31 Mayıs 2021 Pazartesi
30 Mayıs 2021 Pazar
29 Mayıs 2021 Cumartesi
28 Mayıs 2021 Cuma
27 Mayıs 2021 Perşembe
26 Mayıs 2021 Çarşamba
25 Mayıs 2021 Salı
24 Mayıs 2021 Pazartesi
23 Mayıs 2021 Pazar
22 Mayıs 2021 Cumartesi
21 Mayıs 2021 Cuma
20 Mayıs 2021 Perşembe
19 Mayıs 2021 Çarşamba
Helal ve Haram Hassasiyeti
Bismillahirrahmanirrahim
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin…” (Bakara, 168)
Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:
"Şüphesiz helâl bellidir. Haram da bellidir. Fakat bu ikisi arasında (helâl veya haram olduğu açıkça belli olmayan) birtakım şüpheli şeyler vardır ki, pek çok kimse onları bilemez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse, dînini ve haysiyetini korumuş olur. Şüpheli şeylerden sakınmayan bir kimse ise, zamanla harama düşer. Tıpkı sürüsünü başkasına âit bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, sürünün bu araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allâh’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir.” (Buhârî, Îmân, 39)
Hiç şüphesiz, haram ve şüpheli şeylerle beslenen bir kimsede ibadet aşkı ve kulluk heyecanı olmaz. Haram ve şüpheli gıdâlardan kalbe ancak kasvet, sıklet ve gaflet sirâyet eder. Temâyüller, nefsânî arzulara göre şekillenmeye başlar. Böylece gönül hantallaşıp duygusuzlaşır, yalnız kendi menfaatini düşünür. Merhamet ve şefkat fukarâsı hâline gelir. Böylesi kalp ve bedenler, baştanbaşa bir kötülük barınağı ve ahlâksızlık yuvasına döner. Neticede İslâm ahlâkı ve yüce fazîletler âdeta unutulur.
11 Nisan 2021 Pazar
1 Nisan 2021 Perşembe
KÜÇÜK NOTLARIM (61)- islam denge dinidir
İslam, baştan sona bir kelimeyle anlatılmak istense o "denge" dir. islam denge dinidir. dünya ile ahiret arasında, aile ile iş, kadın ile erkek, evlat ile koca arasında denge kuracaksın. İslam, hayatın boyunca orta yolu bulmanı, dengede olmanı istiyor.
Vaize Fatma Bayram
31 Mart 2021 Çarşamba
KÜÇÜK NOTLARIM (60): ne kadar verildiyse o kadar istenecek
Allah-u Teala sadece Rahman olsaydı adil olmazdı çünkü o zaman iyiyle kötü arasında bir fark olmazdı. Allahın adaletine aykırıdır sadece Rahman olması.
Her insana Allah'ın isimleri farklı kombinasyonlarla tecelli eder. Örneğin, bir insan ahlaken, ruhen, zeka olarak, karakter kuvveti olarak daha kuvvetli bir şekilde hayata başladı, buna artı 10 da başladı hayata diyelim. Üzerine de aile, görgü, eğitim ekledi vs. geldi artı 20 ye . Biz dışardan bakınca harika bir insan diyoruz.
Vaize Fatma Bayram
23 Mart 2021 Salı
İlim
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillâhirrahmânirrahîm
“…Allah, içinizden îman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir…” (Mücâdele, 11)
Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:
“Bir kimse İslâm’ı ihyâ edip yaşatmak için ilim tahsil ederken ölürse, onunla peygamberler arasında sadece bir derece vardır.” (Dârimî, Mukaddime, 32)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, ilmin fazîletini diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle beyan buyurmuşlardır:
“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir:
-Allâh’ın kendisine ihsân ettiği malı Hak yolunda harcayıp tüketen kimse;
-Allâh’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse.” (Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13, Tevhîd 45; Müslim, Müsâfirîn 268)
https://www.2g1d.com/
22 Mart 2021 Pazartesi
O Seni Görüyor!
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillâhirrahmânirrahîm
"...Ne yerde, ne de gökte, zerre ağırlığınca, (hattâ) bu zerreden daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve gizli) olmaz..." (Yûnus, 61)
Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:
“…İhsan, Allâh’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlakâ görüyor…” (Müslim, Îman, 1, 5; Buhârî, Îman, 37)
https://www.2g1d.com/
21 Mart 2021 Pazar
Yemek Âdâbı
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillâhirrahmânirrahîm
“…İnkâr edenler, dünyâda sadece zevk u safâ ederler ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacağı yer cehennemdir!” (Muhammed, 12)
Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:
“Hiçbir insan, midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kişiye, kendisini ayakta tutacak birkaç lokma yeter. Şayet bir kimsenin mutlaka çok yemesi gerekiyorsa, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefesine ayırsın!” (Tirmizî, Zühd, 47)
Az yemek, çok şükür ve taatte bulunmak temel prensiplerden biridir.
Yemekte dört şeyin farz olduğu söylenmiştir:
1. Sadece helalinden yemek,
2.Yenen şeyin Allah’tan olduğunu bilmek,
3. Ona razı olmak,
4. Bu yemeğin verdiği kuvvetle Allah’a âsî olmamak.
Şu dört şey de sünnettir:
1. Başlarken besmele çekmek,
2. Sonunda Allah’a hamd etmek,
3. Yemekten önce ve sonra ellerini yıkamak,
4. Sol ayağını büküp sağını dikerek oturmak.
Şu dört şey de âdâbdandır:
1. Önünden yemek,
2. Lokmaları küçük küçük almak.
3. Ağza konan lokmayı güzelce çiğnemek.
4. Başkasının lokmasına bakmamak.
Şu iki şey şifadır:
1. Dökülen ekmek ve yemek kırıntılarını yemek,
2. Yemek kabını sıyırmak.
Şu iki şey mekruhtur:
1.Yemeği koklamak,
2. Yemeğe üflemek. Yemeğin soğumasını beklemeden sıcak sıcak yememelidir. Çünkü lezzet yemeğin sıcağında, bereket ise soğuğundadır.(İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 7. Cilt, 76. Sayfa, Erkam Yay.)
41- El-Hasîb ism-i şerifi:
El-Hasib, kâfi gelen; hesaba çekendir.
Allah-u Teala'nın hesap tutması insanların hesap tutmasına benzemez. Aradaki farkı şöyle açıklamaya çalışalım: Bazı şeyler rakamlarla ifade olunur. İnsanların neticeyi öğrenmek için bu rakamlarla bir takım hesaplar yapması gerekir ve bu hesaplar yapılmadan neticeyi bilemezler. Allah-u Teala ise, neticesi hesapla bilinecek ne kadar miktar varsa, hepsinin neticelerini hiçbir işleme muhtaç olmadan, doğrudan ve apaçık bilir. Çünkü O'nun ilmi, hiçbir kayıt ve şarta, tetkike veya herhangi bir işleme bağlı değildir.
Hasîb olan Allah kullarının hiçbir yaptığını boşa çıkarmaz; bütün amellerini kaydeder. Hatta buna en güzel delil olarak Nisa suresi 86. ayeti gösterebiliriz. Ayette Allah Teala’nın kimin daha güzel selam alıp verdiğini dahi hesaba kaydettiği bildirilir. Rabbimiz iyiliği mükâfatsız, kötülüğü cezasız bırakmaz. Alınmış sayısız nimetlerin elbette bir gün hesabı sorulacaktır. Onun için kıyametin bir adı da "hesap günü"dür.
Allah’a Teala ilk insandan son insana kadar hepsinin hayatı boyunca ne kadar nefes aldıklarını ve her nefeste iyi-kötü neler yaptıklarını, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda hesabını görür ve karşılığını verir.
İnsanın ömrü kendi mülkü değildir. Allah tarafından hesabı görülmek üzere verilmiş bir sermayedir. İnsan, ne kazanacaksa onunla kazanacaktır. Ömür her nefes aldıkça bitip tükenmekte, hesap yaklaşmaktadır. onu durdurmak elde değildir. Şu halde ömrümüzü ne ile harcıyoruz dikkat etmeliyiz. Çünkü hesap günü, herkes bu sermayeyi sahibine ödedikten sonra ya mükafat görecek ya da cezalandırılacaktır.
Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’tan bahisle Hasîb ismi üç yerde gelir. Sonu Allah’ın isimleri ile biten ayetlerde bu isimlerle ayette işlenen konular arasında müthiş bir ilişki vardır. Esma-i hüsnanın her birinin anlam derinliğini birazcık olsun anlayabilmek için bu ilişkiye dikkat edilmelidir. Mesela Nisa, 6. ve 86. ayetlerde Allah’ın bütün davranışların hesabını soracağı vurgulanırken , Ahzab, 39. ayette bu ismin kâfi gelme anlamı öne çıkar ve başta peygamberler olmak üzere ilahî emirleri insanlara tebliğ edenlerin Allah’tan başka kimseden korkmadıkları, zira Cenab-ı Hakk’ın herkese kâfi geldiği belirtilmektedir.
Yine Talak suresinin 2. ve 3. ayetlerinde de eşler arasında anlaşmazlık ortaya çıktığında tarafların, özellikle erkek tarafının adil ve insani duygularla davranması emredilir ve Allah’ın kendisine tevekkül eden kimseye yeteceği belirtilir.
Dost olarak da Allah yeter, yardımcı olarak da, her şeyi bilen olarak da, şahit olarak da Allah yeter, vekil olarak da, günahlarını bilici ve görücü olarak da Allah yeter…
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/
https://feyyaz.tv/el-mumin.html
En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram
40- El-Mukît ism-i şerifi:
El-Mukit, rızıkları yaratan ve bedenlere ulaştıran demektir. El-Mukit ismi, er-Rezzak ismi şerifine benzer. Ancak arada şöyle bir fark vardır: er-Rezzak ismi, sadece maddi rızıkları içine alırken; el-Mukit ismi maddi rızıklarla birlikte; iman, muhabbet ve marifet gibi manevi rızıkları da içine almaktadır. Bu durumda, el-Mukit ismi, er-Rezzak isminden daha kapsamlı olur.
Yine insana verilen iman, muhabbetullah, marifetullah gibi bütün manevi rızıklar el-Mukit isminin bir tecellisidir. Hidayet, şevk ve gayret, hep bu ismin tecellisiyledir. Belki de bu manevi tecelli, maddi tecelliden çok daha kıymetlidir. İnsan bütün maddi nimetlere sahip olsa ama Rabbini tanımasa, ona iman etmese ve onu sevmese; dünyanın hiçbir kıymeti olmazdı. Demek bizler, el-Mukit isminin manevi tecellisine, maddi tecellisinden daha fazla muhtacız...
Ayrıca, Allah-u Teala, kulunu görüp gözetmesini bir an bile kesmez; mesela insan henüz bebekken çalışamaz ve istemesini bilmezken onun gıdasını onu hiçbir sebep ile yükümlü tutmadan verir fakat ne zaman ki çalışır, ister ve arar bir çağa gelir; onun gıdasını da bir takım sebepler ve vasıtalar içinde sevk eder. Bunda büyük hikmetleri vardır. Yoksa vasıtaya, sebebe ihtiyacı yoktur. Allah insanlar için geçim sebepleri yaratmış ve geçimini temin etmek için herkesi bir sebebe yapışmakla yükümlü tutmuştur. Ancak bu sebeplerin meşru olması şarttır. Gayr-i meşru sebeplerle rızık aranmasını haram kılmıştır ve sonra herkese kendi kıymetini ve verilen emirler karşısındaki sadakat derecesini bildirmek için serbest bırakmıştır; kul, isterse rızkını meşru yollardan arar, dilerse gayr-i meşru yollara sapar, fakat şunu bilmek gerekir ki ne meşru yollara kanaat edenin gıdası noksan kalmıştır, ne de gayr-i meşru yollara düşenin gıdası çoğalmıştır. Herkes Allah tarafından tayin edilen rızkını alır. Fazla veya eksik olmaz. Örneğin, birisi fazla hırsla başkalarına ait olan parayı eline geçirebilir, fakat Allah öyle hadiseler yaratır ki, hırs ile eline geçirdiği bu parayı, ayağı ile sahibine götürmeye mecbur olur. Neticede boşuna yorulmuş olur.
Sadece yeme içme derdinde olup eşyanın tabiatına sırtını çeviren, olan bitenin arkasındaki hikmete eğilmeyip, ruhunun azığını aramayan insan adeta ruhunu aç, susuz bırakmıştır. Zira ilim ve hikmet insanın ruhunu zenginleştirir; bunlardan mahrumiyet onu azıksız bırakıp gücünü köreltir. O halde ruhların gıdası da nesne ve olayların içyüzüne vâkıf olup onları akletmektir.
En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram
39- El-Hafîz ism-i şerifi:
Hafız “korumak ve muhafaza etmek” anlamındaki hıfz kökünden türemiş, korumada mübalağa ve süreklilik ifade eden bir sıfattır.
Mesela; Atmosfer, Güneş’ten gelen zararlı ışınları süzer. Meteorların dünyamıza düşmesine büyük oranda mani olur. Dünyamızın aşırı ısınmasını ve soğumasını engeller. Dünya ile birlikte dönerek sürtünmeden doğacak yanmanın önüne geçer. İşte bütün bunlar, El-Hafîz isminin bir tecellisidir. Atmosfer, bu ismin tecellisiyle hayatın muhafazasına çalışır…
Demek, hayatın muhafazasına çalışan her bir varlık, bu ismin tecellisine aynadır. O halde diyebiliriz ki: Hayatın devamı için çalışan su, toprak, hava, ateş ve diğer bütün yaratılanlar, El-Hafîz isminin tecellisine mazhardırlar ve vazifelerini bu ismin tecellisiyle görürler.
El-Hafîz isminin bir başka tecellisi de hayatlarının muhafazası için mahlukata cihazların verilmesidir. Mesela, bir çiçeğe dikenin takılması bu ismin tecellisiyledir. Çiçek bu sayede hayatını muhafaza eder. Yine tüm meyve ve sebzelerin üzerindeki kabukları da onların muhafazasını sağlar ve Allah'ın Hafiz ismine birer ayna olurlar.
Yine bir keçiye boynuz verilmesi; kaplumbağanın kabuğu; kirpiye dikenlerin verilmesi hepsi El-Hafîz isminin tecellisiyledir. Çünkü bu azalar, bu canlıları dış tehlikelerden korur ve hayatlarının muhafazasını sağlarlar. O halde diyebiliriz ki: Varlıkların hayatının devamını sağlamak için onlara takılan bütün cihazlar El-Hafîz isminin bir tecellisidir.
Yine insanın hafızası bu isme aynadır. Bu ismin tecellisiyle, öğrenilen bütün bilgiler muhafaza edilir.
Aynı şekilde göz kapağı ve kirpiklerle gözü muhafaza, vücudu bir deri ile, beyni kafatası ile muhafaza, vücudun savunma sistemi ile kendini mikroplara ve dış etkenlere karşı koruması hep Rabbimizin Hafiz isminin birer tecellisidir.
El-Hafîz isminin bir başka tecellisi de her insanda hatta hayvanda olan kendini koruma isteğidir. Canlıların hayatını sürdürmek için muhtaç olduğu bütün içgüdü ve refleksler daha dünyaya gelirken hazır olarak verilir. Bu Rabbimizin bir ikramıdır. Bizler kendimizi trenin önüne atmıyorsak, yüksek bir binanın çatısından atlamıyorsak, bir tehlike gördüğümüzde sakınıyorsak, El-Hafîz isminin tecellisiyle bunları yapıyoruz. Bu isim tecellisini bir an üzerimizden çekse, hayatımızı hiçe sayar ve ölümümüze sebep olacak bir tehlikeye kendimizi atarız.
El-Hafîz isminin bir başka tecellisi de afetlerden muhafaza olmaktır. Mesela, bir yangın çıksa, bütün mahalle yanarken bir ev yanmasa, o ev El-Hafîz isminin tecellisine mazhar olmuştur… Ya da bir sel felaketi olsa, onlarca insan ölürken bazıları kurtulsa, o kişiler El-Hafîz ismine mazhar olmuştur… Yine feci bir araba kazasında yara almadan kurtulan kişi, bu ismin tecellisiyle kurtulmuştur.
İnsan bütün mahlukat içinde kendisini bekleyen tehlikeleri önceden düşünebilen tek varlık olduğundan güvenlik ihtiyacını da en şiddetle hisseden varlıktır. Asıl koruyanın Allah olduğunu bilmek; O korumadığı zaman hiçbir korumanın fayda vermeyeceğini bilmek bizi O’nun kapısından başka yerlerde korunma aramamızı engeller. Allah’ın himayesine girmek şahsiyet ve haysiyetimizi korumanın tek yoludur. Bize verdiği vicdan ve vahiyle bizi her türlü sapmadan koruyan da (Tarık, 86/4.) Allah’tır. Rabbimizin ilk insandan itibaren bizi hiç vahiysiz bırakmamış olmasının hikmeti de budur. İyi ve kötüyü ayırt edebileceğimiz bir kutsal bilgiyle donatmıştır Rabbimiz bizi. Böylece bu mücadelede bizi yalnız bırakmaz. Fakat bir kul yine de bu yardımı reddeder ve tek başına yol almak isterse ona da yapılacak bir şey yoktur.
Ayrıca insanlığın her konudaki birikiminin korunarak aktarılması da bu sıfatın tecellisi iledir.
Esma-i hüsnadan pek çok isimde olduğu gibi Hafız ismi de bir yönüyle ferahlık verip sevindirirken, diğer yönüyle sakındırıp düşündüren bir isimdir. (Şûra, 42/6.) Çünkü hıfz, beladan, yok oluştan, dağılıp gitmekten korumayı ifade ettiği gibi hiçbir şeyi gözden kaçırmadan; küçük büyük, gizli açık her şeye vakıf olup kaydını tutmayı da kapsar. yani Rabbimiz amellerimizi de kaydetmekle de ve El-Hafîz ismini tecelli ettirir.
İbn Arabi’ye göre de kişi hem kendini murakabe altında tutmak hem de kendine emanet edilenleri koruyup kollamak için bu ismin tecellisine muhtaçtır. Bu ismin tecelli ettiği kişiler öncelikle Allah’ın ihsan ettiği muhafaza vasıtalarını iyi kullanırlar. Hayatlarını, akıl ve beden sağlıklarını, dinlerini, aile fertlerini, mal ve mülklerini her türlü tehdide karşı iyi muhafaza ederler. Sadece kendilerinin değil, ilahi takdir gereği ellerinin altına verilmiş olanların hak ve hukukunu, izzet ve şereflerini de itinayla korurlar. İnsanoğlunun kendi varlıklarını koruma içgüdüsünün kendinden alt seviyedekilere zarar vermeye yol açabileceğini bilir; herkesin hakkını kendisininki gibi kutsal bilirler.
Bu ismin tecellileri ile ahlaklanan insan aynı zamanda yaptığı iyilik ve kötülüklerin bir zerresinin bile kaybolmayıp günün birinde önüne çıkacağına kesin olarak inanır. Bu nedenle de iyilikleri çoğaltıp, kötülüklerden sakınmaya çalışır. (Hac, 22/41.)
Allah-u Teala kulunu El-Hafîz isminin tecellisiyle muhafaza etmektedir; kul da Hafiz isminin kendindeki tecelillerini görüp hamd etmelidir; kalbini Allah’ın razı olmadığı şeylerden; azalarını günahlardan ve ahlakını, kötü ahlaktan muhafaza etmelidir. Bunu yaparsa, El-Hafîz ismiyle ahlaklanmış ve bu ismi şerifin tecellisine bilerek ayna olmuş olur.
Ya Rab, El-Hafîz isminin hürmetine bizleri insî ve cinnî şeytanların şerrinden muhafaza eyle! Bizleri nefsi emmarenin şerrinden muhafaza eyle! Dünyevi ve uhrevi musibetlerden muhafaza eyle! Kabir azabından, ahir zaman fitnelerinden ve bütün günahların şerlerinden muhafaza eyle. Amin…
En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram
https://feyyaz.tv/el-mumin.html
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
38- El-Kebîr ism-i şerifi:
Allahü Teala Kebîr‘dir. Kibriyâ sahibidir. El-Kebir, “Çok büyük” manasına gelmektedir. Bu ism-i şerif, hem Allah-u Teâlâ’nın zatının büyüklüğüne hem de isim ve sıfatlarının büyüklüğüne işaret etmektedir.
Öncelikle, Allah-u Teâlâ’nın zatının büyüklüğünden bahsedelim ve daha sonra da isim ve sıfatlarının büyüklüğüne geçelim:
Cenab-ı Hak zatı itibariyle çok büyüktür. Ancak insanın bu büyüklüğü kavrayabilmesi ve aklının bunu idrak etmesi mümkün değildir. “Cenab-ı Hak çok büyüktür.” denildiğinde, bununla maddi bir büyüklük kastedilmez. Zira Cenab-ı Hak maddeden münezzehtir.
Evet, Cenab-ı Hakk’ın zatı çok büyüktür, bütün büyüklerden nihayetsiz derecede büyüktür. Bütün büyükler ve büyüklük ifadeleri onun büyüklüğü yanında o kadar küçüktür ki. Bizler buna iman eder, bu büyüklüğü anlamaktaki acizliğimiz sebebiyle işin aslını Allah’a havale ederiz. Bir örnekle açıklamak istersek;
Biliriz ki, her eser, bir ayna gibi kendi ustasının ilmini, yetkinliğini, maharetini gösterir. Ama hiçbir eser mahiyet ve hakikat itibariyle ustasına benzemez. Meselâ, bir saat kendi ustasının becerisini gösterir ve yetkinliğine ayna olur. Ama hiçbir yönüyle ustasına benzemez. Bizler saate bakıp bunu yapan ustanın yetkinliğini, ilmini, kudretini ve iradesini o eser üzerinde görebiliriz ama onu yapan ustanın zatını, erkek mi kadın mı; büyük mü küçük mü; güzel mi çirkin mi; zayıf mı şişman mı olduğunu bilemeyiz. Bileceğimiz tek şey ortada bir eser olduğudur ve eseri yapan, hayat, ilim, irade, kudret sahibi bir sanatkarın olduğudur.
Cenab-ı Hak da bu kâinatı yoktan yaratmıştır. Bizler, yoktan yaratılan bu kâinata ve içindeki varlıklara bakarak bir yaratıcının olması gerektiğini kabul ederiz. Ancak yaratıcımızı, sadece O'nun Kendisini tanıttığı kadarıyla biliriz. Yaratıcımız bize, gönderdiği peygamberler ve kitaplar ile kendi isminin Allah olduğunu beyan buyurmuştur, isim ve sıfatlarını bizlere öğretmiş ve onlarla tefekkür etmemizi emretmiştir. Fakat zatı hakkında düşünmemizi yasaklamıştır.
Zaten insanın aklı, O’nun zatının mahiyetini kavramaktan acizdir. Evet Allah-u Teala'nın, ne zâtında, ne sıfatlarında, ne de fiillerinde benzeri yoktur. Akla, hayâle ne gelirse Allah onun başkasıdır. Varlıkların hiçbirisine, hiçbir surette benzemez. Allah-u Teâlâ gerek zâtıyla, gerek sıfatlarıyla akla, hayâle, zihne, fikre ve tasavvura gelen ve gelmesi mümkün olan herşeye benzemekten münezzehtir. Mukaddes mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez.
O halde, el-Kebir isminin manasını incelerken, “Allah zatı itibariyle çok büyüktür.” dediğimizde, burada bize düşen şey, Allah’ın büyüklüğünün maddi bir büyüklük olmadığını bilmektir. Biz, bu büyüklüğün mahiyetinin nasıl olduğunu Cenab-ı Hakk’ın ilmine havale ederiz.
Şimdi Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının büyüklüğüne geçelim:
Allah-u Teâlâ’nın kudret sıfatı gibi; ilmi de sonsuz ve sınırsızdır. Gizli-açık, olmuş-olacak herşeyi bilir.
Allah-u Teâlâ’nın kudret ve ilim sıfatı gibi; görmesi, işitmesi, iradesi ve diğer bütün isim ve sıfatları sonsuzdur ve sınırsızdır. İşte El-Kebir ismi, isim ve sıfatlardaki bu sonsuzluğa işaret eder ve Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz kemaline delalet eder.
İnsanın bu ismi şerife karşı vazifesi ise şudur: Allah’ı zatında, isim ve sıfatlarında mutlak büyük olarak bilmek ve bu büyüklüğü hakkıyla idrak edemeyeceğini anlamaktır. Ayrıca şu alemde kendine büyüklük verilen mahlukata bakarak Allah’ın Kebir isminin tecellisini o varlıklarda görmek ve Rabbini Kebir ismiyle tespih etmektir.
37- El-Aliyy ism-i şerifi:
El-Aliyy; yüksek, yüce, şerefli manalarına gelmektedir. Bütün bu manalarla, Allah-u Teâlâ Aliyy’dir yâni mutlak yücedir. O’nun ulviyetinin üzerinde bir derece düşünülemez; maddi-manevî, cismanî ve ruhanî bütün derecelerin üzerindedir. Allahu Teâlâ’nın ulviyyeti ve yüceliği izafetsizdir yani başka bir şeye nisbet ve kıyas edilemez. Allahü Teâlâ’nın Zât-ı mahlûkatın zâtına benzemediği gibi, ulviyeti de mahlûkatın ulviyetine benzemez. O’ndan daha üstün, daha yüce bir varlık düşünülmesi imkânsızdır.
Şunu da belirtelim ki: Cenab-ı Hakk’a yükseklik ve yücelik sıfatlarının atfı, mekânî bir atıf değildir. Yani “Allah-u Teâlâ Aliyy’dir.” denildiğinde, bununla mekân yüksekliği kastedilmez. Çünkü Allah-u Teâlâ mekândan münezzehtir.
“Mekândan münezzeh olmak” ne demek, kısaca onu da açıklayalım: İnsan her an bir mekânda bulunmak zorunda olduğundan, mekândan münezzehliği kavrayamayabilir. Öncelikle bunu anlamaya çalışalım:
El-Aliyy isminin manasını anlamaya çalışırken böyle bir açıklama yaptık ki, “Allah yücedir ve yüksektir” denildiğinde, bununla mekân yüksekliği anlaşılmasın. Zira Allah, mekândan münezzehtir ve mekânları yoktan yaratandır.
O halde El-Aliyy isminin manası, Allah’ın zat, sıfat, isim ve fiillerindeki yüceliktir.
Allah-u Teala, kudrette, ilimde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarda nihayetsiz ulvîdir ve yücedir. Ulûhiyetinin şânına yaraşmayan her türlü noksanlıktan ve kusurdan münezzehtir.
Mesela:
Allah-u Teâlâ kullarına zulmetmekten yücedir.
Eş ve evlat edinmekten yücedir.
Kullara ait sıfatlar olan; uyumak, yemek, içmek gibi sıfatlardan yücedir.
Acizlikten, kusurdan ve noksanlıktan yücedir.
Zatı, her türlü çirkinlikten yücedir.
Kendisine şirk koşanların bütün batıl fikirlerinden yücedir.
Akılların idrakinden; zatının kavranmasından yücedir.
İşte bütün bu manalar ile Cenab-ı Hak yücedir, yüksektir, yani El-Aliyy’dir. İnsanın aklı, bu ismin hakikatini tam olarak kavramaktan acizdir.
İnsanın bu ismi şerife karşı vazifesi ise şudur. Allah’ı, zatında isim ve sıfatlarında mutlak yüce olarak bilmek ve dar anlayışıyla Allahın zatının yüceliğini, isim ve sıfatlarındaki yüceliği hakkıyla idrak edemeyeceğini anlamak;
Ayrıca şu alemde kendine büyüklük verilen yüksek dağlara, engin denizlere, güneşe, yıldızlara ve gezegenlere bakarak Allah’ın Aliyy isminin tecellisini o varlıklarda görmektir.
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
36- Eş-Şekûr ism-i şerifi:
Şekûr: Az amele, çok ücret veren; az ibadete, sonsuz ihsanlarda bulunan manasına gelmektedir. Bu isim, Rabbimizin cömertliğini ifade eden bir isimdir.
Hem Şâkir ismi hem de Şekûr ismi insanlar için de kullanılır. Bu ism-i şerifler insana atfedilse, mesela, “Ahmed şâkirdir.” denilse; bundan, Ahmet’in şükreden bir kul olduğu anlaşılır. Eğer “Ahmed şekûrdur.” denilse; bundan da Ahmet’in çok fazla şükreden bir kul olduğu anlaşılır.
Kula atfedildiğinde, “şükreden ve çok fazla şükreden” manasına gelen bu isimlerden Şekûr Allah’a nispet edildiğinde “az da olsa kulun iyi amellerine fazlasıyla karşılık veren” anlamına gelir. (Tegabun, 64/17.) Gazali rahmetullahı aleyh’in ifadesiyle Rabbimiz Şekûr olduğundan şükredilen şeyi kat kat artırır ve bu dünyada sayılı günlerde yaptığımız amellere karşılık ahiret âleminde sonsuz nimetler lütfeder. O sebeple cennet ehli cennete yerleştiğinde Allah’ı iki ismiyle överler: Günahlarını örttüğü için “Gafûr” ve az iyiliklerine çok karşılık vererek onları cennete yerleştirdiği için “Şekûr.” (Fatır, 35/34.)
Burada kısaca hamdle şükür arasındaki farka da değinelim:
Yüce Allah'a hamd etmek, O'nu üstün sıfatlarından dolayı övmektir. Hamd, şükürden daha geneldir.
Şükür, ancak nimet karşılığında yapılır. Buna göre, her şükür bir hamd sayılır.
Yani hamd, Allahu Teala’yı gerek verdiği nimetlerinden dolayı, gerek diğer bütün kemal sıfatlarından dolayı övmektir.
Şükür ise, yalnız verdiği nimetler dolayısıyla övmek, minnettarlığını ifade etmek demektir.
Kur’an’dan anlıyoruz ki kendisini “Şekûr” diye isimlendiren Yüce Allah kulların ibadet ve iyiliklerine ‘görevlerini yapıyorlar’ diye bakmaz; bunları yeni bir lütuf vesilesi sayar ve şanına yakışır şekilde kat kat karşılık verir. (Fatır, 35/30.)
Şekûr isminin kuldaki en büyük tecellisi şükreden bir kul olabilmektir. Nimetlerin nimet olduğunu görebilmek ve onlara şükürle karşılık verebilmek başlı başına bir nimettir. İnsan ruhu, aradığı tatmin duygusuna ancak bu şekilde kavuşabilir.
Şükrün en son mertebesi de, kulun hakkıyla şükretmekten aciz olunduğunu idrak etmesidir. Bu mertebeye ulaşan kulu hiçbir yoksunluk, sıkıntı yıkamaz.
Maddi olsun manevi olsun aslolan nimete odaklanmaktır. Öyle olduğu için şükran yolunu tutanlar sürekli Rablerinden gelen ihsanları anarlar. (Duha, 93/11.) Dillerinden şikâyet duyulmaz. Bir nimetin şükrünün de o nimeti paylaşmakla olacağını bilirler. Bunu yaptıklarında da bir lütufta bulunur gibi değil, bir vazife gibi ifa ederler (İnsan 76/8-9). Kendisine ikram edilen kişiye gelince o da nimetlerin asıl sahibini tanıdığından, hediyeyi getiren kula değil, nimeti gönderen Rabbine bakar. Öyle olunca da vasıtaya duyulan minnet, nimeti asıl göndereni unutturmaz.
35- El-Gafûr ism-i şerifi:
El-Gafur: Çok mağfiret eden, günahları çokça örten ve kusurları çokça bağışlayan manalarına gelir. Cenab-ı Hakk Gafur’dur. Günahları bağışlar, kusurları örter ve kuluna mağfiret eder. Mağfiret insanın ayıplarının örtülmesinin adıdır. Başımızın dik, alnımızın açık olması bizim en temel insanlık ihtiyacımızdır. Diğer bütün zevkler bundan sonra gelir. Kur’an ve sünnete baktığımızda bütün bu dünya telaşını sırf mağfireti elde etmek için yaşıyoruz gibidir. (Âl-i İmran, 3/133; Fatır, 35/34.) Öyle yüksek bir hedeftir mağfiret! İster itaatkâr olsun ister isyankâr olsun kul kusurlarının örtülmesine ihtiyaç duyar. İsyankâr, günahlarının örtülmesine muhtaçtır, itaatkâr da eksiklerinin örtülmesine muhtaçtır; kuluz ve hepimizin eksiği var.
Birinci muamele şudur: Onun kulağından tutar, ilk önce onu azarlar sonra onu polise teslim ederek hapse girmesini sağlar. Bu, ceza muamelesidir. Dükkân sahibi çalışanına ceza ile muamele etmiştir.
İkinci muamelesi şu olabilir: Dükkân sahibi çalışanını huzuruna alır ve ona saymaya başlar: “Ben sana iyilik yapmadım mı? Seni korumadım mı? Maaşını fazla fazla vermedim mi? Bütün bunlara karşılık sen bana bu kötülüğü nasıl yaptın? Hiç mi utanman yok!..” Bu gibi sözlerle çalışanını rezil eder ve onu utandırır. Yaptığı kusuru yüzüne vurur ve ona yaptığı iyilikleri hatırlatır. Ancak onu cezalandırmaz. "Bu rezilliğin sana kâfidir. Seni affediyorum.”der. İşte bu muamele af muamelesidir. Dükkân sahibi onu cezalandırmamış ve onu polise teslim etmemiştir. Fakat kusurunu yüzüne vurarak onu rezil etmiş ve utandırmıştır. Bu muamelesiyle dükkân sahibi Allah’ın El-Afuv ismine mazhar olmuştur.
Dükkân sahibinin üçüncü muamelesi de şu olabilir: Çalışanının hırsızlığını görür ve bilir, fakat bu kusurunu onun yüzüne vurmaz. Bu suçundan dolayı onu hesaba çekmez, bilmiyormuş gibi davranır. Onunla yüz yüze gelmez ve onu rezil rüsva etmez. İşte bu muamele af değil, mağfirettir ve dükkân sahibi bu muamelesiyle Allah-u Teâlâ’nın El-Gafur ismine ayna olmuştur.
Aynen bu örnekte olduğu gibi, Cenab-ı Hakk’ın da kullarına karşı üç türlü muamelesi vardır: Bazen kullarının günah ve isyanlarına karşı onlara azap eder. Bu, Allah’ın cezasıdır ve ceza ile muamelesidir. Bazen ise kullarının günah ve isyanlarına karşı hem dünyada hem de ahirette ceza vermez. Ancak hesap günü kuluna bu günahlarını hatırlatır. Ellerini, gözlerini, kulaklarını ve diğer azalarını konuşturarak kulunu rezil eder. Hatta bu rezillik ve utanmak öyle bir seviyeye gelir ki, şu hadis-i şerifin bildirmesiyle kul artık cehenneme gitmek ister.
Cabir İbni Abdullah radıyallahu anh nakleder. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü Âdemoğlunun Allah’ın huzurundaki utanması ve rezilliği öyle bir dereceye ulaşır ki, kul artık cehenneme gitmesinin emredilmesini ister, ta ki o rezillikten kurtulsun.” (Suyuti, Dürrul Mensur: 2/411)
Öğrendikçe Allah Teala’ya saygımızı, şükrümüzü artıran sayısız konudan biri de Ğafur isminin Kur’an-ı Kerim’de en çok Rahîm ismiyle birlikte gelmiş olmasıdır. 73 yerde bir arada gördüğümüz bu iki isim kusurları örtmenin merhametle birlikte olduğunda kemal ifade ettiğini gösterir. Bağışladığını hissettirerek muhatabını ezmeyen bir bağışlamadır Rahîm’in bağışlaması…
İlahî terbiyenin ismi olan “Rabb”in Kur’an-ı Kerim’de on küsur yerde Ğafur ile nitelenmesi de ayrı bir lütfa işaret ederek -elbette kurallar ve yaptırımlar da içeren- bu terbiyenin kusurları örtme ve bağışlama üzerine kurulduğunu gösterir. Bundan anlarız ki bu terbiye, yalnızca terbiye edilen üzerinde hakimiyet kurma amacı gütmemekte; her zaman af gerekçelerini dikkate alan Rabbimizin şefkatini göstermektedir. (En’am, 6/145; Nahl, 16/119; Kehf, 18/58.)
Ğafur isminin Halim ismiyle birlikte geldiği yerlerde müminlere bazı hukuki, ahlaki ve sosyal konularda ikazlar yapılmış ardından da bu iki isim zikredilerek Rabbimizin hem kusurları örttüğü, hem de örtmeyeceği zaman cezada acele etmeyip mühlet verdiği hatırlatılmıştır. (Bakara, 2/225, 235; Âl-i İmran, 3/155; Maide, 5/101.)
Ğafur bunlardan başka Aziz, Şekûr , Afüvv isimleriyle de kullanılmaktadır. Diğer isimlerde olduğu gibi bu isimler de Ğafur’un manasını desteklemekte ve ona yeni boyutlar katarak zenginleştirmektedir. Ğafur isminin Vedûd ismiyle birlikte geldiği Buruc suresi 14. ayet ise bütün kusurlarımıza vakıf olup onları örten Rabbimizin bunu yaparken bize duyduğu sevginin yok olmadığını vurgulaması açısından ayrıca büyük bir müjdedir.
İslam’da insan için aslolan günahkârlık olmadığı halde Kur’an’da yüzlerce yerde vurgulanan mağfiret talebinin sebebi hayata günahsız başlayıp kemale ulaşması beklenen insanın bu kemal vasıfları edinme yolunda geri kalışlarını telafi etmek içindir. Bu nedenle mağfiret temennisi olan tövbe-istiğfar aynı zamanda bir yükseliş vesilesidir. (Zariyat, 51/18; Enfal, 8/4; Muhammed, 47/15; Fussılet, 41/32; Fetih, 48/29.) Yalnız bu mağfiret talebinde sözlerle davranışların birbirini desteklemesi gerekir. Pişmanlık, tövbe ve ıslah aşamalarını içermeyen bir mağfiret talebi ciddi değildir. Kur’an’da yer alan mağfiret ayetlerinin çok defa tövbeyi ve iyi davranışları şart koşması da bunu gösterir (Furkan, 75/70; Neml, 27/11; Tegabün, 64/18; Nur 24/22.) Aynı zamanda mağfiret talep edenin affedilmeyecek hiçbir günah olmadığını da bilmesi gerekir. (Zümer, 39/53.) Kişi ölüm haline varmadıkça günahlarının örtülüp yeni bir başlangıç yapma şansının kalmadığı bir nokta yoktur.
Günahkâr olmadığı sürece Rabbimizin kusurları örtmeyi ifade eden isimlerinin tecellisi için bir mahal de kalmayacağından Ğafur isminin tecellisi insanların günah işlemelerine ve bağışlanmalarını istemelerine bağlıdır. Bu nedenledir ki Efendimiz (s.a.s.) “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi giderip yerinize günah işleyip mağfiret dileyen kimseler yaratırdı.” buyurmuştur. (Müslim, Tevbe, 9.)
Bu mübarek ismin tecelli etmesi için başkalarının bir kusurunu gördüğümüzde hemen kendi kusurlarımızı hatırlayacak bir farkındalığa ulaşmış olmamız gerekir. Sonra da mağfiretin öncelikle bizim başkalarının kusurlarını örtmemize bağlı olduğunu bilmemiz lazımdır. (Nur, 24/22.) İlahî affa ihtiyacımız var ve bunu kazanmamız başkalarını affetmemize bağlı! Formül budur… “Kim bir Müslümanın ayıbını örter, kusurunu bağışlarsa Allah da kıyamet gününde onun kusurlarını bağışlar” (Buhari, Mezalim, 3; Müslim, Zikir, 38.)
İbn Arabi gufranın tecellisine başka bir boyut ekleyerek bu ismin bizimle bize zarar verecek şeyler arasına güçlü engeller koyarak da tecelli edeceğini söyler. Bu durumda Rabbimiz yanlış yolları örterek bize göstermemekte, bu şekilde bizi cezadan değil; bizzat günahın kendisinden korumaktadır.
Cenab-ı Hakk bizleri ve sizleri El-Gafur isminin tecellisine mazhar eylesin. Kusurlarımızı örtsün ve yüzümüze çarpmasın. Bizlere El-Gafur ismiyle tecelli etsin. Âmin!
34- El-Azîm ism-i şerifi:
El-Azim, azamet ve büyüklük sahibi manasına gelmektedir. Allah-u Teâlâ Azim’dir. Hem zatında hem isim ve sıfatlarında azamet ve büyüklük sahibidir. Bütün büyükler, O’nun büyüklüğü yanında küçüktür. Büyük bildiğimiz her şey, el-Azim isminin tecellisiyle o büyüklüğe ulaşmıştır. Bu ism-i şerif, bildiğimiz bütün ululukların yoktan var edicisi yüce Allah’ın azametini ifade eder. “Emirlerine hiçbir şekilde karşı gelmek mümkün olmayan ve âciz bırakılamayan, zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu varlık” demek olur.
Rabbimizin azametinin kâinata yansıyan tecellisini aklımız nispetinde anlayabilmek için O’nun kâinattaki eserlerini incelemek gerekir. Kur’an sayısız ayetinde hep biz kullarını buna davet eder. Yaratıcının azametine işaret etmesi açısından fizik ve tabiat bilimlerinin kıymeti de burada devreye girer. Bilgi ve tefekkür bu azameti kavramada bir yere kadar bize yardım etse de biz aklın sınırına varıp dayandığımızda o azamet hâlâ bütün ihtişamıyla karşımızda durmaktadır. Burada idrak ve izah sona erer; hayret ve sükût başlar. O, her büyükten daha büyüktür. Hiçbir akıl, O’nun büyüklüğünü gerçek mahiyetiyle kavrayamaz.
Cenab-ı Hak zatı itibariyle Azim’dir ve büyüklük sahibidir. İnsanlar bu azamet ve büyüklüğü kavramaktan acizdirler dedik. İnsan bir şeyin büyüklüğünü bazen gözü ile görür, bazen aklı ile kavrar, bazen hayali ile kavrar, bazen de hayal gibi en geniş duygu dahi o büyüklüğü kavramaktan aciz kalır.
Azîm isminin imanımıza tecelli etmesi ve bu sayede Allah’ı gereği gibi tanımak ve O’na layık olduğu şekilde saygı duyabilmek için bir toz zerresinden muazzam büyüklükteki galaksilere kadar bütün yaratılmışlarda Allah’ın büyüklüğünü görecek bir bakışa ulaşmalıyız; bunun için de hem bilgimizi hem de tefekkürü artırmak gerek. Bilgiyle doldurulmamış boş bir zihin evrende Allah’ın azametini görebilecek bakışa da ulaşamaz. Bir şeyin kıymetini ancak o şeyden hakkıyla anlayan takdir edebilir. Âlemlerin Rabbinin azametini takdir edebilmek de böyledir. Önce zihinde bir azamet fikrinin ve ölçütünün olması gerekir. Hiçbir zihin Allah Teala’nın ululuğunu hakkıyla tasavvur edebilecek kapasiteye sahip olmasa da hiç değilse kendi tasavvur âleminde en yüce noktaya O’nu yerleştirmeli; hiçbir mahluku O’nun yüceliği ile yarıştırmamalıdır.
Zihnimizde bir azamet ölçütü oluşturalım; Mesela: Bir fili gördüğünüzde, “Bu büyüktür.” dersiniz. Sonra bir dağa baktığınızda, “Bu daha büyüktür.” dersiniz. Sonra bir denize bakarsınız, “Bu dağdan da büyük.” dersiniz. Bu büyüklükleri göz görürken, “Dünya büyüktür.” denildiğinde, bu büyüklüğü göz kavrayamaz. Çünkü Dünya, gözün görebileceği büyüklükten daha büyüktür. Bu büyüklüğü insan ancak aklı ve bilimsel verilerle kavrayabilir.
Güneşin Dünya’dan 1.300.000 defa daha büyük olmasını ise, akıl çok zor kavrar. Bu büyüklük, belki de aklın kavrama sınırıdır. Çünkü Dünya’yı 1.300.000 defa büyütmek ve sonra akıl ile bu büyüklüğü görebilmek çok zordur.
Bu büyüklüklerden sonra karşımıza aklın da kavrayamadığı, belki hayal ile yetişilebilecek büyüklükler çıkar. Mesela denilir ki, “Samanyolu Galaksisi’nde Güneş gibi 300 milyar yıldız vardır. Samanyolu Galaksisi’nin yarıçapı 100.000 ışık yılıdır…” Böyle büyüklükler karşısında akıl kavramaktaki acizliğini itiraf ederek, vazifeyi hayale havale eder. Hayal bir nebze bu büyüklükleri anlamaya çalışır. O da ancak bir nebze başarır.
Sonra karşımıza hayalin de kavramaktan aciz kaldığı büyükler çıkar. Mesela, Canis Majoris yıldızı… Bu yıldız, 7 Desilyon Dünya büyüklüğündedir. Rakam olarak ifade edecek olursak, bu yıldız içine tam bu kadar Dünya almaktadır: 7.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000 Şimdi, bu kadar Dünya’nın içine sığdığı yıldızın büyüklüğünü hayal edebiliyor musunuz?
Değil aklın kavraması ya da hayalin kavraması, dil bile telaffuzdan aciz kalıyor. İşte bütün bu büyüklerde Cenab-ı Hakk’ın El-Azim ismi tecelli etmiştir. Bu isme karşı bizim vazifemiz ise, bu büyük mahlûkların, el-Azim isminin bir tecellisi olduğunu düşünmek ve bu mahlûklara bakarken Azim ism-i şerifi ile Rabbimizi tesbih etmektir.
İnsanın, Allah’ın yarattığı mahlûkların büyüklüğünü anlamaktan ve idrakten aciz olduğunu gördük. Acaba mahlûkların büyüklüğünü kavramaktan aciz olan insan, o mahlûkları yoktan yaratan zatın yani Allah’ın büyüklüğünü nasıl kavrayacak? Elbette ki kavrayamaz ve anlayamaz.
O halde, el-Azim isminin Allah’ın zatına bakan tarafında, insanın bilmesi ve söylemesi gereken söz şudur: Allah Azim’dir. Zatı, her şeyden ve her büyükten daha büyüktür. Zaten bütün büyükleri yaratan da O’dur. Bildiğimiz bütün büyükler, O’nun zatı yanında küçüktürler. Ancak ben bu büyüklüğün mahiyetini anlamaktan, sırrına vakıf olmaktan ve aklımla kavramaktan acizim. Ben Allah’ın Azim olduğunu, her şeyden daha büyük olduğunu bilirim ve buna iman ederim. Ama zatındaki bu büyüklüğün mahiyetini kavramaktaki acizliğimi kabul eder, işin hakikatini Allah’ın ilmine havale ederim. Evet, Allah Azim’dir; lakin aklım, idrakim ve hayalim bu azameti anlamaktan aciz. Daha Güneş’in büyüklüğünü anlayamıyorken, güneşi ve galaksileri bir emir ile yoktan var eden zatın büyüklüğünü nasıl anlayabilirim! Buna ancak iman eder ve tasdik ederim.
Bir de bu ism-i şerifin, Allah-u Teâlâ’nın isim ve sıfatlarına bakan yönünü tefekkür edelim.
Allah’ın kudreti sınırsız olduğu gibi ilmi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ ilmiyle beni bildiği gibi, bütün insanları da bilir, diğer bütün mahlûkatı da bilir. Allah’ın bilmediği hiçbir şey yoktur. O’nun ilmine kıyasla, “Bunu bilmek, şunu bilmekten daha kolaydır.” denilemez. Yine O’nun için, dünden, bugünden ve yarından bahsedilemez. Geçmiş ve gelecek, ezel ve ebed her daim O’nun gözetimindedir. İşte bu manasıyla ilim sıfatının bir sınırı yoktur. Allah ilim sıfatındaki sınırsızlığı yönüyle Azim’dir.
Allah’ın ilmi sınırsız olduğu gibi görmesi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ Basir ismiyle beni gördüğü gibi, bütün insanları da görür, bütün mahlûkatı da görür. Her şey O’nun görüş dairesindedir. Hiçbir mahlûk O’nun görüşünden kaçamaz ve gizlenemez. İşte bu manasıyla Basar sıfatının bir sınırı yoktur. Allah- Teâlâ Basar sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.
Allah’ın görmesi sınırsız olduğu gibi işitmesi de sınırsızdır. Mesela, Allah-u Teâlâ Semi’ ismiyle beni işittiği gibi, bütün insanları da işitir, kalplerimizin sesini de işitir, bütün mahlûkatı da işitir. Bir ses bir sese mani olmaz. İşte bu manasıyla işitme sıfatının bir sınırı yoktur. Allah- Teâlâ işitme sıfatındaki sınırsızlığı cihetiyle Azim’dir.
Diğer bütün isim ve sıfatları verdiğimiz örneklere kıyas edebilirsiniz. Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları sınırsızdır. İşte bu sınırsızlığı ve büyüklüğü ifade eden isim el-Azim ismidir.
Hakiki büyüklük Allah’a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve kusursuz büyüklük ancak O’nundur ve her şey O’nun büyüklüğüne şahittir. Vakıa suresinde neredeyse baştan sona kadar Rabbimizin kâinatın işleyişindeki güç ve azameti anlatıldıktan sonra surenin “O hâlde Azîm olan Rabbinin adını tespih et!” ifadesiyle sona ermesi bunca nimetlere şükredebilmek için Rabbimizi Azîm sıfatıyla zikretmek gerektiğini gösterir.
https://feyyaz.tv/el-mumin.html
En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram
33.El-Halim ism-i şerifi
Örneğin çabuk öfkelenen birisiyseniz sizde "Halim" ismi eksik demektir. O zaman ben bu ismin ne anlama geldiğini iyice anlayıp sonra her gün bu ism-i şerifi kendime vird edinip zikrediyorum. Yani, kendi kendime bir hedef koyuyor ve bunu her gün kendime telkin ediyorum ve Allah-u Teala'nın yardımını, ihsanını ve bu ism-i şerifin üzerime tecellisini umuyorum.
Halim, Hilmi çok.
mühlet vermesi de büyüklüğünün şanı ve kullar için büyük ni'mettir.
Bu ism-i şerife Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret edilmiştir: “Eğer Allah insanları yaptıkları günahlar yüzünden hemen yakalayıverseydi yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Lakin onları belli bir müddete kadar geciktiriyor.” (Fatır 45)
Hakikat de bu ayetin işaret ettiği gibidir. Eğer Allah-u Teâlâ her günah işleyeni hemen yakalayıp ceza verseydi âlemde kimse kalmazdı. Fakat O, kullarına hilm ve ikramla muamele eder. Düşmanlarının rızkını bile ayaklarına gönderir. Has kullarına ikram ederken, firavunların sofrasından da nimetlerini eksik etmez. Bütün bunları, insanların yaptığı hataları ve işledikleri günahları görürken ve onlara ceza vermeye gücü yeterken yapar.
O öyle bir Halim’dir ki, kusurların üzerine perde çeker. Günahkârları affeder. Tövbe edenleri bağışlar. Affı azabını, rahmeti gazabını geçmiştir. Asilerin sığınağı, korkanların umudu, günahkârların kurtarıcısıdır. Suçu sebebiyle suçluyu hemen azarlamaz. Her çirkin şeyin üzerini örter. Günahlar üzerindeki perdeyi yırtmaz. Affı büyük, mağfireti geniş, rahmeti bol ve halimiyeti güzeldir.
Bu ismi şeriften bizim hissemiz şu olmalıdır:
Evvela bilmeliyiz ki, günahlarımıza hemen ceza verilmemesi, bilinmediğimizden ya da görünmediğimizden değildir. Günahlarımıza hemen ceza verilmemesi, Allah’ın Halim ismi şerifinin üzerimizdeki tecellisi sebebiyledir. Yoksa zannetmeyelim ki, -hâşâ- Allah bizi görmüyor, isyanımıza öfkelenmiyor; günahlarımız kaydedilmiyor, isyanımız cezasız kalacak…
O bizi biliyor. Bize şah damarımızdan daha yakın. Ancak mühlet veriyor, hemen yakalamıyor; çünkü Halim’dir. Hilm ile muamele etmek O’nun şanındandır. Fakat gün gelir, artık o hilmin tecellisine liyakatımızı kaybederiz, layık olmayız; işte o zaman Halim isminin tecellisine karşılık, Aziz ismiyle, Celil ismiyle, Kahhar ismiyle bize muamele eder.
Bu isimlerinin tecellisinden sana sığınıyoruz Allah'ım. Gazabından rızana, azabından affına, Senden yine Sana sığınırız. Bize her daim El-Halim isminle muamele et. Kusurumuzu affet, yüzümüze vurma, günahlarımız sebebiyle bizi yakalama, isyanlarımız sebebiyle bizi mahcup ve rezil etme!
Bu ismi şeriften 2. hissemiz de şu olmalıdır: Nasıl ki Cenab-ı hak Halim’dir ve bize hilmle muamele ediyor, kusurumuz sebebiyle bizi hemen yakalamıyor ve isyanımızı hemen yüzümüze vurmuyor; Biz de bu ismin ahlakıyla ahlaklanmalıyız. Yani; karşımızdakilere bağırmamak, öfkelenmemek, aceleci davranmamak, düşünerek ölçüp biçmek olarak davranabilmeliyiz. Ayrıca bize karşı kusur edenlere hilmle muamele etmeliyiz. Onların kusurlarını örtmeli, ayıplarını görmemeli, onlara mühlet vermeli; gurur ve kibirden sakınmalıyız.
Cenab-ı Hak bizleri, bu ismi- şerifin ahlakıyla ahlaklanmış kulları zümresine dâhil etsin. Hem bu dünyada hem de ahirette bizlere bu ismi-i şerifiyle muamele buyursun Âmin!
32- El-Habîr ism-i şerifi:
Her şeyin iç yüzünü bilen, gizli taraflarından haberdar olan ve sırlarına vakıf olan manasına gelmektedir. Cenab-ı Hak, bu manalarla Habir’dir.
O öyle bir Habir’dir ki, hiçbir halimiz O’ndan gizlenemez. Her şeyin iç yüzünü bilir, en gizli hallerimize vakıf olur. Sadece hallerimizi de değil, gönüllerimize düşenleri, fikirlerimizden geçenleri, nefsimizin sesini, niyetlerimizi ve en gizli hallerimizi bilir…
O öyle bir Habir’dir ki, karanlık bir gecede, bir kayanın üzerindeki karınca O’ndan saklanamaz. Gözle görülmesi mümkün olmayan bir mikrop O’ndan gizlenemez. Bir yaprak O’ndan habersiz düşemez. Bir zerre O’ndan saklanarak hareket edemez.
Bu isim, Alîm ismine benzer. Ancak aralarında bir fark vardır. İlim, gizli ve bâtınî şeylere izafe edildiğinde o ilme “hibr”, o ilmin sahibine de “Habir” denir. İşte Cenab-ı Hak, her şeyi bilmesiyle Alîm; her şeyin iç yüzüne ve esrarına vakıf olmasıyla da Habir’dir.
Bir şeyden haberdar olabilmek için ya gözümüzle görmeye veya gözüyle görmüş birinden duymaya ihtiyacımız vardır. Gördük ya da duyduk diyelim, bu da yetmez. Elde edilen verileri değerlendirip bilgiye dönüştürecek bir akıl da lazımdır. Bunların hepsi oldu diyelim yine de olanların bütününü göremez, duyamaz ve her şeyin içyüzünü kavrayamayız. Ama Allah’ın bir şeyden haberdar olması böyle değildir. O’nun mülkünde olup biten her hangi bir şeyden haberdar olmaması mümkün değildir.
Gazali rahmetullahi aleyh Cenab-ı Hakk’ın bilmekle ilgili sıfatlarını gruplandırırken Alîm isminin mutlak manada ilme delalet ettiğini söyledikten sonra bir şeyi bilmenin zahiri ve batıni iki yönü olduğunu belirtir ve Habîr’in duyularla algılanamayan batıni kısma, Şehîd’in de algı alanına yönelik zahiri kısma vukufiyeti ifade ettiğini belirtir.
Habîr ismi müjde midir tehdit mi?
Rabbimizin her şeyi işitmesini, duymasını, bilmesini ifade eden bütün isimleri kişinin içinde bulunduğu hâle göre müjde de olur tehdit de. Niyetlerinden ve gidişatından emin olan insan bu isimleri hatırladıkça ferahlar. İki yüzlüler, cimriler, münafıklar, hayırları ertelemek için devamlı bahane uyduranlar ise ürperirler. (Âl-i İmran, 3/180; Tevbe, 9/16; İsra, 17/17.) Bu manada Lokman aleyhisselam’ın oğluna nasihat ederken “Yavrum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (Lokman, 31/16.) demesi hem bir ferahlık ve müjde, hem de bir korku ve tehdit içermektedir.
Allah kalplerin ve düşüncelerin en gizli kısımlarından bile haberdardır. Bu nedenle de bir başkasının hakkıyla anlaması ve takdir etmesi imkânsız olan kalplerdeki Allah saygısının (takvanın) değerini bilecek ve onu layıkıyla mükâfatlandıracak olan ancak O’dur. (Hucurat, 49/13; Haşr, 59/18.)
Rabbimizin Habîr ismi bu yönüyle bizim için bir müjdedir. (Bakara, 2/271; Nisa, 4/128; Hud, 11/111.) Çünkü bu haberdarlık, affetmek için bir bahane arayan Rabbin haberdarlığıdır! Bir hafifletici sebep, bugünkü hatamıza bizim unutup gittiğimiz bir neden bulup o nedenle bizi affedecek olan bir Rabbin haberdarlığı! İlla cehennemlik olmak için uğraşanlar dışında herkesin affolacağının müjdelenmesini başka nasıl anlayabiliriz ki?
Elbette her isim gibi Habîr isminin de tehdit ettikleri var: Tuzaklar kuranlar, kötülüğü azmederek yapanlar, fesatlar planlayanlar, bile isteye zarar verenler... İşte onlar bu ismin manası karşısında tir tir titremelidirler. (Adiyat, 100/9-11.) Habîr isminin bu dehşetli ikazları Kur’an’da genellikle beraber geldiği Latif, Basîr, Alîm ve Hakîm isimleriyle de pekiştirilir.
Habîr’e inanmanın verdiği huzur
Allah’ın bizim bilemediğimiz hallerimize dahi vakıf olduğunu bilmek O’nun bizim için takdir ettiği her şeyde mutlaka bir hayır olduğunu bilmek demektir. Mesela Şura suresi 27. ayette Rabbimiz dünyadaki rızıklarımızı bir ölçü ile takdir etmesini bakın neye bağlıyor: “Allah, kullarına (tümüne birden) rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.” İsra suresi 30. ayet de rızıkların taksimindeki hikmeti Habîr ve Basîr isimleriyle açıklar.
Hakkımızda takdir yetkisi bulunan Rabbimizin bizim her halimizden haberdar olduğunu ve bu yetkisini de daima bizim lehimize olacak şekilde kullandığını bilmenin vereceği huzur daha en baştan büyük bir ödüldür. Hayatta her ne olursa olsun, Allah Teala’nın bütün olanları en gizli noktalarına kadar bildiğini bilmek yaşananlar karşısında yıkılmamak için çok önemli bir esastır. Aslında bugün bize “hayata dair iyimserlik” ve “özgüven” olarak telkin edilen şeylerin tamamı bu manada Allah’a güvenmenin başka başka adlarıdır. Şu kadar var ki Allah’a güvenmek, yapmamız gereken şeyleri O’na bırakmak değil; yapabileceğimiz her şeyi yaptıktan sonra neticeyi O’na bırakmaktır.
Habîr isminin insanın ahlakına ve ilişkilerine etkisi
Gazali rahmetullahi aleyh Habîr ismiyle ahlaklanan kulların kendi iç dünyalarına vâkıf, nefsinin hayvani duygularını tanımış, onları yenmiş ve hilelerine karşı uyanık davranan kişiler olduğunu söyler. Bu gayret bize duygularımızın, düşüncelerimizin ve inançlarımızın biz farkına varmadan yavaş yavaş ifsat olmasından ve kalbin hastalıklarından koruyacak bir uyanıklık verir. İlk bakışta sıkıntı verecekmiş gibi gözüken bu iç kontrol bizi inançta düzgünlüğe, ahlakta tekâmüle ve davranışlarımızda takvaya ulaştıracak bir iç disiplin sağlar.
Esma-i Hüsna şarihi Ali Osman Tatlısu da hoş ifadeleriyle “Allah Teala Habîr’dir. O’na karşı yalandan, hilekârlıktan, terbiyesizlikten sakınmalı. Gizli yaparız da cezasız kalırız sanmamalı. Hacetlerden doğrudan doğruya haberdar olmaz diye kendisine dilekler sunmak için vasıtalar aramamalı. O’nun razı olmayacağı şeylerden son derece çekingen davranmalıdır.” diyerek bu ismin tecellileri için ne yapmamız gerektiğini anlatır.
İnsanlar arası ilişkilerde hemen her şeyi belirleyen söz ve davranışlarımızdan çok ahlakımızdır. Söz ve davranışlara güzel bir öz eşlik etmiyorsa hiçbir ilişki iyi bir noktaya gelmez. Eşler arasındaki ilişkilerin ıslahını hedefleyen bir ayette ıslahın önündeki engelin bencillik olduğunu, bunu aşmak için de ihsan ve takva gerektiğini söyledikten sonra “Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” diyerek bu bilince ulaşmanın yolunun Habîr ismini anlamaktan geçtiğini ortaya koyar. (Nisa, 4/128.)
İnsanlar arası ilişkilerin en temel dayanağı olan hukukun adalet ve hakkaniyet üzere yürütülebilmesi de hakikati gizlemeyen şahitler ve hâkimlerle mümkündür. Bu gerçeği etkileyici bir dille ifade eden ayetlerin de Habîr ismiyle bitmesi manidardır. (Bakara, 2/234; Nisa, 4/135; Maide, 5/8.) Adalet ancak Âlemlerin Rabbinin en gizli düşüncelerimizden dahi ayan beyan haberdar olduğunu hatırımızdan çıkarmadığımız ve bu bilince göre hareket ettiğimiz zaman ayakta durabilir. Adaleti ayakta tutmayan, gizli kapılar ardında haksızlıklar kotaran toplumlar ise büyük bir hızla çökerler. Bir şeyin gizli kalmasının bizim elimizde olduğunu sanmak ise büyük bir yanılgıdır.
Bil ey nefsim! En gizli hallerini bilen Rabbin, bir gün gelecek, bu bildiklerini sana bildirecek. Ettiğin kusurları teker teker sayıp dökecek. Gözünü, elini ve diğer azalarını konuşturarak aleyhinde şehadet ettirecek. O zaman halin nice olur! Gel, o gün gelmeden önce bugün aklını başına al, nedamet et. Rabbinin el-Habir ismiyle her haline vakıf olduğu hakikatini gönlüne yerleştir. O’ndan utan, hayâ et ve O’nun huzurunda günah işlemekten çekin. Günah işleyeceğin zaman, el-Habir ismini düşün ve kendi kendine şöyle de: Bir çocuğun önünde dahi günah işlemekten utanırken, Rabbimin huzurunda günah işlemekten nasıl utanmam? O ki, beni görüyor ve beni biliyor. Şu halimden haberdardır. O beni bilirken ve görürken O’na karşı nasıl isyan edeyim? Huzurunda nasıl günah işleyeyim?
Ya Rab, bizlere el-Habir isminin tecellisinde olduğumuzu her daim hatırlat ve sana karşı isyandan, günahtan ve her türlü hayâsızlıktan bizleri muhafaza et. Âmin!
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/
https://feyyaz.tv/el-mumin.html
En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram
31- El-Latîf ism-i şerifi:
Latif olan Allah bizim bile anlayamadığımız en derin duygularımızı anlar, kimseyle paylaşamadığımız en gizli dertlerimizi bilir ve lütfedeceği zaman en akıl almaz yollardan nezaketle lütfeder.
İlmi her şeye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey ondan gizlenemez ve saklanamaz. O, gizli ve açık bütün hallere vakıftır. Alenen yaptıklarımızı da gizlediklerimizi bilir. Her halimizi görür.
Allah-u Teâlâ Latiftir. Lütfu bol ve ihsanı çok geniştir. Her mahlûk bu ismin tecellisiyle ummadığı yerden rızıklanır, bilmediği yerden ihtiyacı karşılanır, beklemediği yerden iyiliklere ve hayırlara mazhar olur.
Latif ismi bu manasıyla bu âlemi kuşatmıştır. Mesela:
Biz yoktuk, var olduk. Rabbimiz bize varlık ile lütufta bulundu…
Var olduk; taş gibi, dağ gibi bir cansız olabilirdik; Rabbimiz bize hayat vermekle lütufta bulundu…
Hayat sahibi olduk; ağaç gibi, çiçek gibi ruhsuz olabilirdik; Rabbimiz bize ruh vermekle lütufta bulundu…
Ruh sahibi olduk; ancak bir böcek, bir kelebek gibi hayvan olabilirdik; Rabbimiz bizi insan yapmakla lütufta bulundu…
İnsan olduk; ateşe tapan bir Mecusi, ineğe tapan bir Hindu, puta tapan bir putperest ya da bir beşere ilah diyen bir Yahudi veya Hıristiyan olabilirdik. Rabbimiz bizi Müslüman yapmakla ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem kuluna ümmet yapmakla lütufta bulundu…
İşte bütün bu ihsanlar ve iyilikler Rabbimizin Latif isminin birer tecellisidir.
Bizlere verilen göz gibi, dil gibi her türlü maddi organlar; akıl gibi, ilim gibi her türlü manevi aletler Latif isminin bir tecellisidir.
Bu ismin tecellisi ile kuşa kanat,balığa yüzgeç takılır.
Yine bu ismin tecellisi ile günahlar bağışlanır, kusurlar örtülür, kabahatler silinir ve bütün günahlar bir anda sevaba dönüştürülür. Bütün bu ihsanlar, lütfu bol ve ihsanı sınırsız olan Rabbimizin lütfudur ve Latif isminin bir tecellisidir.
Bu ismin tecellisi ile yeryüzü bir sofra olur. Bu ismin tecellisi ile o kuru ağaçlar hayat bulur nimetlerini bizlere sunar.
Bu isimdir, zehirli bir böceğin eliyle bize balı yediren ve elsiz bir böceğin eliyle bize ipek gibi yumuşak elbiseyi giydiren…
Bu isimdir; koyun, keçi gibi hayvanlardan bize süt veren; gemilerden, atlara ve güneşlerden bulutlara kadar her şeyi bize itaatkâr kılan ve her şeyi bizim emrimize veren…
Bu ismin tecellisiyledir; Gece bir dinlenme ve gündüz bir gezinti vakti olmuştur…
Bu ismin tecellisiyle hastalar şifa, borçlular eda bulur. Her muhtaç ihtiyacına, her dertli dermanına bu ismin tecellisiyle kavuşur.
Bu ismin tecellisidir; şu aciz ve fakir insanı âlemlerin Rabbi olan Allah’a muhatap ve sevgili yapan.
Şu âlemdeki bütün güzellikler Latif isminin bir tecellisidir. Mahlûkatın bu kadar güzel olması, nakış nakış dokunması, rengârenk boyanması ve hikmetle düzenlenmeleri Latif olan Rabbimizin güzelliği istemesinden ve lütfetmesinden kaynaklanmaktadır.
Aldığımız her nefes bile bu ismin bir tecellisidir. Böyle devamlı lütufta bulunan Rabbimizin hangi nimetlerini sayarak bu ismin tecellisini bitirebiliriz? Rabbimizin nimetleri saymakla biter mi? İşte Latif ismi bu âlemde bu kadar geniş bir şekilde tecelli etmektedir. Kelebeklerden meleklere, çiçeklerden kuşlara kadara her mahlûk bu ismin tecellisi ile hayat bulmuş, varlık âlemine çıkmış ve sayısız lütuflara mazhar olmuştur. Onlarda görülen her ihsan ve her lütuf, Latif isminin bir tecellisidir.
2- Allah-u Teâlâ bütün gizli işlere vakıf olan ve ilmiyle her şeyi kuşatandır.
Latif isminin ikinci manası, Allah-u Teâlâ’nın bütün gizli işlere vakıf olması ve ilmiyle her şeyi kuşatmasıdır. Allah-u Teâla bu manayla da Latiftir. İlmi her şeye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey ondan gizlenemez. O bütün gizli işlere vakıftır. Alenen yaptıklarımızı ve gizlediklerimizin tamamını bilir.
Mahlûkatın yaratılması ve nakış nakış dokunması, birbirleriyle hikmetli münasebetleri, yaratılışlarındaki kolaylık ve suretlerinin farklılığı, rızıkların yaratılması ve ihtiyaçlarının tam vaktinde yetiştirilmesi ve şu âlemdeki düzen ve denge Cenab-ı Hakk’ın Latif olduğuna şehadet eder.
“(Lokman oğluna): Yavrum, (yaptığın iyilik veya kötülük) hardal tanesi ağırlığınca olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa, Allah mutlaka onu getirir. Çünkü o latîftir, habîrdir.” (Lokman, 31/16),
“Sözünüzü ister gizleyin ister onu açığa vurun (farketmez). Çünkü O, göğüslerin özünü bilir. O, yarattığını bilmez mi? O, latîftir, habîrdir.” (Mülk, 67/13-14)
Kısaca Latif her şeyden haberdar ve sınırsız lütufkâr olandır. Biz Rabbimizin her hâlimizi bildiğini, her sıkıntımızı gördüğünü, istediği nimeti istediği vakitte bize ulaştırabileceğini ve bunu da zarif bir şekilde yapacağına iman ederiz. İşte bu iman etmenin vereceği huzur da bu ismin ikramlarındandır.
Latif ismi Kur’an-ı Kerim’de yedi yerde geçer. Bu yedi ayetin beşinde Habir ismiyle birliktedir. (En’am, 6/103; Hac, 22/63; Mülk, 67/13-14; Lokman, 31/16; Ahzab, 33/34.) Bu ayetlerde Latif isminden hemen sonra -bir konunun en gizli yönlerine bile vakıf olma demek olan- Habir isminin gelmesi O’nun lütuf ve ihsanlarının nasıl yerli yerinde olduğunu gösterir. Çünkü her şeyden haberdar olan lütfetmektedir. O hâlde Allah bizim durumlarımızdan kesinlikle haberdardır ve eğer isterse O’nun lütuflarını bize eriştirmesine hiç kimse engel olamaz. Bu kesinlik kendimizi çaresiz hissedip, ümitlerimizi yitirmemize engel olur. Biliyoruz ki, daima ümitvar olmak ruh sağlığının en önemli şartlarından biridir ve mutlak ümitsizlik Allah hakkında suizan içerdiğinden küfür kabul edilmiştir.
Allah’ın lütfunu kuluna nasıl akıl almaz yollarla eriştireceğini en güzel şekilde anlatan Yusuf Kıssası’nın son bölümünde Yusuf aleyhisselam yaşanan bütün olumsuzluklardan sonra erişilen güzel sonucu Latif ismiyle ilişkilendirir. (Yusuf, 12/100.) "Anne babasını makamına çıkardı. Hepsi onun huzurunda yere kapandılar; Yûsuf dedi ki: “Babacığım! İşte daha önce gördüğüm rüyanın mânası buymuş; rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu rabbim bana lutuflarda bulundu: Beni zindandan çıkardı, sizi çölden (çıkarıp buraya) getirdi, üstelik şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra! Şüphesiz rabbim dilediğine çok lütufkârdır. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”
Bazen kullar Rabbimizin lütufundan şüpheye düşerler. Çünkü bu lütuflar bazen sıkıntılarla ve derin acılarla karışık olarak gelir. Dünyada her lütfa bir elemin gizlendiğini; her ıstırabın da gizli bir lütuf içerdiğini göremeyenler Latif isminin tecellisinden kuşkuya düşer; öyle olunca da acılar ve sıkıntılar içinde boğulup gider, yaşadıkları durumlardan lütufları çekip çıkaramazlar.
Bazen vermek lütufsa bazen de vermemek lütuftur. Allah’ın vermediklerindeki lütfu görebilmek ancak O’na sonsuz güven duymakla mümkündür. Kişinin Rabbine güvenmesinin birinci şartı; iç dünyasındaki güven yeteneğini kaybetmemiş olacak, ikincisi de Rabbini mümkün olabildiğince bütün esmasıyla tanıyacak.
Latif isminin tecelli ettiği insanın ahlakı ve davranışları nasıl olur, şimdi ona bakalım:
Öncelikle bu isme tamamen inanmış ve teslim olmuş kişiler biraz evvel değindiğimiz gibi sıkıntılarda, derin acılarda gizli olan lütufları görür ve onlara yönelirler. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in buyurduğu gibi her durumdan hayırla çıkmayı bilirler.
Aynı zamanda Rabbimizin Latif ve Habir isimlerini içselleştiren bir mümin her türlü gösterişçiliği ve yapmacıklığı terk edip samimiyet ve ihlası yakalayabilir. Böylece Rabbine karşı iç dünyasını tertemiz kılan kişi tüm âleme iyilik düşünen ve herkesle geçinen bir kişi olur. Gazali’nin dediği gibi bu ismin tecellisiyle ahlakını donatanlar iyilik yaparken hissettirmeden, onur kırmadan ve gönül incitmeden yaparlar. Allah’ın kullarına müşfik davranır, insanları Allah yoluna davet ederken nezaket ve yumuşaklıkla hareket ederler.
Allah Teala’nın bize ihsan ettiği şu kısacık ömürdeki sınırlı iyiliklerimizi sonsuz cennetlerle ödüllendirmesi O’nun lütfu olduğu gibi Allah’ın latif kulları da yanlarındaki insanların çaba ve gayretlerini onların tahmininden de fazlasıyla dikkate alır ve ödüllendirirler. Çünkü bilirler ki lütufkârlık büyüklüğün şanındandır.
İşte bizim böyle Latif bir Rabbimiz var. Bizi görür ve her gizli işimizi bilir. Sadece görünen fiillerimizi değil, hayallerimiz bile O'ndan gizlenemez. Her an üzerimizde galip ve her halimize şahittir.
Ya Rab! Sen Latifsin. Latif isminin tecellisiyle bizlerde gördüğün kusurları, yine Latif isminin tecellisiyle yok et ve günahlarımızı silmekle bizlere lütfet. Bizler, Senin Latif isminin tecellisine çok muhtaç olan aciz, fakir, asi ve günahkâr kullarız. Biz kullarına hem dünyada hem de ahirette lütfunla tecelli et. Âmin…
Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu/
https://feyyaz.tv/el-mumin.html
En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram