7 Mayıs 2014 Çarşamba

329.İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ 1- Peygamber Devrinde İctihad

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir süredir mezhepler tarihi ile araştırma yapıyor ve bilgilenmeye çalışıyorum.Bu süreç içerisinde elde ettiğim önemli bilgileri not alırken aynı zamanda sizlerle de paylaşmak istiyorum.Uzun bir yolculuk olacak; eğer sizde benim gibi bu konuyla ilgili kapsamlı bilgi edinmek istiyorsanız paylaştıklarımı takip edebilirsiniz .


Muhammed EBU ZEHRA mezheplerle ilgili bir takım zor meseleleri kolaylaştı­rıp, herkesin anlayabileceği bir şekilde kaleme alarak İs­lâm mezhepleri hakkında bir kitap yazmış .
Peygamber Efendimizin ve onun güzide Ashabından sonra, yüce dinimizi en iyi anlayan ve en güzel izah buyuran İlim, İman, cebret ve şecaatleri dillerde ve gönüllerde eksilme­yen büyük Mezheb İmamlarımızın ilmi dehâlarını ve mezheblerini anlatan Muhammed Ebu Zehra; "İslamda fıkhi mezhepler tarihi" kitabında bu büyük insanların, engin ahkâm bilgileriyle, Allahın ve onun Resulünün emirlerini en ince teferruatına kadar nasıl inceledikleri, Şeriat deryasının uçsuz bucaksız köşelerini keşfedip insanlığın hizmetine nasıl sunduklarını anlatmış. işte kitabından bu önemli bilgiler:

İslâm ilmini yayan, ilmî mesaileriyle, büyük bir titizlik ve derin bir anlayışla ictihadlarda bulu­nan bu İmamlar kronolojik sıraya göre şunlardır:

1 Zeyd b. Ali Zeynelâbidin (80-122 H.)
2 Ebu Abdillah Cafer .es-Sadık b. Muhammed Bakır (80-148 H.).
3 Ebu Hanife Numan b. Sabit (80-150 H.)
4 Mâlik b. Enes (98-178 H.).
5 Muhamed b. Idris eş-Şafiî (150-204 H.).
6 Ahmed b. Hanbel (161 - 241 H.),
7 İbn-i Hazm el-Endelüsî (384 - 456 H.).
8 Takıyyüddin b. Temiyye (661-728 H.).  



Onlar, İslâmî hakikatlara nüfuz etmekte öyle keskin bir görü­şe sahip idiler ki bununla istediklerinden uzaklaşarak, hedeflerin­den başka bir yöne gitmiyorlar ve basiretlerini aydınlatan ihlâsları sayesinde gerçekleri hakkiyle kavrıyorlardı.

İslâm Hukuku´nun ilk kaynağı Kur´an ve Sünnet´ten alınan nass´lardır.. Kur´an, İslâm Hukukunun anayasasını teşkil eder; bir kısım teferruatla ilgilenmez. Sünnet ise, bu teferruatı açıklar ve bun­ların büyük bir kısmını beyan eder; yeni olaylar karşısında insanla­ra ışık tutar ve Kur´an nass´larına uygun olarak hukukun gelişme­sini sağlayacak ana prensipleri koyar. İslâm Hukuku´nda Kur´an´la Sünnet´i tamamen birbirinden ayırmak imkânsızdır. Çünkü bunlar, İslâm Hukuku´nun temeli ve ana kaynağıdır. İslâm, uyulması gere­ken bir dindir. Sadece âkla ve insan tecrübesine dayanmaz. O, se­mavi ve ebedi bir dindir. Dünya durdukça ve insanlar var oldukça bu din yaşayacaktır.

Dinin ilk başvuracağı kaynak daima akıldır. İslâm dini de bütün meselelerinde akıl ile ahenk halindedir.

Dinde asıl olan nakildir. İslâmiyet de; bir din olarak, elbette te­melinde nakle dayanır. Şüphesiz ki nakle dayanan din hükümleri­ni anlayıp ortaya koymakta aklın görevi büyüktür. Akıl bu sahada düşünürken iki türlü davranışta bulunur:

1 Dinî nass´ların maksat ve amaçlarını kavrar. Her nassın ifade ettiği hükmün inceliğini bilir. Aynı durumlarda o hükmün tat­bik edilmesini sağlayacak gerçek sebebleri (illetleri) tespit eder. Da­ha sonra çeşitli hükümlerden çıkardığı sebebler (illetler) in topla­mından dînî emirlerin maksatlarını idrak eder. îşte bunların hepsi insan fikrinin işleme alanına girer.

2 Hakkında nass bulunmayan olaylarda, mevcut nass´lara dayanarak hükümler çıkarır. Çünkü olaylar sonsuzca meydana ge­lir. Mevcut nass´lar ise mahduttur
(sayısı belli olan). O halde mevcut nass´ların ışığı al­tında hakkında nass bulunmayan hususlara dair hükümler çıkarmak bir zarurettir. Bu noktada, akim her iki işleme alanı birleşmiş olur.

İslâm Hukuk Ekolleri´nin metodları değişebilir; fakat hepsi de nass´ların gölgesine sığınmaktadır ve bu nass´ların otoritesini bir ya­na bırakıp sınırlarını aşamaz. İslâm hukukçularından bir kısmı, sa­dece nass´ların ifade ettiği hükümlerle hakkında nass bulunmayan olaylar arasında kıyasta bulunmakla yetinmiştir. Hukukçunun nass´lardan çıkardığı sebeblere «İlletler» denir. O bunları, hakkında nass bulunmayan olaylara tatbik eder. Böylece nass´ların illetini kavraya­rak, hakkında nass bulunmayan hâdiseye onların tatbik edilmeye elverişli olup olmadığını inceler. İşte buna «Kıyas Metodu» denir.
İslâm hukukçularından bir kısmı bu kıyası almakla beraber dî­nî hükümlerin genel amaçlarını (ki bunlar insan maslahatlarıdır
...) tespit etmiş, şer´î hükümlerin gayesine uygun olan maslahat(1) yönü­nü tutmuştur. Burada, özel bir güçlüğü kaldırmak esası mevcut­tur.

Bazıları da nass olmayan yerde aklı hakem kılmıştır; akıl da, aslında bizzat maslahata dayanmaktadır.

O halde şer´i hükümleri bilmek için ictihad şarttır. İçtihadın ala­nı ise yukarıda işaret ettiğimiz aklın iki düşünme sahasıdır. îctihadın bu ikisinin üstünde bir işleme alanı daha vardır; o da, nass´la­rın lâfızlarından mânâlarını kavramak, onlardan hükümleri çıkar­maktır. Çünkü her müslüman nass´lardan hükümler çıkaramaz. Dolayısiyle bunları çıkarmak için sabit kaidelerin bulunması gerekir. Bu kaideleri Peygamber´den İlim alanlar daha iyi kavrarlar; çünkü onlar, Peygamber ile beraber yaşamışlar ve bu bakımdan seviyeleri yüksektir. Hz, Ömer, Ali, Ebu Bekr, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes´ud, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Sahabilerin diğer bilginleri bunlardandır. ,

Bundan başka, her müslüman, Kur´an ve Hadis nass´larını ta­mamen bilemez ve bu yüzden de ilme ve delile dayanarak fetva ve­remez. Bu itibarla içtihadın yeni olduğu sahabiler devrinde İslâm âleminin birden bire genişlemesiyle birçok hâdiseler içtihada şiddet­le lüzum göstermiş, dolayısiyle nıüctehidler ve onlara uyan birçok kimseler bulunmuştur. Sahabîler arasında fetva veren, fetva soran kimseler pek çoktur.

İslâm Hukuku´nda ictihad dört devreye ayrılır :
1 Peygamber devrindeki ictihad,
2 Sahabîler devrindeki ictihad,
3 Tabiîn devrindeki ictihad,
4 Müctehid İmamlar devrindeki ictihad.

1- Peygamber Devrinde İctihad

Peygamber (S.A.)´in asrında ictihad vardı. Fakat sınırları çok dardı. Çünkü vahiy devam ettiği için içtihada geniş çapta lüzum yoktu. Sahabîler bu devirde Peygamberden uzak oldukları zaman ictihadlarda bulunuyorlardı. Meselâ; Amr Îbnü´l-Âs´ın da bulunduğu sefere çıkmış olan bir müfrezede bir kısım sahabîlerin gusül etmesi gerekmişti. Su çok soğuktu, kullanılması imkânsızdı. Suyu ısıtma imkânını da bulamamışlardı. Bunun üzerine teyemmüm ederek namazlarını kıldılar. Müfrezede bulunanlardan bir kısmı teyemmümle namazlarını kıldıkları halde gusletme imkânına kavuştuktan sonra namazlarını iade ettiler. Bazıları da iade etmediler. Peygamber .(S.A.) bu içtihadın her ikisini de kabul etti. İkinci gurup ihtiyat bakımından namazlarını iade etmişti. Halbuki burada ihtiyatı gerektiren bir şey yoktu. Fakat Peygamber (S.A.) on­ların gösterdiği takvayı doğru buldu. Birinci grubu tasdik etmesi ise namazın iadesine lüzum olmadığını göstermektedir.

Peygamber (S.A.) de ictihad´da bulunurdu. Bazı kimseler dîni hususlarda O´na sual sorup fetva alıyorlardı. Bazıları günlük hayat­la ilgili, aile, toplum veya çeşitli sosyal münasebetler sebebiyle Pey­gamber (S.A.)´den fetva istiyorlardı. O da, Kur´an ile yahut kendi­sine gelen herhangi bir vahiy ile veya ictihad´da bulunmak suretiy­le bunlara fetvalar veriyordu.

Peygamberin içtihadında hatâ bulunacak olursa Allah O´nun hatâsını vahiy yoluyla düzeltiyor ve hakikati bildiriyordu. Nitekim Bedir esirleri hakkında Peygamber (S.A.), Sahabîleri ile müşavere­de bulunmuştu. Sahabîlerden bazıları kayıtsız şartsız serbest bırakılmalarını, bazıları da hepsinin öldürülmesini teklif ettiler. Peygam­ber (S.A.) ise, bu iki görüşün dışında fidye mukabili esirlerin ailele­rine dönmeleri fikrini ileri sürdü. Bu durumda Allah Teâla, savaş de­vam ettiği müddetçe esirlerin fidye mukabili bırakılmayacaklarını bildirdi. Savaş ise, Bedir´den sonra da Mekke müşrikleriyle müslümanlar arasında devam etmekte idi. Bu savaş, ancak hicretin seki­zinci yılında Mekke´nin fethinden sonra nihayete ermiştir. Bu husus­ta Cenabı Allah şöyle buyurur: «Hiç bir peygamberin yer yüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması vâki olmamıştır. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah Ahireti istiyor, Allah azizdir, hakimdir. Eğer Allah´ın geçmiş bir yazısı olma­sa idi aldığınız (fidye)´de size herhalde büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl - hoş olarak yeyin. Allah´tan korkun. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah´ın ezelî ilmine gö­re yüreklerinizde bir hayır varsa O, size sizden alınandan daha ha­yırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyici­dir.»
[Enfal Sûresi, 67-70.]

Burada şöyle bir sual sorulabilir: Niçin Allah, Peygamber´e ha­kikati ilk önce vahiy yoluyla bildirmedi de O´nu bu olaydan son­ra uyardı. Buna şöyle cevap verebiliriz: Allah, insanların kendi görüşlerine güvenerek onları değişmez gerçekler saymamalarını ve ha­kikati tam olarak Allah´ın bileceğine, Peygamber gibi yüksek bir şahsiyetin dahi yanılabileceğine inanmalarını göstermek istemiştir.

Peygamber´in yanılması Allah tarafından düzeltilmeden bırakılmaz. Hele bu yanılgı, teşri´ (yasama) hususunda, başka bir deyişle, şeriatın prensipleriyle ilgili olursa; esirler hakkındaki biraz önce zikredilen hükümler gibi.

İslâm Hukukçularından bazıları burada ileri giderek, Peygamber´in içtihadıyla olan bir hükme uymak gerekmez, diyorlar. Biz de diyoruz ki, bu çok ağır bir sözdür ve gerçeğe hiç uymamaktadır. Çün­kü Peygamber (S.A.)´in şer´î prensipleri beyanında hatâ olmaz. O, emri Rabbından almaktadır. O halde vahiyle olsun ictihadla olsun, Peygamber insanlara yanlış olarak nasıl tebliğde bulunabilir. Zira onun içtihadında bir yanlışlık olacak olursa, Allah, kendisini bir va­hiyle ikaz eder.
Bazen şer´i hüküm ve prensiplerin dışında dünyevi bir şey hak­kında Peygamber yanılabilir. Meselâ; Peygamber sas, Bedir savaşına hazırlanırken uygun olmayan bir yeri ordugâh yapmak istedi. Ba­zı sahabîler kendisine, iyi bir yeri ordugâh yapmasını söylediler. Şüphesiz bu yanılgı, dîni bir prensip meselesi değildir, savaşla ilgili bir meseledir. Bu hususta istişare etmek uygun olur. Peygamber sas de bu türlü konularda sahabîîlerle istişarede bulunurdu.

Dişi hurma ağacının çiçeklerine erkek hurmanın tohumlarından sun´î bir şekilde aşılanması hususunda bir kısım sahabiler Hz. Pey­gamber´e başvurdular; O da, aşılamamalarını söyledi. Bunun üzerine o yıl hurma bol ürün vermedi. Bu vesîle ile birisi Peygamber´e sas başvurarak durumu anlattı. Peygamber Efendimiz sas  de, «Siz dünya iş­lerini daha iyi bilirsiniz» buyurdu.

Birtakım kimseler, bu hadîs´i çığrından çıkarıp şer´î hü­kümlerin hepsini iptal edecek kadar ileri gittiler. Bu kimseler, Kur´an´ın ve Peygamber (S.A.)´in emirlerini, şer´î prensipleri, hurma çiçeklerinin aşılanması mesabesinde görerek san´at, ziraat, iktisat içtimaî ve ailevî dünya meseleleri hakkında insanların daha iyi bilgi sahibi olacaklarını ve aynı zamanda, Kur´an ve Sünnetin nass´larına aykırı bile olsa, istedikleri gibi hükümler koymaya, haramı he­lâl, helâli haram yapmaya yetkili sayılacaklarını iddia ettiler.

Böyle bir anlayış, Allah ve Resulüne iftira etmek demektir. On­lar, Allah´ın şu sözünü unutuyorlar: «Dillerinizin yalan yere vasıflandırageldiği şeyler için şu helâldir bu haramdır demeyin. Çün­kü Allah´a iftira etmiş olursunuz».
[ Nahl Süresi, 116. ]

Peygamber (S.A.), iki hasım arasında hüküm verdiği zaman ba­zen yanılabileceğini düşünürdü. Bunun içindir ki bir hadisinde şöy­le buyurmuştur: «Siz bana muhakeme edilmek için geliyorsunuz belki bazınız delil getirme bakımından diğerinden daha zayıf olabilir. Bir kimse kardeşinin hakkını koparıp alırsa, ona ateşten bir parça verilmiş olur.» Peygamber´in böyle düşünmesi teşri´ olmayıp hüküm verme (kaza) meselesidir. Bu ise, İslâm dininin getirdiği prensipleri tatbik etmektir, tatbik ile teşri´ arasında büyük bir fark vardır. Peygamber (A.S.), tatbik ederken, delilleri dinleyerek bir in­san gibi hareket etmektedir. Vahyi Allah´tan alıp insanlara tebliğ ederken de, bir peygamberdir. Bu ikisi arasındaki fark çok büyük­tür.

İslâm hukukunun mantığından ayrı bir mantığa sahip olan Av­rupa kanunları ile uğraşan bazı hukukçular şöyle bir itirazda bu­lunabilirler : Yargılama (kaza) prensipleri, bazen uyulması gere­ken bir kanun mahiyetini alır; meselâ Temyiz Mahkemelerinin ka­rarları kanun yerine geçer. Bunlara şöyle cevap verebiliriz: Sizin söz konusu ettiğiniz kanunlar insanlar tarafından konulmaktadır. Temyiz mahkemelerinin kararları ise, bu kanunların tefsiri mahiyetinde olup bir yasama (teşri´) değil, özel halleri izahtan ibarettir. Bu kararlarda hatâ ihtimali olduğu gibi bu kanunların uygulanmasın­da dahi hata bulunabilir. Hâkimlerden yanlış hüküm verenler bu­lunduğu için bu hükümleri bozacak yüksek mahkemelerin bulun­ması tabiîdir. Hülâsa, mahkemelerin verdiği isabetsiz hükümleri düzeltmek, teşri´ sayılmayıp bir tatbikten ibarettir. Bu dahi bazen hatalı olabilir.

Peygamber (S.A.)´in herhangi bir yargılama (kaza) sırasında yanıldığını bilmiyoruz. Çünkü O, son derecede doğru ve âdil oldu­ğu gibi, kendi tebliğ eylediği dini de çok iyi biliyordu. Allah O´na öyle keskin bir görüş vermişti ki, davacıların O´nu atlatması imkân­sızdı; Peygamber´in kendisinin yanılabileceğini düşünmesi, kendin­den sonra gelecek hâkimlerin çok dikkatli olmaları için bir uyarma­dır. Çünkü Peygamber (S.A.) biliyordu ki insanlar, dünyada hâki­min pençesinden kuvvetli bir müdafaa ve bâtıl deliller sayesinde kur­tulabilirler. Fakat, Âhirette Allah´ın adaletinden kaçamazlar. O halde insanlar dâvalarında Allah´tan korkmalı, dâvanın müdafaa ve de­lil getirme yarışması olmadığını, onun hakkı aramak olduğunu bilmelidirler. Hakkından başkasını isteyenler, bâtıl yollarla başkaları­nın hakkını yemek istemektedirler; îsterse onlar bu fiillerini hâkim­lerin hükmü ile süslemiş olsunlar.

Kısaca diyebiliriz ki; Peygamber (S.A.)´in Allah´ın emirlerini be­yan ederken yaptığı ictihadlarda yanılgısı olmaz. Şayet bir yanılması, olur­sa, Allah, O´nu derhal vahiy yoluyla uyarır. Sanat, ziraat, ticaret gibi dünya işlerinde yanılması imkânsız birşey değildir. Çünkü pey­gamberlik görevi bunlar değildir. Peygamberlik, şeriatı tebliğdir. Yargılama (kaza) esnasında yanılmasını düşünmesi bir ihtimalden ibarettir. Muhakeme ederken yanılması mümkün olduğu halde O´nun yanıldığına dair elimizde hiç bir delil yoktur.


Dipnotlar:
(1). fıkıh usulünde, âyet ve hadislerin yorumlanmasında veya hakkında nass bulunmayan konularda içtihad edilirken gözetilen ve din açısından muteber olan yararlara denir. Başka bir ifadeyle maslahat, menfaatin celbi yahut zararın giderilmesi demektir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerimiz Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Hiç yorum yok: