kabul ediyorlardı. Çünkü tabii­ne güveniyorlar ve şüpheye düşmüyorlardı. Tabiî de, sahabînin is­mini mecbur kalmadıkça zikretmiyordu. Aralarında karşılıklı itimad hâkim idi. Hattâ bu tabiîler, hadisi birkaç sahabîden rivayet ettikle­ri zaman sahâbî ismini zikretmediklerini açıkça söylüyorlardı. Bu cümleden olmak üzere bir tabiî olan Hasen el-Basrî´nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Bir hadîsi dört sahâbî rivayet etmişse o hadîsi ben mürsel ola­rak (sahabî ismini zikretmeksizin) rivayet ederim. Bir hadîsi bana falan rivayet etti, dersem onu sadece o zat söylemiştir. Peygamber şöyle buyurdu, dersem o hadîsi yetmiş veya daha fazla kişiden işit­mişim demektir.»

Bu hususta el-A´meş de şöyle rivayet etmiştir: «İbrahim´e, ba­na Abdullah´tan bir hadis rivayet ettiğin zaman onu sened olarak göster, dedim. O da dedi ki, Abdullah´tan herhangi bir hadisi bana falan rivayet etti dersem, onu rivayet eden o şahıstır. Abdullah şöy­le dedi dersem, onu bizzat bana Abdullah rivayet etmiştir.»

Bu sebeple Ebu Hanife, hadisi çok zaman mürsel olarak zikre­derdi. Mâlik, hadisi aldığı kimseye önem verir ve sened zikrini is­temezdi. Mâlik şöyle derdi: «Dört kişiden İlim alınmaz, diğerlerin­den alınır. Bunlar; 1 Sefih, 2 Bid´ate sevkeden nefsi arzulara uyan, 3 Uydurma hadis rivayet etmekle itham edilmese dahi ko­nuşurken yalan söyliyen, 4 Dindar olmakla beraber câhil olan kimselerdir.»

İmam Mâlik bu dört sınıftan olmayanlara itimat gösterir ve on­ların rivayetini kabul ederdi.

b) İlk müctehid İmamların çağından sonra insanlar arasında, ahde vefasızlıkları nispetinde yalancılık da artmıştır. Bu devirde ha­dis öğrenenler, öğrendikleri hadisi ne tabiîden, ne de teba-i tâbiinden almışlardır. Bundan, dolayı onlar, rivayetin doğruluğunu kabul etmek için hadisteki senedin Peygamber (S.A.) ´e kadar ulaşmasını şart koşmuşlardır. Meselâ; Ebu Hanife, ve Mâlik´ten sonra gelen İmam Şafiî, sahabiyi zikretmiyen râvînin hadisini veya senedler ara­sında herhangi bir kesiklik (inkita´) bulunan hadîsi asla kabul et­memiştir. Ancak, mürsel olarak hadis rivayet eden ravîde şu iki şart bulunursa, onun rivayet ettiği böyle bir hadisi kabul etmiştir :

1 Tabii, sahabînin ismini zikretmeksizin mürsel olarak bir ha­dis rivayet ederse, o tabiînin Saîd b. el-Müseyyib gibi birçok sahabîleri gören büyük tabiîlerden olması lâzımdır.

2 Böyle bir hadis rivayet eden tabiîyi, şu gibi destekleyici hu­susiyetler bulunmalıdır:

a) Hadîs´i başka bir yoldan Peygamber´e mânâ itibariyle isnat etmiş olmak,

b) Bu hadisi destekleyen İlim ehlinin kabul ettiği ve başka bir yolla rivayet edilen diğer bir mürsel hadis bulunmak,

c) Sahabî´lerin kabul etmesiyle bu mürsel hadis desteklenmiş olmak,

d) Bilginlerden bazılarının mürsel hadîsi kabul ederek ona gö­re fetva vermiş olmaları gerekir. Meselâ, «Vârise vasiyyet yoktur» hadisi böyle bir mürsel hadistir ve bunu pek çok fukahâ kabul et­miştir.

Bu saydığımız şartlar bulunmadığı takdirde mürsel hadisi Şa­fiî kabul etmez. O´na göre bu şartları ihtiva eden mürsel bir hadis, sened bakımından muttasıl (Peygambere ulaşan) hadisten daha aşağı bir derecededir. Eğer böyle bir hadis, musned (Peygambere sahabî vasıtasiyle dayanan) bir hadisle çatışırsa, bu şartları ihtiva etse dahi, Şafiî onu reddeder.

Şafiî´nin çağında mürsel hadîsin durumu bundan ibarettir. On­dan sonra gelen Ahmed b. Hanbel asrında ve büyük hadis mecmua­larının meydana geldiği asırlarda ise, mürsel hadîsin durumu daha dâ zayıflamıştır. Meselâ; Ahmed b. Hanbel, mürsel hadîsi zayıf ha­dislerden saymış, ancak muttasıl bir hadis bulunmadığı takdirde mürsel bir hadisle amel etmiştir. Hattâ Neveyî «Takrib» adlı eserin­de fakih, muhaddis ve usul bilginlerinin büyük çoğunluğu gibi dü­şündüğünü ve mürsel hadîsi, zayıf sayarak, reddetmesinin sebebini şöyle açıklamaktadır: «Çünkü bu hadîsi Peygamberden rivayet eden sahabî bilinmemektedir. Bilinmeyen bir şahıstan rivayet edi­len hadîsin reddedilmesi gerektiğine göre, sadece isim vermeyen râ­vînin rivayetinin de reddedilmesi daha doğru olur.»

Mürsel hadîsin Peygambere nispetindeki zincir (silsile) üzerin­de bu kadar durulması, İslâm bilginlerinin Sünnete ne kadar önem verdiğini; isnadları, sened teşkil eden râvilerin durumlarını tek tek iyice tetkik ederek, uydurma hadisleri nasıl ayıkladıklarını göster­mektedir. Hattâ bu devirde adalet, doğruluk, emanet, idrak ve öğ­rendiğini iyice muhafaza etme (zabt) gibi sıfatlarla meşhur olma­yan kimsenin rivayeti kabul edilmemiştir. Onların gösterdiği böyle­sine bir titizlik, gerçek hadislere Peygamber´in söylemediği bir şeyi sokmak istiyenlerin yolunu tıkamak için tam bir çare ve tedbir ol­muştur.

Müslüman ismi taşıyan veya müslüman olduklarını ilân ettik­leri halde İslâm´ı yıkmaktan başka bir şey istemeyen ve Peygamber´den uydurma hadis rivayet eden bir kısım kimselerin sapıklık­ları neticesi alınan bu tedbir, ilk basamak olmuştur. Bu sayede uy­durma hadisi sahih hadislerden ayırd etmek için İslâm bilginleri şâyân-ı hayret ölçüler koymuşlardır.

Re´y´e dayanarak fetva vermek, ikinci merhaleyi teşkil eder. Çünkü bu bir zaruret idi., Şehristânî «el-Milel ve´n-Nihal» adlı ese­rinde bu hususu şöyle anlatmıştır: «İbadet ve muamelât hususun­daki yeni olaylar sayılamıyacak kadar çoktur. Kesin olarak biliyo­ruz ki her olay hakkında bir" nass gelmemiştir. Böyle olması da dü­şünülemez. Nass´lar mahdut olup bunlar mahdut olmayan bütün olayları içine alamaz. O halde içtihadın, kıyasın, hattâ her yeni olay üzerinde yeni bir içtihadın zarureti kendiliğinden anlaşılmaktadır.»

Bu itibarla sahâbiler ve tabiîler devrinde re´y´in büyük bir öne­mi vardı. Tabiîler devrinde çeşitli fıkıh ekolleri kendini göstermiş ve her ekol, az - çok ve değişik metodlarla da olsa, re´y´e kıymet ver­miştir. Teba-i tabiîn asrında ortaya çıkan mezheblerin İmamları re´y ile daha çok ictihad´da bulunmuşlardır. Pek çok yeni olaylar karşı­sında bu, bir zaruretten doğmuştur. Re´y ile içtihadın çoğalmasına sebep olan ikinci âmil, birtakım yalancılar vasıtasıyla meydana ge­len uydurma rivayetleri ayıklamak zaruretidir. Medine´de de Irak´ta da re´yi görmekteyiz. Bu iki memleket, fıkhın geniş bir şekilde ge­lişme alanlarıdır. Bu memleketlerden başka yerlerde de fıkıh çalışmaları olmuş ise de, buralarda o iki şehre nisbetle fıkıh daha az ge­lişmiştir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Irak´ta re´y Medine´dekinden daha çok idi. Irak ve Medine fıkıhları arasındaki farkı şu dört noktada özetliyebiliriz:

1 Medîneliler Ebu Bekr, Ömer ve Osman (R.A.) ´ın hüküm ve fetvalarına, ayrıca Zeyd b. Sabit ve Aişe (R.A.)´ın fetvaları ile Ebu Hüreyre ve Ebu Saîd el-Hudrî gibi sahabilerin rivayetlerine sahipti. Iraklılar ise Abdullah b. Mes´ud´un hadis ve fetvalarına, Ali b. Ebî Talib ve EbuMûsâ el-Eş´arî´nin fetva ve hükümlerine, Kadı Şureyh gibi Irak´ta bulunan sahabi ve tabiîlerin hüküm ve fetvalarına ma­lik idi.

2 Medîneliler daha çok hadis kaynaklarına sahip olup, ha-dîs´e itimad da o zaman daha çoktu. Hadîs´e dayanan fıkhın sahip olduğu malzeme, sahabîlerin hükümlerinden meydana geliyor ve hadislere dayanan görüşler daha büyük bir kuvvet kazanıyordu.

3 Tabiîlerin fetvaları Medine´deki müctehidlerin yanında bü­yük bir mevki işgal ediyordu. Çoğu zaman bu fetvalara, doğrudan doğruya uyuluyordu.Gerçi bu fetvalara uymak mecburî olmayıp istihsan
(müçtehidin daha kuvvetli gördüğü bir delil veya bir husustan dolayı, bir meselede benzerlerine verdiği hükümden vazgeçip başka bir hüküm vermesidir.) tercih ediliyordu. Irak fıkhında tabiîlerin re´yleri böyle bir mevki işgal etmiyordu; ama Irak´ta da tabiîlerin re´ylerine çoğu zaman uyuluyordu. Ne var ki bu, sırf onların re´yleri oldu­ğu için değil, fıkıh ekollerince varılan fikir birliği ( ittifak) olmasın­dan dolayı idi.

4 Yukarıda işaret edildiği gibi, Irak´ta re´y, kıyasa dayanı­yordu. Hicaz´da ise re´y devlet işlerinde yaptığı ictihadlarda Hz. Ömer´e uyularak, maslahata (yaklaşık olarak kamu yararına da­yanıyordu.

M.Ebu Zehra 


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Hiç yorum yok: