21 Temmuz 2017 Cuma

İlim Ve Hikmet Konusunda Gıpta Etmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

15. İlim Ve Hikmet Konusunda Gıpta Etmek

Hz. Ömer 
(radıyallahu anh)"Yönetici olmadan önce İslâmî bilgiye sahip olun" demişti.

Ebû Abdullah 
(radıyallahu anh) (Buhârî) de "Yönetici olduktan sonra da İslâmî bilgiye sahip olun" diye eklemiştir.

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in ashabı ileri yaşlarında iken ilim öğ­renmişlerdi.

73- Kays b. Ebû Hâzim 
(radıyallahu anh)şöyle demiştir: Abdullah İbn Mesud (radıyallahu anh) un şöyle dedi­ğini duydum: Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

"Gıpta etmek ancak iki şeyde söz konusudur:

Bir kimseye Cenab-ı Allah mal vermiş, bu malın da hak yolda harcamaya muvaffak kılmıştır.

Bir kimseye Cenab-ı Allah bilgi ve hikmet vermiş, o kişi de o hik­mete göre hükmetmekte ve onu öğretmektedir." 
[Hadisin geçtiği diğer yerler:1409,7141,7316]

Açıklama

Hz. Ömer 
(radıyallahu anh)'in "Yönetici olmadan önce İslamî bilgi sahibi olun" sözüne Buhârî "yönetici olduktan sonra da" ifadesini ekleyerek, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in sözünden "yöneti­ciliğin islamî bilgi sahibi olmaya engel olduğu" şeklinde bir anlam çıkarılmasın­dan korkarak onun sözünün mefhum-ı muhalifinin bulunmadığını belirtmek istemiş ve "yöneticilikten önce de sonra da ilim öğrenmeye devam edin" demek istemiştir.

Hz. Ömer 
(radıyallahu anh)yöneticiliğin ilmi engelleyen sebeplerden biri olabileceğini kasdederek bu sözü söylemiştir. Çünkü kibir ve ihtişam, reis/ yönetici konu­munda bulunan kişinin öğrencilerle birlikte oturmasına engel olabilir.

Bu sebeple İmam Mâlik 
Rahmetüllahi aleyh hakimliğin kötü tarafları arasında şunu zikretmiştir: "Hakim azledildiğinde daha önce ilim öğrendiği ilim meclisine geri dönmez".

imam Şafiî 
Rahmetüllahi aleyh de şöyle demiştir: "Genç yaşta riyaset/yöneticilik elde eden kişi, pek çok ilmi elde edemez".

Ebû Ubeyd Garîbü'l-Hadis adlı eserinde Hz. Ömer 
(radıyallahu anh)'in sözünü şu şekilde açık­lamıştır: Bu söz şu anlama gelir: "Küçük iken, yönetici olmadan önce ilim öğ­renin. Yoksa kibir sizden daha alt seviyede olan kişiden ilim öğrenmenize engel olur da cahil olarak kalırsınız".

Şemr el-Lügavî bunu evlilik olarak yorumlamıştır. Çünkü kişi evlendiğinde özellikle de çocukları olduğunda ailesinin efendisi olur.

Bir görüşe göre Hz. Ömer 
(radıyallahu anh) bu sözü ile ashabı ve diğer Müslümanları riyaset talep etmekten uzak tutmak istemiştir. Çünkü ilim öğrenen kişi riyasetteki kötü durumları bilerek bundan uzak durur. Ancak bu yorum uzak İhtimalli bir yorumdur. Çünkü "efendiler/yöneticiler sözü ile efendilik/yöneticilik kasdedilmiştir. Bu, evlilikten daha geneldir. Bunu evlilikle sınırlandırmanın bir delili yoktur. Çünkü efendilik evlilikle olabileceği gibi, sahiplerini ilim talebi ile uğraşmaktan alıkoyan başka şeylerle de olabilir.

Kirmanı Hz. Ömer 
(radıyallahu anh)'in sözündeki ifadenin "sakalın siyahlaşması" anlamına gelebileceğini söyleyerek bu durumda sözün şu iki anlamdan birine muhtemel olduğunu belirtmiştir: Bu söz gençlere sakalları siyahlaşmadan önce ilim öğren­melerini emretmektedir, yahut orta yaşlılara sakallarının siyahı beyaza dönüşmeden önce ilim öğrenmelerini tavsiye etmektedir. Ancak Kirmanî'nin bu yorumundaki zorlama gözden kaçmamaktadır.

İbnül-Müneyyir şöyle demiştir: Hz. Ömer 
(radıyallahu anh)'in sözünün konu başlığı ile ilgisi şudur: O,efendiliği ilmin sonuçlarından saymış ve ilim talep eden kişiye, efendi­lik derecesine ulaşmadan önce daha fazla ilim öğrenerek fırsatı değerlendirme­sini tavsiye etmiştir. Bu, ilmin gıpta edilmeye değer olması özelliğini vurgula­makladır. Çünkü ilim, kişinin yücelmesine neden olmaktadır.

Bana (İbn Hacer'e) öyle geliyor ki Buhârî 
Rahmetüllahi aleyh'nin amacı şudur: Başkanlık/yöne­ticilik genellikle gıpta edilen bir şey olsa da, hadis gıptanın ancak şu iki şeye olabileceğini göstermektedir:

 İlim veya cömertlik. Cömertlik ancak ilim ile birlikte olunca övülür. Şu halde Buhârî  Rahmetüllahi aleyhşöyle demiş olmaktadır: Başkanlık/yöneticilik elde etmeden önce ilim öğrenin ki size gıpta edildiğinde haklı yere gıpta edilmiş olsun. Yine Buhârî Rahmetüllahi aleyh şöyle demektedir: Genellikle kişinin ilim talep etmesine engel olan yöneticiliği elde etme konusunda aceleci davranırsanız (böyle yapmayın), bu âdeti terk ederek sizin için hakiki gıptayı elde edecek olan ilmi öğrenin.

İmrenmek (gıpta) ve Kıskanmak {hased) Arasındaki Fark
Gıpta kişinin, başkasında olan bir şeyin benzerinin kendisinde de olmasını istemesidir. Bu kişi, o şeyin sahibinin elinden istemesini istemez.


Hased (kıskançlık) ise, nimete sahip olan kişinin elinden nimetin gitmesini istemektir. Bazıları hasedi, kişinin söz konusu nimetin kendisinde olmasını te­menni etmesi ile sınırlandırmışsa da hased daha geneldir.

 Kıskançlığın sebebi şudur: İnsan tabiatı, kendi cinslerinden üstte olmayı ister. Kendisinde olmayan bir şeyi başkasında görünce, ona karşı üstünlük sağlayabilmek veya onunla eşit hale gelebilmek için onun elinden bu şeyin gitmesini ister. Kıskanç kişinin, bu düşünceyi kalbine kesin olarak yerleştirmesi, söz veya fiille dışarı yansıtması kınanmıştır. Kalbine bu tür düşünceler gelen kişinin, tabiatındaki yasaklara karşı olan sevgiyi kötü görmesi gibi, bunu da kötü görmesi gerekir. Kâfir veya fasığın elinde olup, Allah'a isyanda kullanılan şeyin onun elinden gitmesini istemek ise bundan istisna edilmiştir. Bu belirttiklerimiz, hakikati açısından hasedin (kıs­kançlığın) hükmüdür. Hadisin Arapça aslında yer alan "hased" kelimesi ise gıpta anlamında olup mecazen kullanılmıştır.

Münâfese/Başkası ile Rekabet Etmenin Hükmü
Gıpta, başkasında olan şeyin onun elinden gitmeksizin kendisinde de olma­sını istemektir. Bu konuda hırs göstermeye "münâfese" denir. Bu, Allah'a itaat uğrunda olursa övülen bir şeydir. Nitekim âyette "Rekabet edenler, bunun için rekabet etsinler" [Muttaffifin,26.] buyurulmuştur. Rekabet, günah olan bir şeyde olursa bu yerilir. Bir hadiste yer alan "Birbirinizle rekabet etmeyiniz" ifadesi bu anlamda­dır. Rekabet caiz şeylerde olursa mubahtır.

Hadiste sanki şöyle denilmektedir: Bu iki konudaki gıptadan daha yüce gıp­ta yoktur. Gıpta edilecek şeylerin buradaki iki şeyle sınırlandırılmasının gerekçesi şudur: Taatler; bedenî, mâlî ve hem bedenî hem mâlî olmak üzere üç kısımdır. Hikmeti yapmak, buna göre hükmetmek ve bunu öğretmek ifadesi ile bedenî ibadetlere işaret edilmiştir. Ibn Ömer 
(radıyallahu anh)'in rivayet ettiği hadiste şu ifade yer almak­tadır: "Bir kimse ki Allah ona Kur'an'ı (Kur'an bilgisini) vermiş, o kişi de gece-gündüz bunu okur ve gereğini yerine getirir". Kur'an'ın emirlerini yerine getirmekten kasıt mutlak olarak onunla amel etme anlamına gelir, yalnız­ca onu namazda veya namaz dışında okumak, öğretmek, gereğine göre hüküm ve fetva vermekle sınırlı kalmaz. İki hadisin lafzı arasında fark yoktur. Ahmed bin Hanbel'in, Yezid Ibnü'l-Ahnes es-Sülemî'den rivayetinde şöyle denilmiştir: "Bir kimse ki Allah ona Kur'an'ı vermiş, o kişi de gece gündüz onu yerine getiriyor ve ondakilere tabi oluyor".

Hadisin Arapça aslının tam ifadesinde "Allah birine mal-mülk vermiş ve ma­lını hak yolda harcamak üzere onu o mala musallat etmiştir" yani durmadan o malı Allah yolunda hak uğruna harcayıp durmaktadır, denilmektedir.

Buradaki mal az ve çoğu kapsar.

Musallat kılma ifadesi, tabiatında cimrilik bulunan nefsi kontrol altına al­maya delalet etsin diye kullanılmıştır.

Burada malı hak yolda harcama "helak etme" diye ifade edilmiştir. Bu, maldan geriye hiçbir şey kalmamasını gösterir.

"Hak yolda" ifadesi, kınanmış olan israf düşüncesini ortadan kaldırmak için Allah'ın razı olacağı yerlerde harcamayı ifade etmek için söylenmiştir.

Hikmetten kasıt daha önce işaret ettiğimiz gibi Kur'an'dır. Diğer bir görüşe göre cahilce ve kötü davranışlara engel olan her şeydir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

19 Temmuz 2017 Çarşamba

İlimde Güzel Kavrayış Sahibi Olmak (Dini Hükümleri Hızlı Ve Güzel Kavramak)

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
3. BÖLÜM İLİM

14. İlimde Güzel Kavrayış Sahibi Olmak (Dini Hükümleri Hızlı Ve Güzel Kavramak)
72- Mücahid şöyle demiştir:

Ibn Ömer 
(radıyallahu anh) ile birlikte Medine'ye kadar yolculuk yaptım. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den yalnızca bir hadis rivayet ettiğini duydum. O şöyle dedi:

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanında idik. Ona hurma göbeği geti­rildi. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

"Ağaçlardan öyle bir ağaç vardır ki o Müslümana benzer".

Ben "O ağaç hurmadır" demek istedim. Bir de baktım ki ben topluluktaki en küçük kişiyim, bunun üzerine sustum. Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "o ağaç hurmadır" bu­yurdu.

Açıklama

Konu başlığı "ilimlerde anlayış sahibi olmanın fazileti" anlamına gelmektedir.

Bu hadis, sahabîlerden bazılarının hadise ekleme ve çıkarma yapma korku­su sebebiyle yalnızca ihtiyaç olduğunda hadis rivayet ettiklerini, göstermektedir. Bu, Ibn Ömer, babası Hz. Ömer 
radıyallahu anhum ve bir grubun tercih ettiği yoldur. Bununla bir­likte kendisine çok soru ve fetva sorulması sebebiyle Ibn Ömer'  (radıyallahu anh) ın rivayet ettiği hadislerin sayısı çok olmuştur.

Hadisin konu başlığı ile alâkası şudur: Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e hurma göbeği getirildiğinde Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bununla ilgili olarak bir soru sormuş, İbn Ömer (radıyallahu anh) de sorunun cevabının hurma olduğunu anlamış­tır. Anlayış, kişinin bir sözden, o söz ile ilgili olan diğer bir söz veya fiili anlama­sını sağlayan fetanettir. İmam Ahmed b. Hanbel'in Ebû Said'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Allah bir kulu muhayyer bıraktı" demiş, Hz. Ebû Bekir(radıyallahu anh) ağlayarak "Babalarımız sana feda olsun" demiş, insanlar da buna şaşırmıştı. Ebû Bekir(radıyallahu anh) bu sözün söylendiği konumdan muhayyer bırakı­lan kişinin Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in kendisi olduğunu anlamıştır. Bu yüzden Ebû Said (radıyallahu anh)"Ebû Bekir içimizde Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i en iyi anlayan ve ne dediğini çabuk kavrayan kişi idi" demiştir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

14 Temmuz 2017 Cuma

HADİS-İ ŞERİFLERİN YAZILMASI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


E.Sifil- Mişkâtü'l Mesâbîh dersinden notlar:

Hadis-i Şerif, Sünnet dinin ikinci kaynağıdır. Bunlara sahip olmadan dinin asıl kaynağına vasıl olamadığımız için...

Ashabı Kiram Efendilerimiz (ra.ecmain) tıpkı Kur’an-ı Kerimi aktarır gibi Hadis-i Şerifleri de aktarmıştırlar ve Kur’an’ı, Sünneti Seniyyeyi birbirinden ayırt etmemişlerdir.

Hadis-i Şerif tarihi Ashabı Kiram (ra.ecmain) Efendilerimizden başlar. Ashabı Kiram (ra.ecmain) Efendilerimiz her şeyi ezbere alıyorlardı.

Gündelik hayatında fazla meşguliyeti olan sahabe kiram efendilerimize, Efendimiz(sav)’in yanında daima bulunan sahabe efendilerimiz naklediyorlardı. (Ebu Hureyre(ra) vd.)

Sahabe aynı zamanda kendinden sonraki kuşaklar içinde bu faaliyeti bilinçli olarak yürütmüşlerdir.

Ashabı kiram sadece Cihada gitmiyor, zühd hayatı yaşamıyorlardı. Aynı zamanda Kur’an-ı Kerim ve Sünneti Seniyye kaynaklı ilimler için özel müessesler kuruyor, özel eserler yazıyorlardı.

Sahabe Hadis-i Şerifleri ezberlemekle kalmamış, Hadis-i Şerifleri yazılı metinlere dönüştürüyordu.

Hemman bin Mürebbih vasıtasıyla nakledilen bir eseri var ve 3 (üç) ciltten oluşmakta. Türkçe tercümesi de bulunmakta bu eserin. Aynı zamanda bu eserde geçen Hadis-i Şerif-i Şeriflerin tamamı Ahmed bin hanbelin Müsned’inde de mevcut.

Müsteşriklerin oluşturmaya çalıştığı manzaranın aslı yoktur.(Hadis-i Şerif-i Şerif’ler Tabîyundan sonra yazıldı, uyduruldu vs.)

Abdullah bin Amr bin Asr (ra) bir sahifesi var. Sahifet’ül Sadıka. Bu sahife yine Hadis-i Şeriflerin sahabe döneminde kayda geçirildiğini belgeleyen önemli bir sahifedir.

Kemal Sandıkçı hocanın “ İlk Asırda İslam Coğrafyasında Hadis-i Şerif” adlı geniş kapsamlı bir doktora tezi vardır.

Sahabe kuşağında Hadis-i Şeriflerin ne kadar yaygın bir şekilde yazıya geçirildiği kaynakları, vesikaları ile mevcuttur.

Müsteşrik’lerin Hadis-i Şerif-i Şerif’ler 2.asırda Tedvin döneminde ortaya atılmıştır iddiaları var.

Bu iddiaların geçersiz olduğu görülmektedir.

Müsteşriklerin bir diğer iddiası ise; Efendimiz(Sav)’in Hadis-i Şerif yazımını yasaklayan Hadis-i Şerifi’ni rivayet edenlerin hıfzçıların(Hadis-i Şerifi ezberleyen), yazımı serbest bırakan Hadis-i Şerifi ise rivayet edenlerin Hadis-i Şerifçi’ler tarafından ortaya atıldığını iddia eder.

Bu iddiaların ciddi bir iddia olmadığını vaka ile örtüşmediğini ve kurgusal olduğu açık bir şekilde ortaya konmuştur.

Mustafa es-Sıbarinin --> Sünne ve Mükerratuha

Muhammed el-Acib Hâtib’in à Es sünne kalbe tedvinin

Muhammed Mustafa el-Âzamî’nin - İlk devirde Hadis-i Şerif edebiyatı, İslam fıkhı ve Sünnet gibi çalışmalar, eserler müsteşriklerin bu kabil iddialarını ciddi alınabilir bir tarafı olmadığını ortaya koyan birkaç eserlerden biridir.

Bazı ulemanın Hadis-i Şerif yazımını serbest bırakan rivayetlerin yazımı yasaklayan rivayetleri nesh ettiğini söylemişledir. Sahabenin tavrı bu tespiti (Yazımı yasaklayan rivayetlerin, yazımı serbest bırakan rivayetler tarafından nesh edildiği) desteklemektedir.

"Sonra gelen önce geleni nesh eder"

Mecelletül Mine'da gerek Tedsiriü’l Mena’da bol miktarda Hadis-i Şerifin yazıya geçirildiğini senedi ile nakil ettiğini görüyoruz.

Hıfz Dönemi ve Kitabet Dönemi

Ebu Hureyre(ra): " Ben bütün zamanı efendimiz sav yanında geçirildim. Ashap arasında benden daha fazla Hadis-i Şerif ezberleyen nakil eden kimse yoktu. Sadece Abdullah bin Amr bunun istisnasıdır. Çünkü ben yazamazdım. O (Abdullah bin Amr) yazar idi."

Bu nakil birçok bakımdan önemlidir. Sahabe, hem Hadis-i Şeriflerin hıfzını hem de Hadis-i Şerif’in kitabî işlemlerini birlikte yürütüldüğünü göstermesi bakımında önemlidir.

Hicri 2.asırın başından geldiğimiz zaman, Hadis-i Şeriflerin gerek Müm’inlerin gayretleri ile gerek resmî bir politika olarak edinildiğini görüyoruz.

Sınırların genişlemesinden dolayı genç kuşak sahabeler cephelere gitmiş, ashabı kiram efendilerimiz farklı yerlerde oldukları için Hadis-i Şerifleri toplamak gayreti ile yolculuklar yapılmış ve bu yolculuğa el-Rıhletil Talabetil Hadis diyoruz.

El-Rıhletil İlm’ ise İlim yolculuğunda bulunan yolcuklara deniliyor.

Bir gün Ahmed bin Hanbele sormuşlar. “Bu işi (Hadis-i Şerif toplamayı) ne zamanana kadar devam edecek” diye. Ahmed Bin Hanbel ”Yazı takımı ile mezara gidene kadar” demiş.

Bu işin bir sonu yoktur. Bir durma noktası yoktur.

Gençler bulunduğu zamanın geçer akçesine yönelir. O zamanda ne kıymet ediyorsa ona yönelir. İlim adamı da bu şekilde yetişmekte. İlim meclislerinde oturup onlara benzeme gayreti ile yetişirler.

Ebu Gudde bir eserinde bir yaşanmış bir durumdan bahsediyor. " Birgün bir ilim meclisine çöl yolculuğundan çıkmış biri gelir. Yüzünü açar ve mecliste ki bir adam sorar beni tanıdın mı?” diye.

O da “tanıyamadım” der.

Genç: “Ben senin oğlumun. Aklım yettiğinde, anneme seni sorduğumda ilim öğrenmeye gitti dedi. Bende seni bulmaya geldim"

Bu işi Allah rızası için yapılan bir iş. Bir menfaat, şöhret ve kariyer sahibi olma işi değil. Allah rızası kazanma da bir son bir duraklama yoktur.

Tedvin Dönemi:
Hadis-i Şeriflerin resmi bir politika olarak toplandığı dönemdir. Bu dönemde iki isim öne çıkıyor.

Muhammed bin Şiraz el-Zühari ve Ebubekir bin Hazm

Ömer bin Abdülaziz (ra) ve Ebubekir bin Hazm’a direktif veriyor Hadis-i Şeriflerin toplanması için.

Tedvin döneminde toplanan Hadis-i Şerifler tasnif döneminden belli karakteristik bir özelikte tasnif ediliyor.

Bu Hadis-i Şerif dönemleri kesin bir çizgi ile birebirinden ayrılmıyor. Mesela tedvin döneminde tasnif faaliyetleri de mevcuttur.

Tasnif Dönemi:
Bir önceki devrin bir araya getirdiği Hadis-i Şerifleri muhtelif sistematiklerle tasnif ediyor. Başlıca iki tane tasnif sistemi dikkati çekiyor.

1.) Alel ricanül tasnif 

2.) Alel Edvar

Alel Ricanül Tasnif;

Sahabe Râvileri belli sıralama içerisinde naklettiği Hadis-i Şeriflerin yer aldığı rivayetlerdir. İkiye ayrılır;
Müsned
Muhkemler

Örnek: Hz. Ömer(ra)’ın hangi Hadis-i Şerifi rivayet ettiğini öğrenmek için Müsned’lere bakacağız.

Mucemlerde mevcut. Mucemlerden günümüze ulaşan sadece Tâberanî’nin 4 ciltlik eseridir.

Aşere-i Mübeşşire’den başlayarak Sahabeleri belli bir sıra ile sıralayıp, İsimlerinin altında rivayet ettiği Hadis-i Şerif şerifler yazmaktadır.

Alel Evbab: 


 Hadis-i Şerifleri belli bablara göre tasnif etmiştir.

Camî türü eserler ise hayatın belli durumlarına göre tasnif etmiştir. İtikattan Cennet Cehenneme kadar olan konularda Hadis-i Şerifleri toplamıştır.

Sünen’ler: Ebu Davud , İbni Mace ,Nesâi ve Tîrmizi’dir.

Bu Hadis-i Şerifler içerisinde Ahkâm Hadis-i Şerifleri yer almaktadır.

Tasnif dönemini bir diğer özelliği tıpkı tedvin döneminde ki gibi senetleri muhafaza etmiştir.

Cem: Bu tür eserler mevcut kaynaklıda ki Hadis-i Şerifleri konulara göre toplayan eserlerdir.

Müsterek çalışmasına değindi.

Müstehraç Çalışması: Daha önce yazılmış eser/eserlerden yer alan Hadis-i Şerifi başka bir eserde rivayet edilen Hadis-i Şerif’in senedi ile karşılaştırır. Bu karşılaştırma da ortak olan Râvi’ler bulunur. Bu güvenliliği artırmaktadır.

Hadis-i Şerif sahası bir deryadır. Hadis-i Şerif ilmine vakıf olmadan herhangi bir yorum yapmak yanlıştır. Mişkatü’l Mesâbîh Cem tarzı bir eserdir. Aslı İmam Bagavi’nin Mesabül Sünnesi’dir. Hatib el Tebrizi yoğun bir çalışma yapmış ve Mişkâtü’l Mesâbîh eserini ortaya koymuştur. Hatib el-Tebrizi’nin hocası esere şerh yazmıştır.( Bu bir ilktir. Hocanın Talebesinin eserine şerh yazması) Hatib el Tebrizi aynı zamanda Sofi ve Zahid birisidir. Yüzyıllar boyunca bu eseri revaç görmüş ve şerh edilmiştir.

İtidal ve insaf sahibi olan Hadis-i Şerif ulemasının Hadis-i Şerif değerlendirmesine itibar ederiz.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

12 Temmuz 2017 Çarşamba

İLAHİ TAKDİR VE KAZA'DAN RAZI OLUNAN VE OLUNMAYAN

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
   
"Küfür Allah’ın kaza ve kaderi ile olduğuna; bizler de Allah’ın kazasına razı olmakla emrolunduğumuza göre bunu nasıl inkar ederiz, nasıl hoşlanmayabiliriz?"
diye sorulacak olursa buna şöyle cevap veririz:

1- Bizler Allah’ın kaza ve kaderi ile takdir ettiği herşeye razı olmakla emrolunmuş değiliz. Bu hususta ne Kitapta, ne sünnette herhangi bir nass varid olmuştur. Aksine ilahi takdirin kimilerinden razı olunur, kimilerine de gazap edilir. Nitekim onu takdir eden Allah Teala da ondan razı olmamaktadır. Aksine bir takım kazalar gazaplandırabilir, öfkelendirebilir. Nitekim muayyen birtakım kazalar vardır ki onlara gazaplanılır,öfke duyulur, lanet edilir ve yerilirler.


2- Burada iki husus vardır. 


Birincisi, Allah’ın kazası ki bu, Yüce Allah’ın zatı ile kaim bir fiildir. 

Diğeri ise kaza ile hükmolunan şeydir ki, bu da O'ndan ayrı olan ve kendisinde kazanın cereyan ettiği husustur. Kaza tümüyle hayırdır, adalettir, hikmettir. Onun tümüne rıza gösterilir. Kaza ile hükmolunan ise iki kısımdır. Bunun bir bölümüne rıza gösterilir, bir bölümüne gösterilmez.

3- Kazanın iki yönü vardır: 


Birincisi Yüce Rabbe taalluk edip O’na nisbet edilmesi. Bu yönüyle kul, o kazaya razıdır. 

İkinci yönü ise kula taalluku ve ona nisbet edilmesi. Bu bakımdan da kaza, razı olunan ve olunmayan olmak üzere ikiye ayrılır. Mesela cana kıymanın iki ayrı değerlendirmesi vardır: Yüce Allah’ın kaderi, kazası, yazması ve dilemiş olması ve onu, maktulün eceli(ömrünün sonu) olarak takdir etmiş olması bakımından biz, bu kazaya razı oluruz. Fakat katil tarafından bu fiilin işlenip yerine getirilmesi ve onun kendi iradesiyle buna kalkışarak kendi fiiliyle Allah’a asi olması açısından da bu fiile gazaplanırız ve ona razı olmayız.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

(el-Akidetü't Tahaviyye(İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi)

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Temmuz 2017 Salı

HADİS ÖĞRENİMİ UYULACAK EDEPLER, UYGULANACAK USULLER- Hadis Öğreniminde Niyet

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


HADİS ÖĞRENİMİ

UYULACAK EDEPLER, UYGULANACAK USULLER

1. Hadis Öğreniminde Niyet

Hadis öğrencisinin ilk işi, hadis öğrenmekteki niyetini, "Allah rızası" temeline dayandırmasıdır. Çünkü "amellerin değeri niyetlere göredir, her kişinin eline geçecek olan ise niyet ettiğidir". Hadis ilmini Allah için öğrenmek isteyen yücelir, dünya ve âhirette mes'ud olur. Başka niyetlerle bu ilmi isteyen dünya ve âhirette me'yus ve perişan olur.

Hadis öğrencisi hadisi dünyalıklara kavuşmak ve servet kazanmaya vesile edinmekten kaçınmalıdır. Zira ilmiyle böyle şeylerin peşine düşenlere ağır tehdidler vardır. Nitekim Hz. Peygamber, "Kim, kendisiyle Allah'ın rızası taleb edilecek bir ilmi, dünyalıklara kavuşmak niyetiyle tahsil ederse, kıyamet günü cennetin kokusunu bile alamaz"(ı) buyurmuştur.

Hammad b. Seleme "Hadis ilmini Allah rızasından başka bir amaçla öğrenen kendi kendisini aldatır"(2) demiştir.

Hadis öğrencisi, övünme ve gösterişten sakınmalı, hadis öğrenmekten maksadı aslâ riyasete geçmek, bir takım tâbiler edinmek, meclisler akdetmek olmamalıdır. Zira âlimlerin uğradığı dahilî âfetler, hep bu bozuk düşüncelerden kaynaklanır. Nitekim Hz. Peygamber, "ulemâ ile yarışmak ya da cahillere gösteriş yapmak için ilim öğrenmeye kalkışanları belki insanlar istikbal eder, alkışlarlar fakat onların yeri cehennemdir"(3) buyurmuştur.

Hadis öğrencisi, hadisi rivâyet için değil, riâyet (yaşamak) için bellemeli. Çünkü ilimleri rivâyet için öğrenenler çoktur. Fakat gereğine riâyet edenler pek azdır. Çoğu var olanlar yok gibi, çoğu âlim câhil gibidir. Nice hadis râvileri vardır ki, o hadisten üzerinde hiç bir iz yoktur. Hadisin hükmiyle amel etmeyen, onu bilmeyenden farklı değildir. Zira mürsel bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; "Ulemânın himmeti riâyet, sefihlerin gayreti rivayet içindir"(4)

Hadis öğrencisi, Allah’ın kendisine, ilmiyle neyin peşinde olduğunu soracağını ve ilmiyle amel edip etmemesine göre muamele edeceğini aklından çıkarmamalıdır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet günü hiç kimse beş şeyin hesabını vermeden bir yere kıpırdayamaz. Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nerelerde geçirdiği, malını nereden kazanıp nerelere harcadığı, ilmiyle ne tür ameller işlediği..."(5)

Bir adam gelip Hz. Peygambere "cehâletin aleyhime delil olmasını ne giderir?" diye sordu. Hz. Peygamber "ilim" buyurdu. "Peki, ilmin aleyhime delil olmasını ne önler?" diye sordu. Bu kez Hz. Peygamber, "amel" buyurdu.(6)

Ali b. Ebî Talib de ulemaya şöyle hitap etmiştir:
"-Ey ilim erbâbı, öğrendiklerinizle amel ediniz. Zira gerçek âlim, bildiğiyle amel eden ve ameli ilmine uyan kişidir..."

Süfyân da şöyle der: "Eğer bildiğimle amel edersem, insanların en âlimi benim demektir. Eğer bildiğimle amel etmezsem, dünyada benden daha cahil kimse yok demektir." 


Ebu'd-Derdâ ise konuya bir oran getirir ve şöyle der:
"Kim öğrendiklerinin onda biriyle amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğrenme imkanı verir." 



Hadis Öğrenimi- Tarihi ve güncel boyut- Prof. Dr. Lütfi Çakan'ın kitabından alıntıdır.

DİPNOTLAR
1. Ebû Davud, İlim 12; İbn Mace, Mukaddime 23: Ahmed b. Hanbel, II. 338
2. bk. ibn Abdilberr. Camiu beyânil-ilm I. 191.
3. İbn Mace, Mukaddime 23
4. Münâvi, Feyzu'l-kadir, VI. 356: İbn Abdilberr, Cami'. II, 6
5. Tirmizî, Sıfatu'l-kıyâme 1 (hds.no: 2416)
6. İbn Abdilberr, Cami', II, 11


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

10 Temmuz 2017 Pazartesi

FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ-2-

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Beyan: Kesin bir dille diyebilir miyiz ki, Sünnet olmadan İslamiyeti yaşamamız mümkün değildir?

E.S: Elbette! Söyleyebilir miyiz değil, söylemek zorundayız. Neden? Çünkü Sünnet'i devre dışı bırakan, Sünnet'siz bir Kur'an, Peygambersiz bir din anlayışı İslamî bir anlayış olamaz. Kur'an'da Peygamber Efendimız Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e itaati emir buyuran pek çok ayete rağmen, Sünnet'in ve Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in devre dışı bırakılabileceğini gösteren bir tek ayetten bile söz edilemez.

Beyan: Malum çevreler Sünnet'i tamamen yok saymıyorlar, işlerine gelenleri kabul ediyorlar. Bu duruma ne diyebiliriz?

E.S: Sünnet'in tamamen devre dışı bırakılmasıyla, sözünü ettiğiniz bu anlayışın temelde bir farkı yoktur. Çünkü tıpkı Kur'an gibi Sünnet de, bizler uyalım, tabi olalım diye vardır. Nasıl Kur'an ayetleri içinden işimize gelene uyup, işimize gelmeyeni terk etmek gibi bir selahiyetin sahibi değilsek, aynı şey Sünnet için de geçerlidir. Allah Teala Celle Celaluhu  Kur'an'da, "Şu şu ayetlere uymak zorundasınız, ama şunlara uymak zorunda değilsiniz" gibi bir çerçeve çizmediği gibi, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem de -özellikle dinin tebliği, Kur'an'ın beyanı ve ilahi emirlerin pratik hayata yansıması bağlamındaki- Sünnetler hakkında böyle bir ayrım yapmış değildir. Ümmet'in uymakla yükümlü olduğu Sünnetlerin diğerlerinden nasıl ayırdedileceği, bu konudaki kriterlerin neler olduğu, ulemamız tarafından yapılan çalışmalarla ortaya konmuştur. Mesela Malikî mezhebi alimlerinden el-Karâfî'nin, "el-İhkâm" isimli eseri, bu konuda zikredilmesi gereken temel eserlerden birisidir. el-Karâfî bu eserinde, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in uygulamalarını, "Resul", "Devlet Başkanı", "Kadı" ve Müftü" sıfatlarıyla yapılmış tasarruflar olarak taksim ediyor ve bunlar içinde bağlayıcı olanların hangileri olduğunu gerekçeleriyle izah ediyor.

Dolayısıyla bahsettiğimiz "malum çevreler"in, hemen her konuda olduğu gibi, Sünnet üzerinde de ayrıntılara inildikçe bir araya getirilmesi mümkün olmayan görüşler ileri sürdüklerini görüyoruz. Müçtehid İmamlar'ın, fıkhî meselelerin 3'te 1'lik bölümünde bile -makul gerekçelerini yukarıda kısaca ortaya koyduğumuz tarzda- ihtilaf etmesini her fırsatta istismar ve karalama vesilesi yapanların, önce kendi aralarında sergiledikleri korkunç boyutlardaki görüş farklılıklarını izah etmeleri gerekir.

Beyan: Bütün bu ayrı görüşleri bir araya getirip, orta yolda ittifak etmek mümkün değil mi? Bu ayrılıkların kaynak noktası neresidir?

E.S: Şimdi aklıma bir olay geldi, onu nakledeyim:

 Hz. Ali Radıyallahu Anh , Haricîler'le münakaşa ve münazara etmesi için Abdullah b. Abbas Radıyallahu Anh'ı görevlendirir ve ona şöyle der:

- "Onlarla tartışırken Sünnetlerden delil getir." İbn Abbas Radıyallahu Anh der ki:

- "Ey Mü'minlerin Emiri! Biz, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'ın akrabalarıyız, amca çocuklarıyız. Kur'an bizim evlerimizde nazil oldu. Dolayısıyla hangi ayetin hangi olay hakkında nazil olduğunu ve hangi ayetin ne anlattığını iyi biliriz."

Hz. Ali'nin Radıyallahu Anh cevabı çok ilginçtir. Der ki:

- "Evet, doğru söylüyorsun; biz bunları herkesten daha iyi biliriz. Ama tartışmayı sadece Kur'an ile sınırlı tutarsan, bir netice alamazsın. Çünkü Kur'an "zû vücûh"tur." Yani Kur'an ayetleri pek çok manaya ihtimallidir. Yahut Kur'an'dan, onların da kendi görüşlerine delil olarak getirebilecekleri ayetler bulmaları kolaydır. Onun için Kur'an'ın beyanı olan ve murad-ı ilahîyi yakalamanın vazgeçilmez unsuru olan Sünnet'i delil getir."

Şimdi dikkat edin. Konuşmamızın başında adını zikrettiğimiz bütün o fırkaların her biri, görüşlerinde Kur'an ayetlerine dayanıyor. Yani Hz. Ali Radıyallahu Anh çok önemli bir noktanın altını çiziyor.

Hemen burada çok küçük bir örnek vereyim: Mesela İslam Tarihi'nde, Cebriyye diye bir fırka var. Yukarıda sözünü ettiğimiz Mu'tezile'nin tam karşısında yer alan bir fırka. Cebriyye diyor ki: "İnsanın elinde hiç bir şey yoktur. İnsanın iradesi diye bir şey söz konusu değildir. İnsan, Allah Teala'nın Celle Celaluhu kendisi için ezelde takdir ettiği şeyleri yapmaya mecburdur."

Bunu ileri sürerken de birtakım Kur'an ayetlerini delil getiriyor. Mesela diyor ki: Kur'an'da, "Savaşta onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları." "(Ok) attığın zaman da sen atmadın, Allah attı onu" buyurulmaktadır. Demek ki, kulların fiili olarak Kur'an'da zikredilen hususların hepsi mecazen kullara isnat edilmiştir. Savaşta atılan oklar dahi insan tarafından atılmamıştır. Onları atan Allah Teala'dır. Allah Teala öyle dilediği için kul o oku atmaya mecburdur."

Oysa Kur'an'da bu bakış açısını çürüten onlarca ayet vardır. Burada bunların ayrıntısına girmemiz mümkün değil. Konuya dönecek olursak, ilk bakışta birbirine zıt gibi görünen Kur'an ayetlerinin mevcudiyeti bir vakıadır. İşte burada ortak bir metodolojide buluşabilmemiz için, Kur'an tarafından kendisine Kur'an ayetlerini beyan etme, açıklama vazifesi verilmiş olan Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in Sünneti'ni, Kur'an'ın doğru biçimde anlaşılabilmesi için mutlak surette bir merci olarak kabul etmek zorundayız.

Bundan sonra Sahabe'nin tefsirleri, nüzul sebeplerini anlatan rivayetler, Arap dilinin özellikleri vesaire gelir. Bütün bu noktalarda görüş birliğinin tesis edilmesi lazım.

Şimdi bakın, günümüzde şöyle bir anlayış var: Diyorlar ki: "Kur'an'dan başka bir kaynak ve delil tanımayız. Neden? Çünkü Allah Teala Celle Celaluhu Kur'an'ı koruyacağını bize vadetmiş. Ancak Sünnet için böyle bir vaat ve garanti yok. Sünnet'in naklinde işin içine beşer unsuru girmiştir. Tarih içinde uydurulduğu bilinen pek çok hadis vardır. Hadis ravileri, hadisleri naklederken bir takım tasarruflarda bulunmuşlardır. Dolayısıyla hadislere güvenmemiz mümkün değildir. Şu halde yapılması gereken şudur: Önce Kur'an ile doğrudan, aracısız bir şekilde yüz yüze gelelim. Onu anlayıp idrak edelim. Hadis külliyatı içerisinde de Kur'an'a uyanları alalım, Kur'an'a aykırı olan rivayetleri terk edelim."

İlk bakışta gayet olumlu ve mantıklı gibi görünen bu yaklaşımın altını biraz eşelediğimizde, ortaya çok ciddi problemlerin çıktığını görüyoruz.

Mesela bir hadisin Kur'an'a uygun olup olmadığını nasıl tespit edeceğiz? Günümüzde yaygın olarak yapılan şudur: Ben bir A şahsı olarak Kur'an'ı açıp okuyorum ve kendime göre bir Kur'an anlayışı geliştiriyorum. B şahsı da aynı şeyi yapıyor ve o da kendisine göre farklı bir Kur'an anlayışı geliştiriyor. Şüphesiz burada kişilerin ilmî seviyeleri, altyapıları, yetiştikleri kültürel ortam vs. gibi pek çok unsur belirleyici oluyor ve bunun neticesinde de farklı Kur'an anlayışları ortaya çıkıyor.

Sonra bu A şahsı veya B şahsı çıkıp diyor ki: Falanca hadis Kur'an'a aykırıdır.

Ama oturup düşünmüyoruz ki, acaba bizim Kur'an'dan anladığımız şeyin doğru olduğunu kim belirleyecek? Bunu bize kim garanti edebilir? Şu halde güvenilmez olan, Kur'an'a aykırı olduğu söylenen hadisler midir, yoksa Kur'an anlayışları mıdır? Bu, hayati önemi haiz bir sorudur ve cevabı henüz tatmin edici bir şekilde verilebilmiş değildir.

İşte bu "malum çevreler"e mensup bir kısım kimseler, başörtüsünün Kur'anî bir emir olduğunu, Mirac'ın hak ve gerçek olduğunu, kabir azabını, Mizan'ın, Sırat'ın hak olduğunu söylerken, diğer bir kısmı tam tersini iddia ediyor. Şimdi burada bir sakatlık var. Bu iki insan aynı noktadan hareket ediyor; yöntemleri, metotları aynı, yapmak istedikleri aynı, iddiaları aynı. Fakat biri sağ tarafa gidiyor, diğeri sol tarafa.

Şimdi bizler ne yapmalıyız? Oturup bu alanda kendimizi baştan sorgulamamız lazım. Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem  buyuruyor ki:

"Allah Teala Celle Celaluhu ilmi insanlardan zorla söküp almaz. Ancak alimlerin ölümüyle alır. Alimler ölür ve geriye cahiller kalır. İnsanlar da alim bildikleri o cahil kimselere gidip meselelerini arz ederler. Onlar da ilimleri olmadığı için yanlış fetvalar vermek suretiyle hem halkı saptırırlar, hem de kendileri sapıtırlar."

Günümüzde bu hadis-i şerifin anlattığı olay fiilen yaşanıyor. Adı "alim"e çıkmış bir takım insanlar var. Hele isminin başında Prof. Dr. yazıyorsa o kişi artık bu işin uzmanıdır. O her şeyin en iyisini ve en doğrusunu bilir. Bu anlayışı sorgulamamız lazım. Ciddî ilim adamı eksikliği mevcut.

Beyan: Eski ulema ile ilgili aklımızın almadığı bir konu da, bu insanların yazdığı eserler. Bir çoğunun yüzlerce cilt eser yazdığını görüyoruz. O zamanın şartlarını düşündüğümüzde bir insanın ömrünün bu eserleri yazmaya yeterli olmadığını görüyoruz. Bu insanlar bu eserleri nasıl meydana getirdi?

E.S: Geçmiş ulemaya bu kadar atıf yapıyoruz. Elbette bunun bir sebebi var. Onların himmetleri, gayretleri, sabırları, ilmî kapasiteleri, ihlas ve takvaları şimdiki insanlarla kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip. Geçmişte öyle çalışmalar yapılmış ki, bugün bunları bizim havsalamız almıyor.

Bakın size birkaç örnek vereyim: Yakın geçmişte yaşamış bir alım, Muhammed Zahid el-Kevserî (rh.a). Talebesi merhum Abdülfettâh Ebû Gudde'nin naklettiğine göre el-Kevserî merhum, el-Aynî'nin "Umdetu'l-Kaarî" isimli eserini 20 kere baştan sona mütalaa etmiştir. Burada yapılan iş, "okuyup geçmek" değil. İnceleyerek okumuş. el-Aynî'nın bu eseri, "Sahîh-i Buhârî"ye şerh olarak yazılmış ve bir kaç baskısı yapılmıştır. Bendeki baskısını esas alarak söylüyorum: Bu eser büyük boy 24 cilttir ve her sayfasında ortalama 30'dan fazla satır vardır. Üstelik küçük harflerle dizilmiştir.

Şimdi bırakalım el-Aynî'nin bu eserini, onun aslını teşkil eden "Sahîh-i Buhârî"yi bu insanların kaçı baştan sona okumuştur acaba? Bu kitaptan metni ile senedi ile kaç hadisi ezberden nakledebilirler? Buna ben de dahilim. O halde eğri oturup doğru konuşalım; biz bu ilim mirasının liyakatli evlatları değiliz.

Yeryüzünün en görkemli medeniyetlerini Müslümanlar kurmuştur. Bir Osmanlı medeniyeti, bir Endülüs medeniyeti böyledir. Osmanlı Devleti -kavram olarak Osmanlı devletine "imparatorluk" demek yanlıştır-, yeryüzünün en uzun ömürlü devletlidir. Bütün bunları yapan, şüphesiz ki ulemamızın, ilim, fikir, sanat ve devlet adamlarımızın olağan üstü gayret ve himmetleriydi.

Bakın, Hanbelî mezhebine mensup Ebu'l-Vefa b. Akîl isimli alimin, Bütün ilim dallarını ihtiva eden 400 ciltlik bir eseri bulunduğunu kaynaklardan öğreniyoruz.

Hanefî mezhebinin ikinci imamı İmam Ebû Yusuf, bilindiği gibi Abbasî Devleti'nin baş kadısıdır. Bu resmî görevi yanında, pek çok talebe yetiştirmiş ve eserler yazmıştır. Onun, diğer eserlerini bir kenara bırakalım. Talebelerine söyleyerek yazdırmak suretiyle vücuda getirdiği "el-Emâlî" isimli eserinin 300 (üçyüz) cilt olduğu söylenmektedir.

Yine bu babda İmam es-Suyutî de enteresan bir örnektir. Yazdığı eserlerin sayısı 730 civarındadır. Üstelik İmam es-Suyutî, eserlerinin çoğunu, 40 yaşından sonra uzlete çekildiğinde yazmıştır.

Keza Ebu Ali Hüseyin b. Muhammed el-Mâsercisî, "el-Müsned" isimli 1300 (bin üçyüz) cüzlük bir eser yazmıştır. Yine Hadis ulemasından Ebu Hatim el-Abdevî'den, 10 kişi, 10.000 (on bin) cüzlük hadis yazmışlardır. Ebu'l-Fadl el-Felekî isimli alimin, 1000 (bin) cüzlük "et-Tabakât" isimli bir eseri vardır.

Son bir örnekle bitirelim: Hindistan'lı Rabbanî alim Muhammed Eşref Ali et-Tanevî merhum bu yüzyılın ortalarında vefat ettiğinde geriye, telif, imla, fetva ve vaz-u nasihatlerinin kaleme alınmasıyla vücuda getirilmiş 1000 (bin) ciltlik muazzam bir kütüphane bırakmıştı.

Bu doğrultuda daha pek çok örnek sayılabilir. Ama ibret almasını bilenlere bu kadarı bile fazladır.

Şüphesiz ki onlar da birer beşer idiler. Hastalık, yorgunluk, yaşlılık, uyku ve dinlenme ihtiyacı, günlük meşguliyetler, resmî vazifeler, talebe yetiştirme ve benzeri hususlar onlar için de geçerliydi. Üstelik onlar, ibadat-u taatlerini de hiç aksatmayan insanlardı. Hatta kendilerine vird edindikleri nafile namaz, Kur'an tilaveti gibi şeyler de vardı. Ama onlar, bütün bunlara ve değindiğiniz zor şartlara rağmen bu kadar eseri meydana getirebildiler. Bu, tabii ki onların ihlaslarından, samimiyetlerinden, sa'y-u gayretlerinden ve dolayısıyla Allah Teala'nın Celle Celaluhu onlara yardımından kaynaklanıyor.

Burada değinmemiz gereken bir nokta da şudur: Günümüzde artık branşlaşma söz konusudur. Mesela bir kimse Hadis ilmi alanında profesör olur, bu dalda uzmanlaşır. Ona, gel İbn Hacer'in, el-Aynî'nin, ez-Zehebî'nin veya es-Suyûtî'nin el attığı ilim dallarında tıpkı onlar gibi kaynak olarak kullanılabilecek değer ve ciddiyette eser yaz desen, "benim branşım değil" der. Haydi bunu kabul ettik; sadece Hadis konusunda o değer ve seviyede eser yaz desen, onu da yapamaz. Hasılı günümüzde alim olmak demek, eski alimlerin yazdıklarını öğrenmek demektir. Yani günümüzün alimleri, geçmiş ulemanın talebesi seviyesinde bile değil. Niyetimiz kimseyi karalamak ya da küçümsemek değil, ama vakıa bu.

Dolayısıyla bizler önce oturup kendi aczimizi idrak ve sahip olduğumuz kültür ve ilim mirasının eşsizliğini ikrar etmeliyiz.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

8 Temmuz 2017 Cumartesi

FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ-1-

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

EBUBEKİR SİFİL HOCA'NIN BEYAN DERGİSİNDEKİ "FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI ÜZERİNE" SÖYLEŞİSİ

Beyan: Bütün bu anlattıklarınız bilinçli bir organizasyonun sonucu mudur? İsminin evvelinde Prof.-Doç. gibi unsurlar olanların çok daha cahil ve akılsız oldukları söylenemez. Bunlar bilgi ve becerilerini yıkıcı yönde mi kullanıyor?


Ebubekir Sifil: Bu insanların ilmî bir bilgiye sahip olduklarını düşünsek bile, bilmek yeterli değil. O bilginin gereği olarak amel etmek gerekiyor. Kişinin bildiklerini önce hissetmesi, yaşaması ve tatbik etmesi lazım. Aksi halde bir kimsenin "alim" sıfatını hak etmesi mümkün değildir.


Takva, edep ve tevazu, ilim adamı olmanın vazgeçilmez şartlarıdır. İslam ilim tarihi bu hususun sayısız örneklerinin en canlı şahididir. Oysa günümüzde adı "ilim adamı"na çıkmış olan kimselere bakıyorsunuz, adeta bilmedikleri bir şey yok. Her şeyi biliyorlar. Hatta her şeyin en iyisini ve en doğrusunu onlar biliyorlar. Sadece adı "ilım adamı"na çıkmış olanlar mı? Sıradan bir öğrenci, esnaf ve iştigal sahası İslamî ilimler; olmayan söz gelimi bir mühendis, bir doktor dahi İslam ile ilgili konularda fütursuzca ahkâm kesmekten geri durmuyor.

Beyan: Bugün genel olarak Kur'an üzerinde bir ittifak var gibi. Kur'an üzerinde sağlanan bu ittifakı Sünnet'te nasıl sağlayabiliriz?

E.S: Evvela şunu ortaya koyalım: Kur'an ve Sünnet'e hakkıyla vakıf olma mertebesine erişmiş olan kimseler arasında birtakım içtihad farklılıkları bulunabilir.

Mesela "...ev lâmestumu'n-nisâe..." ayet-i kerimesinden İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri cinsel ilişkiyi anlamış. İmam eş-Şafiî hazretleri ise kadının sadece derisine, cildine dokunmayı anlamış. Çünkü ayet, "... kadınlara dokunduğunuz zaman..." diyor. Burada geçen ifade, her iki şekilde anlaşılmaya da müsaittir. Ehil kimseler arasında bu türden birtakım anlayış farklılıklarının olması normaldir.

Ancak bu durum, Kur'an ve özellikle de Sünnet'in delil olduğu noktasında bu imamlar arasında görüş farklılığı bulunduğu anlamına gelmez. Dikkat ederseniz, "Dört Hak Mezhep" tabirini kullanıyoruz. Niçin? Çünkü Dört Mezhep, Edille-i Şer'iyye dediğimiz dört delilin esas alınması noktasında ittifak halindedir. Tarih içinde bu dört mezhep ile bu konuda tavır birliği içinde olan diğer başka mezhepler de mevcut idi. Ancak bugün artık onların tabisi kalmamıştır.

Bu dört mezhep dışında kalan diğer mezheplerin bahsi geçen dört delile -ki bunlar Kur'an, Sünnet, İcma; ve Kıyas'tır- bakışlarında sakatlıklar vardır.

Demek ki, sadece Kur'an ve Sünnet üzerinde değil, İcma ve Kıyas delilleri üzerinde de keza görüş birliği sağlanmalıdır.

Kur'an üzerinde ittifak vardır dedik. Sünnet ve diğer iki delilin niçin esas alınması gerektiği hususu, Usul-i Fıkıh kitaplarında uzun uzadıya tartışılmış ve gerekçeler ortaya konmuştur.

Bugün bizim yapmamız gereken şey şudur: Benim kanaatime göre ilmî seviyelerine asla ulaşamayacağımız Müçtehid İmamlar nasıl böyle bir konsensüs [görüş ve tavır birliği] sağlamışlar? Bizler bu konsensüsün ruhuna nüfuz edebilmeliyiz. Neydi onların temel olarak bu dört delil etrafında birleştiren? Bu dört mezhep, bir aile gibidir ve fıkhî meselelerin 3'te 2'sinde ittifak halindedirler. Geriye kalan 3'te 1'lik ihtilaflı kısım ise, yukarıda bir örneğini verdiğimiz türden makul ve kaçınılmaz görüş ayrılıklarının bir sonucudur. Bu ihtilafların mantığını anlamak zor değildir.

Mesela bu ihtilaflara, "fetva" ve "takva" ölçüleri açısından bakılabilir. Nitekim Ebu'l-A'lâ Sâ'id b. Ahmed b. Ebî Bekr er-Râzî isimli alim, "el-Cem' Beyne'l-Fetvâ ve't-Takvâ fî Mühimmâti'd-Dîn ve'd-Dünyâ" isimli eserinde bunu yapmış, Müçtehid İmamlar arasındaki ihtilaflı meseleleri, "fetvaya uygunluk" ve "takvaya uygunluk" kriterlerine göre tasnif etmiştir.

Keza İmam eş-Şa'ranî de "el-Mîzânu'l-Kübrâ" isimli eserinde bu türlü ihtilaflı meseleleri "azimet" ve "ruhsat" bölümlemesi içinde tasnif etmiştir. Dolayısıyla bu türlü ihtilaflı meseleleri, "Mezhepleri birleştirme" sloganıyla ortaya çıkan 19. yüzyıl reformistlerinin iddia ettiği gibi, Ümmet'in parçalanması olarak düşünmek ve "Kur'an bir, Sünnet bir; öyleyse bu ihtilaflar nereden çıkıyor? Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in mezhebi var mıydı?" gibi basit ve yüzeysel sloganlarla bir problem gibi takdim etmek mümkün ve doğru değildir. 

Günümüzde bu delillerden nasıl hüküm çıkarılacağı konusunda bir tartışma var. Genellikle İcma ve Kıyas'ı bir delil olarak kabul etmeme eğiliminde olan bazı yaklaşımlara göre İcma bir delil değildir. Çünkü geçmişte bir dönemde yaşamış bütün Müçtehid İmamlar'ın bir meseledeki görüşlerinin bir noktada toplanıp toplanmadığını tesbit etmek çok zor idi. Yahut bunun gerçekleşmiş olduğunu kabul etsek bile, tarihin bir döneminde meydana gelmiş olan böyle bir görüş birliği bugün bizler için neden bağlayıcı olsun?

Oysa İcma konusunda gerek Kur'an ve Sünnet'teki deliller, gerekse bizzat Sahabe'nin ileri gelenlerinin tutumu, İcma'ın dinî bir delil olarak bağlayıcılığını ortaya koymaktadır. 

Kıyas'a gelince, günümüzde Kıyas'ın Şer'î bir delil olmadığını iddia edenlerin bir kısmı şöyle diyor: "Kıyas, münferit hüküm bildiren ayet ve hadislerin illetini tesbit edip, aynı illeti taşıyan, ama nasslarda açıkça bildirilmeyen durumlar hakkında da -aralarındaki illet birliğine dayanarak- aynı hükmü vermektir. Bu ise bizi parçacılığa ve lafızcılığa götürüyor. Şu halde yapılması gereken şey şudur: Mesela Kur'an ayetlerinin tümünün incelenmesi, yani tümevarım [istikra] metoduyla genel bir bakış açısı elde edildikten sonra, önümüze çıkan her probleme bu genel Kur'anî bakış açısıyla hüküm vermek. Bu durumda verilen hükümler, Kur'an'ın ruhuna uygun olarak verilmiş olacaktır."

Oysa burada gözden kaçırılan önemli bir nokta var:

Günümüzde bu türlü iddiaları ortaya atanlar her şeyden önce "Kur'an'ın ruhu" dedikleri şey üzerinde bir görüş birliği sağlayabilmiş değiller ki, bunun güvenilir bir metot olduğu konusunda ileri sürülenlerin ciddiye alınma şansı bulunabilsin! Mesela bu türlü iddialarda bulunan kimselerin, Sünnet'in hücciyyeti, şahitlik ve miras meselesi gibi kadınla ilgili hususlar, haddler ve daha bir çok noktada ileri sürdüğü ihtilaflı görüşleri ele alın. Bu konularda verilen birbirinden farklı hükümlerin hangisini "Kur'an'ın ruhuna uygun" olarak değerlendirmemiz gerekiyor?

Öte yandan Kur'an hakkındaki tartışmalar bağlamında oldukça önemli bir yer işgal eden "nesh" gibi meselelerde -ki biz kıymetli Beyan okuyucuları için bu meseleyi ilk iki sayıda ele almıştık- görüş birliği sağlamadan ortaya bütünlük arz eden bir Kur'an tasavvuru koymak da mümkün değildir.

Mesela birisi çıkıp, Kur'an'da Cehennem hakkında kullanılan bir kelimeyi, "sekar" kelimesini "bilgisayar" olarak yorumluyor. Kur'an'da "söz" anlamında kullanılan "hadis" kelimesinin, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in hadislerini anlattığını iddia ediyor. "Bu söylediklerinin, ne Kur'an'dan, ne de Sünnet'ten bir delili yoktur. Dolayısıyla bunların ilmî olarak kabul edilmesi ve de ciddiye alınması mümkün değildir" dediğiniz zaman da feveran ediyor, "Ben bunları böyle anlıyorum. Benim özgür bir şekilde yorumumu ve görüşümü ortaya koymama niçin engel oluyorsun?" diyor.

Böyle bir ortamda Kur'an üzerinde görüş birliği sağlamanın mümkün olduğunu söylemek oldukça zor görünüyor.

Dolayısıyla böyle son derece önemli meseleleri herkesin arzusuna ve keyfine göre şekillenen hususlar haline getirmeye kimsenin hakkı ve yetkisi olmamak lazım gelir diye düşünüyorum.

Bütün bunlardan sonra başa dönerek, sorunuzda yer alan husus hakkında şunu söylemeliyiz: Günümüzde yaşanan bu karmaşa ortamında Kur'an hakkında genel bir görüş birliği bulunduğunu dahi söylemek ne yazık ki mümkün değil.

Kur'an üzerinde sağlıklı bir anlayış edinme noktasında görüş birliğine varabilmemiz için Sünnet'e mutlak surette ihtiyacımız olduğunun herkes tarafından kabul edilmesi gereklidir. Esasen ulemamız, bağlayıcılık bakımından Kur'an ile Sünnet'i, meseleye kuşbakışı baktığımızda, hiç bir zaman keskin hatlarla birbirinden ayırmamışlardır. En azından dinin tebliği ile ilgili sünnetlere "gayri metluvv vahiy" ismini vererek bunların bağlayıcılığı üzerindeki doğru anlayışı ortaya koymuşlardır. Bu ne demektir? Bu, Sünnet'in de Allah Teala tarafından indirilmiş bir vahiy olduğunu söylemektir. Yani tilavet edilmeyen, namazda okunmayan vahiy.

Bizim, bu anlayışı benimsememizi mümkün kılan, hatta zaruri kılan pek çok nokta var. Bizzat Kur'an'da, Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e Kur'an ayetleri dışında da vahiy geldiğini bildiren Kur'an ayetleri bir yana -ki biz, "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı seri çalışmamızın birinci cildinde bu ayetleri geniş bir şekilde ele almıştık- İslam'ın pratik hayata yansımalarının Sünnet olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir.

Mesela namazı ele alalım. Kur'an'da sadece namaz kılınması konusunda emir vardır. Ancak namazların ne zaman, ne miktarlarda ve nasıl kılınacağına dair Kur'an'da bir sarahat yoktur. Namazın şu şu vakitlerde, şu kadar rekât kılınacağı, kıyamda şöyle durulacağı ve şunların okunacağı, rükû ve secdeye şöyle gidilip, şunların söyleneceği Kur'an'da belirtilmiş şeyler değildir. Buna rağmen bu Ümmet 1400 küsür yıldır namaz kılıyor. Peki Kur'an'da yer almamış olan bu temel ibadeti Ümmet neye göre yapıyor? İşte ulemanın, hadis-i şeriflere dayanarak verdiği cevap:

Namazın şekli, miktarları ve vakitleri, gayrı metluvv vahiy ile belirlenmiştir. Cebrail Aleyhisselam Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e bir gün şu vakitte gelerek abdest almış ve O'na nasıl abdest alınacağını göstermiş, sonra öne geçip imam olmuş ve namaz kıldırmış. "İşte bu vaktin namazı böyle kılınacak" demiş. Sonra diğer bir vakitte gelmiş ve yine imamlık yaparak o vaktin namazının nasıl kılınacağını fiilen göstererek öğretmiş ve beş vakit namaz böylece Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e öğretilmiş. O da Ümmetine gösterip öğretmiş. Buna benzer pek çok husus var. İşte biz bütün bu noktaları Kur'an'da ayrıntılı bir biçimde bulamıyoruz. Ama Sünnet vasıtasıyla biliyoruz.

Devam edecek...

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR

7 Temmuz 2017 Cuma

FARKLI İSLAM ANLAYIŞLARI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


 Günümüzdeki farklı İslam anlayışları nereden kaynaklanıyor? Bu farklı İslam anlayışlarının geldiği son nokta nedir?

İslam tarihindeki ilk farklılaşma Hz. Osman 
Radıyallahu Anh'ın şehit edilmesiyle kendisini gösteriyor. Daha sonra Hz. Aişe Radıyallahu Anha validemiz ile Hz. Ali Radıyallahu Anh arasındaki mücadeleler, Hz. Ali Radıyallahu Anh ile Hz. Muaviye Radıyallahu Anh arasındaki mücadelelerle büyüyüp devam ediyor.

Daha sonraları yoğun olarak işin içine birtakım siyasî unsurlar giriyor; bunlardan birtakım siyasî ve itikadî fırkalar zuhur ediyor. Bunların hepsi farklı bir İslam anlayışını temsil ediyor. Bu farklı İslam anlayışları bir yönüyle siyasî, bir yönüyle de itikadî bir mahiyet arz eder ve bunun tabii bir sonucu olarak da farklı fikrî uzanımlara sahiptirler. Her birinin, Kur'an'a ve Sünnet'e bakış açıları bakımından temel aldıkları farklı metodolojik yaklaşımları var.

Mesela Hz. Ali 
Radıyallahu Anh ile Hz. Muaviye Radıyallahu Anh arasındaki mücadelelerin doğurduğu bir fırka olan Haricîler şöyle dediler: "Biz, sadece Kur'an'a ve bizden olanların rivayetlerine güveniriz. Temel, Kur'an'dır. Onun yanında ikinci olarak güveneceğimiz unsur da, adalet sıfatını kaybetmemiş olan, yani bizden olan kimselerin naklettikleri rivayetlerdir."
Onları bunu söylemeye iten sebep, Hz. Ali 
Radıyallahu Anh ile Hz. Muaviye Radıyallahu Anh arasında yaşanan "Hakem olayı"ndan sonra, "Hüküm Allah'ındır. Dolayısıyla bu Hakem olayına karışan, bu olayı kabul eden herkes kâfir olmuştur" şeklindeki temel anlayışlarıdır. Kâfirin rivayetine güvenilemeyeceğine ve de söz konusu olaya karışan ve hakemlerin verdiği hükme razı olan Bütün Sahabîler kâfir olduğuna göre, onların rivayetlerine güvenilemeyeceğini söylemek kaçınılmaz olmaktadır.

Haricîler bu temel anlayış doğrultusunda toplumda bir terör havası estirerek, adeta önlerine geleni tekfir ettiler. Bu da toplumda büyük bir tepki ve infial meydana getirdi. Bir zaman sonra bunlara tepki olarak Mürcie dediğimiz fırka ortaya çıktı. Bunlar da şöyle dediler: "Bir kimse, Mü'min olduğunu söyledikten sonra artık işleyeceği hiç bir kötülük ve günah kendisine hiç bir zarar vermez. Biz, günahkâr mü'minlerin Cehennem'de azap göreceğini söyleyemeyiz."

Görüldüğü gibi bu iki fırkanın biri ifrat, diğeri tefrit görüşü temsil etmektedir.

Daha sonraları Mu'tezile dediğimiz fırka ortaya çıktı. Kadim Yunan ve Hint felsefesinden, Roma kültüründen ve tercüme faaliyetlerinden yoğun olarak etkilenen Mu'tezile ise, Kur'an ve Sünnet'i yorumlarken aklı merkeze koyuyor, insan aklına ve iradesine abartılı bir şekilde vurgu yapıyor. Bu temel tavrın bir neticesi olarak da akıl-nakil çatışmasında aklın esas alınacağı görüşünü benimsiyor. Yine Mu'tezile, büyük günah işleyen kimselerin ne mü'min, ne de kâfir olduğunu, böyle kimselerin "el-Menzile beyne'l-menzileteyn", yani bu ikisi arasında bir yerde bulunacağını söylüyor.

Keza Mu'tezile, Kur'an'da açıkça yer almayan hususlar Sünnet ile sabit olsa bile bunları kabul etmez. Mesela kabir azabı, Sırat, Mızan vs. gibi konular böyledir.

Bütün bu farklı İslam anlayışları karşısında Ehl-i Sünnet nerede duruyor? Burada Ehl-i Sünnet devamlı olarak merkezi ve itidali temsil etmiştir. Ancak bu durum, sırf itidal ve dengeyi yakalamak maksadıyla değil, Kur'an ve Sünnet öğretileri öyle tecelli ettiği için böyle olmuştur.

Sahabe'yi tekfir etmek şöyle dursun, onlar arasındaki mücadeleler hakkında Ehl-i Sünnet, bunların birer içtihad farklılaşması olduğunu söyleyerek Sahabe'ye hürmette kusur etmemeyi esas alıyor. Çünkü gerek Kur'an'da, gerekse Sünnet'te Sahabe'ye hürmet gösterilmesini gerektiren oldukça fazla sayıda ifade mevcuttur. Yine Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'a göre günahkâr mü'minin ahirette mutlak surette hiç azap görmeyeceğini söylemek doğru değildir. Allah Teala 
Celle Celaluhu  dilerse böyle mü'minlere azap eder, dilerse onları bağışlar.

Oysa Mürcie ne diyordu? "Günahkâr mü'mine günahları hiç bir zarar vermez." Mu'tezile ise böyle kimselerin ne mü'min, ne de kâfir sayılacağını söylüyordu. İşte Ehl-i Sünnet'in itidal görüşü burada kendisini ortaya koymaktadır.

Yine Ehl-i Sünnet, Kur'an'da açıkça yer almasa bile sahih Sünnet ile sabit olduğu için Sırat, Mizan gibi hususların hak ve gerçek olduğunu kabul eder.

Bütün bu farklı İslam anlayışları tarih içinde yaşanan yoğun fikrî ve zaman zaman fizikî mücadelelerden sonra Ehl-i Sünnet'in galibiyeti ile neticeleniyor. Oldukça uzun bir süre Ehl-i Sünnet, İslam Ümmeti'nin akaid ve inanç konusundaki tutumunu belirleyici bir biçimde varlığını sürdürüyor. Zira Ehl-i Sünnet'in gerek siyasî, gerekse itikadî görüşleri kaynağını, Kur'an ve Sünnet'ten ve reddedilmesi mümkün olmayan aklî gerçeklerden alıyor.

İslam dünyasında aydın geçinen bir takım kimseler, aynı Reformist anlayışın İslam'da da yaşanması gerektiğini savundular. Hındistan'da Seyyid Ahmed Han ve daha batıya gelindiğinde Cemaleddin Efgânî'nin temsil ettiği anlayış temelde bu noktada birleşmektedir.



Ne var ki, günümüzde müşahede edilen farklı İslam anlayışlarının, sözümüzün başında görüşlerini özetlemeye çalıştığımız fırkalardan ayrılan önemli bir özelliği var. O da şu: Bu anlayışların, İslam'ı anlama biçimleri konusunda oluşturdukları bütünlük arz den bir sistem yok. Yani "Biz Kur'an'ı yorumlarken şu şu ilkelerden hareket ediyoruz. Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarırken esas aldığımız unsurlar şunlardır" diyebilen kimse yok.


Daha kestirmeden söylersek, mesela bu kimselerin, ulemamızın ortaya koyduğu ciddiyet ve hacimde bir Usul-i Hadis'leri, Usul-i Fıkıh'ları, Usul-i Tefsir'leri ve Kelam/Akaid ilkeleri mevcut değil. Ele aldıkları her konuda bölük-pörçük, kırık-dökük bir şeyler söylüyorlar. Ama bunları bir araya getirip de bir sistem, bir metodoloji oluşturmak mümkün değil. Bu sebeple de çok sık olarak bir söyledikleri öbürünü tutmuyor, çelişkiden kurtulamıyorlar.

Bu kimselerin Kur'an'a yaptıkları abartılı vurgu bir anda insanlara cazip geliyor. Ama öte yanda Sünnet'in devre dışı bırakılmasının doğurduğu temel problemler, Kur'an'a yapılan vurguyu gölgede bırakıyor ve sakat bir İslam anlayışının oluşması ile neticeleniyor.

Ebubekir Sifil 

Devam edecek...

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR