Bismillahirrahmanirrahim
2- Sahabîler Devrinde İctihad
Peygamber (S.Â.), irtihal etmeden önce peygamberlik görevini en üstün şekilde yerine getirdi ve Rabbinin emirlerini hakkı ile tebliğ etti. Bu hususta Allah şöyle buyurur: «Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak size İslâm ı seçtim.»[Maide Sûresi, 30.]
Bizans´ın Suriye valisinin, tebaasından müslüman olanları öldürmesi dolayısıyla Peygamber (S.A.), îslâm ordularını Şam üzerine yolluyordu. Çünkü yeni dine mensup olanları korumak ve onları müslüman oldukları için işkenceye uğratmamak zaruri idi.
Peygamber (S.A.) Iran İmparatoru (Kisra)´na İslâmiyeti tebliğ etmek üzere elçi gönderdiği zaman Kisrâ buna, Peygamber (S.A.)´i öldürecek birini yola çıkarmakla cevap verdi. Fakat Allah onu, niyetini gerçekleştirmeden helak etti. Böyle bir durumda tecavüzü aynı şekilde karşılamak gerekiyordu. Peygamber (S.A.)´in, insanları hakka çağırmasına engel olacak şeylere karşı koyması ve hakkı duyurmasını önleyecek her engeli yok etmesi gerekiyordu.
Bunun içindir ki, Peygamber (S.A.)´in irtihalinden sonra, müslümanlar, îran ve Bizans ülkelerine akınlara başladılar. Bu ülkeleri fethedip halkını hakka ve doğru yola çıkardılar. Müslümanları hiçbir hükümdar ve kuvvet köleleştirmedi. Bu ülkelerin imparatorları, müslümanlığın yurtlarına girmemesi için direndiler. Müslümanlık, tebaalarına ulaşmasın diye surlar yaptırdılar. Fakat, İslâmın çağrısı yayılacaktı. Bu çağrı bütün milletlere ulaşacaktı. Ona engel olan surların yıkılması gerekiyordu. Bu ise zaruri bir savaşa yol açıyordu.
Burada dini bir zorlama (ikrah) için savaş yapıldığı sanılmamalıdır. Çünkü bu imparatorlar, insanları İslâm dâvetine karşı´engelliyorlardı. Bilhassa İslâm çağrısı; onların halkı kendilerine taptırmaları, hak olsun bâtıl olsun, halkın kendilerine uymalarını istemeleri ile bağdaşmıyordu. Çünkü yeni din, «Hâlıkâ isyanda mahlûka itaat "edilmez» diyordu.
Bu din, insanları eşitliğe çağırıyor ve onların hepsinin Âdem´den olduğunu, Âdem´in ise topraktan yaratıldığını ifade ediyordu. O halde İslâm´ın savaşı, dini bir zorlama için değildi. O, ruhları, zâlim kralların köleliğinden, akılları bu kralları kutsallaştıran sapık düşüncelerden kurtarmak için yapılıyordu. Veya diyebiliriz ki, bu savaş, din hürriyetini korumak içindi; bu hürriyeti yok etmek için değildi. Bu savaşın dini bir zorlama için yapılmadığının delili, İslâm devleti, gölgesinde birçok gayri müslimlerin haklarına tam olarak riayet ediyor, din hürriyetlerine katiyen dokunmuyordu. Hattâ din bilginleri (fakihler) «gayri müslimleri dinleri ile başbaşa bırakmakla emrolunduk» prensibini kabul etmişlerdi.Bu, gayri müslimlere yapılan iyi muamelenin tam bir ifadesidir.´Gayri müslimlere, müslümanlar «zimmi» adını veriyorlardı. Çünkü onlar, Allah´ın elçisinin zimmetinde idiler-, çünkü Peygamber (S.A.), onlara kötülük edilmesini yasaklayarak şöyle buyurmuştu : «Bir zimmiye kötülük edenin kıyamet günü hasmı benim.»
İslâm fetihlerinin ötesinde arap olmayan milletlerin, arapların safında yer aldığı bir gerçektir. Onlar isteyerek zorlanmadan İslâmiyeti kabul etmişlerdir. Çünkü Allah: «Dinde ikrah yoktur»[ Bakara Sûresi, 356.] ve «Sen îman etsinler diye insanları zorlayıp duracak mısın»[Yunus Sûresi, 99. ] buyurmaktadır. Veya onlar müslümanlarla aralarında zimmet akdetmişler, müslümanlar onların, onlar müslümanların haklarına karşılıklı olarak riayet göstermişlerdir. Sahabîler asrında îran, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika fethedilmiş, müslümanların idaresine, çok eski medeniyetlere mensup mîlletler girmişti, İslâm medeniyeti, çeşitli milletlerin medeni mirasları ile karışmaya başlamıştı. Dolayısiyle toplum hayatında Peygamber (S.A.) devrinde olmayan hâdiselerle karşılaşılmış, hayat çeşitli dallara ayrılmıştı. Bu durum karşısında İslâm bilginlerinin yararlı ve uygun olan hususları inceleme, araştırma, düşünme ve ictihad´da bulunma cihetine yönelmeleri bir zaruretti.
Bu itibarla büyük sahabîlerin ictihad´da bulunması, Peygamber (S.A.)´in söz ve hareketleriyle yeni meseleleri halletmesi gerekiyordu. Onlar, yeni meseleler karşısında ictihadlarda bulundular ve Allah´ın hükmünü açıkladılar. Çünkü Allah´ın dini bütün asırlara şâmildi. Allah, Kur´an´da; «İnsan başıboş bırakıldığını mı sanıyor »[Kıyame Sûresi, 36.] buyurduğundan insan, hayatta başıboş ve istediği herşeyi, bir hükme bağlamaksızın yapma durumunda değildir.
Sahabîlerin bilginleri ictihad hususunda bir metod ortaya koydular; onlar, yeni bir hâdise karşısında ihtilâfa düşerlerse Kur´an´a başvuruyorlar, bu meseleyi açıklayan bir âyet bulurlarsa onun üzerinde birleşiyorlardı.
Buna şöyle bir misal verebiliriz: Irak ve İran toprakları fethedilince sahabîler, bu arazinin fethe iştirak eden askerlere dağıtımında ihtilâfa düştüler; Hz. Ömer, devletin reisi ve mü´minlerin emîri olarak araziyi askerlere taksimden kaçındı. Çünkü O, görüyordu ki bu arazi, Allah´ın, «Biliniz ki ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beştebiri Allah´ın, Peygamberin, O´nun yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolda kalanların hakkıdır.»[Enfal Sûresi, 41.] âyetinin içine girmiyordu. Bu âyette kasdedilen ganimet menkul malları ifade ediyordu, toprak ise gayri menkul olduğu için fethedilir, fakat ganimet olmazdı. Öte yandan ülke ve sınırların korunması için gelire ihtiyaç vardı. Bu da, arazinin fethedenlere dağıtımıyla olmaz, arazi sahipleri gayri müslimlerden «cizye» almakla sağlanabilirdi. Fakat savaşçılar, Hz. Ömer´e uymadılar ve münakaşa üç gün sürdü. Üçüncü gün Hz. Ömer, Kur´an´da gördüğü şu âyeti onlara okudu: «Allah´ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey´ (ganimet) Allah´a, Peygamberine, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara aittir. Bu da o malın, sizin içinizdeki zenginlerin arasında dolaşan bir mal (sermaye) olmaması içindir... Allah´ın azabı şiddetlidir.»[Haşr Sûresi, 7.]
Sahabîler, Kur´an´da bir nass bulamayınca Sünnete başvuruyorlar ve ondan gereken hükmü alıyorlardı. Emirü´l-müminin meseleyi arkadaşlarına açıyor; bu hususta herhangi bir hadis bilen onu serdediyor ve meseleyi böylece hallediyorlardı.
Meselâ; Bir gün bir anneanne (nine), Hz. Ebu Bekr´e geldi ve ölmüş olan kızının oğlundan miras istedi. Ebu Bekr(R.A,) de Kur´-an´da bu hususla ilgili bir âyet bilmediğini söyledi. Sonra sahâbilere dönerek, Peygamber (S.A.)´in, böyle bir meselede verdiği hükmü içinizden bilen var mı dedi. Mugîre b, Şu´be, Peygamber (S.A.) . Efendimizin nineye altıdabir hisse tanıdığını hatırlıyorum, dedi. Hz. Ebu Bekr, bu durumu başka bilen var mı diye sordu. Başka bir sahabinin buna tanıklık etmesi üzerine bu nineye altıdabir (1/6) miras hakkı tanıdı. Daha sonra Hz. Ömer (R.A.) devrinde babaanne ´ gelip hissesini istedi. Ömer de, «Kur´an´da sana ayrı bir hisse tanındığını bilmiyorum, bu (1/6) hisse ikinizindir.» dedi.
Sahabîler, Kitab´ta ve Sünnette bir nass bulamadıkları zaman ictihad yapıyorlardı. Bu, Peygamber (S.A.)´in kabul ettiği bir metod idi. Muaz b. Cebeli Yemen´e hâkim olarak gönderirken Peygamber (S.A.) O´na «Ne ile hükmedeceksin,» diye sordu. O, «Allah´ın kitabı ile» dedi. Peygamber «Ya Kitab´ta bulamazsan » dedi. O da, Peygamber´in sünneti ile» dedi. «Onda da bulamazsan » dedi. Muaz, «Re´yimle ictihad yaparım» dedi. Peygamber (S.Â.) bunun üzerine; «Allah´a hamd olsun ki, Peygamberinin elçisini O´nun razı olduğu şekilde muvaffak kıldı» buyurdu.
Usûl-i fıkıh bilginlerinin çoğu, re´yi kıyas olarak kabul eder. Kıyas da, hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, illetleri aynı olan ve hakkında nass bulunan başka bir meseleye göre halletmektir.
Başka bir deyimle, kıyas, hakkında nass bulunmayan mesele üzerinde, hüküm bakımından illetleri ortak olan ve hakkında nass bulunan meselenin hükmünün sabit olmasıdır. Bu tarif, re´yin, bu türlü ictihad´tan ibaret olduğunu gösterir.
Bu türlü ictihad, müctehidin, hakkında nass bulunmayan konuda illet bakımından ortak olan ve nassa dayanan meseleyi tam olarak kavramasını gerektirir. Meselâ; sarhoş eden herşeyi şaraba kıyas etmek gibi. Şarabın haram edilişinin illeti sarhoş etmesidir. O halde bu illet, diğer sarhoş eden şeylerde de bulunduğundan onların da haram olduğu sabit olur. Gerçekte sahabîlerce kabul edilen re´y, hem kıyası, hem de hakkında nass bulunmayan bir konuda maslahata göre içtihadı içine almaktadır. Sahabîler asrında re´yin bu iki şekli de görülmekte idi. İbn-i Kayyım el-Cevziyye, sahabîlerin içtihadını şöyle tarif eder: «Sahabîlerin içtihadı, illetleri ayrı ayrı olan hususlarda doğru olması gereken ciheti anlamak için iyice düşündükten sonra akıllarına uygun gelen hükmü çıkarmalarıdır.» Bu tarif eksiktir, çünkü; illetler aynı olmazsa kıyas yapan hukukçu neyi neye kıyas edecektir. Gerçekte re´y ile ictihad, iyice düşündükten sonra bir meseleyi Kitab ve Sünnete en yakın olan bir şekilde halletmektir. Bu, hakkında belli bir nass bulunan meseleye göre yapılırsa kıyas olur, şeriatın genel amaçları göz önüne alınarak yapılırsa maslahata göre yapılmış ictihad olur.
Kıyas metoduna göre´ re´y ile ictihad yapmakla meşhur olan sahabîler arasında Abdullah b. Mes´ud vardır. Ali b. Ebi Talib ise, bazan maslahata göre ictihad yapardı. Dolayısiyle Tabiin´den Küfeli hukukçular ve bunların izinden giden müctehid İmamlar, onların ictihad metodunu almışlardır.
Maslahata göre ictihad´da bulunan sahabilerin başında Ömer b. Hattab gelir. Daha başka birçok sahabîler, maslahatı gözeterek, Hz. Ömer gibi fetva vermişlerdir. Meselâ; bir kişiyi öldüren bir grubu öldürmek kıyasa, sanatkâra yaptığı şeyi heder ederse ödetmek maslahata uyularak kabul edilmiştir. Hz. Ali de bu ödetme (tazmin) işinde, «insanları ancak bu ıslah eder« demiştir.
Ömer (R.A), devlet işlerini idarede, hakkında nass bulunmayan meselelerde maslahata göre ictihad yaptığı halde, kaza (yargılama)´-da, hakkında Kur´an ve Sünnet´den bir nass bulunmayan meselelerde kıyas cihetine gidilmesini emrederdi. O, Ebu Musa el-Eş´ari´ye gönderdiği mektubun sonunda şöyle diyordu : «Kur´an ve Sünnette bulunmayan ve tereddüde düştüğün meseleleri çok iyi anlamaya çalış, birbirine benzeyen hususları iyice kavra ve buna göre meseleleri birbirine kıyas et.» Bu ifade açıkça göstermektedir ki hâkim, şer´î bir nass bulamazsa hâdiseyi, hakkında nass bulunan benzeri bir hâdiseye kıyas edecek ve buna göre hüküm verecektir.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Niçin Ömer (R.A.), hakkında nass bulunmayan ve devletin idaresi ile ilgili olan konularda maslahata göre içtihadı benimsiyor da, kaza hususunda kıyas´a başvurulmasını bilhassa emrediyor?
Bunun cevabı şöyle olabilir: Devlet işlerinin yönetimi maslahata, bozukluğa meydan vermemeye, şeriatın emirlerine itaat etme esasına dayanır. Öte yandan iyi yönetici ile iyi olmayan yönetici arasında fark vardır. Birincisi bozukluğa (fesada) meydan vermez, maslahatı korur; ikincisi bunun aksini yapar. Bu itibarla kötü yönetici hakkında Allah şöyle buyurur : «İnsanlardan öylesi vardır ki onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o kalbinde olana Allah´ı şahit kılar. Halbuki o düşmanların en yamanıdır. O yeryüzünde işbaşına geçti mi orada fesat çıkarmaya, ekini ve nesli kökünden kurutmaya koşar. Allah ise fesadı sevmez. Ona, Allah´tan kork, denildiği zaman gururu kendisini günâh işlemeye götürür. İşte Öylesine cehennem yeter. O, hakikaten ne kötü yerdir.»[Bakara Sûresi, 204-206.]
Kaza işinde esas olan, hasımlar arasında adaleti gerçekleştirmek, zalim ve haksızdan mazlumun hakkını almaktır. Bunun için de sabit bir ölçüye bağlanmak gerekir. Bütün dünyada kaza için kanunlar ve belli ölçüler tespit edilir. Elbette İslâmda da Kitab ve Sünnet´e bu konuda sımsıkı sarılmak gerekir. Kitab ve Sünnet´te açık bir hüküm bulunmazsa, hakkında nass bulunan meselenin illetlerini taşıyan meseleleri iyice anlamak ve onu birincisine kıyas etmek suretiyle bir hükme bağlamak lâzımdır. Nitekim bu yol, her zaman benimsenmekte ve böylece kaza işi, başı boşluktan kurtulmaktadır. Ömer (R.A.) de bundan dolayı yukarda adı geçen mektubuna «Kaza, uyulması gereken bir Sünnettir» sözüyle başlamıştır. Dolayısiyle kaza işinde nass´lara bağlanmak, nass´ları iyice anlamak suretiyle kıyasta bulunmak zaruridir. Hâkimin içtihadının da kıyasa münhasır olması lâzımdır.
Sahabîlerin hepsi, re´y´e başvurmakta eşit olmamakla beraber, Kur´an ve Hadis´te nass bulamayınca ictihad etmek zorunda kalmışlardır. Meselâ; Ömer (R.A.), devlet başkanı olarak birçok hâdiseleri halletmek için re´y´den kaçınmamıştır. Çünkü devlet işi yürüyecek ve meydana gelen yeni olaylar zamanında halledilecektir.
Sahâbîlerden bazıları hadis rivayet etmekten çekinmişler, fakat görüşlerini ortaya atmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü anlayışları doğru olursa dînî bir hususu açıklamış olurlar; yanılmışlarsa hatâ kendilerine ait olup dinin özüne dokunmamış olurlar. Hadis rivayetinden çekinmelerinin bir sebebi de, Peygamber (S.A.)´e söylemediği bir şeyi isnad etmek korkusudur. Çünkü bu konuda Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: «Kim kasden bana yalan bir söz isnad ederse ateşte yerini hazırlasın».
Ebu Amr eş-Şeybânî der ki: «İbni Mes´udun yanında bir sene kaldım. Hadis rivayet ederken «Peygamber buyurdu» demezdi; eğer bu ifadeyi kullanırsa O´nu bir titreme alırdı ve «Peygamber (S.A.V.) böyle veya bu mealde buyurdu, derdi.» Gerçekten sahâbîler iki güçlük arasında idiler. Çünkü onlar, dîni bozmaktan korkuyorlardı. Bu güçlükten birisi Peygamber (S.A) ´den çok hadis rivayet edersek Peygamber (S.A)´e yalan isnat etmiş oluruz diye korkmaları, ikincisi de kendi" re´yleriyle fetva verirlerse haramı helâl, helâli haram yapmak gibi şahsi hatâlara düşme endişeleri idi.
Sahâbîlerden bazıları, eğer iki ve daha fazla kimsenin açıkça bildiği gibi hadis bulunmazsa, sözü kendilerine nispet etmeyi tercih ediyorlardı. Hattâ Ebu Bekr (R.A.), ancak iki kişinin rivayet ettiği hadis´i kabul ediyordu. Ali b. Ebî Talib (R.A.), hadisi rivayet edene yemin ettirdikten sonra kabul ediyordu.
Bu itibarla sahâbilerin bir kısmı kendi re´yleri ile fetva veriyorlardı veya sözü kendilerine nispet ediyorlardı. Abdullah b. Mes´ud, bir fetvasında şöyle diyordu: «Bunu kendi re´yime göre söylüyorum; eğer doğru ise Allah´tandır, yanlış ise benim hatâmdır ve şeytandandır. Allah ve Resulü bundan beridir.» Ömer b. Hattap bir meseleye dair fetva vermiş ve bu fetvanın sonuna kâtibi şöyle yazmıştı: «Allah´ın ve Ömer R.A.)´in görüşü işte budur.» Bunun üzerine Ömer, «Çok fena demişsin, bu Ömer´in re´yidir; doğru ise Allah´tan, yanlış ise Ömer´dendir» dedi.
Sahâbîlerin re´ylerini, sırf aklî görüşler olarak kabul edemeyiz. Onların görüşlerini Peygamber (S.A.)´in Fıkh´ından alınmış olarak kabul etmemiz gerekir. Çünkü, re´yle fetva vermekle meşhur olanlar, Peygamber (S.A.)´le uzun zaman arkadaşlık eden kimselerdir. İşte Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Abdullah b. Mes´ud, Zeyd b. Sabit ve diğer sahâbîlerin fukahası bunlar arasındadır.
Düşünülebilir ki, bu sahâbîlerin rivayetleri Peygamber (S.A.) ile arkadaşlık ettikleri uzun zamanla mütenasip değildir. Dolayısıyle onların görüşlerinin çoğu Peygamber´den nakledilen hususlardır. Fakat onlar, Peygamber (S.A.) ´in sözünü veya fikrini naklederken değiştiririz diye korktuklarından bunları O´na nisbet etmemişlerdir. Bu hususu, Tabiin´in ictihadlarından bahsederken açıklıyacağız. Burada, şunu söyleyebiliriz ki, sahâbîlerin görüşlerinin hepsi re´yden ibaret değildir. Bilâkis bu görüşler içerisinde yukarıda belirttiğimiz endişe ile Peygamber (S.A.)´e nisbet edilmeyen ve Peygamber´e ait olan fikirler de vardır.
Burada iki hatâyı düzeltmek mecburiyetindeyiz:
1 Bazı insanlar, sahâbîlerin sahih olan bir hadisi terk edip kendi re´ylerine göre fetva verdiklerini zannetmektedirler. Meselâ; bunlar, Hz. Ömer´e böyle bir şey isnad etmektedirler. Hattâ onların iddialarına göre Ömer (R.A.), kendi re´yine dayanarak veya maslahatı tercih ederek Kur´an nass´larını dahi terkediyordu. Bu, gerçekleri araştırmamış olanların düştüğü bir yanlışlıktır. Çünkü hiçbir sahâbî, kendi görüşüne uyarak veya maslahatı tercih ederek, herhangi bir nassı terketmemiştir. Sahâbilerin maslahata göre vermiş olduğu fetvalar, asla nassa aykırı olmamıştır. Bilâkis bu fetvalar, nass´ların tatbikatından ve şeriatın gayesini doğru olarak idrakten ibarettir. Bunlarda hiçbir nassa aykırılık yoktur. Bu hususta ileri sürülen misalleri incelerken bunların, dinin esasına muhalif olmadığını, bilâkis nass´lara dayandığını görürüz. Irak halkının arazisi hakkındaki meseleyi yukarıda zikretmiştik. îşte bu mesele, Ömer (R.A.) ´in maslahatı gözeterek nassa muhalefet ettiği ileri sürülen konulardan biridir. Yukarıda gördük ki Ömer ra, «Biliniz ki ganimet olarak aldığınız şeyin beştebiri Allah´ındır...»[Enfal Sûresi, 41.] âyetini doğru olarak anlamış, bu nassın menkul ganimetler hakkında varit olduğunu ve fetholunan araziyi içine almadığını, Kur´an´ın «Allah´ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey, (ganimet)...»[ Haşr Sûresi, 7. âyeti ile isbat etmiştir.
2 Bazı hukukçular şöyle diyorlar: Hadis´e sarılanlar, hadis ve geleneklere dayanarak fetva veriyorlar; re´y taraftarları daha ciddî kafa yoruyor ve geleneklere pek önem vermiyorlardı.
Bu görüş, ilmi araştırmadan çok uzaktır. Çünkü, hadîs´e bağlı olanlar da, re´y taraftarları da dîne ve nasslara sarılmaktadırlar. Şu kadar ki, birinci grup, hakkında nass olmayan meselelerde kendi görüşlerine göre fetva vermekten ve onu Allah ve Peygamber´ine nîsbet etmekten çekinmişlerdir. Bu grup devlet işlerinde ve halledilmesi zarurî olan meselelerde derinlemesine bilgisi olmayan kimselerdir. Nass bulamayınca bunlar susmaktadırlar. Bunların fetvadan çekinmesi ve re´y ile fikir beyan etmemeleri din için herhangi bir zarar doğurmaz.
îkinci gurup ise, hüküm çıkarmak hususunda çok uğraşmış ve tecrübeli kimselerdir. Bunların re´y ile ictihad´da bulunmaları ve meseleleri halletmeleri kaçınılmaz bir şeydir. Meselâ, halife için insanları islâh etmekle ilgili bir hususu, nass bulamadım diye ihmal etmek akıl işi değildir. Eğer halife böyle bir ihmale yer verirse işlerin seyri durur; bu da fesad´a sürükler. Hükümdarlığın esası fesâd değil, İslahtır. Bu da, nass´lara dayanarak yapılır. Nass bulunmazsa, nass´ların ruhundan anlaşılan şeriatın genel amaçlarına yönelmekle olur.
Hükümet işleriyle uğraşmayan re´y taraftarları da, sadece nakle yöneldikleri zaman, Peygamber (S.A.V.)´e yalan isnad etmekten korkuyorlardı; dolayısiyle Peygamber (S.A.V.)´in Sünnetinden dışarı çıkmaksızın ve Peygamber´e de nisbet etmeksizin fetva veriyorlardı. Böylece verdikleri fetva, isabetsiz olursa kendilerine ait, doğru olursa ´Allah´ın yardımı ile verilmiş olacaktı.
Burada belirtmeliyiz ki, re´yleri ile ictihad yapan sahâbiler, re´ylerinin bir yol haline gelmesini ve re´y olarak uygulanmasını istiyorlardı; fakat bunun din gibi kabul edilmesini asla istemiyorlardı. Hz. Ömer (R.A.), bu durumu açıkça şu sözü ile belirtmiştir.
«Ey insanlar, doğru görüş Allah´ın elçisinin re´yidir. Çünkü Allah O´na gerçeği gösteriyordu. Bizim görüşümüz ise zan´dan ve tekliften ibarettir.» Ve şöyle ilâve ediyordu «Sünnet (asıl yol), Allah´ın ve Resulünün koyduğu yoldur. Yanlış bir re´yi ümmet için Sünnet haline getirmeyin.»
Re´y ile ictihad eden sahâbîler, re´ylerine galip bir zan gözüyle bakıyorlardı. O, yanlış veya doğru olabilirdi. Sahâbîlere göre ona bizzat uymak gerekmiyordu. Fakat ekseri fakihler, sahâbilerin re´ylerini takdir edip ona muhalefet etmediler. Bazıları ise ona muhalefet ettiler. Bazıları da, sahâbîlerin bütün sözlerini nass olarak kabul ettiler.
Sahâbîler Devrinde Fıkh´ın Kaynakları
Yukarıdaki izahtan anlaşılmıştır ki sahâbîlere göre fıkh´ın kaynağı şu üç esastan ibarettir:
1 Kitab,
2 Sünnet,
3 Re´y (kıyas).
Bu devirde Sünnet, kitap halinde yazılmamış idi. Gerçi bazı genç sahâbîler; Abdullah b. Amr b. Âs gibi, Peygamber (S.A.) zamanında bir kısım hadisleri yazmışlardı. Çünkü Peygamber (S.A.V) son zamanlara doğru hadisle âyetin birbirine karışma tehlikesi ortadan kalktığı için hadislerin yazılmasına izin vermişti.
Abdullah b. Amr ve diğerlerinin yazdığı hadisler, özel notlar hâlinde idi ve halka bir kitap şeklinde intikal etmemiştir.Hz. Ömer (R.A.), hadislerin yazılmasına müsamaha göstermiyordu. Ayrıca yazılan hadis mecmuaları, kitap derecesine ulaşmamış risalelerden ibaretti. Bu yüzden hadis rivayeti sahâbîlerin hafıza ve zihinlerine dayanıyordu. Onlar rivayet ettikleri hadislerin doğru olmasına çok dikkat ediyorlardı. Hadis rivayet eden sahâbîlerin hepsi de doğru kimselerdi. Fakat, Ebu Bekr ve Ömer´in bir hadisi kabul etmek için tuttukları yola göre, ancak iki kişinin Peygamber´den o hadisi işitmiş olmaları lâzımdı. Yukarıda da geçtiği gibi Hz. Ali (R.A.), hadisin doğruluğuna kalben kanaat getirmek için, hadisi rivayet edene yemin ettirirdi.
Sahâbîlerin Îctihad Metodlârı
Sahâbilerin ictihad metodları değişikti. Bazı sahâbiler, yukarıda da değindiğimiz gibi, sadece Kitab ve Sünnetin sınırları içinde ictihad yapıyorlardı. Bazıları ise nass bulamayınca re´y ile ictihad´da bulunuyorlardı. Tabiîdir ki re´y ile ictihad çeşitli idi; bazıları Abdullah b. Mes´ud gibi kıyasla ictihad ediyordu; bazıları da nass bulunmayan yerlerde maslahata göre ictihad yapıyordu.
Bunlar, sahâbîlerin düşünüş metodlarına göredir. Fetva konuları bakımından ise, sahâbîlerin görüşleri bazan ferdî oluyordu. Çünkü herhangi bir kimse, sahâbilerden birine cüz´î bir olayın hükmünü sorduğundan buna verilecek fetva da cüz´i veya ferdî oluyordu; buna başka sahâbiler katılmıyordu.
Bazan ictihad, şahsî olmayan, hatta umumu ilgilendiren bir konuya ait oluyordu. Bu gibi ictihadlar; genel kaideler koymak demek olduğundan, umumî bir toplantıda veya sahabîlerin fakihlerinden meydana gelen bir topluluk içinde müzakere edilerek yapılıyordu. Meselâ; Hulefâ-i Râşidîn, devlet nizamını ilgilendiren önemli bir mesele, karşısında kaldıkları zaman sahâbîleri topluyorlar, onlarla istişarede bulunarak, cemaatin de kabul ettiği bir neticeye ulaşıyorlardı. Hz. Ömer (R.A.) ´in iki türlü istişare meclisi vardı:
1 Özel Şûra; bu, sahâbîlerden ileri gelenlerin katıldığı bir toplantı idi. Devlet işlerinde Ömer, bunlarla istişare eder, büyük ve küçük meselelerde onların görüşlerini dinlerdi.
2 Genel Şûra; bu, bütün Medinelilerin katıldığı bir toplantı idi. Önemli devlet işlerinde veya ümmetin geleceği ile ilgili bir temel prensibin kabul edilmesinde bu meclis karar verirdi.
Önemli bir iş ortaya çıkınca Hz. Ömer, Medinelileri Peygamber (S.A.)´in camiinde topluyordu; burası dar gelirse onları Medine´nin dışında bir yerde topluyor ve meseleyi onlara arzediyordu. Onlar da bu mesele üzerinde tartışıyorlardı. Irak halkının arazisi hakkında yapılan istişare bunlardan biridir. Yukarıda da geçtiği gibi, gaziler, bu araziyi aralarında paylaşmak istiyorlardı. Hz. Ömer de bunu kabul etmeyip sahiplerine terketmek istiyordu. İki-üç günlük münakaşadan sonra mesele; Hz. Ömer´in «Allah´ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey´ (ganimet)...»[Haşr Sûresi, 7.] âyetini okuması üzerine O´nun görüşüne uygun olarak halledildi.
Medine halkının bu durumu, PERİKLES devrindeki Atina halkının durumuna benzemektedir. Çünkü o devirde şehir halkının herbiri devlet işlerinde görüş beyan etme hakkına sahipti. Zira toplantı halinde verilen bir karar, şahsî görüşlerden kuvvetlidir. Bunun içindir ki çeşitli yönlerden incelenerek topluca varılan netice, devlet işinin yürütülmesinde esas teşkil eder.
Sahâbî ve Tabiîlerden sonra gelen müctehidler bu topluca kabul edilen re´ye icma´ adını vermişler ve onu şeriatın dördüncü kaynağı saymışlardır. Böylece; 1 Kitab 2 Sünnet, 3 Re´y (kıyas), 4 İcma´ şeriatın dört kaynağını teşkil etmiştir.
Sahabîler bazı hallerde topluca bir re´ye, yani icma´a ulaşamazlar ve aralarındaki ihtilâf sürüp giderdi. Sahabîlerin bu gibi ihtilâflarını iki kısımda inceliyebiliriz:
1 Nass´ların etrafında meydana gelen ihtilâf: Bu bir nass´ın iki veya daha çok mânâya gelmesi ihtimalinden doğmaktadır. Meselâ; «Boşanmış olan kadınlar üç ay hali iddet beklesinler.»[Bakara Sûresi, 127.] âyet-i kerimesindeki «KURU» kelimesinin anlamı üzerinde meydana gelen ihtilâf bunlardandır. Bu kelime iki mânâya gelir: a) Kadının iki ay hali (hayz) arasındaki temizlik müddeti kastedilebilir, b) Bizzat ay hali kastedilebilir. Abdullah b. Mes´ud ve Hz. Ömer, bu kelimeden maksat ay halidir demiştir. Bunlar ve bunlara tâbi olanlara göre boşanmış bir kadının iddeti üç hayz olarak kabul edilmiştir. Zeyd b. Sabit, bu kelimeye iki ay hali arasındaki temizlik müddeti mânasını vermiş ve boşanmış kadının iddetinin üç temizlenme zamanı olduğunu söylemiştir.
Bazen nass´ların etrafındaki ihtilâf sebebi, bu nass´ların zahirleri arasındaki çatışma olabilir. Meselâ; kocası ölmüş gebe bir kadının iddeti üzerindeki ihtilâf böyledir. Bu hususta iki nass vardır ve bunlar, ilk bakışta birbiriyle çatışma halindedir. Bu nass´lar şunlardır: «...Gebe olanların iddeti çocuklarını doğuruncaya kadardır.»[Talak, 4.] ve «Sizden ölenlerin bıraktıkları kadınlar kendi kendilerine dört ay on gün iddet beklesinler.»[Bakara, 124.]
Birinci âyetin lâfzından umumi olarak anlaşılan mânâ, kocası ölen gebe bir kadını da, boşanmış olan (gebe) kadını da içerisine alır. İkinci âyetin umumî anlamı gebe olsun olmasın, kocası ölen kadına şâmil olmaktadır. O halde kocası ölen gebe kadın hakkında birbiriyle tenakuz hâlinde gözüken iki nass bulunmuş oluyor ve sahabîler bu sebepten ihtilâfa düşüyorlar. Burada Abdullah b. Mes´ud, «Gebe kadınların iddeti» âyeti, «Sizden ölenler...» âyetinden gebe kadını çıkarmıştır; dolayısiyle, kocası ölen gebe kadının iddeti birinci nassa göre doğuma kadar olur, diyor. Hz. Ali ise, her iki nass ile de amel etmiştir. O´na göre kocası ölmüş hâmile bir kadının iddeti, dört ay on günden az olmamak şartı ile doğuma kadardır. Yani Hz. Ali´ye göre böyle bir kadın iki iddetten en uzun olanını bekler. Bunlar, ya doğuma kadar olan zaman, veya dört ay on gündür. .
Nass´ların etrafındaki ihtilâf sebeplerinden biri de rivayet meselesidir. Meselâ; vârid olan herhangi bir hadis birine göre sahih sayılmıyor ve o, re´y ile fetva veriyor; diğerine göre sahih sayılıyor, o da bu hadisle fetva veriyor.
2 Re´y sebebiyle meydana gelen ihtilâf: Bu, çok geniş bir saha işgal eder. Çünkü, her müctehidin kendine göre bir görüşü ve düşünüş tarzı vardır. Birinin bir türlü anladığını diğeri başka türlü anlamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki bir çok ihtilâfın menşei re´y farkıdır. Görüş ayrılığı yüzünden meydana gelen ihtilaflı meseleler pek çoktur. Meselâ; bunlardan biri, babanın babası olan dedenin ölünün kardeşleriyle mirasçı olup olmaması meselesidir. Ebu Bekr göre ölünün kardeşleri dede ile mirasçı olamaz; ölünün kardeşleri baba ile mirasçı olmadıkları gibi. îşte Ebu Hanife bu görüşü benimsemiştir. Ömer (R.A), bu meseleyi sahâbîlere sorup öğrenmeden halletmemiştir. Zeyd b. Sabit, üçtebirden az olmamak şartıyle, dedeye, bir kardeşe verilen hisse miktarı bir miras tanımıştır. Bu hususta feraiz kitaplarında geniş bilgi vardır. Ali b. Ebi Talib, dedenin altıdabirden az olmamak şartıyle, bir kardeşin alacağı hisse miktarı miras hakkı olacağını söylemiştir. İslâm hukukçularının çoğunluğu Zeyd b. Sabit´in fetvasını kabul etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ömer de bu görüşü benimsemiştir.
Sahâbilerin, yeni meseleler karşısında yaptıkları ictihadlarda rehberleri ihlâsları idi. Çünkü sahâbîlerin fakihleri, müslümanların seçkinleriydi. Onlar, fetva verirken dinî hakikati arıyorlar ve mutlaka doğru bir çözüm yolu bulmak için çalışıyorlardı. Sahâbilerin bu türlü ictihad ve anlayış farkları onlardan sonra gelen nesillere iki şekilde faydalı oldu:
1 Sahâbîler ictihad için çok sağlam bir metod koymuş oldular. Hakikati ararken ihtilâfa düşseler dahi, rehberleri ihlâs oldukça bu ihtilâfın, birliği bozmayacağını, bilâkis akıl ve idrakleri kuvvetlendireceğini ve her yönüyle meseleyi inceleyen kimseleri gerçeğe ulaştıracağını göstermiş oldular.
2 Sahâbîler fıkıhta öyle zengin bir araştırma, şuurluluk ve açıklık mirası bıraktılar ki, onlar, ihtilâfa da düşseler, ittifak halinde de olsalar, yaptıkları ictihad, kendilerinden sonra gelenlere çok büyük faydalar sağladı.
M. Ebu Zehra
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder