17 Ocak 2015 Cumartesi

424.HZ.NUH (Aleyhisselam) -4-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Nuh Tufanı
Hazret-i Nuh’un 
(Aleyhisselam)  oğlu Kenan’la konuşması esnasında sular geminin bulunduğu seviyeye yükselmiş ve bir dalga gelip Ken’an’ı alıp götürmüştü. Artık gökten bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, yerden sular fışkırıyor ve çok şiddetli esen kasırgalar da, dağlar gibi dalgalar meydana getiriyordu. Karalar yavaş yavaş sulara gömülmekte ve gittikçe gözden kaybolmaktaydı. Fakat, dağlar gibi dalgalar arasında tam bir emniyet içinde yüzen Hazret-i Nuh’un gemisinde, huzur ve sükûn hakimdi.

Herkes halinden memnundu. Kendi kurtuluşlarına mukabil, senelerce kendilerine eza ve cefadan geri durmayan kâfirler güruhunun boğulmasına seviniyor, Hazret-i Nuh’la birlikte hamd ve şükürle günlerini geçiriyor ve tufanın sonunu bekliyorlardı. Hazret-i Nuh’a gemi yapması emri verildiği zaman, ayrıca gemiye mü’minleri, kendisinin ve O mü’minlerin evlat ve iyalini ve bir de hayvan neslinin devamı için, her türden birer dişi ve erkek hayvan alması emredilmişti.

Gemiye insanları yüklerken, öz oğlu olan Kenan’ı da içeri almak istemesi, Allah’ın bu emir ve iznine binaendi. Fakat buna muvaffak olamadan, Kenan boğulup gidince, Hazret-i Nuh 
(Aleyhisselam)  bunun hikmetini bir anda anlayamamış; Cenab-ı Hakka şöyle niyazda bulunmuştu:

-“Ya Rabbi, oğlum Kenan benim ehlimdendir. Sen ise ehlimin necatını vadetmiştin. Halbuki sen va’dinden asla dönmezsin.”
Cenab-ı Hak cevaben şöyle buyurmuştu :

-“Ya Nuh, şunu iyi bil ki, o, senin ehlinden değildir. Zira o, kötü amel sahibi bir kâfirdir. Öyle ise, esasına vâkıf olmadığın, hikmetini bilmediğin şeyi benden sorma.”

Cenab-ı Hakkın bu ikazı üzerine Hazret-i Nuh 
(Aleyhisselam) , isteğinin isabetsizliğini anlamış, mahcup ve mahzun olmuştu. Demek ki, sadece nesebi yakınlığın, Allah katında hiç bir değer ve kıymeti yoktu. Nesebi yakınlığın şefaat vesilesi olabilmesi ‘için, imânın da bulunması, gerekliydi.

Talebinin yersizliğini bu şekilde anlayan Hazret-i Nuh, derhal:

-“Ey Rabbim, mahiyetini bilmediğim bir şeyi senden sormaktan sana sığınırım! Eğer sen beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, beni kim bağışlar ve merhamet eder? O zaman ben zarar edenlerden olurum.” diyerek Cenab-ı Hakka iltica etmiş ve O’nun merhamet ve affına mazhar olmuştur. Recep ayının 10’unda başlayıp bütün şiddetiyle devam eden Tufan suları, kısa bir müddet sonra, bütün karaları kapladı. Yeryüzü sadece denizlerden ibaret oldu. En yüksek dağlar bile görünmez olmuştu. Mü’minler selamete ermiş; kâfirler ise, tek kişi kalmamak üzere helak edilmişti. Vaad-i ilâhi böylece tahakkuk etmiş oluyordu.

Tufanda Şeytan Neredeydi?

 Cenab-ı Hak Hazret-i Âdem’i 
(Aleyhisselam)  yaratıp O’na secde etmesini emretmesi üzerine Şeytan, gurur ve kibire kapılıp secde etmemiş ve Allah’a asi olmuştu. Bu yüzden huzur-u ilâhiden kovulurken, insanları azdırmak için Cenab-ı Hak’tan kıyamete kadar yaşama müsaadesi istemişti. O’nun bu isteği kabul edilerek, ölümü Allah’ın meşietiyle kıyamete kadar tehir edilmişti.

Bu bakımdan şeytan için Tufanda boğulmak bahis mevzuu değildi. Kaldı ki, Şeytanın vücut yapısı, insandan farklıdır. Yaşayış tarzı, tamamen ayrıdır. Tufan sırasında boğulması, bu açıdan da imkânsızdı. Binaenaleyh bazı tarihçilerin, tufanda boğulmaması için, bazı akıl dışı yollarla Şeytanı Nuh’un gemisine bindirmeleri, lüzumsuz bir gayrettir. Ve hurafat ve İsrailiyattan ibarettir.

Tufanın Sona Erişi
Bu kâinatın haşmetli Sultanının askerleri içinde iki nefer olan yer ve gök, Cenab-ı Hakkın “Hücum” emriyle ortalığı târ u mâr edip bütün kâfirleri helak ettikten sonra, yine O Sultanın: “Ey Arz sen suyunu yut! Ve ey Sema, Sen de suyunu tut.” Emri üzerine, hücumdan vazgeçip karargâhlarına döndüler. Böylece Arz suyunu yuttu, Sema da suyunu tuttu. Suların çekilmesiyle, dağlar gibi dalgalar arasında hiç bir hasar görmeden ve yolcularına hiç bir zarar gelmeden, Hazret-i Nuh’un gemisi O zamanlar Cûdi diye bilinen Musul yakınlarındaki küçük bir dağa oturdu. Karaların kuruyarak yaşamaya elverişli hale gelmesi üzerine, Cenab-ı Hak Hazret-i Nuh’a şöyle vahyetti:

-“Ya Nuh, Sen ve seninle beraber olan mü’minler, üzerinize tarafımızdan ihsan edilen bereket ve selâmetle, hep beraber yeniden yeryüzüne inin. Gerçekten kâfirler helak olup kurtuldular. Lâkin bu böyle devam etmiyecek. Senden ve senin yanında bulunanlardan, bereketli bir zürriyet gelecek. Onları yeryüzünde bir müddet yaşatacağız. Sonra da şimdi olduğu gibi günahları sebebiyle onlara tarafımızdan elem verici bir azap isabet edecektir.”


Tufan Hakkında İlim Ne Diyor?
İhtiyar dünyamızın yaşı, Kozmik (ateş) safhası hariç, üç milyar yıl civarında tahmin edilmektedir. Bu uzun zaman içerisinde dünyamızın müteaddid defalar, Transgerissiyon (Deniz basması) ve Regressiyon (Deniz çekilmesi) olaylarına sahne olduğunu, Jeoloji ilmi tesbit etmiştir. Deniz basması hadisesinden sonra, denizlerin çekilmesi hadisesinin yüzlerce yıl devam ettiği gibi, bir kaç ay gibi kısa bir zaman sürdüğü de yine ilmen sabittir. Jeoloji ilmine göre yeryüzünde insanın yaratılışı Kuvaterner (Dördüncü zaman) in Holosen Devri ortalarına raslar. Yeryüzü son olarak insanın yaratılışından bir müddet sonra, kısa süreli bir deniz basması ve çekilmesi hadisesine şahit olmuştur.

Deniz bastığı zaman, O sahalarda tortul kayalar meydana gelmekte ve bunların kalınlığı bu deniz basması ve çekilmesi hadiselerinin zamanını vermektedir ki son deniz basması hadisesinde meydana gelen tortul kayaların kalınlığı bu hadisenin birkaç ay gibi kısa bir zaman devam ettiğini ortaya koymuştur. Böylece Kur’an-ı Kerimin on dört asır evvel haber verdiği bir hakikat, bu gün ilmi araştırmalarla da tesbit edilmiş oluyor.

Gerçekten dünyamız pek çok safhalardan geçtikten sonra, insanın yaşamasına elverişli hale gelmiştir. Hazret-i Âdemin Dünyaya gönderildiği devreye Dördüncü zamanın Holosen devri diyen ilim, “İnsan neslinin zuhurundan bir müddet sonra, birkaç ay süren bir deniz basması ve çekilmesi hadisesi vuku bulmuştur” derken, büyük ihtimalle altı ay kadar süren Hazret-i Nuh Tufanı hadisesini ifade etmiş olmaktadır.

Deniz basması ve çekilmesi hadiselerine, tortul kayaların yanı sıra sadece denizde yaşayan hayvanların yüksek dağ başlarında bulunması da ışık tutmakta ve isbat etmektedir. Bu fosillerin yaşlarının farklılığı da, bu hadiselerin birkaç defa olduğunu gösterir. Transgerissiyon ve Regressiyon hadiseleriyle, med ve cezir hadiseleri birbirine karıştırılmamalıdır. Bunlar birbirinden farklıdırlar.


Tufanın Kapladığı Alan

Birçok alimlerin görüşüne göre, Tufan hadisesi, Arabistan yarımadası ve civarını içine almıştır. Çünkü o zaman insanlar sadece buralarda yaşıyorlardı. Bu bakımdan Tufan, bütün insanları içine almakla insanlık bakımından umumi olmuş; fakat sadece bu insanların yaşadığı sahayı içine almakla, yeryüzüne nisbetle de hususi kalmıştır. 


Cenab-ı Hakkın izniyle tufanın sona ermesi, geminin karaya oturması ve yeryüzünün yaşamaya elverişli hale gelmesiyle, gemidekiler altı ay sonra, on Muharrem günü, kimsenin burnu bile kanamadan karaya ayak bastılar. O gün kurtuluşlarına bir şükran borcu olarak, oruç tuttular. Yiyecek ve içeceklerden ellerinde kalanın hepsini bir araya getirip, Aşure çorbası dediğimiz yemeği yaptılar. Hayalen o günleri yaşamak ve ibret almak, onların kurtuluşuyla bizim de dünyaya gelmemize vesile olduklarını hatırlayıp hamd ve şükürlerde bulunmak için, Muharremin onuncu gününde bizim de oruç tutmamız sünnet olmuştur.

Yeni Bir Hayat Başlıyor

İnsanoğlunun yeniden çoğalmasına Hz. Nuh 
(Aleyhisselam) sebeb olduğu için, ona, “Ebu’l-Beşer-i Sani” (İnsanoğlunun İkinci babası) veya “Adem-i Sani” (İkinci Âdem) denilmiştir.

Hazret-i Nuh 
(Aleyhisselam) , sabır, sebat ve azimde- nümune-i imtisal idi. Gizli ve açık her yerde Allah’a yalvarır, kalbini bir an bile ondan ayırmazdı. Her işinin başında Bismillah, sonunda Elhamdülillah derdi. Hiçbir halinden şikâyetçi olmazdı. Her halü kârda şükrettiği için, Kur’anda Şekûr (Çok, çok, bol bol şükreden) sıfatıyla tavsif, buyurulmuştur.
Hazret-i Nuh, kırk yaşları civarında peygamber olduktan itibaren, 950 sene hiç yılmadan Risalet vazifesini ifa etmiştir. Sonra Tufana şahit olmuş ve kuvvetli rivayetlere göre, Tufan sonrası altmış senelik bir ömürden sonra Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur. O’nun bütün ömrü, 1050 senedir. Tufandan sonra insanoğlu, Hazret-i Nuh evlatlarından ve onunla beraber olanların neslinden çoğalmıştır. Rivayete göre, Hazret-i Nuh’un oğullarından SAM, Arap, Fars ve Rumların babası; HAM, Sudanlıların babası; YÂFES de Türklerin babasıdır. Dünya üzerindeki milletler, sadece yukarda ismi geçen milletlerden ibaret olmadığına göre, diğer milletler de, Hazret-i Nuh’la beraber kurtuluşa eren mü’minlerin neslinden olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

14 Ocak 2015 Çarşamba

423.HZ.NUH (Aleyhisselam) -3-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Geminin İnşa Edilmesi
Hazret-i Nuh (Aleyhisselam), Cenab-ı Hakkın emri özerine en büyük mucizesi olmak üzere tarihte ilk gemiyi inşa etmeye başladı. Bütün peygamberlere vahiy getirip onlara her zaman yardım eden Cebrail Âleyhisselâm, Hazret-i Nuh’a (Aleyhisselam), 950 senelik daveti esnasında yardımcı olduğu gibi geminin inşasında da Allahın emri üzerine yine yardım ediyordu. O, geminin nasıl yapılacağını tarif ediyor, Hazret-i Nuh (Aleyhisselam) da ona göre gemiyi inşa ediyordu. Sıkıntılı ve elemli günlerde, Hazret-i Nuh’un  (Aleyhisselam) etrafından ayrılmayıp, canları pahasına sabır ve sebat gösteren ihlaslı müminler; geminin inşasında da aynı beraberliği devam ettiriyorlardı. Bu arada kendilerine tebliğ yapılmaktan vaz geçildiği için tecavüzlerini kısmen durduran müşrikler, geminin yapıldığı yere uğradıkları zaman, Hazret-i Nuh ve müminlerle alay ederlerdi. Hazret-i Nuh’a;

-“Ey Nuh, Peygamberlikten vaz geçerek dülger mi oldun?” diyerek sataşırlardı. Müminler de onlara, “Siz yerden ve gökten fışkırarak her yeri istila edecek olan sulara boğulurken, biz şu yapmakta olduğumuz gemi ile, sizi boğan sular üzerinde emniyetle yüzeceğiz. Siz zulmünüz ve küfrünüz sebebiyle, odunu insanlar ve taşlar olan Cehennemde yanarken, bizler Rabbimizin rızasını kazanarak, ebedi Cennetlerde nice nimetlere nail olacağız. Bu suretle, dünyada siz boğulurken, biz kurtulduğumuz gibi; Ahirette de, siz Cehennemde azab çekerken, bizler Cennetlerde Rabbimizin lütfuyla yine mesut olacağız. O zaman biz de sizlerle alay edip sizlerden intikamımızı alacağız” diye mukabelede bulunuyorlardı.

Böylece günler geçti ve nihayet bir gün geminin inşası tamamlandı. Bazı rivayetlere göre bu iş iki veya dört sene devam etmiştir. Sert Abanoz ağaçlarının tahta şeklinde yanyana kuvvetli bağlarla bağlanıp çakılmasıyla- meydana gelen geminin, üç katlı olduğu da rivayetler arasındadır. Hazret-i Nuh’tan, gemisinden ve Tufan’dan tafsilatlı haber veren Hud Sûresinin 40. âyetinde, bu geminin ocağı ve buhar kazanı olduğuna dair de işaret vardır. Ebû Hayyan ve Elmalı tefsirlerinde, bu âyette zikredilen gemi, buharlı gemi olarak tefsir edilmiştir.

Gemiye Biniş
Cenab-ı Hak daha evvel Hazret-i Nuh Peygamber’e, geminin tamamlanıp harekete hazır hâle geldiği ânın, aynı zamanda tufanın başlangıcı olduğunu vahyetmişti. Ve gemiye, iman etmiş kimselerle, onların ehlini ve bütün hayvanlardan birer çift almasını emretmişti. Gemi bitmek üzere iken her türlü hazırlık tamamlanmış, insanlardan ve hayvanlardan gemiye binecek olanlar geminin etrafına toplanmışlardı. Nihayet ilâhi emir gelip gemi harekete geçirileceği zaman, önce her türden bir çift hayvan gemiye yüklendi. Sonra da müminler, “Bismillah” diyerek emniyet içinde gemiye bindiler.

O gün Recep Ayının onuncu günü idi. Gemiye binen müminler, seksen kişi kadardı. Hazret-i Nuh’un 
(Aleyhisselam) 950 senelik uzun bir hizmetinin neticesinde, kendisine mü’minlerden ölenler hariç ancak bu kadar kimse inanmıştı. Hazret-i Nuh, vazifesinin sadece tebliğ, neticesinin ise Allah’a ait olduğunu bildiği için, “Niçin bu kadar az ümmetim var” diye ye’se düşmüyor ve üzülmüyordu. İnsanlara hidayet vermek, Allah’ın vazifesi idi. Kendisi ise ancak bir tebliğ edici idi. Binaenaleyh, “niye bu kadar az sayıda insanı irşat ettin” diye bir hesaba çekilmiyecek; hiç kimse kendisine iman etmese bile, peygamberlik vazifesinin büyük ücret ve mükâfatını alacaktı.

Hazret-i Nuh’un Kâfire Karısı

Hazret-i Nuh’un 
(Aleyhisselam) , Vâile ismindeki karısı, Hz. Nuh’a iman etmemiş olduğu için, gemiye binmedi. Vâile, Hazret-i Nuh’a inanıp O’na dava arkadaşı ve can yoldaşı olacağı yerde, bu liyakati gösteremeyip küfürde israr etmişti. Bununla da kalmayıp, Hazret-i Nuh’un gizli sırlarını kavmin müşrik reislerine ulaştırmakla, O’na ihanet edip arkadan vurmaya da çalışmış idi. Hazret-i Nuh’un yüzüne karşı “Mecnun” diyecek kadar küstahlıkta da ileri gitmişti.

Hazret-i Nuh’un Oğluna son defa hitabı
Herkes gemiye binmiş, tufan başlamıştı. Bu esnada Hazret-i Nuh’un 
(Aleyhisselam) oğullarından biri olan Kenan, bir köşede tek başına duruyordu. Anası gibi o da Hz. Nuh’a iman etmemişti. Şimdiye kadar Ken’an’a sözünü dinletemeyen Hazret-i Nuh; hem babalık, hem de Nübüvvet şefkati ve merhametinin galeyanı sebebiyle, belki son anda imana gelir düşüncesiyle O’na şöyle hitap etti:

-“Ey oğulcağızım, gel, bizimle gemiye bin! İmana gel. Kâfirlerle beraber olma. İşte görüyorsun sular yükselmiye başladı.”

Ken’an ise eski inadında İsrar ediyordu. Babasının kendisine şefkatle uzanan ellerini iterek:

-“Hayır, binmem! Senin gemine bineceğime bir dağa iltica ederim. O dağ beni boğulmaktan kurtarır.” diye cevap verdi.

Hazret-i Nuh O’nu yine ikna etmeye çalıştı.

-“Oğlum bu gün iman ve itaatlariyle Allah’ın rahmet ve merhametine mazhar olanlardan başkası için, kurtuluş yoktur. İnat etmenin manası yok. Bak işte sular etrafımızı sardı bile.”

Hz. Nuh 
(Aleyhisselam) sözlerini bitirmeye kalmadan, kendisi ile oğlu Ken’an arasına büyükçe bir dalga girmiş ve Ken’anı sürükleyip götürmüştü.

İman ve Hidayet Yolu

Hazret-i Nuh Peygamber’in gerek hanımının ve gerekse oğlunun, O’nun bütün gayretlerine rağmen kâfir olarak ölmelerinde, çok ibretler vardır. İnsanlar bizzat kendi iradelerini kullanarak imana talip olmadıkça, Allah kimsenin kalbine imanı zorla koymaz. İmanı elde etmiş kimselerin kalbinden de, hiçbir sebeb yokken, imanı zorla çekip almaz. Kul kendi fiil ve hareketleriyle mü’min olma liyakati kaybederse, Allah da onun kalbindeki iman nurunu söndürür. O kulu küfür karanlıklarına terkeder.

Evet, insanın içinde yaşadığı muhitin ve çevrenin, insan üzerindeki tesiri inkâr edilemez. Ekseriyetle iyi muhitte olanlar iyi, kötü muhitte yaşayanlar da kötü olduğu bir gerçektir. Fakat bu, iyi veya kötü oluş sebeblerinden sadece bir tanesidir. Nitekim bazan aksi de olabilmektedir. İşte Hazret-i Nuh’un karısı ile oğlunun durumları. Bunlar, Peygamber ocağında yaşadıkları ve iyi bir muhitte bulundukları halde, irade ve ihtiyarlarını kötüye kullanarak iman etmemişlerdir. Demek ki, asıl mes’ele; kişinin hür irade ve ihtiyariyle, küfür ve iman yolundan birisini tercih etmesinde düğümlenmektedir, imânı elde etmek için, evvela insanda arzu, cehd, gayret ve takip lâzımdır. Allah’ın O’nu ihsan etmesi işte bu mukaddemeler üzerine tecelli edecektir. İnsan da böylece Mü’min bir kul olacaktır.

Sa’d Taftazani, “Kulun irade-i cüz’iyyesinin sarfından sonra, onun kalbine Cenab-ı Hak tarafından ilka edilen bir nurdur.” diye tarif ederek, bu gerçeği, en güzel şekilde ifade etmiştir.

Hazret-i Nuh’un En Büyük Engeli
Hazret-i Nuh’un 
(Aleyhisselam) 950 sene gibi uzun zaman devam eden tebliğ vazifesinde karşılaştığı güçlüklerde ve çektiği eza ve cefalarda ve nihayet, “Ya Rab, Ben artık mağlup düştüm” demesinde; karısının ve oğlunun kâfir oluşunun ve kâfirler hesabına, aleyhinde çalışmasının da bir ölçüde tesiri olmuştur. Hazret-i Hatice Validemizin Resûl-i Ekrem’e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) daha ilk andan itibaren bütün ruhu canıyla yardımcı olup elinden gelen her türlü yardımı yapması gibi; karısı Vâile ve oğlu Ken’an da Hazret-i Nuh’a yardımcı ve destek olsaydılar, herhalde Hazret-i Nuh’un çektiği eza ve cefalar, bir derece daha hafifleyecekti.

Dahildeki huzursuzluk, insana hariçten gelen huzursuzluktan daha tesirli ve yıkıcıdır. Hariçteki huzursuzluklar, kapıyı örtünce dışarda kalır. Evinde huzur varsa, insanın bütün üzüntüsü, elemi, ızdırabı hafifler. Vazifeye devam için taze bir kuvvet ve zinde bir şevk alır. Ama dışardaki can sıkıntısı ve yorucu haller, evde de devam ederse şevk ve azim kırılır, muvaffakiyet azalır.

İşte Hazret-i Nuh, dışarda putperest ve zalim bir kavime, içerde de onlarla işbirliği yapan oğlu Kenan ve karısı Vâile’ye karşı çetin bir mücadele vermek zorunda kalmıştı.


Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Ocak 2015 Salı

422.GÜNAHLARIN AFFI İÇİN 20 HASLET

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

“Allahu Teala’nın yüce rahmeti ile bir kimse mecburiyetten dolayı bir günaha müptela olur, fakat yapmış olduğu işe pişmanlık duyar ve kendini suçlu kabul edip, bu günahlardan kurtulmak için gayret gösterirse, umulur ki, o kimse de tevbe edenlerden sayılacaktır.

O halde geçmiş günahlara tevbe etmek ve gelecekteki günahlardan sakınma hususunda ümidi yitirmemek her müslümanın vazifesidir. Ne kadarı mümkün ise, hemen o kadarla işe başlamak gerekir.

Ahmed Numani bir kitabında şöyle yazıyor: “Zamanımızda isyan ve günah denizleri taşmaktadır. Onun dalgaları dört bir taraftan insanları kuşatmıştır. Allah’ın has kullarından başkasının ondan kurtulması artık çok zor hale gelmiştir. Bu yüzden her müslümanın en azından farzları ve vacipleri eda ettikten sonra, günahlara kefaret olan amellerle meşgul olması gerekir. Çünkü kim günahlarına rağmen günahlara kefaret olan bu amellerle meşgul olursa, ona gelen musibetler hafifletilir. O kimse, günahlara müptela olup da kefaret olan amellere ihtimam göstermeyen kimseden daha hayırlı olur.

Allahu Teala şöyle buyuruyor; “Muhakkak iyi ameller, kötü amelleri siler.”(Hud: 114)

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmuştur: “Sizden herhangi bir günah meydana gelirse, ardından Salih bir amel işleyin ki, o Salih amel günahı silsin.”

Günahlara müptela olup da, onlara kefaret olan amellerle meşgul olan kimse, ilaç kullanıp da perhiz yapmayan hastaya benzer. Böyle bir kimse, hiç ilaç kullanmayıp perhiz yapmayan ve yarası büyüdüğü halde üzerine merhem sürmeyi düşünmeyen kişiden kat kat daha iyidir. -Muhammed Şefi Diyobendi-


M.Ş. Diyobendi "Günahlardan Kurtuluş"adıyla yayınlanmış olan risalesinde "affa vesile olan bazı hasletleri şöyle sıralamış: 

1-Güzel bir şekilde abdest almak

2-Ezan okunurken dua: Kim, müezzinin “Eşhedu en la ilahe illallah” dediğini işittiğinde “Eşhedu en la ilahe illallah ve enne Muhammeden Resulullah. Radiytu billahi Rabben. Ve bil İslami dinen ve bi Muhammedin nebiyyen ve resulen” diye dua ederse geçmiş günahları bağışlanır.

3-Cemaatin imamla beraber Âmin demesi

4-Kuşluk namazı kılmak: Güneşin yükselmesinden günün yarısına kadar geçen zamanda kılınan namaza kuşluk namazı denilir. Bir hadis rivayetinde şöyle buyrulmuştur: “Bir kimse sabah namazını kıldıktan sonra olduğu yerde oturur, hiçbir dünya kelamı konuşmaz ve güneş yükseldikten sonra iki rekât namaz kılarsa, günahları deniz köpüğünden fazla olsa da bağışlanır.(Beyhaki, Ebu Davud, Müsnedi Ahmed)

5-Tesbih namazı kılmaya devam etmek

6-Ramazan orucunu tutmak

7-Ramazan ayında geceleri ibadetle ihya etmek

8-Kadir gecesini ihya etmek

9-Arefe günü oruç tutmak

10-Hac farizasını eda etmek: “Kim Allah için hac yapar, hac esnasında fahiş söz söylemez ve günah işlemezse o, anasından doğduğu günkü gibi günahsız olarak Hac’dan döner.”(Buhari-Müslim)

11-Makam-ı İbrahim’de iki rekât namaz kılmak

12-Arefe ve Müzdelife’de vakfe yapmak

13-Haşr suresinin son ayetlerini sabah ve akşam namazı sonrası okumak

14-Çocuklarına Kur’an öğretmek: Hz. Enes’ten rivayet edilen bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Kendi evladına Kur’an öğreten kimsenin geçmiş günahları affolacaktır. Çocuğunu hafız yapan kimse, çocuğu bir ayet okuduğunda Allah, o kimsenin derecesini yükseltecektir. Nihayet çocuğun ezberlediği ayet sayısınca cennetteki derecesi yükselecektir."(Taberani)

15-Müslümanın hacetini gidermek

16-Yoldan eziyet verici şeyleri kaldırmak: “Müslümanların yolundan çalı veya diken gibi eziyet verici şeyleri uzaklaştıran kimsenin günahları affolur.(Tergib ve Terhib, İbn Hibban)

17-Yolculukta hastalanmak

18-Müslümanların birbiriyle ihlâsla musafaha yapmaları

19-Âmâya yol göstermek: “Kim bir âmânın elinden tutar ve onun kırk adım götürürse ona cennet vacip olur.(Camius Sagir, Taberani, Ebu Ya’la, Ebu Nuaym)

20-Doksan yaşına ulaşmak: Hz.. Enes’ten gelen bir rivayette şöyle buyrulmuştur: Kim Müslüman olarak elli yaşına ulaşırsa Allahu Teala o kimsenin hesabını kolaylaştırır. Altmış yaşına gelince Allahu Teala o kimseye inabe(kendisine yönelmesi) için tevfik verir. Kişi yetmiş yaşına ulaşınca, Allahu Teala onu sever ve gök ehli de onu sevmeye başlar. Sonra seksen yaşına gelince, Allahu Teala onun hasenatını kabul buyurup, seyyiatını bağışlar. Doksan yaşına gelince, geçmiş günahları mağfiret olunur ve o kimseye Allahın azadlısı denilir ve ailesi hakkındaki şefaati de kabul edilir.”


Kaynak:
Günahlardan Kurtuluş- M. Ş. Diyobendi

Dinimiz İslam'dan faydalanılmıştır

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

12 Ocak 2015 Pazartesi

421.ALDIRIŞ ETMEDİĞİMİZ BAZI GÜNAHLAR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Günahların normalleştirildiği elim bir zaman dilimi olan ahirzamandayız. Pakistan’ın “Müftü-i Azam” lakablı dev âlimi Muhammed Şefi Deobendi(v:1976) bu durumu şöyle anlatıyor: “Bir taraftan günah fırtınaları kopmakta, dindarlara dünya yaşanmaz hale gelmekte, diğer taraftan kötü amellerin neticesi zelzele,veba, adam öldürme ve zillet gibi musibetler şeklinde Müslümanlara musallat olmaktadır."

Islah için çalışmak, çölde kaybolan ve boşa giden bir sese benzemektedir. Sadece “falan iş günahmış” diye hiçbir kimse en ufak zevkini dahi terketmeye razı gelmemektedir. Pek çok günah var ki, bizler sadece cahilliğimizden ve gafletimizden dolayı onlara bulaşmaktayız. O günahları işlemekte ne bir dünyevi fayda ve arzu elde edilmekte, ne de onları terk etmekte bir zorluk ve meşakkat vardır. Sadece Müslümanların onun günah olduğunu bilmesi ve onu terk etmeye niyet etmesi gerekir.”


 İşte bilmeden, cahillikle veya aldırış etmeden yaptığımız günahlar: 
1-Malayani: Lüzumsuz konuşmalar ve işler..Resulullah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem): “Kişinin faydasız işleri terk etmesi, onun İslami(hayatının) doğru ve sahih olmasının alametidir.”buyurmuştur.(Tirmizi- İbn-u Mace)  Yine ferman etti ki: “Her kim bir mecliste oturur da, bir an bile Allah’ı anmazsa, kıyamet günü bu meclis o kimse hakkında hasret ve pişmanlığa sebep olacaktır.”

2-Alay etmek: Alay etmenin çok çeşitleri vardır:

a-Birinin yürüyüş tarzını, oturup kalkmasını ve gülüp konuşmasını taklit etmek veya dış görünüşü, şekil ve suretiyle alay etmek.
b-Birinin konuşma ve hareketlerine gülmek..
c-Göz, el ve ayak işaretleriyle birinin ayıbını meydana çıkarmak.

3-Kusur Aramak ve Rüsvay etmek

4-Gizlice birini dinlemek: Hadis-i Şerifte buyruluyor ki; “Her kim bir şahıstan konuşmasını gizlediği halde, o, herhangi bir hile ile onu dinlerse, kıyamet günü onun kulaklarına eritilmiş kurşun damlatılacaktır."

5-Birini soyundan dolayı kötülemek

6-Kendi soyunu inkar edip başka bir soydan olduğunu söylemek

7-Birinin evine izinsiz girmek ve bakmak

8-Sövüp saymak ve çirkin sözler sarf etmek. Resulullah    
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem): “Mümin ayıplamaz, lanet etmez, sövmez ve çirkin söz söylemez” buyuruyor.(Tirmizi)


9-Herhangi birisine veya bir hayvana lanet etmek: 

“Allah’ın belası, lanet olasıca, melun herif, başına ateş düşsün, gazaba uğrayasın” vs. gibi beddualar. Bütün bunlar lanet kelimeleridir. Bunların kullanılmaları haramdır. Söyleyen kişinin hem dünyada hem de ahirette helak olmasına sebeptir.

10-Söz gezdirme ve koğuculuk: Hadiste:“Yalancılık yüzü kara çıkarır. Söz gezdirmek ise kabir azabına sebep olur” buyruluyor.
(Taberani)

11-Kötü lakaplarla insanları çağırmak. İmam Nevevi (R. Aleyh) Kitab’ul Ezkar’da şöyle yazıyor:
“Kişiyi sevmediği lakapla anmak, âlimlerin ittifakıyla haramdır. O lakapla, ister kişinin hâli ve vasfı zikredilsin, isterse ana babasının, hüküm değişmez.”

12-Âlimlere ve velilere saygısızlık etmek: Hadis Hafızı İmam İbn-i Asakir diyor ki: “Allahu Teala’nın malum ve meşhur olan bir âdeti de, alimlerin kusurlarını araştıran ve onların haysiyetiyle oynayan kimseleri rezil ve rüsvay etmesidir.”

Muhammed Şefi, şu önemli ikazı da yapmakta: “Bununla yetinmeyip, ümmet “hizipleşme” denilen büyük azaba düçar olmuştur. Ümmet guruplara ayrılmış ve her guruptaki insanlar, saygı ve hürmetle ilgili bütün ayet ve hadisleri sadece kendi guruplarının âlimlerine ait olduğunu zannetmeye başlamışlardır. Kendi âlimleri dışındaki âlimlere ne kadar dil uzatılsa da hiç ilgilenmemektedirler.”

13-Ayeti kerime ve hadis-i şerif yazılı kâğıtlara saygısızlık etmek.

Muhammed Şefi hazretleri bu konuda “Mektup yazarken Allahu Teala’nın ismini yazmak yerine “bifadlihi teala” veya “bismihi teala” yazılabilir” diyor. Mektupların yere düşebileceğinden dolayı.

14-Yolları veya insanların oturup kalktıkları yerleri kirletmek: Bir hadis-i şerifte Resulullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)“Lanete sebep olan üç şeyden sakının” buyurdu. Sahabe-i Kiram; “Onlar nelerdir ya Resulullah?” dediler. Buyurdular ki; “Su kenarlarına, yollara, insanların oturup kalktıkları gölgeliklere kaza-i hacet yapmaktır”

“Burada geçen günahın sadece kaza-i hacet gidermekle ilgili olmayıp, insanlara eziyet veren her şey buna dâhildir; Tükürmek ve sümkürmek, nefret verici şeylerin ve meyve kabuklarının insanların geçtiği, oturup kalktığı yerlere atılması da bu günaha dâhildir. Maalesef hiçbir Müslüman bunun günah olduğunu bilmemektedir.”

15-İdrar çırpıntılarından ve damlalarından kaçınmamak.

16-Canlı bir yaratığı ateşe atmak.

17-Yalancı şahitlik: “Bir doktorun hasta olmayan birisine hasta raporu vermesi de yalancı şahitliktir. Kopya çekmek de yalancı şahitliktir. Hak edilenden daha az veya daha fazla puan vermek de yalancı şahadettir. Halka erzak ve yardım dağıtımında muhtarların ve mahalle halkının görüşü alınarak muamele yapılmaktadır. O halde, müstahak olmayanlar hakkında gerçeğe aykırı yazılar yazmak da bir nevi yalancı şehadettir. Zayıf, cılız ve sağlıksız hayvanların kesimi için, yetkili makamın sağlıklı olduğuna dair belge vermesi de yalancı şahitliktir. Gözünün önünde yapılmamış olan muamele evraklarını “görüldü” diye imzalamak da yalancı şahitliktir.

18-İnsanların geçtikleri yolları daraltmak. Yollara gelişi güzel araba park edip trafiği engellemek de aynı hükme girer.

19-Eksik ölçüp tartmak. Selef-i Salihinden bazıları bu kimseler hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Bir dâne karşılığında, cennetin nimetlerini feda edip, cehennemin acıklı azabını satın alanlara yazıklar olsun.”

Selef-i salihinden biri de şöyle anlatmıştır: “Ölüm döşeğinde yatan bir hastanın ziyaretine gitmiştim. Ona kelime-i şehadeti telkin etmeye başladım. O kelime-i şehadet getirmeye çalıştıysa da dili bir türlü dönmedi. Biraz sonra kendisine gelince “Sana kelime-i şehadeti telkin ettiğimde niye söylemedin” deyince, “dilimin üzerine terazinin dili konuldu. Bundan dolayı kelime-i şehadeti getiremedim” deyince “Aman Allahım! Sen eksik mi tartardın” dedim. O da cevaben; “Hayır! Vallahi asla öyle değil. Sadece uzun zaman terazime ayar çekmediğimden az bir şey fark ediyordu” dedi.

Kaynak:Tatsız Günahlar- M. Ş. Deobendi-terc: Muhammed Ceren

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Ocak 2015 Pazar

420.BAŞIMIZA GELECEKLERİ DÜŞÜNMELİYİZ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Dünyâ hayâtı çok kısadır. Her günü geçip hayâl olmaktadır. Her insanın sonu ölümdür. Bundan sonrası da, yâ dâimî azâb veyâ ebedî ni’metlerdir. Bunların vakitleri de, herkese süratle yaklaşmaktadır.

Bu sebeple her insânın, kendine merhamet etmesi, aklından gaflet perdesini kaldırması, bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan kurtulmaya çalışması ve Hakkın hak olduğunu da görerek, ona tâbi olması, sarılması lâzımdır. İnsânın kendisi için vereceği karâr, çok büyük, çok mühim ve vakit de, çok azdır. Dünyâya gelen her insân, muhakkak ölecektir. Bunun için insânın, öldüğü vakti düşünmesi, başına geleceklere hâzırlanması gerekir.

Şunu hiç kimse unutmamalıdır ki, Hakka tâbi olmadıkça, ebedî, sonsuz azâbtan kurtulmak mümkün değildir. İş işten geçtikten sonra pişmân olmanın faydası olmaz. Son nefeste hakkı tasdîk etmenin, îmân etmenin bir faydası olmadığı gibi, bu zamandaki îmân da, kabûl olmaz. Ancak Müslümân olanın, ölüm ânında, günâhlarına tövbe etmesi, kabûl olur.

Her insânın, başına gelecekleri düşünmesi, ömrü tükenmeden, aklını başına toplaması lâzımdır. Zira etrâfında gördüğü, konuştuğu, sevdiği, korktuğu kimselerin hepsi, birer birer ölmekte ve birer hayâl gibi, gelip gitmektedirler. Şems-i Tebrîzî hazretleri, bir gün dostlarına, sevenlerine şöyle nasîhatte bulunur:

“Âhireti terk edip, dünyâya tâlib olanlara, mal kazanıp zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhirete tâlib olanlara da, ibâdet yaparak,İslâma hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü teâlânın tâliblerine, Ona kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur.

İlmi taleb edenlere, yâni âlim olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr olmak ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü, kim ilim öğrenmek arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Huzûra kavuşması için her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır.
Her kim kendini üstün görürse, onun sonu zillete düşmektir. Hesapsız, sonunu düşünmeden malını sarf edenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder, kanâatkâr olursa, sonunda zenginliğe ulaşır.
Herkesin, kendisinde bulunan iki şeyden birisini öldürüp, diğerini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi, kontrol altında tutması gereken, nefsidir. Çünkü nefsi kontrol etmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen şey de, gönüldür. Çünkü gönlü ölü olanların mesût ve bahtiyâr olması düşünülemez.”


Ali bin Muhammed hazretleri, kendisinden nasihat isteyen bir gence hitaben buyurur ki:

“Ey oğul, körpe ve tâze olan şu gençliğinle gururlanma. Her şeye gücünün yetmesi, seni aldatmasın. Senden önce, gençlerin pekçoğu saçı sakalı ağarmadan bu dünyâyı terk etti. Genç ve tâze bir fidanken göçüp gittiler. Sen de, sonu harâb olacak olan bir evi yani dünyâyı tamir etmeye çalışma!”

Netice olarak her insânın, ebedî, sonsuz ateşte yanmanın, ne büyük bir azâb ve sonsuz ni’metler içinde yaşamanın da, ne büyük bir ni’met olduğunu iyi düşünmesi lâzımdır.

Bunlardan birini seçmek, şimdi insanın elindedir. Herkesin sonu, bu ikisinden biri olacaktır. Bundan kurtulmak imkânsızdır. Bunu düşünmemek ve tedbîr almamak ise, büyük câhillik ve cinnettir.

O.Ünlü

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

9 Ocak 2015 Cuma

419.HZ.NUH (Aleyhisselam) -2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Ücretim Allah’a Aittir
Hazret-i Nuh’a yapılan bu itirazın altında: “Siz fakirsiniz, bizse zenginiz; bu nübüvvet iddiasıyla bizim mallarımızı elimizden alacaksınız.” şeklinde bir endişe de yatmaktaydı. Hz. Nuh onların bu endişelerini izale için şöyle diyordu:

-“Sizler benim hakkımda kötü zanlarda bulunuyorsunuz. Ben sizden tebliğ vazifesi mukabilinde, maddi bir menfaat istemem. Çünkü benim ücretim Allah’a aittir, bunda hiç şüpheniz olmasın. Benim bunca gayretim, sizin dünya ve ahiret menfaatiniz içindir. Siz böyle kötü zanlara ve yersiz endişelere kapılarak, beni yalanlayıp ahiret saadetinden mahrum kalmayın”.

Hazret-i Nuh’un bu cevapları, bazı hakperest kimseler üzerinde, derhal tesirini gösteriyor, onların hakka teslim olmalarına sebeb oluyordu. Neticede, muannit müşrikler, bu gibi itirazların Hz. Nuh’a davasını anlatmak için fırsat verdiğini görerek, bu taktikten vazgeçtiler; yeni bir stratejiye baş vurdular. Güya imana girmelerine, Hz. Nuh’a hep fakirlerin tabi olmaları mani oluyormuş gibi:

-“Ya Nuh, sen başından o fakirler topluluğunu kov! Biz onlarla beraber bulunmayı, bir zül telakki ediyoruz. Onları kovarsan biz de imana geliriz” diye sinsi bir teklifte bulundular.

Aslında niyetleri, imana gelmek değildi. Bu, sadece Hazret-i Nuh’la müminlerin arasını açmak içindi. Fakat Hazret-i Nuh, onların bu sinsi tekliflerini şiddetle reddetti.

-“Ben onları asla kovamam. Onlar ahirete ve Allah’a inanan kimselerdir. Allah’a iman edenlerin şanı ise, çok yücedir. Rableri onlara ahirette nice nice nimetler hazırlamıştır, halbuki sizler, üstünlüğü, geçici ve fani mal ve mevkilerde arıyorsunuz. Ne iman edenlerin kadrini ve ne de onları ahirette bekleyen nimetleri bilmiyorsunuz. Allah’a ve ahirete inanmadığınız halde, böyle bir teklifte bulunmanızın manası nedir? Böylesine kıymetli ve aciz olan mü’minleri sizin hatırınız için yanımdan kovarsam, beni Allah’ın azabından kim kurtarır? Şunu iyi bilin ki, sizlerin hepinizi şu halinizle onların bir tekine bile tercih etmem”.
Bu sözler, Nuh kavminin ileri gelenlerini kızdırıp, köpürtmeye yetmişti. Hz. Nuh’u açıktan açığa tehdide başlamışlardı.

-“Ey Nuh, eğer sen bu davandan vazgeçmezsen, seni öldürmekte asla tereddüt etmeyiz.”

Fakat bütün bu tehditler de bir fayda vermiyor, Hz. Nuh’u davasından alıkoyamıyordu. Bazı yeni taktikler denemeleri gerekmekteydi. Nihayet bunu da bulmakta gecikmediler. Nuh kavminin ileri gelenleri, kalpleri tevhit inancına meyilli olan kimseler arasında dolaşmaya ve onlarda “kavmiyetçilik” ve “atalara bağlılık” gibi hisleri tahrik etmeğe başladılar. Onlara; Vedd, Süva, Yeğüs, Yeuk, Nesr adındaki putları asla terk etmemeyi, asıl mabutlarının bunlar olduğunu, atalarının inancı bunlara tapmak olup bunları terketmenin onlara hakaret olacağını anlatarak yoğun bir propagandaya giriştiler. Halkın Hazret-i Nuh’a olan teveccühünü ve sempatisini kırmağa çabaladılar.

Bu yol, başlangıçta bir parça tesirli oluyordu. Çünkü kendi kendilerine ve geçmişlerine kusur ve cehalet isnat etmek, her insanın kolayca hazmedeceği bir şey değildir. Fakat bu taktik de başlangıçta biraz tesirli olmakla beraber Hz. Nuh’un ateşin beyanları karşısında tesirini yitirmişti.


Zalimlerin Müminlere Cefaları

Müşrikler, nihayet son çare olarak, suçları sadece Hz.Nuh’a inanmak olan bu masum insanlara zulüm ve cefaya başladılar. Onları bu sayede hak yolundan döndüreceklerini zannediyorlardı. Hz. Nuh’a gönülden inanmış ve etrafında pervane gibi dönen müminler ise, maruz kaldıkları bu eza ve cefalardan kat’iyyen yılmadılar. Hz. Nuh’la beraber, putperest zalimlere karşı açıkça meydan okudular.


Kırk Sene Süren Kıtlık

Nuh kavminin, Hazret-i Nuh’a ve ashabına eziyet ve işkenceye başlamaları üzerine, Cenab-ı Hak kırk sene yağmurları kesti. Bu müddet zarfında onların malları ve hayvanları helak oldu. Bağları-bahçeleri kurudu, kadınları doğum yapmaz olup nesilleri kesildi. Bir zamanlar Hazret-i Nuh’la alay edip O’nu yalanlayanlar, şiddetli bir kıtlığa duçar oldular. Geçim sıkıntısından ne yapacaklarının şaşkınlığı içinde, ister istemez Hazret-i Nuh’a müracaat ederek, bu tahammül sınırını aşan sıkıntılardan nasıl kurtulabileceklerini sordular, Hz. Nuh da şöyle cevap verdi;
-“Ey kavmim, başınıza gelen bunca belalar, işleyegeldiğiniz günahlar ve kusurlar yüzündendir. Allah’a ibadeti bırakıp putlara taparak Kâinatı yaratan Cenab-ı Hakkı gazaplandırdınız. Bu sebebden yağmurlar kesildi. Sizin yüzünüzden masum hayvanlar da zarar gördü. Ama sizin rabbiniz günahları affedici, Rahim ve Kerim’dir. Rabbinizden kusur ve günahlarınızın bağışlanmasını isteyin ki, sizi affedip üzerinize
 rahmet yağmuru göndersin. Mallar ve evlatlar ihsan ederek imdat etsin. Sizin için Cennet gibi bağlar-bahçeler ve onların arasından şırıl şırıl akıp etrafına Allah’ın izniyle hayat bahşeden nehirler yaratsın”.
-“Ey kavmim, ne oldu size ki, Allah’ın büyüklüğünü bir türlü anlıyamıyorsunuz. Size dünyada ve ahirette sonsuz nimetler ihsan edecek Rabbinize ibadet etmeyip putlara tapıyorsunuz. Bu size hiç yakışır mı? Halbuki Allah’ın büyüklüğüne ve Hak Mabud olduğuna o kadar çok deliller vardır ki, saymakla bitmez. Siz kendi yaratılışınıza bakıyor musunuz? Sizi yoktan var eden, sıra ile toprak, sonra nebat, sonra gıda, sonra nutfe, sonra kan pıhtısı, sonra et parçası, sonra etle karışık kemik yığını ve sonra da ahsen-i takvim üzere insan suretinde yaratan Allah, sizi sayısız cihazlar ve duygularla teçhiz etmiştir. Sizi böylesine ulvi makama yükselten Allah daha yüksek makamlara çıkaramaz mı ki, O’na inanmıyor’ ve ibadet etmiyorsunuz.”
-“Eğer bu ince hakikatları anlamakta güçlük çekiyorsanız, başınızı kaldırıp Cenab-ı Hakkın gök yüzünü nasıl tabaka tabaka yarattığını, ayı ve güneşi size nasıl ısındırıcı ve ışık verici bir lamba ve soba yaptığını ve her zaman görüp durduğunuz binlerce yıldızları direksiz nasıl durdurduğunu düşünün. Bütün bunları yapan yer ve göklerin yaratıcısını, hâlâ tanımayacak mısınız?”

-“Ey kavmim, Gök yüzüne bakarak da Allah’ın bir ve ortaksız olduğunu anlıyamadınızsa, hiç olmazsa her zaman muhtaç olduğunuz ve bütün gün onun için çalıştığınız rızkınıza bakın. Eğer yeme-içmeyi terk etseniz hayatınız sona erer. Başlangıçta topraktan yaratıldığınız gibi, hayatınız yine topraktan biten gıdalarla devam ediyor.”


Hazret-i Nuh bütün fesahat ve belagati ile hakikati kabul ettirmek için delil üstüne delil getiriyor; kavminin, bu kıtlık münasebetiyle acz ve zaaflarını anlayıp kendine müracaat ettikleri bu anı, değerlendirmeye çalışıyordu. Onları hakka davet için bundan daha güzel fırsat olamazdı. Kavmine geniş geniş vaaz ve nasihatta bulunduktan sonra, nihayet sözlerini şu şekilde bitirdi:

-“Nihayet bir gün ölecek kabre gireceksiniz. Rabbiniz sizi bir müddet kabirde beklettikten sonra, oradan çıkaracak ve amellerinizin ceza veya mükâfatını verecek. Ey kavmim, artık insafa gelin, Allah’a iman edip, putlara tapmaktan vazgeçin, sizi bekleyen dehşetli bir belâdan Allah’a sığının.


Nuh Kavminin Son Cevabı
Fakat ne yazık ki, 
Nuh kavmi, öne sürülen bütün bu delillerden zerre kadar müteessir olmadılar. Bilakis Hazret-i Nuh’a çok kızdılar. “Senin bize imana davet etmekten ve azabla korkutmaktan başka bir şeyin yok mu? artık yeter” dercesine Hazret-i Nuh’a şiddetle çıkıştılar:

-“Ey Nuh gerçekten bizimle çok mücadele ettin, bunda da oldukça ileri gittin. Bu işe başladığın günden beri, bizi devamlı olarak azabla korkutup durdun. Artık sabrımız taştı. Eğer sözünde doğru isen, şu azabı getir de görelim. Artık ne olacaksa olsun”

Görüldüğü gibi, Allah’a inanmayan 
Nuh kavmi, Hz. Nuh’un sık sık haber vermiş olduğu, Allahtan gelecek ilâhi azaba da inanmıyordu. Hz. Nuh’da ise, zaten böyle bir felâketi gerçekleştirecek ne kuvveti, ne de imkânı görmüyorlardı. Şu halde azab haberi, onlara göre kuru bir tehditten başka bir şey değildi. Hz. Nuh, haber verdiği ilâhi azabın vukuuna, kendi şahsının bir tasarrufu imiş gibi bakıldığını görünce, bu yanlış kanaati düzeltmek için, şöyle dedi:

-“Ey kavmim, size azabı ben değil; yerin, göğün ve her şeyin Yaratıcısı olan Allah getirir. Ey insanlar, felaket gelip size çatınca, ne ile mukabele edeceksiniz. Felâketten kaçıp kurtulacak bir yeriniz mi var? Kaçacağınız her yer, Allah’ın mülküdür. Eğer Allah sizin zulüm ve taşkınlığınızdan dolayı, sizin helakinize hükmetmiş ise, artık benim yapabileceğim hiç bir şey yoktur. Siz iradenizi kullanıp gönül rızasıyla imana girmezseniz, sizi kimse imana getiremez ve başınıza gelecek olan bir azaba da mani olamaz.”


Hazret-i Nuh Peygamber in Duası

Hazret-i Nuh, peygamberlik vazifesine başladığı günden beri hep böyle güzel nasihatlarla yılmadan usanmadan kavmini hakka davet ediyordu. Onlar ise durmadan onu yalanlıyor, alay ediyor ve hattâ hakaret ediyorlardı. Zaman zaman şiddet de kullanıyorlardı. Bu durum 950 senedir devam edip geliyordu. Hazret-i Nuh, bu müddet içinde kavminin ıslahı için yapılabilecek her şeyi yapmıştı. Son olarak kavmi, kendisini zorla tebliğden men’edince ve ilahi azabın gelmesini açıkça istemeğe başlayınca, artık onların ıslahından, tamamıyla ümidini kesti. Cenab-ı Hakka şu şekilde dua etmeye başladı:

-“Ey Rabbim, artık bu zalim kavme karşı mağlup düştüm! Daha evvel vadetmiş olduğun yardımı yap. Bunlar bana kesin olarak isyan ettiler. Sana ibadet etmemekle kalmayıp putlara da taptılar. Ya Rab, artık sen o zalimlerin dalâlet ve helakinden başka bir şeylerini artırma. Yeryüzünde kâfirlerden tek kimseyi sağ bırakma. Şayet onları bırakırsan, o zalimler sana ihlasla ibadet eden kullarını da yoldan çıkarır, insanlar arasında fesat çıkarmak ve kötü nesil yetiştirmekten başka hiç bir şey yapmazlar.”
-“Ey Rabbim, Kavmim beni kafi olarak yalanladı. Artık onlarda hakkı kabul edecek bir kabiliyet kalmadı. Artık benimle onlar arasındaki hükmü sen ver de beni ve beraberimdeki müminleri kurtar. Ey Rabbim, Beni, anamı, babamı, iman etmiş olarak evime girip çıkanları, kıyamete kadar gelecek erkek ve kadın müminleri, sen 
mağfiret eyle! Zalimlerin de helakinden başka bir şeylerini artırma.”
Cenab-ı Hak Hazret-i Nuh’un bu duasına cevap olmak ve bundan sonra ne yapacağını bildirmek üzere ona şöyle vahyetti:

-“Ey Nuh, bundan sonra senin kavminden hiç kimse, artık asla sana iman etmiyecektir. Sen üzüntüyle kendini mahvetme. Yalnız bizim nezaretimiz altında, sana talim ve vahyettiğimiz şekilde bir gemi yap. Sonra yer ile gök birbirine karışıp zalimler helâk olurken şefkat ve merhametinden dolayı boğulan zalimler hakkında ve onlar lehinde bana sakın bir niyazda bulunma. Çünkü onlar bunu hak ettiler.”


Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Ocak 2015 Perşembe

418."HUŞU" NAMAZIN SIRRI VE RUHUDUR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Namaz hûşu ve hudû ile kılınmalıdır. Hûşu namazın sırrı ve ruhudur. Kur'anı Kerimde; "Allah'ın huzurunda tam hûşu ve hudû ile durun" buyurulmaktadır.
(Bakara, 238) 


Bazı alimler hudû zahiri eğilmek, hûşu ise, manevi ve ruhi eğilmektir, derler (Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İnn-i Mace Tercemesi ve Şerhi, c 3, s 348). 
Bazı Alimler ise, hûşu azalarla; hudû ise kalple olur, demişlerdir. Veya hûşu gözle, hudû diğer azalarla olur.

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- , "Hûşu ancak, namazda (uzuvlarını) hiç kımıldatmayan ve tevazu içinde olan kimseler için tahakkuk eder." buyurmuştur.

Felah, namazlarını hûşu ile kılanlara mahsustur. Namazlarında hûşu'a riayet etmeyenler felaha eremezler. Hûşuun bulunmaması felahın da yokluğu demektir. Bu konuda Kur'anı Kerim;

"Namazlarını hûşu ile kılan müminler kurtuluşa ermişlerdir." buyrulmaktadır. (Mü'minun,1)

Bu ayet-i kerime nazil olmazdan önce sahabe-i kiram namazda gözlerini gökyüzüne kaldırıyorlar, sağa sola bakınıyorlardı. Ayet-i Kerimenin nazil olmasından sonra artık gözlerini secde mahalline çevirmeye başladılar.

Abdullah Bin Ömer bu ayet-i kerimenin izahında şöyle der: "Sahabe-i Kiram, namaz için ayağa kalktıklarında başka hiçbir şeyle ilgilenmezler, bütün varlıklarıyla kendilerini namaza verirlerdi. Gözlerini secde yerine dikerler ve Allah'ın kendilerine baktığını kabul ederlerdi."

Namazda ayakta iken secde yerine, rükûda iken ayaklara, secdede iken burun ucuna, otururken iki elleri arasına bakmalıdır. Bu söylenilen yerlere bakıp ta gözler etrafa kaymazsa, namazda hûşu hali hasıl olabilir, kalp dünya düşüncelerinden kurtulabilir.

El parmaklarını Rükûda açmak ve secdede bir birine yapıştırmak sünnettir. Bunlara dikkat edilmelidir. Parmakları açık veyahut bitişik bulundurmak, sebepsiz boş şeyler değildir. Bizler için İslamiyet'in sahibine uymak kadar büyük bir nimet yoktur. (Sadık Dânâ, Altınoluk sohbetleri 2, s 121).

Hazret Ammar -Radıyallahü anh- 'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Cennette efyah denen bir ırmak vardır. İçinde huriler bulunur. Allah onları zaferandan yaratmıştır. İnci ve yakut taneleriyle oynarlar. Yetmiş bin lisanla Allah'ı tesbih ederler. Sesleri Davud -Aleyhisselamın- sesinden daha güzeldir. Bu huriler şöyle derler:
Bizler, namazı hûşu ve kalp huzuru ile kılanlar içiniz."


Hazret-i Ali -Radıyallahü anh- şöyle buyurur:

"Hûşu olmayan namazda, lüzumsuz şeylerden kaçınılmayan oruçta, tertile riayet edilmeden yapılan kıraatte, günahlardan sakındırmayan amelde, sehavet bulunmayan malda, sıkı bağlılık bulunmayan kardeşlikte, ihlas olmayan duada hayır yoktur."

Müslüman, namazını kalbi ve kalıbı beraber olarak kılmalıdır. Nitekim Hadis-i şerifte: "Kişinin kalbi ve bedeniyle beraber namazda hazır olmadıkça Allah o namaza bakmaz." buyurulur.

Namazda her uzvun tevazu göstermesi ve kalbin de, Allah Teala'dan korku üzere olması lazımdır.
Bir Hadis-i şerifte: "Kişiye namazdan yazılacak ecir, kalp huzurundan başkası değildir."(İhya, I 160)


Diğer bir Hadis-i şerifte: "Kulun kıldığı namazından elde edeceği şey, sadece (namazda oluşunun) şûurunda olduğu anların sevabıdır." buyrulur.

Abdulvahid bin Zeyd:
"Alimler, kulun kıldığı namazdan, onun için sadece şûurlu olarak kıldığı kısımların sevap temin ettiği hususunda ittifak etmişlerdir." demiş ve bu hususta bir icma bulunduğunu söylemiştir.

Sahabelerden Ammar Bin Yasir -Radıyallahü anh- 'ın bildirdiğine göre, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Öyle durumlar olur ki, kişi namazını bitirince defterine kıldığı namazın sadece onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı kadar sevap yazılır."(Darimi, Salat, 91)

Namaz kılanlara, ihlas ve hûşu derecesine göre sevap verilir. Bazılarına ecir ve sevabın hepsi verilir. Bazılarına sevabın yarısı verilir, bazılarına onda biri verilir. Bazılarına hiçbir şey verilmez. Çünkü namazı hiçbir şeyi hak etmemektedir.

Cenab-ı Hakk, farz namazlarının ecir ve sevabını belli bir ölçüye göre vermektedir. Nitekim bir hadis-i Şerifte:

"Allah katında farz namaz için bir ölçü vardır. O namazda ne kadar kusur ve eksiklik varsa, onun hesabı yapılır." buyurulur.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur:
"Kim güzelce abdest alır, rükûları ve secdeleri tam yaparak hûşu ile vaktinde namazını kılarsa, o namaz bembeyaz, parıl parıl bir şekilde göğe yükselir ve sahibine şöyle der:
"Sen beni nasıl geçirmedin, vaktinde kılarak korudun ise Allah da seni korusun."


Kim ki güzel abdest almaz, rükûları ve secdelerini Hûşu ile yapıp, vaktinde namazını eda etmezse, onun namazı da simsiyah zifiri karanlık halinde göğe çıkarak sahibine şöyle der:
"Sen beni zayi ettiğin gibi Allah da seni zayi etsin!"


Allah'ın dilediği zaman gelince bu tür namazlar, bir eski paçavra gibi dürülüp sarılarak sahibinin suratına çarpılır. (et-Terğip ve't-Terhib, I, 339)

Rasulullah (a.s) bir gün adamın birinin namaz kılarken sakalını elleriyle karıştırdığını gördü, buyurdu ki: Eğer bunun kalbin de hûşu olsaydı vücudunun her uzvunda hareketsizlik olurdu.

Rasul-i Ekrem bir buyurdu ki: Kıldığın namazı, en son namazınmış gibi, bir daha namaz kılma fırsatı bulamayacak bir kişinin kıldığı namaz gibi kıl.

Müceddid-i Elf-i Sânî İmamı Rabbani Hazretleri Mektubat'ta şöyle yazıyor: "Secde de ellerin parmaklarını birleştirmeye, rükûda da parmakları birbirinden ayrı tutmaya (birleştirmemeye) dikkat etmelidir. Şeriat parmakları birleştirmeyi ve açık tutmayı lüzumsuz yere emretmemiştir. Yani böyle basit meseleleri bile gözetmek gerekir." Devamla şöyle yazıyor. " Namazda ayakta dururken gözleri secde yerine dikmeli, rükû halinde ayaklara doğru bakmalı,secde yaparken burun hizasına ve otururken de diz üzerindeki ellere bakmalıdır. Tüm bunlar namazda hûşu meydana getirir, aynı zamanda dikkatin dağılmayıp kişinin kendini namaza vermesi mümkün olur."

Biri Hz. Ali'den hûşu nedir? diye sordu.

Hz. Ali: Hûşu kalpte bulunan bir şeydir. Namazda iken donmuş gibi durup hiç bir yana bakmamak ve hiç bir şeyle ilgilenmemek hûşudandır. 


İbn-i Abbas (r.a) hazretleri diyor ki: Namazda hûşulu olan kişi Allah'tan korkan kişidir. Namaz kılarken de hareketsiz duran kişidir.

Hz. Ebû Bekir (r.a) diyor ki: " Rasul-i Ekrem bir keresinde buyurdu ki: Münafıkça hûşudan Allah'a sığının. " sahabe-i Kiram " Münafıkça hûşu nedir? " deyince, dedi ki:" Görünüşte sükunet ve hareketsizlik vardır, ama içeride münafıklık olursa bu münafıkça hûşudur.

Pek çok sahabe ve tabilerden şöyle nakledildi:
 hûşu; sükûn ve hareketsizliğin adıdır.

Kaynak: O. Ersan, Gözümün Nûru Namaz

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Ocak 2015 Salı

417.HZ.NUH (Aleyhisselam) -1-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hazret-i İdris’in as semaya çekilmesinden sonra, onun yolundan ayrılmayan bazı din alimleri, ümmeti irşada devam ettiler. Bu kıymetli alimler, Arap yarımadasının muhtelif bölgelerinde dağınık olarak oturan insanları, iman ve istikamete davet etmek hususunda ellerinden gelen gayreti gösterdiler. Güzel ahlâk ve davranışları ve hoş sohbetleriyle insanların gönlünde yer ettiler. Halk, onlarla konuşmaktan, onlardan bahsetmekten büyük bir zevk duyuyordu. Nihayet her fani gibi, bu alimler de hizmetlerini yapıp, ahiret âlemine göç ettiler. Bunlardan her biri vefat ettikçe, insanlar üzerinde derin bir üzüntü meydana geliyordu. İnsanlar, onları unutamıyorlardı.

Fakat, bu iyi insanların arasında şeytan fikirli, nefisperest, hileci bazı insanların da bulunması, imtihan yeri olan dünya hayatının muktezası idi. İşte bu kötü niyetli insanlar, halkın vefat eden bu din büyüklerine olan halis ve samimi muhabbet duygularını istismara teşebbüs ettiler.

Mü’minlerin ileri gelenlerine sanki onlardan imişler gibi yaklaşarak şöyle dediler:

-“Bu değerli alimlerimizin zamanla unutulacağı ve nasihatlarının tesirlerinin kaybolacağı ihtimali, bizi endişelendirmektedir. Halbuki bunların bulundukları yerlere birer nişan diksek ve hattâ onların bir küçük timsallerini evlerimizde bulundursak hem onlar unutulmamış, hem de halk onların nasihatlarını devamlı hatırlayarak, doğru yoldan uzaklaşmamış olur."


 Böylece altında kötü niyetlerin yattığı bir zararlı fikri telkin ettiler.

İlk bakışta kendilerine güzel ve makul görünen bu fikir, herkes tarafından benimsendi ve çok da taraftar buldu. Bunun üzerine bu alimlerin en büyüklerinden olan Vedd, Süva, Yeğus, Yeuk, Nesr ismindeki kıymetli zatların irşatta bulundukları yerlere aynı isimle, ateşten muhtelif şekillerde yontulmuş heykeller dikildi. Güya feyzlerinden istifadeyi kolaylaştırmak maksadıyla da bunların küçük boydaki suretlerini evlerde bulundurmaya başladılar. Her beldede, halk, farz ibadetlerinin yanı sıra muayyen zamanlarda bu heykellerin etrafına toplanır, o alimlerin nasihatlarını hatırlar ve böylece onların göstermiş oldukları doğru yoldan ayrılmamaya gayret ederlerdi. Evlerindeki küçük heykelleri de bu nasihatları hatırlatıcı ve kendilerini ikaz edici kabul ederlerdi.

İlk Putperestlik
Fakat aradan zaman geçtikçe, bu fikri ortaya atan münafıkların sinsi çalışmaları yüzünden, halkın inanç ve ibadetlerinden değişiklikler meydana gelmeye başladı. Babalarının yaptıklarını görüp aynını taklit eden genç nesil arasında, bu dikili taşlar, Allaha yapılan ibadetlere vesile olmaktan çıktı, insanlar, bu taşların dikiliş gayesini hatırlamaz oldular. Bizzat taşların kendisine üstün sıfatlar izafe etmeye ve onlara tapmaya başladılar. Neticede: Babalarının halis bir niyetle ihdas ettikleri bu âdet, ibadet yerine geçti ve bu dikili taşlar da ma’but hükmünde kabul edildi.

Yeryüzünde Allahı bırakıp putlara tapma adeti, ilk olarak işte bu şekilde başlamış oluyordu.İnsanlar gittikçe azıtıyor kainatta her şey yaratılış gayesine uygun hareket ederken, bitkiler hayvanların imdadına, hayvanlar insanların yardımına koşarken, arz ve sema herşey kainattaki ilâhi nizama zerre kadar isyan etmeden tam bir itaat içinde bulunurken; insanlardan çokları bu şuursuz mahluklardan aşağı düşmüşlerdi. Allaha ibadet etmekten vaz geçip, cansız, şuursuz ve aciz taş parçalarına tapınmak gibi kainatı hiddete getirecek bir küfür ve zulüm çukuruna yuvarlanmışlardı. Bununla da kalmayıp, her türlü fenalığı, ahlaksızlık ve zulmü irtikap eder olmuşlardı.  Cenab-ı Hakkın, “Bir beldeye peygamber gönderip onun vasıtasıyla hakkı duyurmadıkça, o beldenin ahalisini helak etmeyeceği” ne dair va’di olmasaydı, bu zalim ve sefil kavim çoktan helak olmayı haketmişlerdi.

Hazret-i Nuh Peygamber
Hak ve adaletten uzaklaşan bu ahlâksız kavmin içinde Küfe civarında bazı kimseler yaşıyordu ki, bunlar o güne kadar hiç bir zaman Allah’tan başkasına ibadet etmemiş; Tevhid dininden asla ayrılmamışlardı. İşte Hz. Nuh’un ailesi de bu kimseler arasındaydı. Mes’ut ve imanlı bir ailenin çocuğu olan Hz. Nuh, halim-selim, mütefekkir bir kimse idi. Onda başkalarında olmayan bir çok üstün meziyetler vardı. Üstelik İdris Aleyhisselâmın da neslinden gelmekte idi. Nuh’u Idris Aleyhisselâma bağlıyan nesep zincirinde tevhit dininden ayrılan tek kişi yoktu. Hepsi de Idris Aleyhisselâmın şeriatı üzere amel ediyorlardı.

Hazret-i Nuh’un Peygamber olması
Hazret-i Nuh Peygamber, kırk yaşlarına gelince, sapıklığı son haddine gelmiş olan kavmini irşad ile vazifelendirildi. Allah tarafından vahye mazhar kılınıp peygamberlik verildi. Ayrıca Cenab-ı Hak kendisinden Misâk-ı Galiz aldı. Hazret-i Nuh, kavminin durumunu ve ahlâkını yakinen bilerek, her türlü sıkıntıyı göze alarak peygamberlik vazifesini kabul ediyordu. Allaha güvenip dayanarak akıllara hayret veren çetin mücadelesine başlıyordu.

Kavmiyle çetin mücadelesi
Hazret-i Nuh, peygamber olduktan sonra, istikamet çizgisinden çıkarak iyice bozulan cemiyet hayatının karşısına birden bire çıkmadı. Önce, o durumda en uygun tebliğ şekli olan, halkı tek tek, gizliden gizliye davete başladı. Gece gündüz durup dinlenmeden bu vazifesine devam etti. Fikri taraftarları ve maddi kuvveti olmayan bir dava adamı için, o şartlar altında fikrini yayabilmenin en uygun yolu, bundan başka olamazdı. Bir müddet geçtikten sonra, Hazret-i Nuh, davetini alenileştirmeğe başlamıştı. Yavaş yavaş davet halkasını genişletiyordu. Müşrik kavmine, böyle gittikleri takdirde başlarına gelip çatacak dehşetli bir azabdan haber vermekteydi. Onlar ise, Hz. Nuh’u dinlememek için parmaklarını kulaklarına tıkıyor; yüzünü görmemek için de, elbiselerini başlarına örtüyorlardı.

Böylece hem O’nun moralini bozmak, hem de ye’se düşürmek istiyorlardı. Hatta zaman zaman, Hz.Nuh’u rencide edecek çok ağır sözler de söylemekteydiler. Bazıları daha da ileri giderek, işi kaba kuvvete kadar götürüyordu.Mesele bu kadar alevlenince Hazret-i Nuh Peygamber, davasını iyice alenileştirip açıkça ilan etmeye başladı. Fakat putperest kavim, kendilerini kurtuluşa ve selâmete çağıran şefkatli Nebi Hazret-i Nuh’u dinlememekte direniyordu. Tebliğ vazifesine engel olmak için, ne lazımsa yapıyorlardı. Fakat Hz. Nuh Peygamber, Rabbine dayanıp, yılmadan usanmadan ve onların zulüm ve hakaretlerine aldırış etmeden, kudsi davanın yolunda azimle ilerliyor, kavmini her fırsatta doğru yola çağırmaktan bir an bile geri kalmıyor, tebliğe mani olmak için zor kullanıldığı zamanlar, duruma göre bazen açıktan, bazen da gizliden gizliye hakkı anlatmaya devam ediyordu. İlâhi davasının yayılması için, önüne çıkan her fırsatı değerlendiriyordu.

Hazret-i Nuh Kavmin ileri gelenleriyle
Hazret-i Nuh, büyük bir azim ve sebatla, hiç yılmadan, senelerce hakkı tebliğe devam etti. Bu kadar büyük bir gayretin neticesi olarak, sayılan az da olsa etrafında bir müminler cemaatı meydana gelmeye başlamıştı. Nuh kavminin putperest idarecileri türlü türlü zulüm ve ihanetlere başvurdukları halde, ne Hazret-i Nuh’a ne de onun bu sadık ashabına hiç bir şey yapamıyorlardı. Her geçen gün insanların sayısının birer ikişer artması onları kahrediyordu, çeşitli endişelere sevk ediyordu. Bu sebeple, gün geçtikçe yayılan bu iman ceryanının kökünü kazıyacak yeni yeni yollar arıyorlardı.

Hz. Nuh ise, kendisine yapılan kötü muamelelerin hiçbirine aldırış etmiyor;

-“Ben, sizleri Allahın azabından korkutan bir peygamberim. Allahtan başkasına ibadet etmeyin. Yoksa sizi mahv u perişan edecek olan acıklı bir günün azabından cidden endişe ediyorum.” diyerek, tebliğine devam ediyordu.

Müşrikler, Hz. Nuh’a en çok şu noktadan itiraz ediyorlardı:

-“Sen peygamberim diyorsun. Halbuki sen de bizim gibi” bir insansın. Bizim gibi insandan nasıl peygamber olur? Hem senin peşinden gelen adamların hepsi de, aşağı tabakadan, fakir ve sefil insanlar. Eğer sen gerçekten peygamber olsan ve davan da hak olsaydı, sana bizim gibi akıllı ve eşraftan olanlar tabi olurdu. Sizin bizden hiç bir üstün tarafınız yok. Bu durumda bizim size tabi olmamızı nasıl isteyebilirsiniz”

Hazret-i Nuh ise, her seferinde onlara şöyle cevap veriyordu:

-“Ey kavmim! Benden önce gelen peygamberler birer insan olduğu gibi, ben de insanım. Rabbim beni peygamber olarak gönderip, davamı tasdik için de bazı mucizeler ihsan etmiştir. Ben de onları, davama delil olarak size gösteriyorum. Sizler bundan göz yumup iradenizi kullanmaz ve imana gelmezseniz bana bir zarar vermiş olmazsınız. Ben sizi zorla iman ettirecek değilim. Benim vazifem sadece tebliğdir. Fakat bu davranışınızla, kendi kendinize yazık etmiş ve elim bir azaba maruz kalmış olursunuz. Bana iman eden mü’minlere gelince onların fakirlerden veya zengin ve eşraf tabakasından olması, davamızın hakkaniyetine halel vermez. Peşimden gelenler, hakkı kabul edip doğru yolu seçtiler. Sizin geçici olarak sahip olduğunuz mallar ve evlatlar ise, sizin hakikati görmenize mani olup haktan yüz çevirmenize sebeb oldular. Ey kavmim, hakikat budur! Artık gerisini siz bilirsiniz.”

Her şeyi, madde, makam ve kuvvetle değerlendiren putperestlerin, Hazret-i Nuh’un ve ona tabi olanların fakirliğinden tahkir ederek bahsetmesi, onların insanlık ölçüsünden ne derece uzaklaştıklarını apaçık göstermektedir.


Devam edecek...

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Ocak 2015 Pazar

416.HZ.İDRİS(Aleyhisselam)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Peygamberliği:
İdris Peygamber, Hz. Şit’in torunlarındandır. Şeceresi, beş nesilde Hz. Şite dayanır.

İdris (a.s.)ın, İbranice Tevrattaki ismi Henuh veya Uhnuh’dur. Hz. Idris, Hz. Şitten sonra peygamber olarak gönderilmiştir. Hz. İdris’e otuz sayfalık bir Suhuf indirilmiş, O da bu suhufta hakikatları okuyup anlatarak kavmini hakka ve hidayete davet etmiştir. Fakat insanların çoğu onu dinlememiş, ancak, pek az kimse iman ve itaat etmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de İdris (a.s.)ın ismi dört ayette zikredilmektedir. Bunlardan ilk ikisi, peygamberliğini, doğruluğunu ve yüce bir mertebeye yükseltildiğini; öteki ikisi de, sabrını, kavuştuğu rahmet ve iyiliği açıklamaktadır.

İdris Peygamberin kavmi ile olan tevhid mücadelesi ve kavminin durumu hakkında, bunların haricinde, teferruatlı, sahih bîr malûmata sahip değiliz. Bazı rivayetler varsa bile, bunlar da İsrailiyat ve hurafelerden salim değildir.


Terzilerin Piri İdris Peygamber
Rivayete göre yeryüzünde ilk defa kalemle yazı yazan Hazreti İdris Peygamber (a.s.)dır. Bundan başka, İdris Peygamber’e gelinceye kadar, insanların sırtlarına post ve deri giydikleri, iğne ile dikilen elbiselerin giyimine ilk defa Hazreti İdris ile başlandığı da rivayetler arasındadır. 

Bunun içindir ki, “Terziler İdris Aleyhisselâmı kendilerine pîr kabul etmişlerdir.” Zaten Cenab-ı Hak, Peygamberleri insanlara manevî yönden birer imam olarak gönderdiği gibi, maddi terakkileri için de önder tayin etmiştir.

Bütün dinlerde peygamberlere mutlak olarak tabi olma emri vardır. Peygamberlerin manevi kemalatları ve ettikleri nasihat, insanların manevi hayatlarını tanzim ettiği gibi, mucizeleri de, peygamberliklerini münkirlere tasdik ettirmek gayesinin yanı sıra, geleceğin insanlarını onların benzerlerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşvik manasını da taşımaktadır. Hattâ denilebilir ki, manevi kemalat gibi maddi terakkileri ve harikaları dahi, en evvel mucize eli insanlığa hediye etmiştir. Meselâ; Hazret-i Nuh’un bir mucizesi olan gemisi ve Hazret-i Yusuf’un bir mucizesi olan saati, Hazret-i Davud’un bir mucizesi olan demiri ısıtmadan hamur gibi yumuşatması ve eritmesi.

İşte bütün bunlar, en evvel peygamberlerin mucizeleri eliyle insanlığa hediye edilmiştir. Sanatkârların çoğunun, sanatlarında bir peygamberi pir edinmelerinin sebebi de budur. Meselâ gemiciler, Hazret-i Nuh’u, saatçiler Hazret-i Yusuf’u, terziler de Hazret-i İdris’i pîr kabul ederler.

Hazret-i İdris Peygamber ‘in Semaya Çekilmesi

İdris Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Âdem’le, Hazret-i Şit gibi yeryüzünde vefat ettiği sabit değildir. Meryem Sûresinin, “Biz O’nu yüksek bir mekâna kaldırdık.” mealindeki ayet-i kerimesini tefsir eden müfessirler, İdris aleyhisselâmın, Hazret-i İsa gibi semaya çekildiğini ifade etmişlerdir. Resûlullâh (a.s.m) efendimiz de miraç gecesinde Hazret-i İdris’i dördüncü kat semada gördüklerini bir hadis-i şeriflerinde beyan buyurmuşlardır.

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Aralık 2014 Çarşamba

415.HZ.ŞİT (Aleyhisselam)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Adem (A.S)dan sonra gönderilen peygamber.

Adem (A.S) oğludur. Adem (A.S)ın oğullarından Habil ile Kabil arasında çıkan anlaşmazlık neticesinde Kabil, Habil’i öldürünce, Allahü teala, hazret-i Adem’e, Habil’e karşılık ihsan olarak, yeni bir oğul verdi. Adem (A.S)ın bütün çocukları ikiz olarak doğduğu halde, Şit (A.S) tek doğdu. Şit adı verilen yeni oğlun ismi İbranice olup, Arapça karşılığı “Allah’ın hibesi” manasınadır.

Adem (A.S)ın oğullarından Kabil, Habil’i şehit ettikten sonra doğmuş olan Şit (A.S), son peygamber Hz Muhammed s.a.v nûrunu alnında taşıyordu.

Bu sebeple Adem (A.S) onu pek fazla seviyordu.

Bütün evladı üzerine onu reis yaptığı gibi, vefat edeceği sırada da bütün yeryüzünün halifeliğine onu tayin etti. Bu hususta vasiyette bulundu. Ayrıca ilahi sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti.

Peygamber efendimizin s.a.v nûruyla ilgili olarak oğlu Şit (A.S)a şöyle vasiyet etti:

-“Oğlum! Alnında parlayan bu nur, son peygamber olan Hz Muhammed (SAV) nurudur. Bu nuru mümin, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et.”

Şit Peygamber bu vasiyet üzerine saliha bir kızla evlendi. Sonra evlatlarına da böyle vasiyet ettiler. Onlar da bu vasiyete uyup öylece devam ettiler.

Adem (A.S) ın vefatından sonra, Allahü teala, Şit (A.S) peygamberlik verdi. Elli sayfa küçük kitap indirdi. Bu kitaplarda hikmet ilmi, matematik, sanayi bilgileri, kimya ilmi ve daha birçok şeyler bildirilmişti.

Şit (A.S) zamanında insanlar çoğalıp, her tarafa yayıldılar.

Onlara Allahü tealanın emirlerini bildirip iman etmeye çağırdı.

Şit (A.S) ın dininin esasları, Adem (A.S)ın bildirdiği dinin esaslarına uygundu.

Şit Peygamber ekseriya Şam’da ikamet edip, insanlara, Allahü tealaya iman etmeyi ve emirlerine uymayı bildirerek tebliğ vazifesini yaptı.

Bin şehir kurup, hudutlarını tespit etti.

Şit Peygamberin çocukları ve torunları imar ettikleri şehirlerde yaşayıp, Allah-u Teala’ya ibadet ve taatle meşgul oldular.

Gayet huzurlu bir hayat sürdüler. Aralarında düşmanlık buğz ve haset yoktu. Kötülüklerden, haramlardan ve isyandan uzak dururlardı.

Şit Peygamber, Şam’dan Yemen tarafına gidip, azgın ve sapık bir halde yaşayan Kabil’in oğullarını Allahü tealaya iman ve ibadet etmeye davet etti.

Fakat bu kavim, Şit (A.S)ın davetini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrar ettiler.Şit Peygamber, onlarla savaş yaptı.Bu savaşta kılıç kullandı.İlk kılıç kullanan odur.
Yemendeki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir aldı.

Babası, Adem (A.S) la veya kardeşleriyle Kabe’yi balçık çamuru kullanarak taştan yaptı.

Son peygamber Hz Muhammed (SAV) nûru Şit (A.S) dan onun oğlu Enuş’a geçti.

Şit (A.S), oğlu Enuş’a, babası Adem (A.S) ın, Hz Muhammed (SAV) nuruyla ilgili olarak kendisine yaptığı vasiyeti yaptı ve Enuş’u yeryüzüne halife tayin ederek vefat etti.

Ömrünün dokuz yüz on iki veya dokuz yüz elli yahut da dokuz yüz sene olduğu rivayet edilmiştir. Peygamberliğininse, iki yüz seksen iki veya iki yüz on iki yahut da iki yüz kırk iki sene olduğu rivayet edilmiştir.

Şit Peygamberden sonra, çoğalarak yeryüzüne dağılan insanlar, zamanla doğru yoldan uzaklaşıp, çok azgınlık gösterdiler. Allahü teala onlara İdris (A.S)ı peygamber olarak gönderdi.

Şit (A.S) Adem (A.S) ın öteki evlatlarının hepsinden güzel ve faziletliydi. Suret ve sirette yani hal ve yaşayışta tıpkı babasına benzediği için Adem (A.S) onu diğer evlatlarından çok severdi.

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR