Bismillahirrahmanirrahim
Sahâbiler, birçok talebeler yetiştirmişler ve onlara, Kur´an´ın, «(îslâmda) birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar...»[Tevbe Sûresi, 100.] âyetine uyularak «Tabiin = Tabiîler» adı verilmiştir. Aslında bu isim, onlara Allah tarafından verilmiş olup büyük bir şereftir.
Tabiîler, sahâbilerin birçok rivayet ve fıkhi ictihad servetini hazır bulmuşlardı. Bu durum karşısında onların yapacağı iki iş vardı:
1 Bu iki serveti toplamak. Onlar, gerçekten Peygamber (S.A.)´in hadislerini, sahâbîlerin söz ve ictihadlarını topladılar. Bu, onlar için çok kolay oluyordu. Çünkü her tabiî, bir sahâbînin veya birkaç sahâbinin talebesi idi. Birçok talebesi olan sahâbîler de vardı. Her sahâbînin ilmini nakleden özel bir talebesi vardı. Bu talebelerin ekserisi Arap asıllı olmayan müslümanların çocuklarıydı. Bu durumda, Peygamber´den İlim alma mevkiinde bulunan sahâbîlerin sözlerini onlar bir hüccet sayıyorlardı.
2 Hakkında sahâbîlerin re´y´i veya Kur´an ve Sünnetten herhangi bir nass bulunmayan meselelerde ictihadlarda bulunmak. Gerçekten onlar, naklettikleri hadis ve fetvaların ötesinde birçok ictihadlar yapmışlardır. Fakat sahâbîlerin çizmiş oldukları yoldan çıkmamışlardır. Şüphesiz ki hadisleri toplamak hususunda bazı güçlüklerle karşılaşıyorlardı. Çünkü sahâbîler İslâm ülkelerine dağılmış olup bazısı Irak´ta, bazısı Şam´da ve bazısı da başka yerlerde bulunmakta idiler. Fakat, onlar için bu hadis toplama işini kolaylaştıran cihet, her tâbii´nin sadece karşılaştığı sahâbîden hadis rivayeti ile yetinmesi idi.
Emevîlerin ilk devirlerinde Medine´den ayrılan sahâbîlerin çoğu, sonra tekrar oraya döndü ve Medine önceki gibi yine İlim ve irfan merkezi haline geîdi. Sahâbîlerin ve ekseri tâbiî´lerin ilmi işte bu şehirden yayıldı. Gerçekte Emevîler devrinden önce Medine´den ayrılan sahâbîler, sayı bakımından orada kalanlara nispetle çok az idiler. Çünkü Hz. Ömer (R.A.), büyük sahâbîleri Medine´de oturmaya mecbur etmişti. Hz. Ömer (R.A.), onları evvelâ görüşlerinden faydalanmak için ve siyaset ve devlet işlerinin güzel gitmesi ile ilgili sebeplerle Medine´de alıkoymuştu. Fakat, Hz. Osman (R.Â) halife olunca Medine´den ayrılmak isteyen sahâbîlere izin vermiş ve onlardan bir kısmı dışarı gitmiştir. Bununla beraber bilgin ve büyük sahâbîlerin çoğu oradan gitmemiştir. Ancak Abdullah b. Mes´ud, Ebu Musa el-Eş´arî gibi bazı bilgin sahâbîler, Hz. Ömer zamanında Medine´den ayrılmışlardı.
Çok talebe yetiştirmekle meşhur olan sahâbîlerden Irak´ta Abdullah b. Mes´ud; Medine´de Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit ve başkaları dikkati çekmektedir. Bu hususta İbn-i Kayyım el-Cevziyye şöyle söyler:
«Dîni ve fıkhı İlimler, îslâm ümmeti arasında İbni Mes´ud, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas´ın talebeleri vasıtasıyla yayılmıştır. Yani Medine´de Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Mes´ud´un talebeleri tarafından, bu İlimler yayılmıştır.» İbn-i -Kayyım el-Cevziyye, İbn-i Cerir´den şöyle rivayet etmektedir: «Denilebilir ki Abdullah b. Ömer ve Medine´de ondan sonra yaşayan sahâbîlerden bir grup, Zeyd b. Sabit´in mezhebine göre fetva verirlerdi. Onlar Peygamberden işitip öğrenmedikleri şeyleri Zeyd b. Sabit´ten almışlardır.»
Tâbiiler´den bazıları, nass veya sahâbilerin fetvasını bulamadıkları zaman kendi re´yleri ile içtihad ederek fetva verirlerdi. Bazıları da, dayanacak Kitab ve Sünnet´te herhangi bir nass bulamadıkları zaman ictihad´da bulunmaktan çekinirlerdi. Bu iki türlü içtihad metodu sahâbîler devrinde mevcut idi. Fakat sahâbîlerin çoğu, Peygamber´den aldıkları sünnetleri iyi bildikleri için bu iki türlü ictihad tarzı arasındaki fark pek açık-seçik değildi.
Tabiiler devrinde bu iki ictihad metodu arasındaki fark ve mesafe iyice ortaya çıktı. Çünkü müslümanlar arasındaki ihtilâflar şiddetlenmiş ve müslümanlar birbiriyle sert tartışmalara girişmişlerdi. Bu tartışmaların neticesinde birbirini küfür ve sapıklıkla itham edenler türemiş, hattâ kılıçlar çekilerek birbirini öldürenler dahi olmuştur.
Dolayısiyle müslümanlar:
1 Haricîler,
2 Şiîler,
3 Ehl-i Sünnet vel-Cemaat
Olmak üzere belli başlı üç fırkaya ayrılmışlardır. Bu arada fitneden uzak durarak, bir kenara çekilip müslümanların uğradığı felâkete seyirci kalanlar da olmuştur.
Hariciler birbirine zıt görüşlere sahip fırkalara ayrılmışlar ve Ezrakîler^ecedât, Ibâzıye[1] gibi bir çok fırkalar doğurmuştur. Şiîler de çok farklı fırkalara ayrılmış, hattâ bazıları îslâmiyetten tamamen uzaklaşmışlardır. Şiîlik iddia eden bazıları da İslâm´a, sırf onu bozmak için girmişlerdir. Dolayısıyle onlar için İslâm´ın ayakta durması değil, temelinden yıkılması önemli idi. Tâ ki onlar, eski dinlerine ve iktidarlarına dönmüş ve hiç olmazsa devletlerini yıkan müslümanlardan öçlerini almış olsunlar; veya müslümanlar koyu bir karanlık içine gömülüp gönüllerindeki ilâhi nur sönmüş olsun.
Bunun bîr neticesi olarak, bazı insanlarda dinî duygu zayıflamış ve Peygamber (S.A.V.)´den asılsız hadis rivayetleri çoğalmıştır. Bu durumdan endişeye düşen İslâm büyükleri, bu uydurmaları çürütmek için gerçek hadisleri toplayarak kitap haline getirmişler ve gerekli tedbiri almışlardır. Bu yüzden Ömer b. Abdilaziz, gerçek hadislerin yazılmasını emretmiştir. Onun gerçek (sahih) hadislerin derlenerek yazılmasındaki ikinci bir maksadı da, şer´î hükümlerin doğru olarak tatbikini sağlamak idi.
1 Haricîler,
2 Şiîler,
3 Ehl-i Sünnet vel-Cemaat
Olmak üzere belli başlı üç fırkaya ayrılmışlardır. Bu arada fitneden uzak durarak, bir kenara çekilip müslümanların uğradığı felâkete seyirci kalanlar da olmuştur.
Hariciler birbirine zıt görüşlere sahip fırkalara ayrılmışlar ve Ezrakîler^ecedât, Ibâzıye[1] gibi bir çok fırkalar doğurmuştur. Şiîler de çok farklı fırkalara ayrılmış, hattâ bazıları îslâmiyetten tamamen uzaklaşmışlardır. Şiîlik iddia eden bazıları da İslâm´a, sırf onu bozmak için girmişlerdir. Dolayısıyle onlar için İslâm´ın ayakta durması değil, temelinden yıkılması önemli idi. Tâ ki onlar, eski dinlerine ve iktidarlarına dönmüş ve hiç olmazsa devletlerini yıkan müslümanlardan öçlerini almış olsunlar; veya müslümanlar koyu bir karanlık içine gömülüp gönüllerindeki ilâhi nur sönmüş olsun.
Bunun bîr neticesi olarak, bazı insanlarda dinî duygu zayıflamış ve Peygamber (S.A.V.)´den asılsız hadis rivayetleri çoğalmıştır. Bu durumdan endişeye düşen İslâm büyükleri, bu uydurmaları çürütmek için gerçek hadisleri toplayarak kitap haline getirmişler ve gerekli tedbiri almışlardır. Bu yüzden Ömer b. Abdilaziz, gerçek hadislerin yazılmasını emretmiştir. Onun gerçek (sahih) hadislerin derlenerek yazılmasındaki ikinci bir maksadı da, şer´î hükümlerin doğru olarak tatbikini sağlamak idi.
Bu gibi sebeplerle yukarıda bahsettiğimiz iki ictihad metodu arasındaki mesafe ve görüş açısı büsbütün büyümüş, her iki zümre de sahâbîlerin yolundan oldukça uzaklaşmışlardır. Bu itibarla rivayeti tercih edenler ona daha çok sarılıyorlar, kuvvetini arttırmış olan fitnelerden bu suretle korunacaklarını düşünüyorlar ve kurtuluşu Sünnete sarılmakta buluyorlardı. Diğer bir grup, Peygamber (S.A.) ´den bir çok uydurma hadis rivayet edildiğini ve bunların rivayet sebeplerini gözönüne alarak, ciddî olaylar karşısında dîni hükümlerin ictihadla açıklanmasını zarurî görüyorlardı.
Dolayısiyle iki türlü fıkıh doğdu:
1 Re´y´e dayanan fıkıh,
2 Hadis´e dayanan fıkıh.
Buna göre İslâm hukukçularının bir kısmı re´y taraftarları, bir kısmı da hadis taraftarları olarak meşhur olmuşlardır.
Burada tekrar işaret etmek isteriz ki ihtilâfın esası, Sünnetin delil olarak alınması veya onun sabit olduğu takdirde kabul edilmesinin lüzumu meselesi değildir. İhtilâfın esası, re´y´in derecesi ve yeni hükümleri re´y´in otoritesi altında halletmek meselesidir. Bu itibarla hadisçiler, mecbur kaldıkça re´y´e başvuruyorlar ve onunla içtihada müsaade ediyorlardı. Re´y taraftarları da ictihad ettikleri konularda sahih bir hadis bulamadıkları zaman re´y ile daha çok fetva veriyorlardı. Bazıları da mevcut meselelerin hükümlerini ortaya koymakla yetinmiyor, mevcut olmayan bir kısım meseleleri varsayıp onların re´y ile hükümlerini açıklıyordu. Bu türlü fıkha «farazi» (takdirî) fıkıh adı verilir.
Bazı İlim adamları, ekseri hadis taraftarlarının Hicaz´da, ekseri re´y taraftarlarının da Irak´ta olduğunu yazarlar. Bunun esası şudur: Medineli fakihler, Iraklı fakihleri Sünnetten uzaklaşmak ve re´yleri ile fetva vermekle itham etmişler, Iraklılar da bu ithamı reddetmişlerdir. Hakikatte ise Irak´ta re´yin yanında hadis, Medine´de de hadis´in yanında re´y bulunmaktadır.
Fakat bunlar, iki hususta birbirinden ayrılırlar:
1 Iraklılara göre re´y´in derecesi Hicazlılardan daha fazladır.
2 Re´y ile ictihad, Iraklılara göre daha çok kıyas metoduna
dayanır. Hicazlılara göre re´y maslahat (menfaat) metoduna dayanır. Buna göre Irakta fıkhın fer´î meseleleri çoğalmıştır, kıyaslar yapılarak mevcut olmayan meseleler hakkında dahi fetvalar verilmiştir. Fıkhın bu çeşidi Medine´de bulunmamaktadır. Çünkü Medinelilerin ictihadlarına esas teşkil eden maslahat, mevcut olmayan konularda düşünülemez. Dolayısıyle Medine´de farazi (takdirî) fıkıh gelişmemiştir.
Iraklı fakihler arasında Şa´bî ve benzeri hadisçiler mevcut olduğu gibi Alkame, İbrahim Nahaî, Ebu Hanife´nin hocası Hammad gibi kıyasa dayanan fakihler de çoktur. Bunların İmamları sahâbîlerden Abdullah ibni Mes´ud ve ´Ali Ebî Talib gibi Irakta uzun zaman oturmuş olan büyük sahâbîlerdir.
Medine´de hem hadis´e bağlı olan, hem de re´y ile ictihad yapan tabiîlerin sayısı Iraktakilerden daha çoktur. Medine´de kendine has özellikleri bulunan bir fıkıh ekolü teşekkül ettiği gibi, Irak´ta da başka bir fıkıh ekolü kurulmuştur. Mekke´de ise, bu her iki ekole yakın diğer bir fıkıh ekolü meydana gelmiş, hattâ her İslâm memleketinde yeni bir fıkıh ekolü doğmuştur. Bu yüzden fıkıh genişlemiş ve fıkıh metodları çeşitli dallara ayrılmıştır.
Fıkıh ekollerinin ihtilâfları hakkında Veliyyullah Dehlevî şöyle söyler:
«Tabiilerin âlimlerinden herbirinin kendine göre bir mezhebi vardı. Her memlekette´ onlardan bir İmam bulunmaktaydı. Meselâ; Medine´de Said b. el Müseyyib, Salim b. Abdillah b. Ömer, bunlardan sonra Zührî, Kadı Yahya b. Said, Rabia b. Ebi Abdirrahman; Mekke´de Ata b. Ebi Rabah; Kûfe´de İbrahim Nahaî ve Şâbî; Basra´da Hasan el-Basri; Yemen´de Tavus b. Keysan gibi.
«Birçok kimseler, bunların İlimlerine almış, onlardan hadis ve sahabîlerin fetva ve sözlerini nakletmişlerdir. Onlar bu bilginlerin görüş ve araştırmalarını öğrenmiş, birçok kimselere fetvalar vermiş, aralarında pekçok meseleler konuşulmuş ve kendilerine bir hayli mesele arzedilmiştir. Said b. el-Müseyyib ve İbrahim Nahai gibi bazı bilgin tabiîler, fıkhı bölümlere ayırarak toplamışlardır. Onlar seleflerinden aldıkları her konuda bir metoda sahip idiler. Said b. el-Museyyib ve arkadaşları, Mekke ve Medinelileri fıkıh bakımından daha sağlam görüyorlardı. Bunların mezhebîerinin aslını, Abdullah b. Ömer, Aişe ve İbni Abbas. (R.A.)´m fetvaları ile Medine kadılarının hükümleri teşkil eder. Onlar bu fetva ve hükümleri imkânları dahilinde derlemişler, sonra bunları inceden inceye gözden geçirmişlerdir. İbrahim Nahaî ve arkadaşları ise Abdullah b. Mes´-ud´u fıkıhta en kuvvetli sayarlardı. Nitekim Alkame : «Abdullah b. Mes´ud´tan fıkıhta daha kuvvetli kim vardır » demiştir. İmam Ev-zaî´ye, Ebu Hanîfe: «İbrahim Nahaî Salim b. Abdillah´tan daha bilgindir. Eğer sahabi olmak şerefine sahip bulunmasaydı. Abdullah b. Ömer´den Alkame daha bilgindir, derdim. Abdullah (b. Mes´ud) ise, işte o Abdullah´tır» demiştir. Ebu Hanîfe´nin mezhebinin aslı, Abdullah b. Mes´ud´un fetvaları, Ali b. Ebî Talib´in fetva ve hükümleri, Kadı Şureyh gibi Küfe kadılarının verdikleri hükümlerdir. Ebu Hanife, onların fetva ve hükümlerini toplamış ve diğer hadis taraftarı Medineliler gibi, o da ictihadlarda bulunmuş ve fıkıh meselelerini bölümlere ayırmıştır. Said b. el-Müseyyib, Medine fakihlerinin başta gelenlerinden idi. Hz. Ömer´in hükümlerini ve Ebu Hureyre´nin hadislerini en iyi bilen o idi. Said b. el-Müseyyib ve İbrahim Nahai birşey söyleyip onu birine nispet etmezlerse, çoğu zaman onların bu sözü açıkça veya imâ yoluyla seleflerinden birine nispet edilmiş olarak kabul edilirdi. Dolayısiyle memleketlerinin fakihleri bu ikisinin etrafında toplandılar, onlardan İlim öğrenip onların yolundan giderek hükümler çıkardılar.»[Veliyyullah Dehlevi Huccetullah el-Bâliga, c. I, s. 143]
Bu ifadeden şu iki husus ortaya çıkmaktadır -.
1 Iraklılar fetva ve yargı (kazâ)´larında Abdullah b. Ebî Talib ve Irak´ta oturmakta olan, diğer sahabîlere tâbi oluyorlardı. Medineli tabiîler ise, orada oturan bilgin sahabîlerin fıkıh görüşlerini nakletmeye önem veriyorlardı ve sahabîler Irak´tan daha çok Medine´de idiler.
2 Tabiîlerin bilginlerinden dikkati çeken iki fakih kendi memleketlerindeki fıkhı temsil etmişler ve memleketlerinin fıkhî malzemelerini nakletmişlerdir. Bunlardan birisi Medine´de Saîd b. el-Müseyyib´tir. O, Medine´deki sahabîlerin İlim ve ictihadlarını nakletmiştir. Diğeri ise İbrahim Nahaî olup Abdullah b. Mes´ud, Ali b. Ebî Talib gibi Irak´ta bulunan sahabilerin İlim ve fetvalarını nakletmiştir.[31]
İcma´ Ve Sahabî Sözünün Delil Oluşu:
Tabiilere göre sahabilerin söz ve amelleri bir delil (hüccet) idi. Çünkü tabiîler, sahabilerin öğrencileri olup onların yolundan gidiyorlardı. Tabiîlerden sonra gelenlere göre de sadece sahabîlerin ameli hüccet olarak kabul edilmiştir. Ancak Şiiler´den îmamiye mezhebi, Hariciler ve Zahirî mezhebi´nde olanlar sahabîlerin amelini hüccet olarak kabul etmezler. Sahabilerin ameli iki kısma ayrılır:
1 Bir tartışmadan sonra da olsa sahabîlerin ittifak halinde kabul ettikleri re´y icmâ´ olup bizzat hüccet teşkil eder. Fakihlerin büyük çoğunluğu bu görüştedir. Yani Haricî ve Şiilerden başka bütün mezhebler, Zahiriler de dahil olmak üzere, sahabîlerin icma´ını hüccet saymışlardır.
2 Sahabîler bir hususta ittifak etmemişlerse tabiîlerden her biri, ekseriya bu konuda kendi hocasının görüşünü benimser, bazen da başka bir sahabînin görüşünü kabul ederdi.
Tabiîler, ittifak halinde olsun veya olmasın, sahabîlerin görüşünü sünnet olarak kabul ederlerdi. Onlara göre sahabîlerin sözü mücerret bir re´y´den ibaret değil, uyulması gereken bir sünnettir; zahirde sahabilerin sözü mücerret bir hüküm çıkarma (istinbat) ´dan ibaret olsa bile.
Tabiilerden sonra gelen müctehid fakihlerin ekserisi de, sahabînin re´yini hüccet olarak kabul etmişlerdir. Çünkü sahabîler, İlimlerini bizzat Peygamber (S.A.)´den almışlar ve bir kısım meseleleri, Peygamber´den sözle nakletmemişlerse de, amelî olarak nakletmişlerdir. Onların görüşleri Peygamberimizin rehberliğine dayanmaktadır. Bunun içindir ki onlar Peygamber (S.A.)´in getirdiği dinî anlamakta daha kuvvetli ve ictihadları aklî olmaktan ziyade Peygamber (S.A.)´den görüp öğrendiklerine daha yakındır.
Ibni Kayyim el-Cevziyye, sahabînin rey´inin sağlamlığını açıklarken şöyle der:
«Sahabî bir söz söylediği, bir hüküm veya fetva verdiği zaman onda bizde bulunmayan anlayış imkânları vardı. Bazı hususlarda sahabînin sahip olduğu anlayış imkânlarına biz de sahibiz. Fakat, sahabînin anlayış özelliği, Peygamber (S.A.)´den veya başka bir sahabiden şifahen işitmiş olması ihtimalidir. Sahabîlerin kendilerine has bilgileri pek çoktur. Çünkü her sahabî, işittiği şeylerin hepsini rivayet etmemiştir. Ebu Bekr Sıddık ve Ömer el-Fârûk gibi büyük sahabilerin işittiklerine nispetle rivayet ettikleri çok azdır. Meselâ, Ebu Bekr´in Peygamber (S.A.)´den rivayet ettiği hadis sayısı yüz´e varmamaktadır. Halbuki O, Peygamber (S.A.)´den hiç ayrılmaz ve O´nun yaptığı herşeye vâkıftı. Hattâ peygamberliğinden önce başlayıp vefatına kadar O´na arkadaşlık etmişti. Peygamber´i, O´nun sözünü, işini ve yaşayaşını en iyi tanıyan zat O idi. Diğer büyük sahabîlerin de rivayetleri, Peygamber (S.A.V)den işitip gördüklerine nispetle pek azdır. Onlar işitip gördüklerini rivayet etselerdi, Ebu Hüreyre´nin rivayetinden kat kat fazla olurdu. Ebu Hüreyre dört seneye yakın bir zaman Peygamber (S.A.)´e arkadaşlık ettiği halde O´ndan pek çok hadis rivayet etmiştir. Sahabîlerin hal ve yaşayışlarını bilmeyenler, herhangi bir vak´a hakkında sahabîler birşey bilselerdi, rivayet ederlerdi, derler. Halbuki sahabiler Peygamber´den birşey rivayet ederken fazla veya noksan yaparız diye korkarlardı. Peygamber (S.A.)´den işittikleri şeyi defalarca konuştukları halde bunu Peygamber (S.A.)´den işittiklerini açıklamazlar ve «Peygamber (S.A.) şöyle buyurdu» demezlerdi.
«Sahabînin verdiği fetvâ şu altı şıkkın dışına çıkmaz:
«1 Sahabî, onu Peygamber (S.A.)´den işitmiş olabilir.
«2 Peygamber (S.A.)´den işitenden işitmiş olabilir.
«3 Kur'andan böyle anlamış olabilir.
«4 Sahabîler bu hususta ittifak etmiş oldukları halde onların bu ittifakları değil de, sadece bu fetvayı veren sahabînin sözü bize nakledilmiş olabilir.
«5 Sahabîler, arapçayı ve kelimenin delâlet ettiği mânâyı bizden daha iyi bilmekle, yahut Allah´ın emri ile ilgili durum ve karinelerle veya Peygamber (S.A.)´e uzun zaman arkadaşlık etmek, O´nun hal ve yaşayışlarını müşahade etmiş olmak, sözlerini işitmek ve bu sözlerin maksatlarını kavramak, vahy´in gelişine şahid olmak, bilfiil Peygamber (S.A.)´in bu vahy´i açıklamasını görmek gibi hususların yardımıyla birçok meseleleri bizden daha iyi anlamış olabilirler.
«6 Sahabî, Peygamber´den kendisinin rivayet etmediği birşeyden anladığı mânâya göre fetva vermiş, fakat bu anlayışında yanılmış olabilir. Bu takdirde sahabînin sözü hüccet olmaz...
«Bu altıncı şık bir faraziyeden ibaret olup vâki olması da uzak bir ihtimaldir... Bu itibarla sahabîlerin sözleri sünnet makamındadır.»[Î lamul-Muvakkıin,]
Burada açıklamamız gerekir ki, sahabîlerin sözlerini birçokları sünnet veya Peygamber (S.A.)´in hadisi gibi kabul etmişlerdir. Dolayısıyla, onlara göre, sahabîler ibadete taalluk eden ve akılla izahı mümkün olmayan hususlarda bir fetva vermişlerse bu fetvalar kesin olarak Peygamber´in sünneti sayılır. Bu fetva ile Peygamber (S. A.)´den naklolunan hadisler arasında tercih yapılabilir. Zira hiçbir sahabî, Peygamber´den işitmedikçe re´y ile halledilmeyecek bir meselede fetva vermez.
Öte yandan bilginler, Peygamber (S.A.)´in sözlerini ve O´na nispet edilen hüküm ve fetvaların kabul edilmesini, bunlara muhalif olan sözlerin reddini beyan etmişlerdir. Çünkü Peygamber´e nispet edilmesi ihtimalinden dolayı sahabînin sözünü kabul edip doğrudan doğruya Peygamber´den rivayet edilen sözü terketmek doğru olmaz. Ancak sahabîden rivayet edilen fetvanın, onun kendi re´yi ile olması imkansızsa durum değişmektedir. Çünkü re´y ile halledilmesi mümkün olmayan ve tamamen nakle dayanarak halledilmesi gereken hususta sahabînin fetvası sünnettir.
İmam Mâlik, böyle bir fetvayı Peygamber (S.A.)´in hadîsi olarak kabul eder. Şu kadar ki O, Peygamber (S.A.)´e nispet edilen bir hadisle bu fetva arasında tercihte bulunur. Bu yönden İmam Mâlik özel bir ihramla Umre yapmayı Hac aylarında mekruh saymıştır. Burada O, Hz. Ömer´in re´yine uymuştur. Çünkü Hz. Ömer´in böyle Umre´yi yasakladığı rivayet edilmiştir. Sa´d b. Ebi Vakkas yoluyla Peygamber´den Umre ile Haccı birleştirmenin daha iyi olduğuna dair yapılan rivayet bu görüşe aykırıdır. Sa´d b. Ebî Vakkas, Peygamber (S.A.) böyle yaptığı için biz de böyle yapıyoruz demiştir. Fakat İmam Mâlik, Hz. Ömer´in sözünü tercih etmiş ve onu sünnet saymıştır. O bu hususta; Ömer, Peygamber´in sünnetini Sa´d´dan daha iyi bilir, demiştir.[Şafiî, el-Uma, c. VII, s. 198. ]
îmam Mâlik, Ömer´in sözünü, her ne kadar açık bir ifade yoksa da, Peygamber´den bir nakil olarak kabul etmiştir. O, Sa´d b. Ebî Vakkas´ın Peygamber (S.A.)´den naklettiğini açıkça söylemesine rağmen, Hz. Ömer´in sözünü tercih etmiştir.
M. Ebu Zehra
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
[1] Erzakîler, Nâfi´ İbnu´l-Erzak´a; Necedât, Necdet İbni Amir´e ve Ibâzıye, Abdullah ibni tbâz´a tâbi olanlardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder