Bismillahirrahmanirrahim
Bir süredir mezhepler tarihi ile araştırma yapıyor ve bilgilenmeye çalışıyorum.Bu süreç içerisinde elde ettiğim önemli bilgileri not alırken aynı zamanda sizlerle de paylaşmak istiyorum.Uzun bir yolculuk olacak; eğer sizde benim gibi bu konuyla ilgili kapsamlı bilgi edinmek istiyorsanız paylaştıklarımı takip edebilirsiniz .
Muhammed EBU ZEHRA mezheplerle ilgili bir takım zor meseleleri kolaylaştırıp, herkesin anlayabileceği bir şekilde kaleme alarak İslâm mezhepleri hakkında bir kitap yazmış .Peygamber Efendimizin ve onun güzide Ashabından sonra, yüce dinimizi en iyi anlayan ve en güzel izah buyuran İlim, İman, cebret ve şecaatleri dillerde ve gönüllerde eksilmeyen büyük Mezheb İmamlarımızın ilmi dehâlarını ve mezheblerini anlatan Muhammed Ebu Zehra; "İslamda fıkhi mezhepler tarihi" kitabında bu büyük insanların, engin ahkâm bilgileriyle, Allahın ve onun Resulünün emirlerini en ince teferruatına kadar nasıl inceledikleri, Şeriat deryasının uçsuz bucaksız köşelerini keşfedip insanlığın hizmetine nasıl sunduklarını anlatmış. işte kitabından bu önemli bilgiler:
İslâm ilmini yayan, ilmî mesaileriyle, büyük bir titizlik ve derin bir anlayışla ictihadlarda bulunan bu İmamlar kronolojik sıraya göre şunlardır:
1 Zeyd b. Ali Zeynelâbidin (80-122 H.)
2 Ebu Abdillah Cafer .es-Sadık b. Muhammed Bakır (80-148 H.).
3 Ebu Hanife Numan b. Sabit (80-150 H.)
4 Mâlik b. Enes (98-178 H.).
5 Muhamed b. Idris eş-Şafiî (150-204 H.).
6 Ahmed b. Hanbel (161 - 241 H.),
7 İbn-i Hazm el-Endelüsî (384 - 456 H.).
8 Takıyyüddin b. Temiyye (661-728 H.).
Onlar, İslâmî hakikatlara nüfuz etmekte öyle keskin bir görüşe sahip idiler ki bununla istediklerinden uzaklaşarak, hedeflerinden başka bir yöne gitmiyorlar ve basiretlerini aydınlatan ihlâsları sayesinde gerçekleri hakkiyle kavrıyorlardı.
İslâm Hukuku´nun ilk kaynağı Kur´an ve Sünnet´ten alınan nass´lardır.. Kur´an, İslâm Hukukunun anayasasını teşkil eder; bir kısım teferruatla ilgilenmez. Sünnet ise, bu teferruatı açıklar ve bunların büyük bir kısmını beyan eder; yeni olaylar karşısında insanlara ışık tutar ve Kur´an nass´larına uygun olarak hukukun gelişmesini sağlayacak ana prensipleri koyar. İslâm Hukuku´nda Kur´an´la Sünnet´i tamamen birbirinden ayırmak imkânsızdır. Çünkü bunlar, İslâm Hukuku´nun temeli ve ana kaynağıdır. İslâm, uyulması gereken bir dindir. Sadece âkla ve insan tecrübesine dayanmaz. O, semavi ve ebedi bir dindir. Dünya durdukça ve insanlar var oldukça bu din yaşayacaktır.
Dinin ilk başvuracağı kaynak daima akıldır. İslâm dini de bütün meselelerinde akıl ile ahenk halindedir.
İslâm Hukuku´nun ilk kaynağı Kur´an ve Sünnet´ten alınan nass´lardır.. Kur´an, İslâm Hukukunun anayasasını teşkil eder; bir kısım teferruatla ilgilenmez. Sünnet ise, bu teferruatı açıklar ve bunların büyük bir kısmını beyan eder; yeni olaylar karşısında insanlara ışık tutar ve Kur´an nass´larına uygun olarak hukukun gelişmesini sağlayacak ana prensipleri koyar. İslâm Hukuku´nda Kur´an´la Sünnet´i tamamen birbirinden ayırmak imkânsızdır. Çünkü bunlar, İslâm Hukuku´nun temeli ve ana kaynağıdır. İslâm, uyulması gereken bir dindir. Sadece âkla ve insan tecrübesine dayanmaz. O, semavi ve ebedi bir dindir. Dünya durdukça ve insanlar var oldukça bu din yaşayacaktır.
Dinin ilk başvuracağı kaynak daima akıldır. İslâm dini de bütün meselelerinde akıl ile ahenk halindedir.
Dinde asıl olan nakildir. İslâmiyet de; bir din olarak, elbette temelinde nakle dayanır. Şüphesiz ki nakle dayanan din hükümlerini anlayıp ortaya koymakta aklın görevi büyüktür. Akıl bu sahada düşünürken iki türlü davranışta bulunur:
1 Dinî nass´ların maksat ve amaçlarını kavrar. Her nassın ifade ettiği hükmün inceliğini bilir. Aynı durumlarda o hükmün tatbik edilmesini sağlayacak gerçek sebebleri (illetleri) tespit eder. Daha sonra çeşitli hükümlerden çıkardığı sebebler (illetler) in toplamından dînî emirlerin maksatlarını idrak eder. îşte bunların hepsi insan fikrinin işleme alanına girer.
2 Hakkında nass bulunmayan olaylarda, mevcut nass´lara dayanarak hükümler çıkarır. Çünkü olaylar sonsuzca meydana gelir. Mevcut nass´lar ise mahduttur(sayısı belli olan). O halde mevcut nass´ların ışığı altında hakkında nass bulunmayan hususlara dair hükümler çıkarmak bir zarurettir. Bu noktada, akim her iki işleme alanı birleşmiş olur.
İslâm Hukuk Ekolleri´nin metodları değişebilir; fakat hepsi de nass´ların gölgesine sığınmaktadır ve bu nass´ların otoritesini bir yana bırakıp sınırlarını aşamaz. İslâm hukukçularından bir kısmı, sadece nass´ların ifade ettiği hükümlerle hakkında nass bulunmayan olaylar arasında kıyasta bulunmakla yetinmiştir. Hukukçunun nass´lardan çıkardığı sebeblere «İlletler» denir. O bunları, hakkında nass bulunmayan olaylara tatbik eder. Böylece nass´ların illetini kavrayarak, hakkında nass bulunmayan hâdiseye onların tatbik edilmeye elverişli olup olmadığını inceler. İşte buna «Kıyas Metodu» denir.
İslâm hukukçularından bir kısmı bu kıyası almakla beraber dînî hükümlerin genel amaçlarını (ki bunlar insan maslahatlarıdır...) tespit etmiş, şer´î hükümlerin gayesine uygun olan maslahat(1) yönünü tutmuştur. Burada, özel bir güçlüğü kaldırmak esası mevcuttur.
Bazıları da nass olmayan yerde aklı hakem kılmıştır; akıl da, aslında bizzat maslahata dayanmaktadır.
O halde şer´i hükümleri bilmek için ictihad şarttır. İçtihadın alanı ise yukarıda işaret ettiğimiz aklın iki düşünme sahasıdır. îctihadın bu ikisinin üstünde bir işleme alanı daha vardır; o da, nass´ların lâfızlarından mânâlarını kavramak, onlardan hükümleri çıkarmaktır. Çünkü her müslüman nass´lardan hükümler çıkaramaz. Dolayısiyle bunları çıkarmak için sabit kaidelerin bulunması gerekir. Bu kaideleri Peygamber´den İlim alanlar daha iyi kavrarlar; çünkü onlar, Peygamber ile beraber yaşamışlar ve bu bakımdan seviyeleri yüksektir. Hz, Ömer, Ali, Ebu Bekr, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes´ud, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Sahabilerin diğer bilginleri bunlardandır. ,
Bundan başka, her müslüman, Kur´an ve Hadis nass´larını tamamen bilemez ve bu yüzden de ilme ve delile dayanarak fetva veremez. Bu itibarla içtihadın yeni olduğu sahabiler devrinde İslâm âleminin birden bire genişlemesiyle birçok hâdiseler içtihada şiddetle lüzum göstermiş, dolayısiyle nıüctehidler ve onlara uyan birçok kimseler bulunmuştur. Sahabîler arasında fetva veren, fetva soran kimseler pek çoktur.
İslâm Hukuku´nda ictihad dört devreye ayrılır :
1 Peygamber devrindeki ictihad,
2 Sahabîler devrindeki ictihad,
3 Tabiîn devrindeki ictihad,
4 Müctehid İmamlar devrindeki ictihad.
1- Peygamber Devrinde İctihad
Peygamber (S.A.)´in asrında ictihad vardı. Fakat sınırları çok dardı. Çünkü vahiy devam ettiği için içtihada geniş çapta lüzum yoktu. Sahabîler bu devirde Peygamberden uzak oldukları zaman ictihadlarda bulunuyorlardı. Meselâ; Amr Îbnü´l-Âs´ın da bulunduğu sefere çıkmış olan bir müfrezede bir kısım sahabîlerin gusül etmesi gerekmişti. Su çok soğuktu, kullanılması imkânsızdı. Suyu ısıtma imkânını da bulamamışlardı. Bunun üzerine teyemmüm ederek namazlarını kıldılar. Müfrezede bulunanlardan bir kısmı teyemmümle namazlarını kıldıkları halde gusletme imkânına kavuştuktan sonra namazlarını iade ettiler. Bazıları da iade etmediler. Peygamber .(S.A.) bu içtihadın her ikisini de kabul etti. İkinci gurup ihtiyat bakımından namazlarını iade etmişti. Halbuki burada ihtiyatı gerektiren bir şey yoktu. Fakat Peygamber (S.A.) onların gösterdiği takvayı doğru buldu. Birinci grubu tasdik etmesi ise namazın iadesine lüzum olmadığını göstermektedir.
Peygamber (S.A.) de ictihad´da bulunurdu. Bazı kimseler dîni hususlarda O´na sual sorup fetva alıyorlardı. Bazıları günlük hayatla ilgili, aile, toplum veya çeşitli sosyal münasebetler sebebiyle Peygamber (S.A.)´den fetva istiyorlardı. O da, Kur´an ile yahut kendisine gelen herhangi bir vahiy ile veya ictihad´da bulunmak suretiyle bunlara fetvalar veriyordu.
Peygamberin içtihadında hatâ bulunacak olursa Allah O´nun hatâsını vahiy yoluyla düzeltiyor ve hakikati bildiriyordu. Nitekim Bedir esirleri hakkında Peygamber (S.A.), Sahabîleri ile müşaverede bulunmuştu. Sahabîlerden bazıları kayıtsız şartsız serbest bırakılmalarını, bazıları da hepsinin öldürülmesini teklif ettiler. Peygamber (S.A.) ise, bu iki görüşün dışında fidye mukabili esirlerin ailelerine dönmeleri fikrini ileri sürdü. Bu durumda Allah Teâla, savaş devam ettiği müddetçe esirlerin fidye mukabili bırakılmayacaklarını bildirdi. Savaş ise, Bedir´den sonra da Mekke müşrikleriyle müslümanlar arasında devam etmekte idi. Bu savaş, ancak hicretin sekizinci yılında Mekke´nin fethinden sonra nihayete ermiştir. Bu hususta Cenabı Allah şöyle buyurur: «Hiç bir peygamberin yer yüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması vâki olmamıştır. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah Ahireti istiyor, Allah azizdir, hakimdir. Eğer Allah´ın geçmiş bir yazısı olmasa idi aldığınız (fidye)´de size herhalde büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl - hoş olarak yeyin. Allah´tan korkun. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah´ın ezelî ilmine göre yüreklerinizde bir hayır varsa O, size sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.»[Enfal Sûresi, 67-70.]
Burada şöyle bir sual sorulabilir: Niçin Allah, Peygamber´e hakikati ilk önce vahiy yoluyla bildirmedi de O´nu bu olaydan sonra uyardı. Buna şöyle cevap verebiliriz: Allah, insanların kendi görüşlerine güvenerek onları değişmez gerçekler saymamalarını ve hakikati tam olarak Allah´ın bileceğine, Peygamber gibi yüksek bir şahsiyetin dahi yanılabileceğine inanmalarını göstermek istemiştir.
Peygamber´in yanılması Allah tarafından düzeltilmeden bırakılmaz. Hele bu yanılgı, teşri´ (yasama) hususunda, başka bir deyişle, şeriatın prensipleriyle ilgili olursa; esirler hakkındaki biraz önce zikredilen hükümler gibi.
İslâm Hukukçularından bazıları burada ileri giderek, Peygamber´in içtihadıyla olan bir hükme uymak gerekmez, diyorlar. Biz de diyoruz ki, bu çok ağır bir sözdür ve gerçeğe hiç uymamaktadır. Çünkü Peygamber (S.A.)´in şer´î prensipleri beyanında hatâ olmaz. O, emri Rabbından almaktadır. O halde vahiyle olsun ictihadla olsun, Peygamber insanlara yanlış olarak nasıl tebliğde bulunabilir. Zira onun içtihadında bir yanlışlık olacak olursa, Allah, kendisini bir vahiyle ikaz eder.
Bazen şer´i hüküm ve prensiplerin dışında dünyevi bir şey hakkında Peygamber yanılabilir. Meselâ; Peygamber sas, Bedir savaşına hazırlanırken uygun olmayan bir yeri ordugâh yapmak istedi. Bazı sahabîler kendisine, iyi bir yeri ordugâh yapmasını söylediler. Şüphesiz bu yanılgı, dîni bir prensip meselesi değildir, savaşla ilgili bir meseledir. Bu hususta istişare etmek uygun olur. Peygamber sas de bu türlü konularda sahabîîlerle istişarede bulunurdu.
Dişi hurma ağacının çiçeklerine erkek hurmanın tohumlarından sun´î bir şekilde aşılanması hususunda bir kısım sahabiler Hz. Peygamber´e başvurdular; O da, aşılamamalarını söyledi. Bunun üzerine o yıl hurma bol ürün vermedi. Bu vesîle ile birisi Peygamber´e sas başvurarak durumu anlattı. Peygamber Efendimiz sas de, «Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz» buyurdu.
Birtakım kimseler, bu hadîs´i çığrından çıkarıp şer´î hükümlerin hepsini iptal edecek kadar ileri gittiler. Bu kimseler, Kur´an´ın ve Peygamber (S.A.)´in emirlerini, şer´î prensipleri, hurma çiçeklerinin aşılanması mesabesinde görerek san´at, ziraat, iktisat içtimaî ve ailevî dünya meseleleri hakkında insanların daha iyi bilgi sahibi olacaklarını ve aynı zamanda, Kur´an ve Sünnetin nass´larına aykırı bile olsa, istedikleri gibi hükümler koymaya, haramı helâl, helâli haram yapmaya yetkili sayılacaklarını iddia ettiler.
Böyle bir anlayış, Allah ve Resulüne iftira etmek demektir. Onlar, Allah´ın şu sözünü unutuyorlar: «Dillerinizin yalan yere vasıflandırageldiği şeyler için şu helâldir bu haramdır demeyin. Çünkü Allah´a iftira etmiş olursunuz».[ Nahl Süresi, 116. ]
Peygamber (S.A.), iki hasım arasında hüküm verdiği zaman bazen yanılabileceğini düşünürdü. Bunun içindir ki bir hadisinde şöyle buyurmuştur: «Siz bana muhakeme edilmek için geliyorsunuz belki bazınız delil getirme bakımından diğerinden daha zayıf olabilir. Bir kimse kardeşinin hakkını koparıp alırsa, ona ateşten bir parça verilmiş olur.» Peygamber´in böyle düşünmesi teşri´ olmayıp hüküm verme (kaza) meselesidir. Bu ise, İslâm dininin getirdiği prensipleri tatbik etmektir, tatbik ile teşri´ arasında büyük bir fark vardır. Peygamber (A.S.), tatbik ederken, delilleri dinleyerek bir insan gibi hareket etmektedir. Vahyi Allah´tan alıp insanlara tebliğ ederken de, bir peygamberdir. Bu ikisi arasındaki fark çok büyüktür.
İslâm hukukunun mantığından ayrı bir mantığa sahip olan Avrupa kanunları ile uğraşan bazı hukukçular şöyle bir itirazda bulunabilirler : Yargılama (kaza) prensipleri, bazen uyulması gereken bir kanun mahiyetini alır; meselâ Temyiz Mahkemelerinin kararları kanun yerine geçer. Bunlara şöyle cevap verebiliriz: Sizin söz konusu ettiğiniz kanunlar insanlar tarafından konulmaktadır. Temyiz mahkemelerinin kararları ise, bu kanunların tefsiri mahiyetinde olup bir yasama (teşri´) değil, özel halleri izahtan ibarettir. Bu kararlarda hatâ ihtimali olduğu gibi bu kanunların uygulanmasında dahi hata bulunabilir. Hâkimlerden yanlış hüküm verenler bulunduğu için bu hükümleri bozacak yüksek mahkemelerin bulunması tabiîdir. Hülâsa, mahkemelerin verdiği isabetsiz hükümleri düzeltmek, teşri´ sayılmayıp bir tatbikten ibarettir. Bu dahi bazen hatalı olabilir.
Peygamber (S.A.)´in herhangi bir yargılama (kaza) sırasında yanıldığını bilmiyoruz. Çünkü O, son derecede doğru ve âdil olduğu gibi, kendi tebliğ eylediği dini de çok iyi biliyordu. Allah O´na öyle keskin bir görüş vermişti ki, davacıların O´nu atlatması imkânsızdı; Peygamber´in kendisinin yanılabileceğini düşünmesi, kendinden sonra gelecek hâkimlerin çok dikkatli olmaları için bir uyarmadır. Çünkü Peygamber (S.A.) biliyordu ki insanlar, dünyada hâkimin pençesinden kuvvetli bir müdafaa ve bâtıl deliller sayesinde kurtulabilirler. Fakat, Âhirette Allah´ın adaletinden kaçamazlar. O halde insanlar dâvalarında Allah´tan korkmalı, dâvanın müdafaa ve delil getirme yarışması olmadığını, onun hakkı aramak olduğunu bilmelidirler. Hakkından başkasını isteyenler, bâtıl yollarla başkalarının hakkını yemek istemektedirler; îsterse onlar bu fiillerini hâkimlerin hükmü ile süslemiş olsunlar.
Kısaca diyebiliriz ki; Peygamber (S.A.)´in Allah´ın emirlerini beyan ederken yaptığı ictihadlarda yanılgısı olmaz. Şayet bir yanılması, olursa, Allah, O´nu derhal vahiy yoluyla uyarır. Sanat, ziraat, ticaret gibi dünya işlerinde yanılması imkânsız birşey değildir. Çünkü peygamberlik görevi bunlar değildir. Peygamberlik, şeriatı tebliğdir. Yargılama (kaza) esnasında yanılmasını düşünmesi bir ihtimalden ibarettir. Muhakeme ederken yanılması mümkün olduğu halde O´nun yanıldığına dair elimizde hiç bir delil yoktur.
Dipnotlar:
(1). fıkıh usulünde, âyet ve hadislerin yorumlanmasında veya hakkında nass bulunmayan konularda içtihad edilirken gözetilen ve din açısından muteber olan yararlara denir. Başka bir ifadeyle maslahat, menfaatin celbi yahut zararın giderilmesi demektir.
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerimiz Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
2 Sahabîler devrindeki ictihad,
3 Tabiîn devrindeki ictihad,
4 Müctehid İmamlar devrindeki ictihad.
1- Peygamber Devrinde İctihad
Peygamber (S.A.)´in asrında ictihad vardı. Fakat sınırları çok dardı. Çünkü vahiy devam ettiği için içtihada geniş çapta lüzum yoktu. Sahabîler bu devirde Peygamberden uzak oldukları zaman ictihadlarda bulunuyorlardı. Meselâ; Amr Îbnü´l-Âs´ın da bulunduğu sefere çıkmış olan bir müfrezede bir kısım sahabîlerin gusül etmesi gerekmişti. Su çok soğuktu, kullanılması imkânsızdı. Suyu ısıtma imkânını da bulamamışlardı. Bunun üzerine teyemmüm ederek namazlarını kıldılar. Müfrezede bulunanlardan bir kısmı teyemmümle namazlarını kıldıkları halde gusletme imkânına kavuştuktan sonra namazlarını iade ettiler. Bazıları da iade etmediler. Peygamber .(S.A.) bu içtihadın her ikisini de kabul etti. İkinci gurup ihtiyat bakımından namazlarını iade etmişti. Halbuki burada ihtiyatı gerektiren bir şey yoktu. Fakat Peygamber (S.A.) onların gösterdiği takvayı doğru buldu. Birinci grubu tasdik etmesi ise namazın iadesine lüzum olmadığını göstermektedir.
Peygamber (S.A.) de ictihad´da bulunurdu. Bazı kimseler dîni hususlarda O´na sual sorup fetva alıyorlardı. Bazıları günlük hayatla ilgili, aile, toplum veya çeşitli sosyal münasebetler sebebiyle Peygamber (S.A.)´den fetva istiyorlardı. O da, Kur´an ile yahut kendisine gelen herhangi bir vahiy ile veya ictihad´da bulunmak suretiyle bunlara fetvalar veriyordu.
Peygamberin içtihadında hatâ bulunacak olursa Allah O´nun hatâsını vahiy yoluyla düzeltiyor ve hakikati bildiriyordu. Nitekim Bedir esirleri hakkında Peygamber (S.A.), Sahabîleri ile müşaverede bulunmuştu. Sahabîlerden bazıları kayıtsız şartsız serbest bırakılmalarını, bazıları da hepsinin öldürülmesini teklif ettiler. Peygamber (S.A.) ise, bu iki görüşün dışında fidye mukabili esirlerin ailelerine dönmeleri fikrini ileri sürdü. Bu durumda Allah Teâla, savaş devam ettiği müddetçe esirlerin fidye mukabili bırakılmayacaklarını bildirdi. Savaş ise, Bedir´den sonra da Mekke müşrikleriyle müslümanlar arasında devam etmekte idi. Bu savaş, ancak hicretin sekizinci yılında Mekke´nin fethinden sonra nihayete ermiştir. Bu hususta Cenabı Allah şöyle buyurur: «Hiç bir peygamberin yer yüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması vâki olmamıştır. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah Ahireti istiyor, Allah azizdir, hakimdir. Eğer Allah´ın geçmiş bir yazısı olmasa idi aldığınız (fidye)´de size herhalde büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl - hoş olarak yeyin. Allah´tan korkun. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah´ın ezelî ilmine göre yüreklerinizde bir hayır varsa O, size sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.»[Enfal Sûresi, 67-70.]
Burada şöyle bir sual sorulabilir: Niçin Allah, Peygamber´e hakikati ilk önce vahiy yoluyla bildirmedi de O´nu bu olaydan sonra uyardı. Buna şöyle cevap verebiliriz: Allah, insanların kendi görüşlerine güvenerek onları değişmez gerçekler saymamalarını ve hakikati tam olarak Allah´ın bileceğine, Peygamber gibi yüksek bir şahsiyetin dahi yanılabileceğine inanmalarını göstermek istemiştir.
Peygamber´in yanılması Allah tarafından düzeltilmeden bırakılmaz. Hele bu yanılgı, teşri´ (yasama) hususunda, başka bir deyişle, şeriatın prensipleriyle ilgili olursa; esirler hakkındaki biraz önce zikredilen hükümler gibi.
İslâm Hukukçularından bazıları burada ileri giderek, Peygamber´in içtihadıyla olan bir hükme uymak gerekmez, diyorlar. Biz de diyoruz ki, bu çok ağır bir sözdür ve gerçeğe hiç uymamaktadır. Çünkü Peygamber (S.A.)´in şer´î prensipleri beyanında hatâ olmaz. O, emri Rabbından almaktadır. O halde vahiyle olsun ictihadla olsun, Peygamber insanlara yanlış olarak nasıl tebliğde bulunabilir. Zira onun içtihadında bir yanlışlık olacak olursa, Allah, kendisini bir vahiyle ikaz eder.
Bazen şer´i hüküm ve prensiplerin dışında dünyevi bir şey hakkında Peygamber yanılabilir. Meselâ; Peygamber sas, Bedir savaşına hazırlanırken uygun olmayan bir yeri ordugâh yapmak istedi. Bazı sahabîler kendisine, iyi bir yeri ordugâh yapmasını söylediler. Şüphesiz bu yanılgı, dîni bir prensip meselesi değildir, savaşla ilgili bir meseledir. Bu hususta istişare etmek uygun olur. Peygamber sas de bu türlü konularda sahabîîlerle istişarede bulunurdu.
Dişi hurma ağacının çiçeklerine erkek hurmanın tohumlarından sun´î bir şekilde aşılanması hususunda bir kısım sahabiler Hz. Peygamber´e başvurdular; O da, aşılamamalarını söyledi. Bunun üzerine o yıl hurma bol ürün vermedi. Bu vesîle ile birisi Peygamber´e sas başvurarak durumu anlattı. Peygamber Efendimiz sas de, «Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz» buyurdu.
Birtakım kimseler, bu hadîs´i çığrından çıkarıp şer´î hükümlerin hepsini iptal edecek kadar ileri gittiler. Bu kimseler, Kur´an´ın ve Peygamber (S.A.)´in emirlerini, şer´î prensipleri, hurma çiçeklerinin aşılanması mesabesinde görerek san´at, ziraat, iktisat içtimaî ve ailevî dünya meseleleri hakkında insanların daha iyi bilgi sahibi olacaklarını ve aynı zamanda, Kur´an ve Sünnetin nass´larına aykırı bile olsa, istedikleri gibi hükümler koymaya, haramı helâl, helâli haram yapmaya yetkili sayılacaklarını iddia ettiler.
Böyle bir anlayış, Allah ve Resulüne iftira etmek demektir. Onlar, Allah´ın şu sözünü unutuyorlar: «Dillerinizin yalan yere vasıflandırageldiği şeyler için şu helâldir bu haramdır demeyin. Çünkü Allah´a iftira etmiş olursunuz».[ Nahl Süresi, 116. ]
Peygamber (S.A.), iki hasım arasında hüküm verdiği zaman bazen yanılabileceğini düşünürdü. Bunun içindir ki bir hadisinde şöyle buyurmuştur: «Siz bana muhakeme edilmek için geliyorsunuz belki bazınız delil getirme bakımından diğerinden daha zayıf olabilir. Bir kimse kardeşinin hakkını koparıp alırsa, ona ateşten bir parça verilmiş olur.» Peygamber´in böyle düşünmesi teşri´ olmayıp hüküm verme (kaza) meselesidir. Bu ise, İslâm dininin getirdiği prensipleri tatbik etmektir, tatbik ile teşri´ arasında büyük bir fark vardır. Peygamber (A.S.), tatbik ederken, delilleri dinleyerek bir insan gibi hareket etmektedir. Vahyi Allah´tan alıp insanlara tebliğ ederken de, bir peygamberdir. Bu ikisi arasındaki fark çok büyüktür.
İslâm hukukunun mantığından ayrı bir mantığa sahip olan Avrupa kanunları ile uğraşan bazı hukukçular şöyle bir itirazda bulunabilirler : Yargılama (kaza) prensipleri, bazen uyulması gereken bir kanun mahiyetini alır; meselâ Temyiz Mahkemelerinin kararları kanun yerine geçer. Bunlara şöyle cevap verebiliriz: Sizin söz konusu ettiğiniz kanunlar insanlar tarafından konulmaktadır. Temyiz mahkemelerinin kararları ise, bu kanunların tefsiri mahiyetinde olup bir yasama (teşri´) değil, özel halleri izahtan ibarettir. Bu kararlarda hatâ ihtimali olduğu gibi bu kanunların uygulanmasında dahi hata bulunabilir. Hâkimlerden yanlış hüküm verenler bulunduğu için bu hükümleri bozacak yüksek mahkemelerin bulunması tabiîdir. Hülâsa, mahkemelerin verdiği isabetsiz hükümleri düzeltmek, teşri´ sayılmayıp bir tatbikten ibarettir. Bu dahi bazen hatalı olabilir.
Peygamber (S.A.)´in herhangi bir yargılama (kaza) sırasında yanıldığını bilmiyoruz. Çünkü O, son derecede doğru ve âdil olduğu gibi, kendi tebliğ eylediği dini de çok iyi biliyordu. Allah O´na öyle keskin bir görüş vermişti ki, davacıların O´nu atlatması imkânsızdı; Peygamber´in kendisinin yanılabileceğini düşünmesi, kendinden sonra gelecek hâkimlerin çok dikkatli olmaları için bir uyarmadır. Çünkü Peygamber (S.A.) biliyordu ki insanlar, dünyada hâkimin pençesinden kuvvetli bir müdafaa ve bâtıl deliller sayesinde kurtulabilirler. Fakat, Âhirette Allah´ın adaletinden kaçamazlar. O halde insanlar dâvalarında Allah´tan korkmalı, dâvanın müdafaa ve delil getirme yarışması olmadığını, onun hakkı aramak olduğunu bilmelidirler. Hakkından başkasını isteyenler, bâtıl yollarla başkalarının hakkını yemek istemektedirler; îsterse onlar bu fiillerini hâkimlerin hükmü ile süslemiş olsunlar.
Kısaca diyebiliriz ki; Peygamber (S.A.)´in Allah´ın emirlerini beyan ederken yaptığı ictihadlarda yanılgısı olmaz. Şayet bir yanılması, olursa, Allah, O´nu derhal vahiy yoluyla uyarır. Sanat, ziraat, ticaret gibi dünya işlerinde yanılması imkânsız birşey değildir. Çünkü peygamberlik görevi bunlar değildir. Peygamberlik, şeriatı tebliğdir. Yargılama (kaza) esnasında yanılmasını düşünmesi bir ihtimalden ibarettir. Muhakeme ederken yanılması mümkün olduğu halde O´nun yanıldığına dair elimizde hiç bir delil yoktur.
Dipnotlar:
(1). fıkıh usulünde, âyet ve hadislerin yorumlanmasında veya hakkında nass bulunmayan konularda içtihad edilirken gözetilen ve din açısından muteber olan yararlara denir. Başka bir ifadeyle maslahat, menfaatin celbi yahut zararın giderilmesi demektir.
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerimiz Allah(cc)’dandır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder