11 Kasım 2018 Pazar

BAKARA SÛRESİ 153.-157. ayetlerin tefsiri


Belalara Sabır


153- Ey iman edenler! Sabırla ve na­mazla yardım dileyin. Şüphesiz ki Al­lah sabredenlerle beraberdir.

154- Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyiniz. Aksine onlar diri­dirler; fakat siz anlayamazsınız.

155- Andolsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiklikle imtihan edeceğiz. Sabreden­lere müjdele!

156- Onlar ki kendilerine bir musibet geldiği zaman: "Muhakkak biz Al­lah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücü­leriz." derler.

157- İşte Rablerinden mağfiret ve rah­met hep onların üzerindedir ve onlar hidayete erenlerin ta kendileridir.


Nüzul Sebebi

154. ayet-i kerime Bedir'de şehit düşenler hakkında inmiştir. Bunların sa­yısı on küsur olup sekizi ensardan, altısı muhacirlerden idi. İnsanların Allah yolunda öldürülen kimse hakkında filan kişi öldü ve dünya nimet ve lezzetle­rinden artık mahrum kaldı demesi üzerine, Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi in­dirdi. İbni Abbas dedi ki: Umeyr b. el-Humam, Bedir'de öldürüldü. İşte bu "Al­lah yolunda öldürülenler için ölüler demeyiniz." ayeti onun ve onun durumun­da olan başkaları hakkında nazil oldu. [10]

Açıklaması


Kıblenin değiştirilmesi gerçek mümin ile yalancı münafıkın birbirinden ayırdedilmesi ve onların sınanmaları içindi. O bakımdan bu değişiklik bir nimettir; bir azab değildir. Fakat kıt akıllılar ile Kitap Ehli bu büyük olayı istis­mara yöneldiler ve müminlerin aleyhine ruhlara kin ve düşmanlığı ekmek kasdı ile iftira kampanyası başlattılar. Allah bunun diğer insanları müminlere karşı birleştirmek gayesi ile oldukça yoğun bir takım gayretleri peşinden getireceğini ve bunun kaçınılmaz olarak bir savaşa yol açacağını biliyordu. Nite­kim daha sonraları fiilen çarpışma ve savaş ortaya çıkmıştı.

Şanı Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde nimetin kimi zaman belâ ve çeşitli musibetlerle bir arada bulunabileceğini beyan etmektedir. Fakat musibete kat­lanmak, müşriklerden ve Kitap Ehli'nden oluşan düşmanlara karşı direnmek için sabır ve namaz ile yardım dilemekten başka çare yoktur. Çünkü sabır ile irade güçlendirilir, sıkıntılara karşı tahammül gösterilir, musibetlere karşı se­bat elde edilir ve Allah sabredenlerle beraberdir yani yardımı, zaferi, koruyup gözetlemesi ve desteklemesi ile onların yanındadır. Şanı Yüce Allah şükretme emrini beyan ettikten sonra sabra dair açıklamalara geçti ve sabır ve namaz ile yardım istenebileceğini bize gösterdi. Çünkü kul ya bir nimet içerisindedir, ona şükretmesi gerekir ya da bir sıkıntı içerisindedir, buna da sabretmesi gerekir.

Namaz ile yardım dilemek, ibadetlerin özü olduğundan Allah ile ilişkiye geçmenin, ona seslenmenin, Yüce Allah'ın heybet ve celâlinin şuuruna varma­nın yolu, korku duyanların sığınağı, dertlilerin kederlerinden kurtuluş ve mü­minlerin ruhlarının huzura erme vesilesi olduğundan dolayıdır. Peygamber (s.a.) de: "Benim gözümün nuru namazdadır." buyurmuştur.

Mümin sabır ile ve haşyet doğuran, Allah'a karşı huşu ile kalbi dolduran ve insanın ruhunu her türlü hayasızlık ve münkerlerden uzaklaştıran namaz ile yardım dilediği takdirde; onun için zorluklar önemsizleşir, her türlü sıkıntı ve meşakkate katlanır, her türlü zorluk ve kedere direnç gösterir.

Bundan dolayı Yüce Allah her ikisini de emrederek şöyle buyurmaktadır: Dininizi ve dininizin şiarlarını zafere götürmek için yardım isteyiniz. Karşı karşıya kaldığınız her türlü sıkıntı ve musibete karşı yardım dileyiniz. Bu hu­suslarda insana ağır gelen her türlü dert ve tasayı hafifleten sabır ve insanın kalbine Allah'a güveni yerleştiren, sıkıntıları unutturan namaz yardımcınızdır. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "Bir de sabır ile ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz o huşu, duyanlardan başkasına elbette büyük gelir." (Bakara, 2/45). Özellikle sabrın söz konusu edilmesi nefis için en ağır gelen psikolojik, ruhî (batınî) bir durum olduğundan dolayıdır. Namazın da özellikle anılması insana en zor gelen zahirî bir amel olduğundan dolayıdır. Bununla birlikte namaz ile insan dünyadan kopar, Allah'a yönelir. Resulullah (s.a.)'ın bir işten dolayı sıkıntı ile karşı karşıya kaldığında hemen namaza koşup sığındığını ve bu ayet-i kerimeyi okuduğu rivayet edilmektedir.

Allah sabredenlerin yardımcısıdır, onların duasını kabul eder, kederlerini giderir. Vakıa şu ki; ferdî ameller ile büyük toplumsal işlerin gerçek anlamda meyvelerini vermeleri ancak sebat ve sürekli mücadele ile mümkün olur. Bü­tün bunların aracı ise sabırdır.

Mücadele ve katıksız cihadda şehit düşenler hakkında "ölüler" demeyiniz, aksine onlar kabirlerinde özel tarzda ve özel bir takım belirtilere sahip bir ha­yata sahiptirler. Belli bir keyfiyette bir rızık ile rızıklanırlar ki; Allah bunun nasıl olduğunu en iyi bilendir. Fakat bizler müşahade ve his ölçülerimiz ile bu hayatın gerçeğini idrak edemeyiz. Bu bir başka alemde, başka bir şekilde gaybî hayattır. Bütün mesele Yüce Allah'ın bize böyle bir hayatı vermesinden ibaret­tir. O bakımdan biz bunu araştırmaya koyulmayız; buna iman etmek ise farzdır. Bunu yüce Allah'ın şu buyruğu da teyid etmektedir: "Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma, aksine onlar Rableri katında diridirler, rızıklanırlar." Âl-i İmran, 3/169).

Belirtilen bu hususlarda, dinini zafere ulaştırmak yolunda, Rabbine davet yolunda canını feda eden müminin ebedîlik cennetine nail olan hayırlı kimselerden olacağına bir işaret vardır. Onlar diridirler. Ruhları yeşil kuşların kursaklarındadır. Bu kuşlar cennette diledikleri gibi uçar. Nitekim sahih hadiste de böylece sabit olmuştur.

Daha sonra Yüce Allah yemin ile şöyle buyurmaktadır: Allah'a yemin ol­sun ki ey müminler, sizleri savaşta düşmana karşı duyacağınız az bir korku, bir miktar kıtlık ve kuraklıktan dolayı açlık, kaybolmaları, zayi olmaları sure­tiyle mallardan yana eksiklik, kâfirlerle savaşmak ve başka şeylerle uğraş­maktan dolayı ölüm suretiyle canlardan yana eksiklik, telef etmek suretiyle meyvelerden yana eksiklik gibi musibetlerle karşı karşıya bırakacağız. Şafiî'ye göre mahsullerin azlığı çocukların ölümü demektir. Çünkü kişinin çocuğu kal­binin meyvesidir. Nitekim bu konuda böyle bir haber de varid olmuştur. Bu ye­minin yapılmasının sebebi ise; gelecekte ansızın karşı karşıya kalacakları olay­lardan yana müminlerin gönüllerinin rahatlaması, huzura ermesi, bir musibe­te maruz kaldıklarında ise Allah'ın kaza ve kaderine rıza göstermeleri içindir. Nitekim bütün bunlar gerçekleşti. Mümin iman edince fakir oluverir, ailesi onu terkediverirdi. Ya da Medine'ye hicret edip de Mekke'yi terkettikleri sırada yurdundan, malından uzak kalırdı. Bir savaşçı savaşa gittiği sırada birkaç hur­ma ile yetinmek zorunda kalırdı. Özellikle Ahzab ve Tebük gazvelerinde. Mu­hacir, Medine'nin sıtma ve vebası ile karşılaştığında ölüme maruz kalıyordu. Daha sonraları ise Medine'nin iklimi zamanla güzelleşti.

Kaza ve kadere iman eden müminlere müjdele! Fakat bu müjde ancak fe­laket ve musibetin çöktüğü ilk anda sabredenler içindir. Bunlar bu sabırların­dan dolayı da Allah katında ecirlerini umarak: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz." derler. İşte bu, onların işlerinde güzel akıbet ile karşılaşacaklarının müjdesidir. Sabredenlere ecirleri hesapsızca verilir. Rablerinden günahları için bir mağfiret onlara has bir rahmet de vardır. Bu rahmetin etkisini musibet ile karşılaştıkları vakit kalplerindeki serinlikte, ruhlarının sükûn ve huzurunda bulurlar. İşte kâfirler müminleri bu rahmetten dolayı kıskanır. Çünkü kâfir bir musibet ile karşılaştığında dünya ona dar ge­lir. Bazen kendisini öldürüp intihar dahi edebilir.

Gerçekten sabreden kimseler hakka, doğruya hidayet bulan, faydalı fiiller işlemeye Allah tarafından yönlendirilenler dünya ve ahiret hayrını elde ederek umduklarına kavuşanlardır. Buharî'nin Enes'ten rivayet ettiği: "Sabır ancak ilk sadme esnasında (felaket ve musibetin çöktüğü ilk anda) olandır." mealin­deki hadis dolayısıyla sabır, birinci sadme esnasında söz konusu olur. Kaza ve kadere teslimiyet göstermekte birlikte ağlamak ve üzülmek sabra ve imana ay­kırı değildir. Buharî ile Müslim'deki rivayete göre Resulullah (s.a.) oğlu İbrahim'in vefat ettiği sırada ağlamıştır. Ona: "Sen bize bunu yasaklamamış miy­din?" diye sorulunca, o şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu rahmetin kendisidir." Daha sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz göz yaş akıtır ve kalp rahatsızlaşır, fakat Rabbimizin razı olduğundan başka bir şey demeyiz. Şüphesiz ki biz ey İbrahim, senden ayrıldığımız için üzüntülüyüz." Yerilen ise şeriatın yasakladığı dövün­mek, elbiseleri yırtmak, cahiliye devrinde olduğu gibi ölülere haram olan ağıt­lar yakmak, aklın çirkin gördüğü Allah'ın takdir ve hükmüne karşı itiraz ve gazabı ifade eden sözler söylemektir.

Sabır, sabrın ölçüsü, tarifi, musibet esnasında istircada bulunmaya dair pek çok hadis ve seleften rivayet gelmiştir. Bunlardan birisini Müslim Ümmü Seleme (r.anha)'den şöylece rivayet etmektedir: Ümmü Seleme dedi ki: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bir musibet ile karşı karşıya ka­lan her bir kul; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn[11] Allahım bu musibetimden dolayı bana ecir ver ve bana ondan hayırlısını onun yerine ihsan et" dediği tak­dirde mutlaka Allah o musibetinin ecrini ona verir ve ondan daha hayırlısını onun yerine ona ihsan eder."

Beyhakî de Şuabu'l-İmân' da İbni Abbas'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle bu­yurduğunu nakletmektedir: "Musibet esnasında istirca'da bulunan kimse (İnna lillah ve inna ileyhi raci'ûn diyenin) Allah musibetini giderir, akıbetini güzelleştirir ve hoşuna gidecek şekilde onun yerine salih bir halef ihsan eder."

Ahmed ve Tirmizî de Ebu Musa'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu­nu rivayet etmektedirler: "Kulun oğlu öldüğünde Yüce Allah meleklerine: Kulumun oğlunun ruhunu kabzettiniz mi? diye sorar. Onlar: Evet derler. Yüce Al­lah: Onun kalbinin meyvesini mi aldınız! der. Onlar: Evet, derler. Yüce Allah: Peki kulum ne dedi? der. Onlar: Sana hamdü sena etti, istircada bulundu. Yü­ce Allah şöyle buyurur: Siz kuluma cennette bir ev yapınız ve ona "hamd evi" adını veriniz."

Ömer b. el-Hattab (r.a) der ki: "Bana isabet eden her bir musibette mutla­ka şu üç nimeti buldum: Evvela bu musibet benim dinimde olmuyordu. İkincisi bu musibet daha önce olanlardan daha büyük değildi. Üçüncüsü Allah o musi­bete karşı büyük bir mükâfat verir." Daha sonra Yüce Allah'ın şu ayet-i keri­mesini okudu: "İşte rablerinden mağfiret ve rahmet hep onların üzerindedir ve onlar hidayete erenlerin ta kendileridir."

Hülâsa; din düzenini ortaya koyan ayet ve hadisler aynı zamanda sabrı, istircaıda bulunmayı, Allah'ın razı olacağı sözler söylemeye, Allah'ın kaza ve kaderine teslimiyet göstermeye, hükmüne razı olmaya da teşvikte bulunmuş­tur. İşte o vakit Allah o musibeti ondan hayırlısını vermek suretiyle telafi eder; sabreden kişi de ecir ve sevap alarak Allah nezdinde güzel kabul görür ve cen­nete nail olur. [12]


[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/329.


[11] "Muhakkak biz Allah'ın (varlıkla rıy)ız" Kulluğu ve Allah'ın mülkünde oluşu ikrar etmek­tir. "Ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" ifadesi de ölmeyi ve kabirlerden dirilmeyi ikrarın ifadesidir.


[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/329-332.

10 Kasım 2018 Cumartesi

BAKARA SÛRESİ 213.-214. ayetlerin tefsiri


Peygamberlere Olan İhtiyaç Ve Davetlerinde Müminlerle Birlikte Çektikleri Sıkıntılar

213- İnsanlar tek bir ümmetti. Allah da peygamberlerini müjdeleyiciler ve korkutucular olmak üzere gönderdi. Beraberlerinde, insanların ihtilâf et­tikleri şeyler hakkında, aralarında hükmetmek için de hak ile kitapları indirdi. Halbuki kendilerine o kitabın verildiği kimseler, apaçık deliller ken­dilerine geldikten sonra ve ancak ara­larındaki kıskançlıktan dolayı, onun hakkında ihtilâfa düştüler. Allah böy­lece izniyle iman edenleri hakkında ih­tilâfa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder.

214- Yoksa siz, sizden önce geçenlerin halinin benzeri başınıza gelmeden cen­nete girivereceğinizi mi sandınız? On­lara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar ge­lip çattı ve öyle sarsıldılar ki hatta peygamber kendisine iman edenlerle birlikte: "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Haberiniz olsun ki muhakkak Allah'ın yardımı yakındır.


Nüzul Sebepleri

214. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak Katâde ve es-Süddî şöy­le demektedirler: Bu ayet-i kerime müslümanların oldukça sıkıntılara, zorluk­lara düşüp de sıcak ve soğuk ile karşı karşıya kaldığı, kötü bir geçim ve türlü eziyetler onlara gelip çattığı Hendek gazvesi hakkında nazil olmuştur. Bu ga­zada durum Yüce Allah'ın şu buyruklarında dile getirdiği hale gelmişti: "Ve kalpler gırtlarlara kadar gelmişti." (Ahzâb, 33/10); "Ve şiddetli bir şekilde sarsılmışlardı." (Ahzâb, 33/11). Münafıklar ise: "Allah ve rasulü bize aldanıştan başkasını vadetmediler." (Ahzâb, 33/12) demişlerdi. İmanlarında doğru ve sa­mimi olanlar ise şöyle demişlerdi: "İşte bu Allah'ın ve rasulünün bize va'dettiğidir, Allah ve rasulü bize doğru söylemiştir. Bu durum onların iman ve teslimi­yetlerinden başka bir şeylerini arttırmamıştı." (Ahzab, 33/22).

Atâ ise şöyle demektdir: Resulullah (s.a.) ve ashabı Medine'ye girince ol­dukça sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardı. Çünkü mallarını almadan Mek­ke'den çıkmış, evlerini barklarını ve mallarını müşriklerin ellerine terketmiş Allah'ın ve rasulünün rızasını bunlara tercih etmişlerdi. Bir taraftan Yahudiler Allah'ın rasulüne açıktan açığa düşmanlık ediyorlar diğer taraftan da zengin bir takım kimseler içten içe münafıklığını gizliyordu. Yüce Allah da müminle­rin kalplerini hoşnut etmek üzere: 'Yoksa siz... mi sandınız?" buyruğunu indir­di. [18]

Açıklaması

İnsanlar (yani Ademoğulları) ilâhî hidâyete gerek duydukları bir duruma düşmüşlerdi. Allah da peygamberleri onlara müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak ve onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere göndererek ihsanda bulun­du ki artık peygamberlerin gönderilmesinden sonra insanların Allah'a karşı bir mazeretleri kalmasın.

Peygamberlerin bazıları ile insanları hakka iletecek kitap da indirdi. [19]

Peygamberlerin Gönderilmesinden Önce İnsanlığın Durumu:

Cumhur şöyle demiştir: Bu ümmet tek bir din ve dosdoğru bir tek inanç üzere hidayet ümmeti idi. Akidesi bir, şeriatı birdi. Bu İslam dini idi. Fakat kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere gönderdi. Ebu Davud'un rivayetine göre İbni Abbas şöy­le demiştir: "Hz. Nuh ile Hz. Adem arasında on tane karn geçmiştir. Hepsi de hak şeriatı üzere idiler, fakat sonradan ihtilâfa düştüler Allah da peygamberle­ri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere gönderdi."

Abdullah b. Mes'ud'un kıraatinde de bu şekildedir: "İnsanlar tek bir üm­met idiler sonradan anlaşmazlığa düştüler." Cumhur, görüşlerinin doğruluğu­na şunu da delil gösterir. Hz. Adem bir peygamber idi. Onun çocukları da onun dini üzere idiler, hem hidayete çağırıyor hem kendileri hidayet üzere idiler. Bu, iki oğlu arasında kıskançlık gösterinceye kadar ve bilindiği haliyle onlardan bi­ri ötekini öldürünceye kadar böyle idi.

Bir başka kesim (İbni Abbas, Atâ ve Hasan el-Basrî) ise şu görüştedir: Söz konusu bu ümmet, herhangi bir hak ile hidayet bulmamış ve amelleri herhangi bir şeriatın sınırını tanımayan dalâlet ümmeti idi. Buna dair delilleri ise pey­gamberlerin gönderilmesini gerektiren durumlardır. Bununla peygamberlerin görevleri aklen anlaşılır bir şekilde açıkça ortaya çıkar ve akidenin fesadından amellerde de sapık hevalara tabi olmaktan dolayı ortaya çıkan anlaşmazlıkları hakkında aralarında Peygamberlerin hükmetmelerini gerektiren sebep söz ko­nusu olur. Durum böyle olmasa peygamberlerin gönderilmesinin bir anlamı ol­maz ve buna ihtiyaç kalmazdı.

Ebu Müslim el-İsfahanî ile Kadı E bu Bekir el-Bâkıllâni ise şöyle demekte­dir: İnsanlar fıtrat üzere idiler. İtikad ve amelde aklın gösterdiğini kabul ediyorlardı. Fakat insanların ilâhi hidayet olmaksızın akıllarına teslim olmaları anlaşmazlığa götüren bir durumdur. O bakımdan çoğu zaman vehimler, mak­sat olarak gözetilen inanç ve hükümlere ulaşmalarına engel teşkil etmiştir.

Ancak el-Menâr tefsirinin sahibi bir başka manayı tercih etmektedir ki, o da şudur: İnsan yaratılışı itibariyle toplumsal bir varlıktır. Yani Allah insanı geçiminde biri ötekine bağlantılı bir şekilde yaratmış olması anlamında tek bir ümmet olarak yaratmıştır. Allah'ın kendileri için takdir etmiş olduğu süreyi bi­ri ötekine yardımcı olmadan insan bireylerinin yaşamaları kolay değildir. Bir­birlerine muhtaç olmamalarına da imkân yoktur. O bakımdan başkalarının gü­cünün ferdin gücüne katılması kaçınılmaz bir şeydir. İşte "İnsan tabiatı itiba­riyle uygar bir varlıktır." şeklindeki sözlerle ifade edilen de budur [20] O takdir­de bunun anlamı şöyle olur: İnsanlar toplumsal bir nitelikte ve bir araya gelip toplanma özelliğine sahip olarak yaratılmışlardır. Bu ise karşılıklı olarak ya­rışmaya, anlaşmazlığa ve ihtilâfa götürür. İşte peygamberlerin gönderilmesi, insanlar arasındaki anlaşmazlığı sona erdirmek ve hak ile hayra iletmek, batılı ve dalâleti açıklamak içindir.

Gönderilen peygamberlerin sayısı 124 bin, rasullerin sayısı ise 313'tür. Kur'an-ı Kerim'de isimleriyle zikredilenler de 18'dir. Rasullerin ilki Ebu Zerr hadisinde geldiği üzere [21] Hz. Adem'dir. Şefaat hadisi diye bilinen hadis dolayı­sıyla Nuh olduğu da söylenmiştir. Çünkü o hadiste zikredildiğine göre insanlar Hz. Nuh'a şöyle diyecektir: "Sen rasullerin ilkisin..." Hz. İdris olduğu da söy­lenmiştir.

Daha sonra Yüce Allah peygamberlerle birlikte Kitabı da indirdiğini be­yan etmektedir. Burada ise (el-Kitâb) bütün kitaplar anlamında bir cins isim­dir. Taberî der ki: Burada "el-Kitâb"ın başına gelen Elif ve Lâm harfleri, ahd harfleridir, kasıt ise Tevrat'tır.

Kitabın fonksiyonu ise teşrîe, hüküm vermeye ve anlaşmazlıklarda insan­lar arasında haklı ile haksızı ayırdetmeye, insanları hak akideye, faziletli iliş­kilere, salih amellere iletmek, onları kötülüğün ve fesadın akıbetinden sakın­dırmak, hevâ ve batıl tevillerden uzaklaştırmaktır. O bakımdan Kitab her za­man için hak ile iç içedir, onunla birliktedir. Bu ise bir başka ayet-i kerimenin "doğruyu söylemek" diye ifade ettiği şu anlama uygun düşmektedir: "İşte bu bi­zim Kitabımızdır, size karşı hak ile konuşuyor." (Casiye, 45/29). Kur'an-ı Kerim'deki hidayet ve müjdeleme ile ilgili ayetin ifadesine de uygundur: "Muhak­kak bu Kur'an en doğru olana iletir ve müminleri müjdeler." (İsrâ, 17/9). Sema­vî her bir kitap hakkın kendisidir. Din ve dünya işlerinde nihaî ve hakkı batıl­dan ayırdedici hükmü verir. "el-Kitâb" -sayıca pek çok olsalar dahi- peygamber­lere verilen kitapları ifade etmektedir. Böylelikle bu kitapların özleri itibariyle tek bir kitap olduğuna ve asıl itibariyle aynı şeriatı kapsadıklarına işaret et­mektedir.

Daha sonra Yüce Allah, Kitab Ehli'nden bazılarının kitaplarını düşmanlık ve hakka karşı gelerek ayrılığın sebebi ve kaynağı haline getirdiklerini zikret­mekte ve şöyle buyurmaktadır: Başkanlar, hahamlar ve ilim adamları Allah'ın hak için indirmiş olduğu kitap etrafında anlaşmazlığa düştüler. Oysa bundan önce onlara kitabın anlaşmazlıkları körüklemekten yana uzak ve korunmuş ol­duğuna dair apaçık belgeler ve deliller gelmiş idi. Bu belge ve deliller Kitabın insanları mutlu kılmak için geldiğini, onları bedbahtlığa sürüklemek, araları­na tefrikayı sokmak için gelmediğini ortaya koyuyordu. Dini koruyup gözeten, peygamberlerden sonra onu muhafaza eden, onda bulunanları uygulamaları is­tenen ilim sahipleri arasındaki ayrılığın tek sebebi kıskançlık ve zulüm, insan­ların haksızlıklarına engel olmak üzere ortaya koymuş olduğu şeriatın sınırla­rını aşmalarıydı. Fakat önderlerinin kendilerine ve hükümleri altındaki insanlarına karşı işledikleri bu cinayet, Kitabın hakka iletici olmasını herhangi bir şekilde çürütmemektedir. Zira kusur kitapta değil; o kitabı uygulamakla görev­li olanlardadır.

Şu kadar var ki kötülükten uzak bir maksata sahip olmakla birlikte sahih bir iman hakka götürür, anlaşmazlıktan uzak tutar. Şüphesiz ki müminler, insanların hakkında ihtilafa düştükleri hakka giden doğru yolu bulur, Rablerini razı edecek şeye onun tevfik ve nimeti sayesinde ulaşırlar. Allah her zaman için dosdoğru yola iletendir. Dini kendi nevalarına göre tevil edip yorumlayan­lar ise sapıklık, fesat ve kötülük içerisindedirler. Allah katında onlar için acıklı bir azab vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz dinlerini bölük pörçük edip fırka fırka ayrılanlar var ya, sen hiç bir şekilde onlardan de­ğilsin. Onların işi Allah'a aittir. Sonra o onlara yaptıklarını haber verecektir." (En'âm, 6/159).

İlim adamlarının Allah'ın Kitab'ına karşı yaptıkları bu davranışın çirkin tablosunun sunulmasından sonra, Allah rasulünü ve müminleri sabırlı olmaya, sebat göstermeye, kafirlerle karşı karşıya gelme halinde de sıkıntılara katlan­maya teşvik etmektedir. Müminler çeşitli bela ve mihmetlere maruz kalırlar.

Tıpkı önceki peygamberlerin türlü sıkıntılarla, oldukça ağır üzüntülerle karşı karşıya kaldıkları gibi. Onlar bu hallere kurtuluncaya ve zafere erinceye kadar sabrettiler, sebat gösterdiler. Çünkü cennetlere girmek, Allah'ın rızasına nail olmak, cihad etmeyi, sıkıntılara katlanmayı, eziyetlere göğüs germeyi gerekti­rir. Fitne ve mihnetleri başarıyla geçmeyi, imtihanları başarı ve sebatla bitir­meyi gerektirir. Herhangi bir şekilde darlık göstermeden usanç ve tahammül­süzlük belirtileri ortaya koymadan, hidayet yolundan sapma göstermeden. Bu­nunla birlikte de ilahî tekliflerin yükümlülüklerini yerine getirerek...

Müminin, zaferin geciktiğini sanma, hakkı yoktur. Şüphesiz Allah'ın dost­larına ve sevdiklerine olan yardımı pek yakındır.

Önceki peygamberlerin ve ona uyan müminlerin maruz kaldıkları bu du­rumlar, ibret ve öğüt almak için dosdoğru bir örnektir. İşte sizler de İslamın ilk döneminde bulunan ey müslümanlar; henüz onların düştükleri belâların ben­zeri belâlara düşmediniz. Onlar öyle darlık, korku, fakirlik, acı ve hastalıklara maruz kaldılar ve bu belâlar onları o derece rahatsız etti ki, çektikleri acı ve karşı karşıya kaldıkları bu katı durumlar sonucunda peygamber de -ki insan­lar arasında Allah'ı en iyi bilen, tanıyan, onun güvenine en çok ihtiyaç duyan­lardır- Allah'ın yardımı ne zaman? demek zorunda kaldı. Öyle ki çektikleri sıkıntılardan dolayı sabırları tükenmek üzereydi. Onlara: Şunu biliniz ki mu­hakkak Allah'ın yardımının gerçekleşmesi, ortaya çıkması pek yakındır. Nite­kim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Nihayet o pey­gamberler ümitlerini kesip de kendilerinin yalancı çıkarılacaklarını zannettik­leri bir sırada onlara yardımımız gelmiş ve dilediğimiz kurtuluşa erdirilmişti. Fakat günahkârlar güruhundan ise azabımız asla döndürülmez." (Yusuf, 12/110).

İşte bütün bunlarda (peygamberlerin tavırlarında ve ilk müslümanların konumlarında) daha sonra gelip de; İslâm yalnızca bir ibadettir, sanıp herhan­gi bir sınamadan geçmeyeceklerini veya herhangi bir türden eziyete maruz kal­mayacaklarını, türlü musibet ve sıkıntılarla karşılaşmayacaklarını zanneden­ler için bir ibret vardır. Onların böyle bir zanları, hidayet ehlini sınama husu­sundaki Allah'ın sünnetini bilmeyişlerindendir. Bu ibtilâ ise hak ve iman üzere sebat güçlerini, Allah'a davetin gerektirdiği zorluk ve sıkıntılara katlanma güç­lerini belirlemek içindir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiklikle imtihan edece­ğiz. Sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/155). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Elif, Lâm, Mim. İnsanlar: İman ettik, demeleriyle ve im­tihan olunmadıkça bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun onlardan önce geçenleri Biz imtihan etmişizdir. Allah elbette doğru olanları da bilir, yalancı olanları da bilir." (Ankebût, 29/1-3). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: "Yoksa Allah siz içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etme­den cennete girivereceğinizi mi sandınız?" (Al-i İmran, 3/142).

Yine de geçmişte olsun, halihazırda olsun müslümanlar, önceki peygamber­lerin maruz kaldıklarının benzerlerine ulaşmış değildirler. Onlardan kimisi öldürüldü, kimisi ise diri diri testerelerle biçildi, kimi müminler ateşte yakıldı. [22] Yemen'de, Yüce Allah'ın da haber verdiği üzere Ashab-ı Uhdûd'a yapıldığı gibi: "Alevli ateş hendeklerinin sahipleri öldürüldü. O zaman onlar onun etrafında oturuyorlar ve onlar müminlere yaptıkları şeyi görüyorlardı. Onlar o iman edenlerden yalnızca Aziz ve Hamîd olan Allah'a iman ettiklerinden dolayı inti­kam aldılar." (Burûc, 85/4-8). [23]


[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/510-511.


[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/511.


[20] el-Menâr, 11/225.


[21] Bu hadisi el-Acurî ve Ebu Hatim el-Bustî rivayet etmiştir.


[22] Buharî, Habbâb b. el-Eret (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'a Kabe'nin gölgesinde cübbesini yastık gibi kullanıp uzanmış olduğu bir sırada şikâyette bulundum ve bizim için yardım dilemez misin? Bizim için dua etmez misin? dedim. Şöyle buyurdu: "Sizden önceki dönemlerde birisi yakalanıp götürülür, yerde onun için bir çukur kazılır ve o çukura atılırdı. Daha sonra testere getirilir bu testere başına konur, ikiye bö­lünür; demir taraklarla eti kemiğinden taranarak (ayrılır); fakat bu onu dininden alıkoy -mazdı. Allah'a yemin ederim, Allah bu işi tamamlayacaktır. Öyle ki bir süvari San'a'dan Hadramevt'e kadar yol alacak da bir Allah'tan, bir de kurdun koyunlarına saldırmasın­dan başka bir şeyden korkmayacaktır-. Fakat sizler acele ediyorsunuz."


[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/511-515.

9 Kasım 2018 Cuma

BAKARA SÛRESİ 168.-171. ayetlerin tefsiri


Temiz Şeylerin Helâl Ve Haram Şeylerin Haram Kılınmasının Menşei


168- Ey insanlar! Yeryüzündeki şeyler­den helâl ve temiz olanlarını yiyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size apaçık bir düşmandır.

169- O size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.

170- Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiği zaman onlar: "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu da bula­mamış idiyseler?

171- O inkâr edenlerin hali bağırıp ça­ğırıştan başka bir şey duymayanlara haykıranın haline benzer. (Onlar) sa­ğırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. Onun için akıl erdiremezler.


Nüzul Sebebi

168. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak el-Kelbî şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime Sakîf, Huzâa ve Âmir b. Sasaa hakkında nazil olmuştur. Bunlar kendilerine bir takım ekin ve davarları haram kılmışlardı. Ayrıca Bahîra, Sâıbe. Vasile ve Hâmî denilen (çeşitli şekillerde niteledikleri) develeri de haram kılmışlardı. [18]

Açıklaması

Yüce Allah, Allah'a eş tutanların durumunu, bunların görecekleri azabı, uyanlarla uyulanlar arasındaki, başkanların yönetimleri altındakilerden sağ­ladığı menfaatler demek olan ilişki ve bağlantıların kopuşunu beyan ettikten sonra, bu ilişkilerin haram kılınan ilişkiler olduklarını açıklamaktadır. Çünkü bunlar pis ve murdar şeyleri yemek, şeytanın adımlarına tabi olmaktır. Sapık­lığın sebebi ise akıl ve belgeye dayalı olmaksızın ataların izledikleri yola güven beslemektir.

Yüce Allah: "Ey insanlar!" şeklinde hitab etmektedir. Yani hitap mümin ve kâfiri kapsamaktadır. Diğer taraftan Allah'ın nimetleri bütün insanları kuşatmaktadır. Küfür, ilâhî nimetlere nail olmaya engel değildir. Allah bütün insan­lara yeryüzünde bulunan Allah'ın kendileri için helâl kıldığı şeyleri ve herhan­gi bir şüphe, bir günah ve başkasının hakkı taalluk etmeyen temiz şeyleri ye­melerini istemektedir. Onlardan başkaların kendilerine uyanlardan aldıkları pis ve murdar şeyleri de yememelerini emretmektedir. Çünkü bunlar haram­dır, murdardır, yenilmeleri helâl şeyler değildir. Bu aynı zamanda Kitap Ehline mensup din adamlarının kendi dinleri üzere kaldıklarını, İslâm'a iman et­mediklerini göstermektedir. Onların bu durumları ise kendi konumlarını, batıl başkanlıklarını korumak ve batıl yollarla başkalarının mallarını batıl yollarla almak içindir.

O bakımdan ey insanlar! Şeytanın aldatma, saptırma ve vesveseleri sonu­cu onun yoluna tabi olmayınız. Çünkü şeytan ancak kötülüğü ve münkeri tel­kin eder. Şeytan, atamız Adem (a.s.)'den itibaren apaçık bir şekilde insanın bir düşmanıdır. Hiç bir zaman hayır namına bir şey emretmez. O çirkinden başka bir şeyi emretmez. O kötü duyguların kaynağıdır, masiyetleri süsleyendir. O bakımdan ona uymayınız. O vesvesesiyle, üzerinizdeki ta­sallut ve baskısıyla kendisine itaat edilen bir âmir gibidir. Siz dünyanızda da ahiretinizde de size kötülük getiren şeyleri yapmakla onu bu konuma yükselt­miş oluyorsunuz.

Şeytan sizlere Allah hakkında, O'nun dini ile ilgili olarak, kesin olarak itikad, dini ibadetler hususunda Allah'ın şeriatinden olduğunu bilmediğiniz şey­leri söylemenizi ya da haramı helâl yapmaya, helâli de haram yapmaya kalkışmanızı emretmektedir. Böylelikle o akideyi ifsad etmek, şeriati de tahrif etmek gayesini gerçekleştirmek istemektedir.

Daha sonra Kur"an-ı Kerim müşriklerden ve bazı Yahudilerden şöylece söz etmektedir: Onlara "Allah'ın Rasulü Muhammed (s.a.)'in üzerine indirdiği vah­ye uyunuz. Çünkü bu daha hayırlıdır ve daha uygundur. Buna karşılık onun dışında edindiğiniz dost ve velilerinize uymayınız," denildiği zaman bunlar, kör bir taklid ile atalarını taklidin yoluna düşmektedirler. Bunu yaparken de sade­ce geçmişte yapılageldikleri, alışageldiklerine güvenip dayanmaktadırlar. Yüce Allah ise onların bu tutumlarını şöylece reddetmektedir:

Taklit ve adetlerinde onlar atalarını üzerinde gördükleri şeylere mi tabi olacaklardır! Ataları akaid ve ibadetler konusunda hak namına hiç bir şeye ak­lı ermeyen kimseler olsalar da mı? Evet, onlar bu konuda mantıkî her türlü de­lilden uzak kalsalar ve doğrudan ayrı olsalar dahi (yine de atalarına) uymaya devam edeceklerdir. İşte bu, delilsiz olarak taklidin yerilmiş olduğunu göster­mektedir. Müctehidlere tabi olmak yani onların delillerini bildikten sonra müctehidleri taklid etmek ise caizdir. Çünkü Yüce Allah, "Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (bilenlere) sorunuz." (Enbiyâ, 21/7) diye buyurmaktadır.

Atalarını, başkanlarını körü körüne taklid eden, üzerlerinde bulundukları sapıklık ve bilgisizlikleri sürdürüp giden, konumlarının sağlıklı olup olmadığını düşünmeyen, kâfirleri imana davet eden kimsenin hali ya da niteliği hay­vanlarına seslenip onları suya ve mer'aya güden, yasak şeylerden onları dürtüp uzaklaştıran yani çobanlarının söylediklerinden hiçbir şey akledip anlayama­yan davarları güden kimsenin haline benzer. Kâfir ve hayvanlardan her birisi işittiklerinden bir şey anlayıp kavrayamaz. Bunlar sadece seslere ve çıngırak­ların çıkardıkları gürültülere takılır, ardından giderler. Çünkü kâfirler kalple­rini, kulaklarını, gözlerini hidayetin nuruna karşı perdelemişlerdir. O bakım­dan Allah da onların bu azaları üzerine perde indirerek mühür basmıştır. Böy­lece bunlar herhangi bir hayrın nüfuz edemeyeceği bir hale gelmişlerdir. Adeta -kendilerini imana iletecek türden- hiç bir şeyi işitemeyen sağırlar, konuşama­yan dilsizler, Allah'ın ayetleri hakkında ve kendi nefisleri üzerinde düşünüp görmeyen körler haline gelmişlerdir. Hatta bunlar hayvanlarda olduğu gibi başkalarının arkasından gider, onlara uyarlar. Kurtubî der ki: Yüce Allah kâfirlere öğüt veren, onları imana davet eden kimseyi -ki o da Muhammed (s.a.)'dir- koyun ve develerine bağırıp çağıran çobana benzetmektedir. Bu deve ve koyunlar ancak onun bağırıp çağırmasını işitirler, fakat neler söylediğini kavrayamazlar. [19]



[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/360-361.


[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/361-362.

8 Kasım 2018 Perşembe

BAKARA SÛRESİ 45. ayetin tefsiri


45- Bir de sabır ile ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz o hâşi'lerden başka­sına elbette büyük gelir.


Ey Allah’ın kulları!.. (Sabır ile ve namaz ile) İşleriniz hakkında Rabbinizden (yardım isteyiniz) muvaffakıyet bekleyiniz. (Namaz şüphe yok ki ağırdır.) Buna alışmayanlara çetin bir iş gibi görünür. (Ancak Haktan korkanlar için değil.) Takva sahibi olanlar için bu çetin bir iş değildir. Öyle ibâdet ve itaat ehli için namaz; en zevkli, ruhu besleyen ibâdettir. Onlar bu gibi vazîfeleri büyük bir şevk ve gayretle ifaya çalışırlar. Fakat Allah’tan korkmayan, nefislerine mağlûp olan, hakikî İstikbali düşünmeyen kimseler için sabretmek, namaz kılmak büyük bir iş gibidir. Onlar bu gibi mühim, kutsî vazîfelerden faydalanamazlar.

Rivayet olunuyor ki: Rasûlü ekrem, Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz güç bir olay karşısında kalınca namaza başlar, onunla Cenâb-ı Hak’tan yardım talebinde bulunurdu.

Ömer Nasuhi Bilmen

7 Kasım 2018 Çarşamba

BAKARA SÛRESİ 272.-274. ayetlerin tefsiri


Sadaka Almayı Hak Edenler


272- Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir; fakat Allah dile­diği kimseye hidayet verir. Her ne ha­yır infak ederseniz kendi faydamızadır. Zaten siz ancak Allah'ın rızası için in­fak edersiniz. Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir ve size asla zul­medilmez. '

273- (Sadakalar) Allah yolunda kendi­lerini vakfetmiş fakirler içindir ki on­ların yeryüzünde dolaşmaya gücü yet­mez; bilmeyenler, kendilerini, iffetle­rinden dolayı zenginlerden sanır; sen ise onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek insan­lardan bir şey istemeyen fakirlerdir. Şüphesiz hayırdan neyi harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.

274- Mallarını gece gündüz, gizli açık infak edenlerin Rableri nezdinde mü­kâfatları vardır. Onlar için korku yok­tur, onlar üzülmezler de.


Nüzul Sebebi


272. ayetin nüzul sebebi: Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak muhtevası bir olan birkaç rivayet varit olmuştur. Bunlardan birisini Nesaî, Hakim, el-Bezzar ve başkaları İbni Abbas'tan rivayet etmektedirler. İbni Abbas dedi ki: Ashap müşriklerden olan akrabalarına azıcık bir şeyler vermekten hoşlanmı­yorlardı. Bu durumu sorunca bu konuda onlara ruhsat verildi ve bunun üzerine, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir..." ayeti nazil oldu.

Yine rivayet edildiğine göre bazı Müslümanların Yahudiler arasında sihri ve süt emmek dolayısıyla akrabaları vardı. İslâm'dan önce bunlara infakta bulunuyorlardı. İslâm'a girince bu kimselere infakı sürdürmekten hoşlanmadılar.

Yine denildiğine göre Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma hacca gitmişti. Annesi gelip ondan bir şeyler istedi. Annesi o sırada müşrikti. Kızı ona bir şey vermek istemeyince bu ayet-i kerime nazil oldu.

İbni Ebî Hâtim'in de İbni Abbas'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.), Müs­lüman olanlardan başkalarına sadaka verilmemesini emrediyordu. Bunun üze­rine, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir" ayet-i kerimesi nazil oldu ve hangi dinden olursa olsun, dilencilikte bulunan herkese sadaka veril­mesini emretti.

Sahid b. Cübeyr mürsel olarak Peygamber (s.a.)'den bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunu nakletmektedir: Müslümanlar zimmet ehlinden fakirlere sadaka veriyorlardı. Müslüman fakirler çoğalıp Resulullah (s.a.), "Di­ninize mensup olanlardan başkasına sadaka vermeyiniz" diye buyuranca bu ayet-i kerime Müslüman olmayanlara da sadaka vermeyi mubah kılmak üzere nazil oldu.

Taberî, Resulullah (s.a.)'ın Müslüman olmayanlara sadaka verilmesini en­gellemekten maksadının bu kimselerin Müslüman olmaları ve dine girmeleri olduğunu nakletmektedir. Bunun üzerine Yüce Allah, "Onların hidayete ermesi senin üzerine borç değildir" ayetini indirdi.

Kısaca bu ayetin nüzul sebebinin hikmeti şudur: İslâm'a giren kimse müş­rik akrabasına veya müşriklere sadaka vermekten hoşlanmıyordu ya da Resulullah (s.a.) bunlara sadaka verilmesini ashaba yasaklamıştı. Bunun üze­rine bu ayet-i kerime nazil oldu.

273. ayetin nüzul sebebi: Bu ayet-i kerime Ashab-ı Suffa hakkında nazil olmuştur [37] Bunların sayısı muhacirlerden dört yüz kişi idi. Bunlar Kur"an-ı Kerim öğrenmek ve seriyyelerle çıkmak üzere alıkonulmuşlardı.[38]

274. ayetin nüzul sebebi: Taberanî ve İbni Ebî Hatim, Yezid b. Abdullah b. Garîb'den, o babasından, o dedesinden rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Şu, "Mallarını gece gündüz gizli açık infak edenlerin Rableri nezdinde mükâfatları vardır" ayeti at sahipleri hakkında nazil olmuştur. [39] Bunlar ise Allah yolunda at besleyen kimselerdi. Gece gündüz gizli ve açık at­larına harcamalarda bulunurlardı. Yani bu ayet-i kerime büyüklenmek ve ifti­har etmek kasdıyla at beslemeyen kimseler hakkında nazil olmuştur.

İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre ise "Mallarını gece gündüz... infak edenler" ayet-i kerimesi atların beslenmesi hakkında nazil olmuştur. Bunun sıhhatine Yezid kızı Esma'nın rivayet ettiği şu hadis-i şerif delâlet etmektedir: Esma dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah yolunda bir at bağla­yıp besler de ecrini umarak o ata harcamada bulunursa, o atın tokluğu da açlı­ğı da, suya kanması da susuzluğu da, sidiği de tersi de kıyamet gününde o kişi­nin terazisine konacaktır." [40]

Açıklaması

Ey Muhammed! İstemedikleri halde insanları İslâm'a, hidayete götürmek senin görevin değildir. Böyle bir işi yapmak sana düşmez. Sana düşen yalnızca tebliğ etmek, dine davet etmektir. İtaat edeni cennetle müjdelersin, isyan edeni de cehennemle uyarır, korkutursun. Hayra, mutluluğa yol bulma başarısına nail olma anlamında hidayet vermek ancak Allah'a aittir. Çünkü insanlara akıl vermiş, onlara hak dine kendilerini iletecek yol ve delilleri açıklamıştır. O bakımdan ya Muhammed, hangi dinde olursa olsun her dilencilik edene sadaka vermeyi emret.

Sadakanın ve Allah yolunda malı infak etmenin sevabı bizzat size aittir. Dünyada da ahirette de bu sevaptan sizden başkası yararlanmaz. Dünya haya­tında sadaka malı korur. Serveti sağlam koruma altına alır. Sizleri fakirlerin talanından, hırsızlığından ve yağmalama eziyetinden himaye eder. Çünkü aç olan bir kimse kendisine her şeyi mubah görür. Sadaka ve infakın ahiretteki sevabı da sizindir. Bu sevapla cennete girersiniz, bazı küçük ve büyük günahla­rınız bağışlanır.

Siz dünyevî bir menfaat yahut şeytanı razı etmek için değil, ancak Al­lah'ın rızasını aramak için infak edersiniz. Buna göre dini ne olursa olsun, şu fakir ile bu fakir arasında bir fark yoktur. Ayrıca başa kakmaya, eziyet etmeye yahut riya ve gösterişe de gerek yoktur. Çünkü sen infakınla yalnızca Yüce Al­lah'ın rızasını gözetirsin. Herhangi bir övgü yahut dünyada insanların vereceği karşılığı beklemeksizin, katıksız hayır işlemeyi gözetirsin. Hz. Peygamberin sahih hadiste Sa'd b. Vakkas'a şöyle dediği nakledilmektedir: "Yüce Allah'ın rı­zasını arayarak yaptığın her bir infak dolayısıyla mutlaka ecir kazanırsın. Hat­ta hanımının ağzına koyduğun (lokma) dahi."

Daha sonra Yüce Allah, "Her ne hayır infak ederseniz kendi faydanızadır" şeklindeki ayet-i kerimeyi iki ayrı emirle pekiştirmektedir:

Bunların birincisi, "Hayırdan neyi infak ederseniz size ödenir." Yani sevabı ahirette eksiksiz olarak tamı tamına size ulaşır, buyruğudur.

İkincisi ise, "Ve size asla zulmedilmez" yani amelinizden lehinize olan her­hangi bir şey kaybolmaz, onun ecrinden bir şey eksiltilmez, anlamındaki ayet­tir. Çünkü o takdirde bir eksiltme zulüm anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyru­ğunda olduğu gibi: "Hiç bir nefse hiç bir şeyle zulüm olunmaz. (Hakkı) bir hardal danesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz." (Enbiya, 22/47).

Bütün bunlar infakın Müslüman olsun olmasın genel olarak bütün fakirle­re yapılacağını göstermektedir. Bu da Yüce Allah'ın, "Ona olan sevgilerine rağ­men fakire, yetime ve esire yemek yedirirler. Biz size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir teşekkür, ne bir karşılık isteriz.'" (İnsan, 76/8-9). Esir ise Darül-İslâm'da âdeten ancak müşrik olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu­na benzemektedir: "Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çı­karmamış olanlara iyilik yapmanızı ve onlara adaletle davranmanızı Allah si­ze yasaklamaz." (Mumtahine, 60/8).

Buharî ve Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen şu hadis-i şerif de bunu desteklemektedir: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Adamın birisi dedi ki: bu gece bir sadaka vereceğim. Sadakasını alıp çıktı ve onu zaniye bir kadına verdi. Sabah olunca insanlar "Zaniye bir kadına sadaka verildi" diye söz etme­ye başladılar. O kişi "Allahım zaniye birisine verdiğim sadaka dolayısıyla sana hamdederim" dedi. Yine "Bu gece bir sadaka vereceğim" dedi ve onu zengin biri­sine verdi. Sabah olunca insanlar "Bu gece bir zengine sadaka verildi" diye söz etmeye başladılar. Adam, "Allahım bir zengine verdiğim sadakadan dolayı sana hamdederim" dedi. Bu gece yine bir sadaka vereceğim dedi, onu da bir hırsıza verdi. Sabah olunca insanlar, "Bu gece hırsız birisine sadaka verildi" diye söz etmeye başladılar. Adam yine, "Allahım zina eden bir kadına, bir zengine ve bir hırsıza verdiğim sadakadan dolayı sana hamdederim" dedi. Ona şöyle denildi: Verdiğin sadaka kabul edildi. Zaniye kadın olur ki sadaka sayesinde iffetini korur, zinadan vazgeçer. Zengin de belki ibret alır, Allah'ın ona verdiğinden in­fak eder. Hırsız da muhtemeldir ki ona verdiğin sadaka sayesinde iffetini koru­yup hırsızlıktan uzak durur."

Daha sonra Yüce Allah insanlar arasında sadakaya en lâyık olanları be­yan etmektedir. Bunlar ise aşağıdaki beş niteliğe sahip olan fakirlerdir:

1- Allah yolunda kendilerini vakfetmek: Yani cihad veya ilim tahsili gibi Allah'ın rızası uğrunda çalışmak üzere kendilerini vakfetmiş kimseler. Çünkü bunlar başkaları gibi kazanç elde etmek için uğraşacak olurlarsa kamu masla­hatları işlemez olur. Bunlar ümmetin fedaileri, koruyucularıdırlar. Barış ve sa­vaş vakitlerinde, zorlu, bunalımlı veya mihnetli zamanlarda, bolluk, mutluluk yahut yokluk zamanlarında ümmetin yön verici kumandanları durumundadırlar. Bu ayet-i kerimenin Suffe Ehli hakkında nazil olduğunu öğrenmiş bulunu­yoruz. Suffe Ehli yaklaşık dört yüz kişi civarında muhacirlerin fakirlerinden oluşmaktaydı. Bunlar Mescidin sofasında murabıt kimselerdi. Geceleyin Kur'an öğrenir, gündüzün cihad ederlerdi. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine gö­re Resulullah (s.a.) bir gün Ashab-ı Suffan'ın başında durdu. Onların fakirlikle­rini, sıkıntılarını ve buna rağmen kalplerinin hoşluğunu görünce dedi ki: "Müj­deler olsun sizlere ey Suffa ashabı, benim ümmetimden her kim sizin sahip ol­duğunuz bu niteliklere sahip kalmaya devam eder ve içinde bulunduğu durum­dan razı olursa, o benim yol arkadaşlarımdandır."

2- Kazanmaktan aciz olmak: "Yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen" yani ülkede yolculuk yapıp dolaşma imkânını bulamayan kimseler. Yeryüzünde do­laşmak, yolculuk yapmak demektir. Bundan aciz kalmanın birkaç sebebi var­dır. Bunlar yaşlılık, hastalık, düşman korkusu ve buna benzer diğer bazı hu­suslardır.

3- İffetlilik: Bu, başkalarının elinde bulunana göz dikmeye tenezzül etme­mek ve iffetlilik göstermektir. O kadar ki onların durumlarını bilmeyen kimse onları zengin sanır. Buna sebep ise elbiselerinde, hallerinde ve sözlerinde iffet­leri, sabırları ve kanaatkârlıklarıdır. Bu anlamda olmak üzere Buharî ile Müs­lim tarafından Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Yoksul kimse şu bir yahut iki hurmadan, bir yahut iki lok­madan, bir ya da iki lokma yemekten mahrum ve dolaşıp duran kimse değildir. Asıl yoksul kendisini ihtiyaçtan kurtaracak bir varlığı olmayan, farkına varılmayıp kendisine tasaddukta bulunulmayan ve insanlardan bir şey istemeyen kimsedir."[41]

4- Onları diğerlerinden ayıran belirtiler: "Senin ise onları simalarından tanıdığın" yani alâmetlerinden tanıdığın. Onları tanımak müminin ferasetli ol­masını [42]. deneyenin tecrübesini, basiret ve akıl sahiplerinin zekâsını, onları tanıyan komşu ve akrabalardan sorup araştırmayı gerektirir. Kimi zaman za­yıflık, çelimsizlik, güçsüzlük, üstünün başının eski püskü olması gibi dış görü­nümler de buna alâmet olabilir. Bazan bu ikna edici delil de olmayabilir. Çün­kü kimileri kendilerine fakir süsünü verebilirler. Bazıları da izzet-i nefis sahibi olduğundan dolayı uygun elbise giyerler. Halbuki aslında o muhtaçtır, başkası ise fakirlik izhar ederken yalancılık etmektedir.

5- Hiç bir şekilde dilenmemek, dilenirken de ısrar etmemek: "Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemeyenler." Müfessirlerin cumhurunun görüşüne göre anlamı şudur: Bunlar tam anlamıyla dilencilikten uzak dururlar. Bu şe­kildeki bir iffetlilik onların değişmez niteliğidir. Yani ısrar ederek olsun, etme­yerek olsun asla insanlardan bir şey istemezler. Kimisi de şöyle demiştir: Burada kasıt ısrarla istemenin nefyedilmesidir. Yani onlar insanlardan ısrar etmek­sizin isterler. İlk anda akla gelen ve anlaşılan budur. Yani onlar ısrar etmeksi­zin isterler, istedikleri vakit ısrar etmezler. İnsanlara ihtiyaçları olmayan şey­leri yüklemezler. Kendisini dilenmek ihtiyacında bırakmayacak kadar bir şey­leri olduğu halde dilenen bir kimse ısrarla istemiş olur. Bu buyrukta insanlar­dan ısrarla dilenenlerin durumunun kötülüğüne dikkat çekilmektedir. Günü­müzdeki dilencilerin çoğunlukla gördüğümüz hali budur. Lafzı Müslim'e ait ol­mak üzere hadis imamları Muaviye b. Ebî Süfyan'dan şöyle dediğini rivayet et­mektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Dilenmekte ısrar etmeyiniz. Allah'a yemin ederim sizden herhangi bir kimse benden bir şey ister de onun bu isteme­si sonucu benden bir şey çıkarsa ve ben bunu istemeyerek ona vermişsem, benim ona verdiğimden asla ona bereket ihsan olunmaz."

Daha sonra ayet-i kerime küçük olsun büyük olsun, yapılan bütün infakları mutlaka Allah'ın bildiğini belirttikten sonra o infaka götüren sebebin veya niyetin Allah için gizli olmadığı hatırlatılarak ayet sona ermektedir. Eziyet ver­meksizin, iyi bir niyet ve ihlâsla yapılan infak verilecek olan mükâfatı güzelleştirir. Kötü niyet ise karşılığın kötü olması sonucunu verir. Bu ise iyi ve güzel infaka teşvik, kötü infaktan da bir sakındırmadır.

Daha sonra Yüce Allah bütün durum ve vakitlerde infak edenlerin sevabı ile infakın mükâfatını açıklamaktadır. Gece gündüz, gizli ve açık yollarla tasadduk edip ihtiyaç duyulduğu vakit herhangi bir infaktan geri durmayanların -ki az önce gördüğümüz Hz. Sa'd (r.a.)'a Resulullah (s.a.)'ın söylediklerinin geç­tiği hadis-i şerifin de gösterdiği gibi aile halkına harcama da bu cins infaktandır. Rableri nezdinde eksiksiz ecri vardır. Bunların sevabını vermek yalnızca Allah'a aittir. Böylesi için ahirette korku yoktur. Ebediyyen üzüntü ile de karşı­laşmaz. Yani kıyamet gününün dehşetli hallerinden karşı karşıya kalacağı haller için ona korku yoktur. Geriye bırakacağı çoluk çocuk ve dünya hayatın­dan ve güzelliklerinden geride bıraktıkları için üzülmez. Çünkü artık o bütün bunlardan daha hayırlı olan şeylere doğru yol almıştır.

Gecenin gündüzden, gizlinin açıktan önce söz konusu edilmesi, gizlice ve­rilen sadakanın açıktan verilen sadakadan daha faziletli görüldüğüne işaret et­mek içindir. [43]


[37] Kurtubî, III/337.


[38] Suffa ehli, Kureyşlilerin muhacirleri ar aşırıdandı. Medine'de herhangi bir mesken ve ak­rabaları yoktu. Mescidin soffasında kalır, geceleyin Kur'an öğrenir, gündüzün de hurma çe­kirdeği ayıklarlar ve Resulullah (s.a.)'ın gönderdiği seriyyelere çıkarlardı. Yanında ihtiyaç fazlası bulunan kimse akşam olunca onlara getirirdi.


[39] Süyutî der ki: Yezid ve babası meçhul iki ravidir.


[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/71-72.


[41] Hadisi Ahmed de İbni Mes'ud'dan rivayet etmiştir.


[42] Sünen'de yer alan hadis-i şerifte şöyle denilmektedir. "Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü şüphesiz ki o Allah'ın nuru ile bakar." Daha sonra Yüce Allah'ın, "Elbette bundan fe­raset sahibi olanlar için belgeler vardır." (Hicr, 15/75) buyruğunu okudu.


[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/73-76.

6 Kasım 2018 Salı

BAKARA SÛRESİ 270.-271. ayetlerin tefsiri


Gizli Ve Açıktan Verilen Sadakalar


270- Nafaka türünden neyi infak etse­niz yahut adaktan her ne adarsanız muhakkak Allah onu bilir. Zalimlerin hiç bir yardımcıları yoktur.

271- Sadakalarınızı açıktan verirseniz o ne güzeldir. Şayet onları gizler de fa­kirlere verirseniz işte bu sizin için da­ha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah yapmakta oldu­ğunuzdan haberdardır.


Nüzul Sebebi

İbni Ebi Hatim, Yüce Allah'ın, "Sadakalarınızı açıktan verirseniz o ne gü­zeldir..." ayetinin Ebu Bekir ve Ömer (r.anhumâ) hakkında nazil olduğunu söylemistir. Hz. Ömer malının yarısını getirdi ve Resulullah (s.a.)'a verdi, Resulullah (s.a.) ona, "Geriye ailene ne bıraktın ey Ömer?" diye sorunca o, "Ma­lımın yarısını bıraktım" dedi. Hz. Ebu Bekir ise malının tümünü adeta kendin­den dahi gizlercesine getirdi, Resulullah (s.a.)'a verdi. Resulullah (s.a.) ona, "Geriye ailene ne bıraktın ey Ebu Bekir?" deyince o, "Allah'ın ve Rasulünün va-ad ettiğini bıraktım" dedi. Hz. Ömer ağladı ve dedi ki: Anam babam sana feda olsun ey Ebu Bekir! Allah'a yemin ederim, seninle hangi hayırda yarıştıysak mutlaka sen beni geride bırakmışsmdır [34]. el-Kelbî de der ki: Yüce Allah'ın, "Nafaka türünden neyi infak etseniz" ayeti nazil olunca, "Ey Allah'ın Rasulü, gizlice verilen sadaka mı faziletlidir, açıktan verilen sadaka mı?" dediler. Yüce Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi [35]

Açıklaması


İster Allah için olsun ister riyakârlık için olsun, ister başa kakmak veya eziyet için, isterse de bunlardan herhangi birisi için olmasın, her neyi infak ederseniz muhakkak Allah bunu bilir. Ya da Allah'a itaat uğrunda bir adakta (nezru't-teberrü) yahut masiyet uğrunda bir adakta (nezrul-lecâc veya nezrul-gadab) bulunursanız bunun karşılığını verecektir: Hayır ise hayır, şer ise şer. Bu buyruk hayra bir teşvik, şerden de bir korkutmadır. Mallarını vermeyip cimrilik etmek ve tasadduk etmemek suretiyle kendilerine zulmeden zalimle­rin kıyamet gününde yardımcıları yoktur. Şu buyrukta olduğu gibi: "Zalimler için ne şefkatli bir dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi vardır." (Mümin, 40/18). İnsanlar da sadaka versinler diye nafile sadakalarınızı açıktan verirse­niz yaptığınız iş güzel bir iştir. Onları gizliden verip kimseyi haberdar etmeye­rek fakirlere verirseniz bu da riyakârlıktan ve başkalarının işitmesinden daha uzak olmak hasebiyle sizin için daha hayırlıdır. Sadaka dolayısıyla da bazı gü­nahlarınızı siler. Çünkü sadaka, bütün büyük veya küçük günahları örtmez.

Allah yaptığınız bütün amellerden haberdardır. Onları görür. Çok önemsiz ve küçük işleri de, gizliyi de bilir, ondan daha gizli olanı da. O  amel­lerinize uygun karşılık verir. Riyakârlıktan ve Allah'tan başkası için infak et­mekten sakınınız. Sadakalarınızı açıktan verirken de gizlerken de niyetlerini­zin ne olduğu Allah'a gizli kalmaz. [36]


[34] İbni Kesir, 1/323.


[35] en-Nisabûri, Esbabu'n-Nüzûl, 48-49.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/65-66.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/66-67.

5 Kasım 2018 Pazartesi

BAKARA SÛRESİ 216.-218. ayetlerin tefsiri


Savaşın Farz Oluşu Ve Haram Aylarda Da Mubah Kılınması

216- Hoşunuza gitmediği halde, savaş üzerinize yazıldı. Bazen hoşlanmadığı­nız bir şey size hayırlı olur. Sevdiğiniz birşey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

217- Sana haram ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: "Onda yapılan savaş büyüktür. Allah yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram'dan alıkoymak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür. Fitne katilden büyüktür." Eğer güç yetirseler sizi dininizden döndürünceye ka­dar sizinle savaşmaktan geri kalmaz­lar. Artık içinizden her kim dininden irtidat eder de kâfir olarak ölürse, on­ların bütün amelleri dünyada da ahirette de heder olup gider. Onlar ateş­liktirler. Onlar orada ebedi kalıcıdır­lar.

218- Şüphesiz iman edenler, hicret edip de Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.


Nüzul Sebebi

216. ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Abbas şöyle demek­tedir: Allah müslümanlara cihadı farz kılınca bu onlara ağır geldi ve bundan hoşlanmadılar. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

217. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Cerir et-Taberi, İbn Ebi Hatim, el-Mu'cemu'l-Kebir' inde Taberânî ve Sımen'inde Beyhâkî, Cündeb b. Abdullah'dan şunu rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) bir grup kişiyi Ab­dullah b. Cahş el-Esedî komutasında gönderdi. Yolda Amr b. el-Hadramî ile karşılaştılar. Ancak o gün Recep ayından mı, yoksa Cemaziyelahir de mi olduk­larını bilemediler. Müşrikler müslümanlara: Sizler haram ayda adam öldürdü­nüz, deyince Yüce Allah, "Sana haram ayı, onda savaşmayı sorarlar" buyruğu­nu indirdi. Buna göre bu ayetin nüzul sebebi, müfessirlerin ittifakıyla Abdul­lah b. Cahş'ın başından geçen olaydır.

Müfessirler derler ki: Resulullah (s.a.) Peygamber (s.a.)'in halasının oğlu olan Abdullah b. Cahş'ı Bedir savaşından iki ay kadar önce Medine'ye gelişinin 17. ayının başında Cemaziyelahir'de (askeri birliğin komutanı olarak) gönder­miş idi. Onunla birlikte muhacirlerden sekiz kişilik bir topluluk vardı. Görevle­ri Kureyşlilere erzak götüren kervanı gözetlemek idi. Kervanda aralarında Amr b. el-Hadremî'nin de bulunduğu üç kişi daha vardı. Abdullah b. Cahş ve bera­berindekiler Amr'i öldürdüler, iki kişiyi de esir aldılar ve kervana da el koydu­lar. Kervan arasında kuru üzüm ve yiyecek taşıyan Kureyş'in develeri, ayrıca Taiflilere ait ticaret malları da bulunuyordu. Olay Receb'in ilk gününde olmuş­tu. Onlar ise bunun Cemaziyelahir'de olduğunu zannediyorlardı. Medine'ye Peygamber (s.a.)'in huzuruna geldiklerinde, onlara: "Allah'a yemin ederim ben haram ayda savaşmanızı size emretmedim" dedi. Ganimeti dağıtmayı durdur­du, Kureyşliler ise şöyle dediler: Muhammed haram ayda haram olan savaşma­yı helâl kıldı. Halbuki bu ayda korku içerisinde olan bir kimse bile güvenlik ka­zanır ve insanlar geçimlerini sağlamak için çalışırlar [29]

Bazı müslümanlar da şöyle demişti: Onlar bu işleriyle günah kazanmamış olsalar bile ecirleri yoktur. Bunun üzerine Yüce Allah, "Şüphesiz iman edenler, Allah yolunda cihad edenler var ya..." ayetini inzal buyurdu. [30]

Açıklaması

Ey müslümanlar topluluğu, kâfirlerle savaşmak, -ihtiyaç kapatılabildiği takdirde- farz-ı kifaye olmak üzere farz kılındı. İhtiyaç karşılanamadığı ve düş­man İslâm topraklarına girdiği takdirde ise, farz-ı ayn olur. Cumhur der ki: Ci­hadın ilk olarak farz kılınması, muayyen değil de kifaye olmak üzere gerçekleş­miştir. Daha sonra düşman İslâm topraklarına girinceye kadar cihadın farz-ı kifaye olacağı, girmesi halinde de farz-ı ayn olacağı üzerinde icmâ' devam ede-gelmiştir. Atâ der ki: Savaşın farz kılınışı Muhammed (s.a.)'in ashabı üzerinde farz-ı ayn şeklinde olmuştur. Şeriat hakim olunca artık kifaye yoluyla farz hali­ne gelmiştir. [31]

Tabiatınız itibarıyla savaş sizin için hoşlanılmayan bir şeydir ve zordur. Çünkü savaş için malın feda edilmesi, nefsin telef olmak ile karşı karşıya bıra­kılması söz konusudur. Fıtri olan savaştan çekinme duygusu insanın mükellef kılındığı bu şeye razı olmasına aykırı değildir. Çünkü insan bazen taşıdığı fayda dolayısıyla acı olan şeyleri alıp kullanmaya razı olabilir. Diğer taraftan siz­ler, tabiatınız gereği bazı şeylerden hoşlanmayabilirsiniz, fakat daha sonraları o şeyde sizin için hayır ve menfaat olduğu görülür. Çünkü savaşta ya zafer ve ganimet, ya da şehadet ve ecir ile Yüce Allah'ın rızası söz konusudur. Cihad ile Allah'ın kelimesi yüceltilir, hakkın, adaletin burcu yükseltilir zulüm bertaraf edilir. Sizler savaşı terketmek gibi bazı şeyleri sevebilirsiniz. Gerçekte ise bun­lar sizin için bir kötülüktür. Çünkü savaşı terketmekte zillet, fakirlik, düşman­ların İslam topraklarına, mallarına tasallutu, saygı duyulması gereken değer­lerin ayaklar altına alınması söz konusudur. Bu kimi zaman tümüyle müslümanlarm yok olmaları sonucunu dahi verebilir.

Allah, savaşın sizin için dünyanızda hayırlı olduğunu bilir. O size hakkı­nızda hayırlı ve faydalı olandan başka bir şeyi emretmez. Ayrıca sizler bilgini­zin az ve sınırlı olması dolayısıyla Allah'ın bildiğini bilemezsiniz. O bakımdan cihad vazifesini ifa etmemeye meyletmeyiniz. Böyle yaparsanız sizin için zarar­lı olur. Çünkü dünya karşılıklı olarak tarafların birbirlerini savması esası üze­rinde kuruludur. Sizler Rabbinizin size emrettiğini yerine getirmek hususunda elinizi çabuk tutunuz. Tabiat ve nevalarınıza meyletmekten sakınınız. Allah'ın ilminde onun dinini yücelteceği, az olmalarına rağmen o dine mensub olanlara zafer vereceği; çokluklarına rağmen de batılın peşinden gidenleri yardımsız bı­rakacağı sabit olmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Nice az bir topluluk vardır ki, Allah'ın izniyle sayıca kalabalık bir topluluğu mağlup et­miştir. Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/249).

Size savaşı farz kılan Allah, yine bilir ki; şu düşmanlara karşı savaştan, onları korkutmaktan ve zelil kılmaktan başka bir şeyin faydası olmaz. Ancak bu şekilde tekrar müslümanlara karşı saldırıda bulunmaya, haksızlıklar yap­maya kalkışamazlar.

Bu ayet-i kerimede üzerlerine savaşmanın farz kılınanların kimler olduğu hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır:

el-Evzai ve Atâ der ki: Bu ayet-i kerime ashab-ı kiram hakkında nazil ol­muştur. O halde üzerlerine cihadın farz olduğu kimseler onlardır.

Cumhur ise şöyle demektedir: İhtiyaca veya duruma göre savaşmak bütün müslümanlar üzerine farzdır. Şayet İslâm galip ve üstün ise bu farz-ı kifâyedir. Eğer düşman galip ve üstün ise zafer gerçekleşinceye kadar farz-ı ayndır. Ter­cih edilen görüş de budur. Resulullah (s.a.) da sahih hadiste şöyle buyurmuş­tur: "Fetihten sonra hicret yoktur, fakat cihad ve niyet vardır. Cihada katılmak için çağırıldığınız vakit cihada çıkınız."

Bu, savaşı farz kılan ilk ayet-i kerimedir. Bu farz oluş, hicretin ikinci yılın­da olmuştu. Daha önce Mekke'de savaşmak müslümanlar için yasak idi. Yüce Allah Medine'ye hicret ettikten sonra müşriklerden savaşanlarla savaşmayı: "Zulme uğratıldıkları için kendileriyle savaşılanlara (savaşa) izin verildi." (Hacc, 22/30) buyruğu ile izin verdi. Arkasından bütün müşriklerle savaş mu­bah kılındı, daha sonra da cihad farz kılındı.

Abdullah b. Cahş seriyyesi tarafından İbnü'l-Hadranıî'nin öldürülmesi me­selesi, Kur'an-ı Kerim'in söz konusu ettiği bir çalkantıyı ve bir takım soruları gündeme getirmişti. Yüce Allah buyurdu ki: Ya Muhammed, ashabın haram ayda -o da Receb'tir- savaşmanın hükmünü helal midir, yoksa haram mıdır? di­ye soruyorlar.

Onlara de ki: Evet, haram ayda savaşmanın günahı, büyüktür. Bu kabul edilmeyecek bir iştir. Çünkü haram ayda savaşmama hükmü o gün için söz ko­nusu idi. Fakat Kureyşlilerin müslümanları dinlerinden çevirecek şekilde Al­lah'ın yolundan alıkoymaları, müslümanları öldürmeleri, yurtlarından çıkar­maları Allah'ı inkâr etmeleri, müslümanları hac ve umreden alıkoymak sure­tiyle Mescid-i Haram'dan alıkoymaları, oranın ahalisini -ki onlar Resulullah (s.a.) ile ashabıdır- Mekke'den çıkarmalarının ise, evet bütün bunların, Allah katında olsun insanlar arasında olsun günahı, haram ayda savaşmaktan daha büyüktür. Esasen fitne öldürmeden daha ağırdır. Onların Ammâr b. Yâsir'e, babasına, kardeşine, annesine ve diğer müslümanlara karşı işledikleri görül­medik kötülükteki işleri ve barbarca cinayetleri İbnü'l-Hadramî'nin öldürülmesinden çok daha büyüktür. Yani sizler, ey müslümanlar, iki zarardan daha hafif olanını, iki kötülükten daha ehven olanını işlemek durumundasınız.

Bu müşrikler veya kâfirler hâlâ şer ve münker üzerindedirler. Müslüman­lara karşı savaşı sürdürmektedirler ve Müslümanları dinlerinden döndürünceye kadar da bunu yapacaklardır. Onlar İslâmı müminlerin kalplerinden çıkar­maya çalışmaktadırlar. Her kim onlara muvafakat eder, kâfir olarak ölür, İsla­ma dönmek suretiyle tevbe etmezse onun ameli boşa çıkmış olur, sevabı ve ecri yok olur, gider, orada ebedi kalmak üzere cehennemlikler arasına katılır. İşte bu irtidat eden kâfirlerin cezasıdır.

Abdullah b. Cahş ve ona benzer Allah yolunda cihad edenlere gelince; bun­lar Allah'ı ve rasulünü tasdik edenler, ailelerinden, vatanlarından ayrılan müşriklerle birlikte müşriklerin yurdunda kalmayı terkeden, müşriklerin egemen­liklerini tiksinerek reddeden, bunun için de dinlerinde fitneye uğratılmaktan korkarak Allah'ın adını yükseltmek, dininin zafere kavuşması için hicret eden, Allah'ın yolunda savaşan ve Peygamber (s.a.)'e katılan kimselerdir. İşte asıl kamil olan bu insanlar ancak Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah en güzel şe­kilde onları mükâfatlandıracak onların günahlarını örtecek, lütuf ve ihsanıyla onlara merhamette bulunacaktır. O, onlara ve onların benzerlerine karşı mağ­firet sahibi, merhametli olandır. Soruyu soranların ashab-ı kiramdan olduğunu kabul edersek, anlamı böyle olur.

Konuyla ilgili bir rivayet daha vardır [32] Buna göre müşriklerden bir grup haram ayda savaşma hakkında soru sormuşlardı. O takdirde bu buyruğun anlamı da şöyle olur: Müşrikler çelişki içindedirler. Bir taraftan haram ayın hür­metini, saygınlığını kabul ediyorlar, diğer taraftan da bundan daha büyük olan bir işi yapıyorlar. Allah'ın yolundan alıkoymak, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'a gitmekten alıkoymak, oranın halkını oradan çıkarmak, müslümanları dinlerinden geri çevirmek için fitneye maruz bırakmak. İşte bunlar Yüce Allah nezdinde günah olarak çok daha büyüktürler. [33]



[29] el-Vahidî, Esbabu'n-Nüzul'den özetlenerek, 36-38.


[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/522-523.


[31] el-Bahru'l-Muhît, 11/143.


[32] Bu konuda soru soranların kimler oldukları hakkında farklı görüşler vardır. Hasan-ı Bas-rî ve başkaları der ki: Haram ayda savaşmayı helâl kabul edip müslümanları ayıplamak kasdıyla Resulullah (s.a.)'a soru soranlar kâfirlerin kendileridir. Başkalarının görüşlerine göre ise; bu hususta hükmün nasıl olduğunu bilmek üzere buna dair soru soranlar müslümanlardır. Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/322).


[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/523-526.

4 Kasım 2018 Pazar

BAKARA SÛRESİ 148.-152. ayetlerin tefsiri


Kıble Hakkındaki Ayrılıklar Ve Kıblenin Değiştirilmesinin Sebepleri

148- Herkesin yüzünü kendisine doğru döndürdüğü bir yönü vardır. Öyle ise siz de hayırlarda birbirinizle yarışın. Nerede olursanız Allah tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye Kadir'dir.

149- Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Elbette-ki bu Rabbinden mutlak bir haktır. Al­lah yaptıklarınızdan gafil değildir.

150- Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Harama doğru döndür. Her nerede olursanız yüzlerinizi onun ta­rafına döndürün. Ta ki aralarından zulmedenlerin dışında insanların size karşı bir delilleri kalmasın. O halde onlardan korkmayın, Benden korkun. Ta ki size olan nimetimi tamamlaya­yım. Olur ki hidayete kavuşursunuz.

151- Nitekim içinizden sizden bir rasul gönderdik ki, size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor ve bilmediğiniz şeyleri size öğretiyor.

152- Öyle ise siz Beni zikredin, Ben de sizi zikredeyim ve Bana şükredin nan­körlük etmeyin.


Açıklaması

Bu ayet-i kerimeler, Kabe'ye yönelmek, inkarcıların iddialarını çürütmek hususunda Resulullah (s.a.)'ın takındığı tavrı desteklemeye devam etmektedir. Şanı Yüce Allah her bir ümmete has özel bir kıblenin bulunduğunu zikretmek­tedir. Yahudiler için bir kıble, Hristiyanlar için bir kıble, müslümanlar için bir kıble vardır. Bütün ümmetler için tek bir kıblenin varlığı söz konusu değildir. Farz olan, vahyin emrine teslimiyettir. Kıble dinin esası değildir. Önemli olan hayırlı işlerde yarışmaktır. Herkesin ameline uygun karşılığı verecek olan ise Allah'tır. Yüce Allah'ın nazarında bütün mekânlar birdir. O bakımdan kıblenin değiştirilmesi hususunda birbirinizle tartışmayınız. Bu konuda itiraz etmeyi­niz. Yeryüzünün dört bir yerinde karada, denizde ve havada bütün müslümanların kıblesi aynıdır. Kıble hususunda müşriklere karşı delil ortaya koymanın bir faydası yoktur. Bunun yerine siz Allah'tan korkunuz, O'nun herhangi bir emrine karşı gelmeyiniz. Her nerede olursanız olunuz Kıyamet gününde Allah, hepinizi bir araya getirip toplayacak, amellerinizden dolayı sizi hesaba çeke­cektir. Allah her şeye kadir olandır.

Özetlediğimiz bu hususu şöylece açabiliriz:

Her bir ümmetin namaz kılarken yüzünü döndürdüğü bir yön vardır. İbra­him ve İsmail as Kabe'ye doğru yöneliyorlardı. İsrailoğulları da Beytülmakdis'teki kayaya yöneliyorlardı. Hristiyanlar doğu tarafına dönüyorlardı. Allah müslü­manları ise Kabe'ye yönelme hususunda hidayete erdirmiştir. O halde ümmet­ler değişik olduğu kadar kıbleleri de değişiktir. Dönülen cihet, Allah'ın vahda­niyetinin kabulü, ahiret gününe iman gibi dinde bir esas değildir. Allah'ın istediği, vahyin emrine teslim olmak, Allah'a itaat olan emir ve buyrukları yerine getirmektir.

O halde çeşitli hayırları işlemek hususunda elinizi çabuk tutunuz. Herkes bu konuda daha önce hareket etmeye kötülük ve sapıklıktan uzak durmaya gayret göstersin. Bütün mesele iyilik işlemek olmalıdır. Ülkeler, cihetler, Yüce Allah'a yakın olmaya esas teşkil etmez. Allah nezdinde bunlar arasında bir fark yoktur. Nerede ikamet ederseniz ediniz, Allahü Teâlâ sizi hesabınızı gör­mek üzere bir araya getirip toplayacaktır. Bunun delili ise aradaki mesafeler ne kadar uzak olursa olsun hesap günü için insanları toplamanın Allah'ı aciz bırakacak bir durum olmadığıdır. Bu gerçeği dile getiren ayet-i kerime Yüce Al­lah'ın şu buyruğunu da hatırlatmaktadır: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin etmişizdir. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O size verdiği ile sizi imtihan etmek için böyle yaptı. Öyle ise hayırlı işlere koşu­şun. Hepinizin dönüşü Allah'adır." (Maide, 5/48)..

Kabe'ye ya da Mescid-i Haram'a yönelmek, bütün zaman ve mekânlarda geçerli bir şerî hükümdür. Her nerede olursanız olunuz, Mescid-i Haram tarafı­na yöneliniz. Yüce Allah bu ayet-i kerimede Kabe'ye yönelme emrini üç defa tekrarlamaktadır. Bundan önce ise 144. ayet-i kerimede bu emri iki defa tekrarlamış idi. Bundan maksat bu hükmün bütün zaman ve mekânları kuşatan genel bir hüküm olduğunu ifadedir. Kur"an-ı Kerim her bir emir ile birlikte uy­gun olan bir ifadeyi de söz konusu etmektedir:

144. ayet-i kerimedeki ilk emir ile birlikte aynı ayette Yüce Allah kendile­rine kitap verilenlerin hakkı bildiğini tespit etmektedir.

149. ayet-i kerimede yer alan ikinci emir ile birlikte Yüce Allah bunun Al­lah tarafından sabit olan bir hak olduğunu açıklamaktadır. Bu hususta her­hangi bir nesh veya değişiklik söz konusu olamaz. Peygamberin bu hak olan kıbleye yönelmesi hikmet ve maslahata uygun olandır. Allah insanların yaptık­larından ve din ile ilgili getirmiş olduğu bütün emirlerde Peygamber (s.a.)'e ihlâs ve samimiyetle tabi oluşlarından gafil değildir. Amellerinin karşılığını en güzel şekilde onlara verecektir. Bu itaat eden müminlere fiillerinin mükafatına nail olacaklarına dair bir vaaddir. Aynı zamanda amellerinin cezasını görecek­lerine dair isyankârlara da bir tehdittir.

150. ayet-i kerimede yer alan üçüncü emir ile birlikte Yüce Allah kıblenin değiştirilmesindeki hikmeti söz konusu etmektedir ki, şu üç faydalı husus bu hikmetin kapsamı içerisindedir:

1- "Ta ki... insanların size karşı bir delilleri kalmasın." Kitap Ehli ve müş­riklerin müslümanlara karşı ileri sürecek bir dellileri olmasın. Kitap Ehli Hz. ismail'in soyundan gönderilecek olan peygamberin Hz. İsmail'in kıblesi olan Kabe'ye yöneleceğini biliyorlardı. Buna göre namazında Beytülmakdis'e doğru yönelmeye devam etmesi peygamberliğinde tenkit edilecek bir nokta olurdu. Yine onlar bu ümmetin niteliklerinden birisinin Kabe'ye yönelmek olduğunu da biliyorlardı. Müslümanlar bu niteliği kaybedecek olsaydı belki de bu kendi aleyhlerine delil olabilirdi. Müşrikler ise atasının dinini ihya etme üzere İbra­him (a.s.) soyundan gelmiş bir peygamberin, atası İbrahim'in oğlu İsmail ile birlikte inşa ettiği Rabbinin Beyti'nden başka bir tarafa yönelmemesi gerektiği görüşünde idiler. Nitekim kıblenin değişikliği bu konuda onların görüşlerine uygun bir şekilde gerçekleşti. Böylelikle her iki kesimin de ileri sürebilecekleri bir delil ortadan kalktı. Buna bağlı olarak da münafıkların söyleyebilecek bir şeyleri de kalmadı.

Fakat aralarından inat ile nefislerine zulmedenler -ki bunlar kıt akıllı kimseler olduklarından dolayı herhangi bir kitap ile hidayet bulmayan ve hiç bir belgeye iman etmeyen Kureyş müşrikleridir- Kabe'ye yönelmek hususunda işte bunlardan korkmayınız. Çünkü bunların sözleri aklen kabul edilebilir bir delile dayalı değildir. Sizler yalnızca hak sahibinden korkunuz. Yahudilerin şu sözleri bu sapık ve zalimlerin şu sözlerindendir: O Kabe'ye ancak kavminin di­nine meylettiği ve kendi doğup büyüdüğü şehrini sevdiği için dönmüştür. Hak üzere olsaydı kendisinden önceki peygamberlerin kıblesinden ayrılmazdı. Müş­rikler ise şöyle demişlerdi: Şimdi kıblemize döndü, pek yakında dinimize de dönecektir. Münafıklar ise şöyle demişti: O herhangi bir kıble üzerinde karar kılamıyor. Tereddüt ve kararsızlık içerisindedir. Bütün bunlar sıhhatli bir deli­le dayanmayan, akıl tarafından kabul edilebilecek bir dayanağı olmayan görüş­leridir. Bunlar sadece Allah'ın dini hakkında tartışma doğurması maksadıyla ileri sürülmüş Muhammed (s.a.)'in risaletine iman etmemek için kullanılan yollardır. O bakımdan ey müminler, siz kıbleniz üzere sebat gösteriniz. Kabe'ye yönelmek hususunda zalimlerden korkmayınız. Çünkü onların sözlerinin aklî ya da semavî bir hidayetten gelen bir dayanağı yoktur.

Allah'tan korkunuz. Allah'ın rasulünün size getirdiklerine muhalefet et­meyiniz. Size vadettiğini yerine getirecek olan O'dur. Bununla korkulması ge­reken zatın hak sahibi olan olduğuna, batıl üzere olana ise aldırış edilmeyece­ğine bir işaret vardır.

2- "Ta ki size olan nimetimi tamamlayayım." Atanız İbrahim'in inşa ettiği, put ve heykellere tapınmaktan arındırdığı, insanların kalplerinin kendisine sevgiyle yöneldiği Rabbinizin evini yalnızca sizin için bir kıble kılmakla, bu kıbleyi size tahsis etmekle üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım diye. Bu, aynı zamanda sayısız maddî ve manevî faidelerin gerçekleştirilmesine de sebeptir. Abdullah'ın oğlu Muhammed'in Hz. İbrahim'in soyundan gelen aslen Arap bir peygamber olması, Kur'an-ı Kerim'in apaçık Arapça bir lisanla ona indirilmesi, Kabe'ye doğru yönelmeyi arzulayan akrabaları ve aşireti arasında ortaya çık­ması da bu nimetler cümlesindendir. O bakımdan kıblenin Kabe'ye doğru de­ğiştirilmesi Yüce Allah tarafından müslümanlar ve Araplar üzerindeki eksiksiz bir nimetidir.

3- "Olur ki hidayete kavuşursunuz." Hak üzere sebat göstermek ve ona karşı çıkmamak suretiyle hidayet bulaşınız diye. Çünkü kıblenin değiştirilmesiyle ilgili olarak kıt akıllıların körükledikleri fitne, hak ve imanın ne kadar güçlü olduğunu, batıl ve küfrün de ne kadar zayıf olduğunu ortaya çıkartmış, müminlerin imanlarını daha bir pekiştirip arındırmış, münafıkları açık-seçik bir şekilde ortaya çıkarmış, kâfirleri de yardımsız ve desteksiz bırakmıştır.

Özetle, Yüce Allah sizin için Beytullah'ı kıble tayin etmek suretiyle üzeri­nizdeki nimetini tamamlamıştır. Nitekim sizden bir peygamber göndermek su­retiyle de üzerinizdeki nimetini tamamlamıştı. Söz konusu bu peygamber Muhammed (s.a.)'dir. O size hakka götüren ve doğruluğa ileten Allah'ın ayetlerini okur, Allah'ın vahdaniyetine, kudretinin büyüklüğüne dair kesin delilleri orta­ya koyar. Sizi putperestliğin pisliklerinden arındırır. Nefislerinizi yüceltecek ve arındıracak en şerefli bilgileri ve akla saygı duymayı, kör taklidi bir kenara at­mayı, her türlü sapma ve sapıklıktan koruyucu olarak dini esas kabul etmeyi öğretir. Nitekim O, kız çocukları diri diri gömmek, masraflarından kurtulmak maksadıyla çocukları öldürmek, en basit ve önemsiz sebepler yüzünden kanlar dökmek gibi çirkin cahili adetlerden de sizi arındırmaktadır.

Size Kur'an-ı Kerim'i öğretiyor, şer"î hükümleri beyan ediyor. Kur'an-ı Ke-rim'in bir hidayet ve bir nur olmasına neden olan teşriî sırları açıklıyor.

Aynı zamanda o peygamber size hikmeti de öğretiyor. Hikmet; şer'î hü­kümlerin sırlarını, amaçlarını amele ve itaata iten gerekçelerini bilmektir. Di­ğer taraftan o peygamber size peygamberin sünneti, barış ve savaş gibi azlık, çokluk, yolculuk ve ikamet gibi hayatın çeşitli durumlarında izlenecek övülme­ye değer yolu da öğretmektedir. Nihayet teşriin sırlarına, dinin derinliğine bi­linmesini (fıkhedilmesine) nasip ettiği peygamberin ashabı, hikmetli, bilgin ve oldukça üstün zekâlı kimseler haline geldiler. Onlardan her birisi bir ülke yö­neticisi, bir ümmet lideri oldu. Yönettiği ülkede ve ümmet arasında adaleti uy­guluyor, güzel bir siyaset takib ediyordu. Bununla birlikte o belki Kur'an-ı Kerim'in ancak bir kısmını ezberlemiş idi; fakat Kur'an'ın sırrını bilmiş, amacını kavramıştı.

Bu peygamber sizlere bilmediğiniz gayba dair haberleri, geçmişteki kavimlerin kıssalarını, yok olmuş ya da Araplar tarafın­dan da ve hatta onların dışında Kitap Ehli tarafından da bilinmeyen ümmetlerin durumlarını size öğretmektedir. Bu bakımdan yüce Allah müminleri bu ni­meti itiraf etmeye ve buna Allah'ı zikrederek, şükrederek karşılık vermeye teş­vik ederek: "Öyle ise siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim" diye buyurmuştur.

Yani bana itaatle, emirlerime uymak suretiyle, salih amel ile Beni zikredi­niz. Hamdetmek, teşbih getirmek, şükretmek, Kur'an-ı Kerim'i okumak, ayet­leri üzerinde düşünmek, kainattaki deliller üzerinde Benim varlığıma, kudreti­me ve vahdaniyetime dair tefekkür etmek, size verdiğim emirlere bağlı kal­mak, yasakladıklarımdan kaçınmak, peygamberlere iman edip onlara uymak suretiyle Beni zikrediniz. Ben de sizleri kendi nezdimde sevap ve ihsan ile, bol bol hayırlar vermekle, mutluluk ve izzetinizin devamı ile sizi anayım. Sizinle meleklere karşı övüneyim. Size ihsan ettiğim nimetime karşı kalp ile dil ile ve her organı yaratılış sebebini teşkil eden hayır ve menfaate uygun olarak kul­lanmak suretiyle şükrediniz. Bütün bu nimetlere karşı -onları şeriatın kabul etmediği ve selim aklın da onaylamadığı yollarda kullanmak suretiyle- nankör­lük etmeyiniz. Şüphesiz ki Ben dünyada iken yaptıklarınızın karşılığını verece­ğim. Hayır işlediyseniz hayır, kötülük işlediyseniz kötülük. Nitekim bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Şunu da hatırlayın ki, Rabbiniz şöyle bildirmiştir: Andolsun ki şükrederseniz elbette size fazlasını da veririm. Fakat nankörlük ederseniz hiç şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim, 14/7). [9]


[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/322-326.

3 Kasım 2018 Cumartesi

BAKARA SÛRESİ 267. ayetin tefsiri


Malın Kötüsünden Değil İyisinden İnfak Etmek


  
267-  Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yer­den çıkardığımız şeylerden infak edin» Arasından göz yummaksızın alıcısı olmayacağınız adi şeyleri vermeye yeltenmeyin. Bilin ki Allah Ganî'dir, Ha-mîd'dir.

Nüzul Sebebi

Hâkim, Tirmizî, İbni Mace ve başkalarının rivayetine göre el-Berâ b. Azîb şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. Bi­zim hurmalarımız vardı. Müminler hurma ağaçlarından çokluk veya azlık mik­tarına göre bir şeyler getirirdi. Hayır yapmayı arzulamayan insanlar ise henüz olgunlaşmamış hurma salkımlarını yahut kırılmış salkımları getirir ve bunları (mescidin bir yerine) asardı.[28] Bunun üzerine Yüce Allah, Ey iman edenler, kazandıklarınızın en güzellerinden... infak edin. "buyruğunu indirdi.

Ebu Davud, Nesaî ve Hakim'de Sehl b. Huneyften şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bazı insanlar mahsullerinden en kötülerini seçiyor ve bunları sadaka diye veriyorlardı. Bunun üzerine, "Arasından... alıcısı olmayacağınız adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" ayeti nazil oldu.

Yine Hakim, Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) fıtır sadakası olarak bir sâ' hurma verilmesini emretti. Adamın birisi adi bir hurma getirdi. Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'den, "Ey iman edenler, kazandık­larınızın en güzellerinden... infak edin" ayeti nazil oldu.

İbni Ebî Hatim de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ın ashabı ucuz yiyecekleri satın alıyor, bunları sadaka olarak veriyorlardı. Bunun üzerine de Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [29]

Açıklaması

Ey iman vasfına sahip olanlar! Ben sizlere malların temiz ve kaliteli olanı­nı infak etmenizi emrediyorum. İster nakit, ister davar, ister tahıl, ister ekin, ister ticarî mal ve madenler, hazineler ve (cahiliye devrinde gömülmüş olan) ri-kazlar gibi başkaları olsun. Bu Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Siz sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe (birre) kavuşamazsınız." (Âl-i İmran, 3/92). Mallarınızın adi ve kalitesiz olanını seçip infak etmenizi de ya­saklıyorum. Çünkü muhakkak Allah hoş ve temizdir. Ancak hoş ve temiz olanı kabul eder. Sizin hoşlanmayacağınız şeyleri kabul etmez. Ayet-i kerimede ge­çen "adî (el-habîs)" kelimesi iki anlamda kullanılır: Birincisi Buharî ile Müslim tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte geçtiği gibi, faydasız demektir: "Tıpkı körüğün demirin faydasız kirlerini (hubs) giderdiği gibi." İkincisi ise insan nef­sinin kabul etmediği şey. İşte, "Adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" ayetinde kaste­dilen de budur.

Adi ve bayağı olan şeyleri sadaka olarak vermek nasıl hoşunuza gider? Halbuki sizler herhangi bir şeyi görmezlikten gelmek kasdıyla gözünü yumup da ondaki kusuru görmeyen kişinin göstereceği kabilden bir kolaylık ve bir hoşgörü ile olmadıkça kendiniz için öyle bir şeye razı olmazsınız. Alacağınız olan bir kimse hakkınızdan daha aşağısını getirecek olsa, bunu hakkınızdan daha aşağısına razı olmadıkça, tam hakkınız verilmiş hesabıyla almazsınız. Peki, kendiniz için razı olmadığınız bir şeye benim için nasıl razı olursunuz? Benim üzerinizdeki hakkım, mallarınızın en temiz ve en nefis olanlarındandır.

Bilin ki muhakkak Allah -her ne kadar size hoş ve temiz olanı ve sadaka ver­meyi emretti ise de- buna ihtiyacı yoktur. İnfakınıza muhtaç değildir. O, bütün ya­ratıklarına ihtiyacı olmayandır. O'nun size bu emri vermesi sizin menfaatinizedir; zengin ile fakir arasında eşitliği gerçekleştirmek, infak ettiğiniz şeylerde sizi sına­mak içindir. O bakımdan adi olanları vermekle O'na yaklaşmaya kalkışmayın. Ay­nı şekilde O, bütün fiilleri, buyrukları, şeriatı, kaderi ve nimetleri dolayısıyla hamde ve şükre lâyık olandır. Allah'ın nimet olarak ihsan ettiği şeylerin hoş ve te­miz olanlarını infak etmek ise, O'nun celâline yakışan hamdin bir parçasıdır. [30]



[28] Bunlar Resulullah (s.a.)'in mescidindeki iki direk arasında bulunan bir ipin üzerine asılırdı.

Muhacirlerin fakirleri de gelip ohdan yerlerdi. Kişi bu şekilde olgunlaşmadan kurumuş sal­kımları getirir ve bunları infak etmenin caiz olduğunu sanırdı.


[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/57-58.


[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/58-59.

2 Kasım 2018 Cuma

BAKARA SÛRESİ 261-264. ayetlerin tefsiri


Allah Yolunda İnfakın Sevabı Ve Adabı

261- Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.

262- Allah yolunda mallarını infak edip de sonra harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve bir eziyet katma­yanların Rabları yanında mükâfatları vardır. Onlar için hiç bir korku yoktur ve onlar üzülmezler de.

263- Maruf bir söz ve bağışlama, arka­sından eziyet gelen bir sadakadan ha­yırlıdır. Allah Gani'dir, Halîm'dir.

264- Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çı­karmayın. Malını insanlara gösteriş ol­sun diye infak eden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi (ol­mayın). Onun hali, üzerindeki azıcık toprağı sağnak halinde yağan bir yağ­murla sıyrılıp da dümdüz bir taş kesi­len kaypak bir kayaya benzer. Onlar kazandıkları hiç bir şeyi de ele geçire­mezler. Allah kâfirler topluluğuna hi­dayet vermez.


Nüzul Sebebi

el-Kelbî şöyle der: 261. ayet Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf hakkında nazil olmuştur. Abdurrahman b. Avf Resulullah (s.a.)'a sadaka olarak dört bin dir­hem getirip verdi ve dedi ki: Sekiz bin dirhemim vardı. Kendim ve ailem için dört bin dirhem alıkoydum ve dört bin dirhemi de Rabbime borç veriyorum. Resulullah (s.a.) ona, "Alıkoyduğuna da verdiğine de Allah bereket ihsan etsin" dedi.

Hz. Osman ise şöyle demişti: Tebûk gazvesinde teçhizatı bulunmayanı teçhizatlandırmayı üzerime alıyorum. Daha sonra çullan ve semerleri ile bin deve vererek Müslümanları teçhizatlandırdı. Kendisinin olan Rûme kuyusunu Müs­lümanlara tasadduk etti. [19] İşte bu ayet-i kerime ikisi hakkında nazil oldu.

Ebu Said el-Hudrî dedi ki: Resulullah (s.a.)'ı ellerini kaldırıp Osman'a, "Rabbim gerçekten ben Osman b. Affan'dan razı oldum, sen de ondan razı ol" diye dua ettiğini gördüm. Tan yeri ağarıncaya kadar ellerini bu şekilde açıp durdu. Yüce Allah da, "Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali..." ayetini indirdi. [20]

Açıklaması


Bu Yüce Allah'ın, yolunda ve kendi rızasını arayarak infakta bulunanların sevabının kat kat olacağına ve iyiliğin (hasenenin) on katından yedi yüz katına kadar mükâfat göreceğine dair verdiği bir misaldir. Yüce Allah bu buyruklarda Allah'a itaat uğrunda, O'nun rızasını aramak ve güzel sevabını ummak kasdıyla ilmi yaymak, cihad, silah tedariki, İslâm vatanını ve ailesini korumak gibi yollarda mallarını infak edenlerin bu infaklarının niteliğini açıklamaktadır. Bu tür infaklar verimli bir araziye ekilip de her birisinde yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Ziraat uzmanlarınca tespit edildiğine göre meselâ bir buğday, pirinç veya darı tanesi tek bir başak değil, bir kaç başak bi­tirir. Bazen bu kırk, elli altı veya yetmişe kadar çıkabilir. Bazen tek bir başak yüzden fazla tane taşıyabilir. Fiilen yüz yedi tane taşıyan başaklar dahi tespit edilmiştir. Bu infak edenin sevabının kat kat artırılacağına dair bir ifadedir.

"Allah dilediğine kat kat verir." Yani amelindeki ihlâsına göre bundan da­ha fazlasını da verebilir. Allah'ın lütfunun sınırı yoktur. O'nun bağışının sınırı olmaz. Lütfü mahlûkatından çoktur, geniştir, boldur. Bu şekilde kat kat ecir al­maya kimin lâyık olduğunu, kimin olmadığını çok iyi bilir.

Bu misal, doğrudan yedi yüz katı söz konusu etmekten daha bir et­kileyicidir. Çünkü sınırlandırma ve sayı verme yine de bir eksikliği ifade eder. Herhangi bir sınır koymamak ise çoğalma, bereketlenme ve artma ihtimaline işaret eder. Ayrıca Yüce Allah'ın salih amelleri sahipleri lehine artırıp çoğalta­cağına işaret vardır. Tıpkı verimli bir araziye tohum atan kimsenin ekinini ar­tırıp çoğaltması gibi. Sünnet-i seniyyede bir hasenenin yedi yüz katına kadar artırılacağına dair hadisler varit olmuştur.

İbni Mace, Ali ve Ebu'd-Derdâ'dan İbni Ebî Hatim de İmrân b. Hu-sayn'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Kim Allah yolunda (cihad için) bir nafaka gönderir ve kendisi evinde kalırsa onun için kıyamet gününde her bir dirhem karşılığında yedi yüz dirhem vardır. Her kim Allah yolunda bizzat gaza ederek bu uğurda da infakta bulunursa, onun için her bir dirhem karşılığında yedi yüz dirhem vardır." Daha sonra şu, "Allah dilediğine kat kat verir" ayetini okudu.

İmam Ahmed de Ebu Ubeyde'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah yolunda bir infakta bulu­nanın infakı yedi yüz katı ile, kendisi ve ailesine infakta bulunur yahut bir has­tayı ziyaret eder veya rahatsız edici bir şeyi ortadan kaldırırsa iyilik on misli ile karşılık görür. Oruç ise onu bozmadıkça bir kalkandır. Yüce Allah her kime ce­sedinde bir belâ vererek sınarsa, bu da onun günahlarının affına bir sebeptir." Bu hadisin bir bölümünü Nesaî "Oruç" bölümünde rivayet etmektedir.

Ahirette bu sevabı hak etmek için infakın şart ve adabının bir kısmı şun­lardır: Fakire infak ettikleri yahut verdikleri şeyler ardından, onu verdiğine karşılık hesaba çekmemesi, ona lütufta bulunduğunu izhar etmek suretiyle ba­şa kakmaması, ardından ona haksızlık etmek yahut yaptığı işin karşılığını is­temek gibi herhangi bir eziyet ve bir zarar vermemesi gerekir. Yaptıkları iyilik­lerini başa kakmayan ve onlara eziyet vermeyen kimseler için miktarı değerlendirilemeyecek kadar çok değerli ecir vardır. İnsanların korkacakları vakitte onlar için korku yoktur. Allah yolunda hiç bir şey infak etmeyen cimri insanlar üzülüp bundan dolayı da pişman olacakları vakitte bunlar üzülmezler. Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Herhangi birinize ölüm gelip de, "Rabbim beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım" diyeceği gün gelmeden önce bizim size verdiğimiz rızıktan infak edin." (Münâfikûn, 63/10).

Dilenciye güzel söz söylemek, güzel bir şekilde onu geri çevirmek ve sada­ka vermemek, dilencinin ısrar ederek alacağından ve ardından eziyet ve zara­rın geleceği bir sadakadan dilenci için de, kendisinden dilenilen kimse için de daha hayırlıdır. Çünkü sadaka zayıfın elinden tutmak, zenginlere karşı duyu­lan kıskançlık ve kini hafifletmek, zenginin malını, hırsızlık, talan ve yok ol­maya karşı korumak için meşru kılınmıştır. Başa kakmak ve eziyet ise sadaka­yı, kendisi sebebiyle meşru kılınan bu üstün gayenin dışına çıkartır. Esasen Al­lah kullarının sadakasına muhtaç olmayan Ganî'dir. Herkesi rızıklandırabilir. Kötülük işleyene -sadakasını başa kakan yahut eziyet veren kimse gibilerine-çabucak ceza vermeyen Halîm'dir. Fakat cimri nefsine karşı mücahade edip onu Allah yolunda cömertçe infâka, gönül hoşluğu ile ilâhî mükellefiyetleri ye­rine getirmeye zorlayan kimseleri tanımakla ilgili sonsuz ilâhî hikmet dolayısıyla sadaka meşru kılınmıştır. Yüce Allah sadakayı dostluğun kazanılması, sevginin elde edilmesi, karşılıklı herkesin birbirine bağlanıp birbiriyle dayanış­ması, birbirine sevgi beslemesi için meşru kılmıştır.

İnsanların ruhlarındaki başa kakma ve eziyet etme tabiatını kökten sök­mek için şanı yüce Allah, büyük sevaba hak kazananların niteliklerine dair verdiği haberleri daha bir pekiştirmektedir. Bu ise verdikleri sadakaların ar­dından onları başa kakmayan ve eziyette bulunmayan kimselerin davranışıdır. Eziyet ecri ve sevabı yok eden, sadakanın şaibelerindendir. Allah ilâhî emre bağlanmayı gerektiren iman niteliğini zikrederek, müminlere hitabı pekiştire­rek başa kakmayı ve eziyet vermeyi onlara yasakladı ve haram kıldı. Çünkü sadakanın diğer şaibelerden arındırılarak yalnızca Allah için halisane verilme­si, Allah tarafından daha bir kabul edilmesini ve sevabına hak kazanılmasını sağlar.

Çünkü sadakasının ardından başa kakan veya eziyet veren kimsenin du­rumu, Allah'ın rızası ve İslâm ümmetinin yücelmesi için değil, insanlar kendi­sini övsün, ondan cömert ve eli açık diye söz edilsin ve buna benzer fani dünya maksatlarından herhangi birisi için, riyakârlık ve desinler diye malını infak edenin haline benzer. Böyle bir riyakâr ise gerçekte sahih bir şekilde Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse değildir ki, herhangi bir sevap umsun veya herhangi bir cezadan korksun. İşte dilenciye eziyet verip yaptığını başa kakan kimsenin hali de bunun gibidir.

Riyakârlık yapan ve başa kakıp eziyet veren kimsenin durumu, dümdüz bir taş üzerindeki toprağa benzer. Buna şiddetli bir yağmur isabet edince top­rak çekilir ve taş çıplak kalıverir. Yani böyle birisinin amelinin herhangi bir meyvesi, bir kalıcılığı yoktur. Aksine karşılaşılan olaylar sebebiyle eriyip gider, darmadağın olur ve geriye amelinin herhangi bir etkisi olmaksızın bomboş ka­lıverir. Dünyada olsun, ahirette olsun yaptıklarından hiç bir fayda sağlayamaz. Dünyada fayda sağlayamaz, çünkü başa kakan, insanlar tarafından sevilmez. Riyakâr bir kimse herkes tarafından dışlanır, yerilir. Ahirette ise şüphesiz Al­lah ancak kendisi için ihlâsla ve kendi rızası aranarak yapılan amelleri kabul eder. Riya ve onunla aynı durumda olan başa kakma ve eziyet ise ihlâsa aykırı­dır ve bu bir çeşit Allah'a şirk koşmaktır. Çünkü riyakârlık gizli şirktir. Böyle yapan kimse bu ameli Allah'tan başkasını gözeterek yapar.

Allah kâfirler topluluğuna küfürleri üzere kaldıkları sürece, kendileri için hayırlı olana ve doğruya iletmez. Yahut da onlar küfür üzere kaldıkları sürece onlara hidayet vermez.[21] Sahibini ihlâsa, hayra ve Allah'ın rızasına, Yüce Al­lah'ın iman ehlini edeplendirdiği infak edebiyle edeplenmeye ileten imandır. İş­te bu, riyakârlığın, başa kakmanın müminlerin değil, kâfirlerin niteliklerinden olduğuna işarettir. [22]


[19] Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a.)'ın önüne bin dinar bıraktı. Resulullah (s.a.) bunları eline alıp, "Bundan sonra yapacaklarının Osman'a bir zararı ol­maz." demeye koyuldu.

[20] Nisaburî, Esbâbu'n-Nüzûl, 47-48; Kurtubî, III/303.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/43-44.

[21] el-Bahru'l-Muhît, 11/310.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/44-47.

1 Kasım 2018 Perşembe

Dünyanın En Kıymetli Hazinesi; Salih ve Saliha Eş

Dersten Cümleler

“Rahman’nın has kulları yeryüzünde vakarla yürürler, kendilerine bir cahil sataştığı zaman selam der işlerine bakarlar”

“Kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe kamil manada iman etmiş olamaz!”

“Salih olanları, saliha olanlarla evlendirin.” (Darimi, Nikâh, 10)

“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler temiz kadınlara yaraşır.” (Nur Sûresi, 26)
Salih ve saliha olursanız, Allah karşınıza çıkaracaktır.

“Allah kime saliha bir eş nasip etmişse, dininin yarısına yardım etmiş demektir. O halde o da dininin değer yarısını korumada Allah’tan korksun.” (Taberani, Mu’cemü’l-Evsat, 972; Beyhaki, Şu’abu’l-İman, 5072)

“Dünya başlı başına bir metâ/faydalanma yeridir. Dünyanın en hayırlı nimeti de sâliha kadındır” (Müslim, Rada’, 64; Nesâi, Nikâh, 15; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c.2, s. l68)

“Saliha kadından daha kıymetli bir dünya nimeti yoktur.” (İbn Mace, Nikâh, 5)
İyiler hep az olacaktır.

“İnsanlar, develere benzerler. Bazen yüz devenin içerisinden, bir tane binilebilecek bir deve bulamazsın.” (Buhari, Rikak, 189)

“Allahümme’calni mine’l-kalîl/Rabbim, beni azlardan kıl!”

“Benim kullarımdan şükreden gerçekten azdır!”

“Saliha kadın, el-gurabu’l-a’sam gibidir”

“Bir ayağında beyazlık bulunan karga gibidir.” (İbnü’l Esir, en-Nihaye, I, 249)

“Muhakkak, Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, Mümin erkekler ve mümin kadınlar, itaatkar erkekler ve itaatkar kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, haşyet duyan erkekler ve haşyet duyan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle, oruç tutan kadınlar, iffetli erkekler ve iffetli kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar, işte bunlar için bağış ve büyük bir mükâfat hazırlanmıştır.”(Ahzab Sûresi, 35)

Ayette geçen 10 kavram:

1- Teslimiyet
2- Emniyet
3- İtaat
4- Sadakat
5- Sebat
6- Haşyet
7- İnfak
8- Saimiyet
9- İffet
10- Zikr

“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Onun için saliha kadınlar itaatkardırlar. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık kimse görmese de namuslarını her durumda koruyucudurlar.” (Nisa Sûresi, 34)

“Erkek, âilede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur.” (Buhârî, Cum’a, 11; Müslim, İmâret, 20)

“Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlara can yakıcı bir azabı müjdele!” (Tevbe Sûresi, 34)

Kur’an asıl, Sünnet usuldür.
Kur’an masdardır, Sünnet tariktir.
Kur’an manadır, Sünnet maksattır.
Kur’an ve Sünnet maksattır, Sünnet ameldir.
Kur’an mübin/apaçık bir kitapsa neden tefsire ihtiyaç duymaktadır.
Sünnet, adamı arındırır.

“Ey Ömer! Orada Rabbimizin dikkat çektiği mal, zekatı verilmemiş maldır. Şüphesiz Allah zekatı, malınızdaki kirliliği gidermek için farz kıldı. Onu yerine getirdikten sonra, mülkiyet hakkınızı iptal etmedi. Nitekim, sizden sonrakilere kalması için de miras hükümlerini indirdi.”

“Ömer! Sana dünyanın en kıymetli hazinesinin, en kıymetli birikiminin ne olduğunu haber vereyim mi?”

“Saliha kadındır.”

“Saliha kadın odur ki, kocası kendisine baktığı zaman onu hoşnut edecek, emrettiği zaman itaat edecek, evinden uzaklaştığı zaman malını ve namusunu koruyacak!” (Ebû Davud, Zekat, 32)

“Kişi sevdiği ile beraberdir.”

“Bunların en hayırlısı, zikreden dil, şükreden kalb ve kocasının imanına/dinine yardımcı olan mümine bir eş.” (Tirmizi, Tefsir, 9)

“En hayırlı kadın odur ki, kocası kendisine baktığı zaman, yüreğine serinlik gelip, hoşnut olan; emrettiği zaman kocasına itaat eden, kendisini arzuladığı zaman kocasını rencide etmeyip, ona karşı direnmeyen, kocasının kendisine emanet ettiği malları, onun onaylamadığı şekilde harcamayan kadındır.”

“Böyle yapmaya devam et; çünkü o senin ya cennetin ya cehennemindir.”

“Muhabbet, İtaat, Emniyet, İffet ve Akıbet”

“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil olanı; ahlâkı güzel olan ve hanımlarına karşı hayırlı davrananınızdır.” (Tirmizi, Radâ, 10)

“Sizin en hayırlınız, ehline/ailesine karşı en iyi davrananızdır. Ben ailesine karşı en iyi olanınızım.” (Tirmizi, Menakıb, 46)

“Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin.” (Müslim, Radâ, 62; Tirmizî, Radâ, 11)

“Kadınlarınız konusunda Allah’tan korkun. Çünkü siz onları Allah’tan emanet olarak aldınız.” (Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik, 84)

“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler; onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” (İbn Mâce, Edeb, 3; Ebû Dâvud, Edeb, 6, Müslim, Akdiye, 11)
“Dört şey kime verilmişse, dünya ve ahiret hayırları ona verilmiştir: Zikreden bir dil, şükreden bir kalp, belaya sabreden bir beden, nefsine hıyanetlik etmeyen, kocasının malını canı gibi muhafaza edip dininde ona yardımcı olan saliha kadın!“ (Taberani, Mu’cemü’l-Evsat, 7212)

“Kadını kocası aleyhine, köleyi efendisi aleyhine kışkırtan bizden değildir.” (Ebû Davud, Talak, 1)



Muhammed Emin Yıldırım

Tamamını videodan izlemenizi tavsiye ederim: