9 Temmuz 2019 Salı

Rabbinin yoluna hikmetle çağır- Prof. Dr. Halis AYDEMİR

İnsanları Cenabı Hakk’ın yoluna çağırırken nasıl bir yol izleyelim:

Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır(Nahl 125)

 Allah kullarını esenlik yurduna (cennete) çağırır. Bizi de bu çağrıyla mükellef kılar. Hocalar çağırıyor diye mesuliyet bizden düşmez. Hikmetle çağırın der. karşı tarafı hikmetle çağırırken onu ikna edecek, onu kendi iç dünyasında vuracak, güçlü şekilde tesiri altına alacak, zapt edecek adeta ona başka çıkar yol bırakmayacak öyle söyle sözler söylemeli ki, bunun planlamasını yaparak, hazırlığını yaparak, rastgele değil. Allah’ın konusunu açtığımızda dikkatli ve özenli bir şekilde onu kazanmayı hedef edinerek, sonuç odaklı maksat onu kazanmak şeklinde olacak. Söyleyelim de nasıl söylersek söyleyelim, umurumuzda olmayarak değil, hikmet ile.

 Allahu Teala’nın başta insanları kendisine nasıl çağırdığına dikkat kesilirsek temel kodları orada görürüz.

 Allah Teala mekke döneminde kullarını çağırırken önce onlara kendisini tanıttı, yaratma gücünü hatırlattı, kulların her birini nasıl ayrı ayrı yarattığını onlara bildirdi.Varlık olarak içinde bulundukları hayatı, hayatın etrafındaki nimetleri tek tek saydı.

 Evvela kendi tekliğine, birliğine, gücüne, kudretine ve her an kendilerine sağlamakta olduğu nimetlerine değindi.

 Demekki biz de Cenabı Hakk’ın yoluna insanları çağırırken önce;
 -Allah’a şirk koşmamalarını,
 -yaratan yegane kudret olduğunu başka bir kudretin başka bir şey yarattığına dair hiçbir delil olmadığını,
varlık aleminin tek bir yaratıcısı olduğuna dair bu delile sarılmamız, tutunmamız gerektiğini,
 -başıboş davranamayacağımızı, Allah’ın bize sağladığı bu nimetlerin elbette bir hesabı olacağını anlatarak.

 Bu istikamette başladığımızda hikmet ile başlamış oluruz. Bu şekilde bir anlatım onu tanımasına, saygı duymasına sebebiyet verecek bir sürece çekecek.

 O'nu tanırsa, saygı duyarsa ve hayatın sahibi olduğunu fark ederse, sevgi ve saygı duyduğu vakit O'nun emirlerine karşı, hayatı O'nun istediği şekilde yaşamaya karşı ilgili olmaya başlayacaktır. Tam da bizim onu çekmeye çalıştığımız bir nokta.

 Ama bu Allah’ı tanıyıp, O'nun gücüne, kudretine, büyüklüğüne ve özellikle kendisi üzerindeki nimetine tanık olursa, Cenabı Hakk’ın kendisi hakkında ne denli iyi olduğunu fark ederse; bu kez sevmeye ve saymaya başlar. O zaman O'nun dur dediği yerde durmaya ilerle dediği yerde yürümeye, emir ve yasakları konusunda dikkatli olmaya başlar.

 Siz daha eylem noktasındaki hususları (ibadetleri) anlatmamışken bir bakarsınız kendisi adım atmış olabilir.

 Cenabı hakkı tanımak, O'nu farketmek, üzerindeki nimetleri görmek, sevgi ve saygıya sevk edecektir. Artık Peygamber sallallahu Aleyhi ve sellem'e tabi olacak iç dinamizme kavuşmuş demektir.

 Her yaşanılan Allah tarafından yaşatıldığı, sürecin Allah Teala tarafından kontrol altında olduğu bilgisi; istikamet üzere olduğu, her neye sahipse Allah’tan olduğunu bilmesi. 

Kaybettiklerinin Allah’ın bilerek ve özellikle yaşattığı bir süreç olduğunu bilmesi, kulda huzuru, tatmini, sürecin kontrol altında olduğu gerçeğini ve Allah ile birlikte yolu yürüdüğü bilincini ona sağlayacaktır. Böyle bir kul malını da, evladına da kaybetse ayakta duracak gücü kendinde bulur.

 Buraya gelişimiz gitmek üzere bir geliştir. Verilen ve alınanlar Allah’ın sınamak için verdiği ve aldığıdır.

 İllaki sınanacağımız ve bu önceden yazılmış olduğunu bildiğimiz olayları, sırası gelince önümüze çıkacağını bilerek tevekkül ederiz.

 Süreç bu şekilde ilerleyecek. Hayat dediğimiz şey bu. Kul bunu bilirse, kaybettiklerimize üzülmeyiz çünkü bunlar kaybedilmeye mahkum olduğumuz şeyler idi. Verdiklerine de sevinmeyiz; verdikleri de sınama aracı olarak önceden belirlediği şeylerdi. Kendiniz kazanıyormuş gibi bunu kendinize bağlayıp bundan övünç duymanız gerekmez. Bunlar Allah’ın verdiği ve aldığı şeylerdir.

 Yaşam veren, kadın mı erkek mi olacağını, hangi baba anneden doğacağına karar veren Allah, hangi aşamalarda imtihandan geçireceğini de belirlemiştir. 

Soru: "Hangi evrelerden geçeceğim Allah tarafından önceden belirlenmiş bir süreç ise şu halde benim çabalamama hiç gerek yok. Nasılsa yazılan başa gelecek yorulmaya gerek yok." denilirse:

 Cenabı hak: "Allah’ın fazlının peşinden koşun" diye emreder. Allah’ın sağladığı rızkı elde etmek için emrettiği üzere davranırız; yoksa yaptığımız için bu sonuçlara kavuşmayız. Bunun kanıtı: Bizimle aynı işi yapan binlerce insan aynı sonucu elde edememektedir.

 Eğer çok çalışmakla, çok çabalamakla başarı, zenginlik gelseydi bunu yapan herkes muvaffak olurdu. Herkes çabalar fakat ancak Allah’ın belirlediği kişiler o sonuçları elde eder ve dilediği kadar elde eder. Peki neden çabalarız o zaman? Biz Allah’ın emrini yerine getirmiş oluruz ve sevap umarız.

 Bu iki süreç birbirinden bağımsız işler. Kul akşama kadar gayret eder, bütün çabasını koyar; fakat hiçbir şey elde edemeyen kul Cenabı Hakk’ın emrini yerine getirdiği bilinciyle günü kapatır. 
Kazanımı: O'nun emrini yerine getirmiştir boşa geçirdiği bir gün değildir. Mümin kul böyledir.

 Diğeri için ise bir yıkımdır. (seküler bakış açısıyla bakan)

Rezzak olan Rabbim bir çocuk yaratacağı zaman onu rızkı ile yaratır. Allah’ı tanımayan kişi var olan geliri üzerinde hesap yapmaya başlar. Geliri yetmeyecek diye düşünür; bu sefer doğmasını önlemeye kalkar. Bu da hikmetli bir süreçtir. Onu yaşatacak olan Allah senin rızkını arttıracaktır. 

Rabbimiz ana rahminden çocuğa rızık verir. Rahmin duvarına yapışıp oradan gıda sağlar. Tıpkı senin de dünyadan sağladığın gibi. Biz de yeryüzünün duvarına, kabuğuna bağlanır aynı şekilde gıda sağlarız.

 Yeni gelen çocuğu bizim besteyeceğimiz düşüncesiyle öldürmeye kalkmayınız.

Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır. İsrâ Suresi 31. Ayet


Halis Aydemir 

8 Temmuz 2019 Pazartesi

Allah'ın Zaferi

 
Allah'ın isimlerinden on dört tanesinin peş peşe sıralandığı Haşr ( Benî Nadir ) süresi Müslümanların Yahudilere karşı kazandığı zaferden söz eder. H. 4. yılda Benî Nadir Yahudileri Hz. Peygamber ( s.a.v.) ile yaptıkları anlaşmaya riâyet etmediler. Mekkeli müşriklerle İslamı imha etme konusunda anlaşıp Hz.Peygamber'i ( s.a.v.) öldürmeyi planladılar. Onların bu suikast girişimlerinin üzerine Allah'ın Rasulü ( s.a.v. ) savaş kararı aldı. Benî Nadirlilere Medine'yi terk etmeleri için on gün süre tanıdı. Bu arada münafıklar Yahudilere yardım vaadinde bulundular. Yahudiler, kendilerini koruyacağını zannettikleri kalelerine çekildiler. Yahudiler Müslümanların kuşatmasına ancak yirmi gün dayanabildiler. Münafıkların yardımları da gelmeyince Benî Nadirliler - İslamı kabul eden iki kişi hariç-Medine'yi terk edip Şam ve Hayber bölgesine göç etmek zorunda kaldılar. Hz. Muhammed ve Hayatı, A. H. Berki, O. Keskioğlu, D.Ġ.B.Yay. s. 289, Ank. 1991.  

Bu zafer, Haşr sûresinde anlatıldıktan sonra Esmâ-i Hüsnâ'dan on dört tanesi art arda sıralanarak başarının gerçek mahiyeti ortaya konur. Hz. Peygamber (s.a.v) ve ashabı Allah'ı Kuran'da anlatıldığı şekilde tanıyıp iman ettiler. Allah'ı bu isimlerle kabullendiler. Bu isimler onların hayatına yön verdi. İsimlerin kazandırdığı bilgi ve imanla yaşadılar. Hayatlarının hiçbir bölümünde Allah'tan başka hiçbir ilâh kabul etmediler. Rahmeti ancak Allah'tan beklediler. O'nun en büyük rahmeti olan Kuran'a sımsıkı sarıldılar. Mülkün ve otoritenin gerçek sahibinin Allah olduğunu öğrendiler. O'ndan başkasını söz sahibi kabul etmediler. Her işlerinde O'na müracaat ettiler. Kutsallığı da O'na verdiler. Allah'ın her türlü eksiklik ve olumsuzluktan uzak olduğuna inandılar. Allah'ı hem gerçek güç ve kuvvetin hem de izzet ve şerefin tek kaynağı bildiler. O asla mağlup edilemeyecek mutlak galiptir. Kulları aziz eden de O'dur, zelil kılan da O'dur. 

Allah dilediği şeyleri zorla yaptırma güç ve yetkisine sahiptir. Aynı zamanda kırık gönülleri tamir eden, zayıfı güçlendiren, fakiri zenginleştiren, zoru kolaylaştıran ve musibete uğrayanlara yardım eden de O'dur. Onlar Allah'ın azamet ve büyüklük sahibi olduğu halde kibirlenmediğini bilirler. Asla büyüklenmezlerdi. Bütün bu sayılan güzel vasıflara ancak yaratan, şekil ve suret veren Allah sahiptir. Onlar Allah'ı hem yaratan hem de en iyi bilen olarak tanıdılar. Böylece O'nu hem yoktan var eden hem de emretme ve kulların hayatlarına karışma yetkisine sahip olarak kabul ettiler. 

Allah da kendisini bu şekilde tanıyan ve tanıtan kullarına yardım eder. O, kendisine böyle iman eden her topluma yardım eder. O'nun yardımında zaman ve mekan sınırı asla yoktur. Her yerde ve her zaman yardımı hak eden toplumlara Allah yardım elini uzatır. Ama Allah, kendisini yukarıda belirtildiği şekilde tanıyıp kabullenmeyenlere asla yardım etmez. Bu yasa her zaman ve her toplum için geçerlidir. 

"Ey iman edenler! Eğer Allah'ın davasına yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlamlaştırır."  Muhammed 7

"Allah, iman edip salih ameller işleyenlere, tıpkı kendilerinden önce gelip geçen bazı toplumları egemen kıldığı gibi, onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına; onlar için razı olduğu dini (İslâm) kuvvetle kökleştireceğine ve korku ve endişelerinden güvene kavuşturacağına dair söz vermiştir. Çünkü bunlar bana kulluk eder, bana hiçbir şeyi ortak olarak tanımazlar." Nûr 55.

7 Temmuz 2019 Pazar

Allah Sevgisi


Allah bilgisi (marifet) muhabbeti doğurur. Allah'ı tanıyan O'nu daha çok sever. İnsan, Allah'ın gücünü, fiillerini, otoritesini, isim ve sıfatlarını tanıdıkça O'na olan sevgi ve saygısı artar. İnsan Allah'ı marifeti oranında sever. Fazla bilen fazla sever. Ma'bud en çok sevilendir. Allah vedûd'dür, hem çok sever hem de çok sevilir. 
" İnsanlardan kimileri, Allah'tan başka ortaklar edinirler ve Allah'ı sever gibi onları severler. Ġnananlar ise en çok Allah'ı severler."Bakara 165

 Mü'minin Rabbi hakkındaki bilgisi ve O'nun büyüklüğünü idraki onu bütün benliğiyle Allah'a bağlanmaya yöneltir. Artık Allah bilgisinden sonra hiçbir güç ne kadar büyük olursa olsun mü'minin yanında hiçbir yer işgal edemez, herhangi bir değer ifade etmez. Onun ruhu artık Allah'la beraberdir. Allah'tan başkası ile dostluğu ve muhabbeti yoktur. Allah'tan başkasına asla itaat etmez. Çünkü tevhidin anlamı her şeyde ihlas ile bir tek Allah'a teslimiyettir. Allah sevgisinin nihai anlamı da budur.M.H. Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'an, Akademi Yay. C.3, s. 142, ist. 1990.

"De ki: Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir."Ali İmran 31

Hiç şüphesiz Allah sevgisi, kuru laflarla yapılan bir iddia olmadığı gibi, sadece gönlün aşkla dolması da değildir. Bunların yanında mutlaka Allah'ın elçisine uymak, O'nun getirdiği hidayet üzere yürümek ve nizamını hayata uygulamak da gerekir. İman bir takım süsleme ve bezeme laflardan ibaret değildir. İman ne ağızlarda gevelenen laflar, ne coşan hisler ve ne de yapılan birtakım ruhsuz davranışlardır. Aksine iman Allah'a ve Rasülüne itaat ve Hz. Muhammed'in sallallahu aleyhi ve sellem  bize tebliğ ettiği ilahi nizama göre davranmaktır. Bu ayet hakkında İmam İbn Kesir şöyle der: "Bu ayet, Hz. Muhammed'in gösterdiği yol üzerinde yürümediği halde, Allah'ı sevdiğini öne süren herkesin aleyhine hükmeder. Böyle bir kimse, bütün söz ve davranışlarında Hz. Muhammed'e sallallahu aleyhi ve sellem  verilen İslam dinine uymadıkça gerçekten yalancıdır."  S. Kutub, Fi Zilal, Hikmet Yay. c.2, s. 69, İst. 1991. 


6 Temmuz 2019 Cumartesi

MarifetuIlah


İnsanın Allah bilgisi (marifet) arttıkça imanı da artar. Tanımayan takdir edemez. Uzaktan gafletle bulanık ve önyargılı bakan kimse Allah'ı gereği gibi kavrayamaz, gereken alakayı gösteremez. Hz. Yusuf‟u kervandakiler tanımadıkları için onu düşük bir fiyata, birkaç dirheme sattılar. Satanlar da satın alanlar da onun değerini bilmiyorlardı. Yusuf 20.

 Kur'an insanlardaki gaflet, cehalet perdesini yırtar. Akıl ve ruhu harekete geçirir. Kulaklardaki ağırlıkları atar, gözlerin önündeki perdeleri kaldırır. Her insana kabiliyeti ve gayreti ölçüsünde Allah'ı tanıtır ve imanın artmasını sağlar. Bu gerçeği Allah kitabında şöyle ifade eder:
  "İnananlar ancak o kimselerdir ki, her ne zaman Allah gündeme gelse kalpleri korkuyla ürperir; kendilerine her ne zaman O'nun ayetleri okunsa imanları artıp güçlenir ve Rablerine güvenirler."Enfal 2

  Müminin kalbi Kur'an ayetlerinde imanını artırıp güçlendirecek, onu tam bir rahatlığa ve huzura kavuşturacak şeyler bulur. Kur'an, kendisini hakkıyla okuyan insanın kalbiyle aracısız olarak, iletişim kurar ve konuşmaya başlar. Bu karşılıklı konuşma imanı engelleyen küfür perdesini ortadan kaldırır. Böylece inanan insan Kur'an'ın tadına varır. Kur'an'ın devamlı tekrarlanan vurgularından dolayı imanımız itmi'nan derecesine ulaştıracak bir artma ve güç hisseder. Buradaki artış iman esaslarındaki artış değil imanın derecesinde ve yaptırım gücünde ortaya çıkar.

 İnsan, Kur'an'ın ayetlerini her tasdik edişinde ve onlara her boyun eğişinde imanının arttığını hisseder. şüphe yok ki arzu, düşünce, görüş, teori, alışkanlık, menfaat, zevk, rahat, his ve arkadaşlarına aykırı olsa bile, insan her ne zaman Allah'ın kitabına ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem in sünnetine boyun eğip teslim olursa imanı artar ve güçlenir. İmanın gücü ve derecesi Allah'ın emirlerine ve Rasulün sallallahu aleyhi ve sellem   talîmatlarına göre kendisini değiştirmekte ve onları kendine rehber edinmekte ortaya çıkar. Bunun aksine eğer bir mümin bütün bunları kabulde tereddüt ve gevşeklik gösterirse imanı azalmaya ve zayıflamaya başlar. 

Marifetten sonra Allah'a iman gerçekleşmezse sevgi ve itaat hâsıl olmaz. Yahudi ve Hıristiyanlar Kur'an'ı ve Hz. Muhammed'i sallallahu aleyhi ve sellem  çocuklarını tanır gibi tanırlardı. Fakat bu tanıma onları imana götürmedi. 

"Daha önce kendilerine vahiy verdiklerimiz O'nu kendi çocuklarını tanır gibi tanırlar. Ancak bilin ki, onların bazısı hakikati bile bile örtbas ederler. Bakara 146, En‟am 20 

5 Temmuz 2019 Cuma

Namazdaki sayılı ve belli şekillerdeki hareketlerin manası nedir?


Namazın sayı ve şekil tarafının hikmeti (sırrı, sebebi, derin manası) üzerine yorumlar yapılmıştır, ama bunlar beşeridir, kullar kendi hal ve intibalarına göre yapmışlardır, herkesi bağlamaz. Kısaca şunu söyleyebilirim: Namazdan maksat Allah ile daha canlı, daha yakın, daha etkili... ilişki kurmaktır. Bu maksatla yapılan başka bir hareket namazın yerini tutmaz (tutsaydı o da emir veya tavsiye edilirdi). Bu yaklaşma (kurb, tekarrub) ve beraber olma (huzur, vuslet) tecrübesinde zihin, şuur ve beden işbirliği yapmalıdır; bu üçlü işbirliği amacı daha kolay sağlar. Ellerimizi yukarıya kaldırarak "Allahu ekber: Allah uldur, ondan ulusu yoktur" dediğimiz zaman önümüzdeki dünya işlerini, mâsivâyı (Allah'tan başka ne varsa hepsini) arkaya atarız; çünkü hiçbir şey O'ndan büyük ve önemli değildir, sonra O'nun kelamı (Kur'an) ile konuşmaya başlarız, bu konuşma bizde, sevgilisinin mektubunu okuyan aşık misali bir hasret, bir iştiyak, bir kavuşma arzusu uyandırır, bu arzuyu tatmin için huzurda eğiliriz, bu hareket arzuyu biraz daha kamçılar, yerlere kapanmak isteriz, bu da tam olsun diye tekrar düzelir ve oradan secdeye gideriz, secde kulun Allah'a en yakın olduğu andır, orada mirac yaşanır, sonunda oturur tahiyyât okuruz; tıpkı mirac sonrası Efendimizin okuduğu gibi. Tahiyyat Allah'a içten niyazımızı, övgümüzü, duygularımızı sunmaktır, karşılıklı selamlaşmaktır, yaşanan tecrübe sonunda tanıklık ederek O'nun varlık ve birliğini güçlü bir şekilde dile getirmektir...


4 Temmuz 2019 Perşembe

Hani din hepimizindi?


Aynı kelimeyle müntesibi olduk; ‘Lailahe illallah’la herkes mü’min oldu. Aynı cenneti umuyoruz. Aynı ibadetleri eda ediyoruz. Kıblemiz, amelimiz aynı. Beklentilerimiz, tesellimiz aynı. Sevinirken aynı şeylere seviniyor, kahrolurken aynı şeylerden kahroluyoruz. Din için çalışmaya gelince neden bir kısım insanların adı ‘din adamı’ oldu? Onlar din için çalışıyorsa diğerlerinin çalışmaları din dışı mı? Hani din hepimizindi?

Din bizim, dinin yükü de bizimdir. Afrika’da bir insanın misyonerlerin elindeki bisküvi kutusu karşılığında İslam’dan çıkıp Hıristiyan olması gerçekten bizi üzüyorsa bu dinin yükünün bizim de yükümüz olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Yeni Müslüman olduğunu duyduğumuz bir Almanyalının haberi bizi sevindiriyorsa bu dinin yükü bizim de yükümüz demektir. Kâbe’si, Kudüs’ü bizim olduğuna göre dertleri de bizimdir.

Hocaları, müezzinleri yine çalışsın. Onlar sabit bir görevi icra etsinler ama din bizim dinimizdir; ona davet etmek, ondan sıkıntıları uzaklaştırmak hepimizin görevidir. Namaz kıldığımız caminin temizliği, bakımı, namaz kılan herkesin görevidir. Ezan herkesin ezanıdır. Müezzin ezan görevlisidir ama hepimiz ezan okuruz; hepimiz ‘Allah en büyüktür!’ demekten daha onurlu bir işi görmeyiz.

Çocuğumuza Kur’an’ı yine imam öğretsin. Ama çocuklarımızın hocası, mürebbisi, onları iyi bir mü’min olarak yetiştirmek hepimizin görevidir. Hepimiz, çobanız, güttüklerimizden mesulüz. Hepimiz, öğretmen, hepimiz imam, hepimiz müezzin, hepimiz mürebbiyiz.

Diploma, yetki belgesi gerekmez. İmanımız var ya! Bilmediğimize karışmaz, iyi bildiklerimizi yayar ve uygularsak yetkili kılınmış oluruz. Muhakkak bildiklerimiz de vardır ya. Abdest biliyoruz ya onu öğretiriz. Alkolün haram olduğunu biliyoruz ya onu öğretiriz. Zulmün haram olduğunu biliyoruz ya onu engelleriz. Mü’mine yardım etmenin iman gereği olduğunu biliyoruz ya onu yaparız. Şart mı bunlar için hoca olmak, devletten yetkili olmak. Dinini yayması için bir Müslüman, Müslüman olurken verdiği sözle yetkilendirilmiş değil midir? Cihad bu değil mi? Cihad, herkese farz değil mi?

Şu ashabı anlayabilsek!

Müslüman olduktan bir saat sonra Allah’a davete çıktılar. Sanki özel yoğunlaştırılmış bir kurs görmüş gibi yollara düşme cesareti buldular kendilerinde. Kimi bir hafta kaldı Suffa’da. Sonra bildiğini öğretmek üzere köyüne döndü.

Ebu Zer radıyallahu anh, bir elin parmak sayısı kadar bile olmadıkları bir zamanda iman etti. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona köyüne dönmesini, gerektiğinde onu çağıracağını söyledi. Gitmedi. İmanını müşriklere haykırmadan dönmeyeceğini söyledi. Dediğini de yaptı. İmanından bir gün geçmeden ne biliyordu ne yayacaktı? Zaten din adına neler inmişti ki? Ama Ebu Zer radıyallahu anhın imanı ve heyecanı tamdı. İman etmeyi bir nimet görüyor, nimetin karşılığı da imanına hizmet etmesi gerektiğine inanıyordu.

Ashap, yetkilendirilmeyi, uzmanlaşmayı bekleseydi İslam kaç asırda yirmi üç yılda geldiği noktaya gelirdi acaba? Uzmanlık aramadılar ihlasla yetindiler. Çok bilmeyi değil, bildikleriyle amel etmeyi yeğlediler. Kendilerini yetersiz görmediler, dinleri için yapabilecekleri bir işin muhakkak bulunduğuna inandılar. Kadınları da öyle inandı erkekleri de. Hiçbir iş yapamayacak bir zenci kadın, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin mescidini süpürmeyi düşündü. Dini için verebileceği bir şeyi olmadığını gören dul bir kadın, on yaşında biricik yavrusunu Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme hizmetçi olarak verdi.

Nasıl, Müslüman dini için bir şey yapamayacağını düşünebilir, yapılacak onca iş varken?

Bir kere değil, yaşadıkça hizmet gerekir

Mü’min olarak yaşadığımız sürece iman davamıza hizmet etmek şarttır. Ramazanlarda, bayramlarda, depremlerde, mahalleye cami yapılırken, Afrika için kampanya açıldığında hizmet etmek, bir şeyler yapmak mevsimliktir. Kendisi mevsimlik olmayan dinin hizmeti mevsimlik olmaz. Din ebedidir, hizmeti de ömür boyu sürmelidir.

Ne zaman ne mekânla kuşatılamayız. Nerede Allah’a iman eden bir mü’min olarak nefes alıyorsak, iman nimetinin şükrü gereği orada hizmet edecek bir şey bulabiliriz. Gece veya gündüz, zor veya kolay seçme hakkımız yoktur. Elbette Allah kuluna katlanamayacağı bir şey yüklemez. Elbette takatimizle sınırlıyız. Beş yıl, on yıl diyemeyiz. Dokuz yüz elli yıl çalıştığı halde bıkmayan, usanmayan var.

Acılar gözümüzden yaşlar akıtır ama bizi hizmetten alıkoymaz. Acımızdan kıvranır, davamızla yaşarız. Yaramızla ölür gideriz, davamıza hizmeti son nefesimizde gündemimiz yaparız. İşimizden emekli olabiliriz, tarlamızı çocuklarımıza bırakıp bir kenara çekilebiliriz, davamızdan, dinimize hizmetten bir nefes ayrılamayız. Becerebildiğimiz her ne ise onu yaparken ölmeyi temenni ederiz Allah’tan.

Görev kimin?

Hocalar, vakıflar, dernekler, cemaatler değil mü’minler sorumlu. Cennete girmenin bedeli imansa, o bedeli hazırladığını söyleyen herkes görevlidir. Hocalara savsaklayarak kurtulamayız. Hocalar o büyük görevin bir parçasından sorumludurlar. Din namaz kılmaktan ibaret değil, tebliğ sadece ezan değil, mesele sadece çocuklara Kur’an öğretmek değil!

İş çok, görev çok!

Bilgisizlik özür değil, çünkü sadece bildiklerimizden sorumluyuz. Bildiğimizi, uygun bir şekilde tatbik etsek yetecek. Herkesin biraz bildikleri toplandığında, öbür taraftaki ihtiyaca bakıldığında çok şey çıkar ortaya.

Neler yapabiliriz?

Ne işe yarayacağımız test ederek işe başlarız; çalışan, hizmet eden birinin istişaresine önem veririz.

Şuurumuzu ve heyecanımızı artıracağımız birlikteliklere katılabiliriz; öbürlerinin propagandası altında erimemenin çarelerini deneriz.

Dinimizi, bir köşesinden değil tamamından görmeyi hedef biliriz.

Malımızı kullanarak katkıda bulunabiliriz.

Bedenen destek olabiliriz.

Dua edebiliriz.

Bulunduğumuz konumumuzun, malımızın, sözümüzün öbürlerine destek olmamasına dikkat edebiliriz.

Çocuklarımızı iyi yetiştirebiliriz; bu yetiştirmeyi diploma sahibi olmaları şeklinde daraltmayız.

Kur’an’ımızın yayılması için bir hizmet türüne katkı yapabiliriz.

Düğünümüzü, pikniğimizi, toplantımızı, gezimizi hizmetle iç içe yapabiliriz.

Evlerimizi koruma altına alabiliriz.

Gerçek şu ki,

Yapacak çok işimiz var. İşimiz kadar hacmimiz de var. Aynı işleri yapmak zorunda değiliz. Kimimiz Ömer olur adalete hizmet ederiz, şecaatle dolarız. Kimimiz Ali olur, ilim dolarız. Kimimiz Hassan olur şiirimizi dinimize hizmet ettiririz. Kimimiz elimize süpürge alır, bir mescidi temizleriz. Kimimiz, bir hizmet edene hizmet eder, desteğe destek oluruz.

Uyumanın ve gafletin dışında her şey bize uygundur. Öyle olmasaydı Allah bize bu yükü yüklemezdi.


3 Temmuz 2019 Çarşamba

Adetli bir kadın sa'y yapabilir mi?


Soru:

Adetli bir kadın Safa ile Merve tepeleri arasında kalan bölüme girebilir mi, sa'y yapabilir mi? Bu bölümler Mescid-i Haram'dan mı sayılır, yoksa direk olarak bu bölüme açılan kapılardan girip sa'y yapmakta bir mahzur yok mudur?

Cevap:

Temiz ve abdestli olmak sa'yin sünnetlerinden olduğu için, âdetli veya abdestsiz kadının da sa'yi sahih olur.


2 Temmuz 2019 Salı

Adet düzensizliği


Soru:
Size hayız ve taharet konusunda danışmak istiyoruz. Kuzenim 20 yaşında tedavi görmesine rağmen adetleri oldukça düzensiz. Son 2-3 aydır 10 günde bir adet olmaya başladı. Biz ilmihallerde temizlik süresinin en az 15 gün olduğunu biliyoruz. Daha kısa olduğunda bu özür konusuna girip normal adet günleri dikkate alınarak ibadetlere devam edilir diye biliyorduk. Temizlik ve hayız üzerinde çok uzun zamandır araştırma yaptığını söyleyen bir hocaya (ismini bilmiyorum) ne yapalım diye konuyu iletmişler. O da fıkıhta temizlik süresi (en az 15 gün) diye bir şey olmadığını, aradaki 10 günde temiz, diğer günlerde abdestsiz olduğunu, ilmihallerde de 15 konusunun geçmediğini söylemiş. Nurul İzah'a ve Mürşide - Asım Uysal'ın ilmihaline- baktık temizlik süresi en az 15 gün yazıyor. Nurul İzah'ta Hanbeli görüşü olarak 1 gün dahi temiz olsa namaza ve oruca devam edileceğini belirtmiş. Sorum şu bu durum ne kadar devam eder bilmiyoruz, ama şimdi 10 günde bir adet gören kızımız ibadetlere nasıl devam edecek. Özürlü mü sayılacak? 10 günde bir adet olmuş kabul edilip namazı bırakacak m? Tutarsızlıktan psikolojisi de bozulmaya başladı. Bizi aydınlatırsanız memnun olacağız.

Cevap:

İslam, insanların tabîî olarak veya örf âdet gereği bildikleri, uygulayageldikleri konuları, eğer değiştirmeyecekse ve gerek yoksa tanımlamaz, sınırlamaz, kayıt ve şartlara bağlımaz; insanların bilgi ve uygulamalarını esas alır.
Kadınların âdetlerinin ve iki âdet arasındaki temizlik süresinin ne kadar süreceği konusu da böyledir; esasen bu konuda sabit bir süre de bulunmadığı, çeşitli sebeplerle sürelerde değişikliklerin meydana geldiği bir gerçek olduğu için İslam'ın, tabîata aykırı olarak bir süre belirlemesi uygun olmaz, onun fıtrata uygun oluş vasfına aykırı düşerdi.
Fıkıhçıların süreler konusunda kaydettikleri rakkamlar, naslara değil (bu konuda bazı hadisler rivayet edilmiş ise de bunlar sağlam kaynaklarda yoktur ve hadis alimleri tarafından sahih bulunmamıştır), kendi bölge ve çevrelerinde yaptıkları araştırma ve soruşturmaya dayanmaktadır( İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, Beyrut, 1987, C., s. 38).
Bu konu ile ilgilenen tıp bilim dalına bakıldığında şu bilgileri buluyoruz:
Adet kanamasının birinci günü, kadın peryodunun birinci günüdür. Gelecek kanamadan bir önceki gün ise son gündür. Bu sınırlarla adet peryodu kadınların %65'inde 28±3 gündür. Tüm kadınlar dikkate alındığında periyot 18 gün kadar kısa, 40 gün kadar uzun olabilmektedir. Adet kanamasının süresi ise ortalama 5±2 gündür. Ancak herhangi bir hastalığa bağlı olmaksızın, daha kısa ve daha uzun kanama süreleri de görülmektedir. Kadın peryodu genellikle aynı sürelerde devam etmekle beraber 1-2 günlük oynamalar da normaldir. Ancak gün oynamalarının beş günü geçmesi seyrektir. Kanama müddeti de yine her kadın için belirli süre devam eder. Kadınlar ne zaman, ne miktar kanamaları olacağını tahmin edebilirler. Ergenlik dönemi başlangıcında, hem peryodun toplam süresi hem de kanama süresi düzensizdir. Keza menopoz öncesinde de adetler düzensizleşir (Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Cinsel Eğitim Merkezi).
Hayızın müddeti ve hükümleri konusunda fıkıh kitaplarından bir özet vermek gerekirse:
1.Hanefî mezhebinde yazılmış ilmihal kitaplarının önemli kaynaklarından biri olan el-Muhtâr ve şerhi el-İhtiyar'dan:
Hayız (âdet, regl) kadının ergenlik çağına girdiğini gösteren kanamadır. Hayızın en az süresi geceli gündüzlü üç gün, en fazlası da tam on gündür. En azından az ve en çoğundan çok sürelerdeki kanamalar ile hamile kadınların kanamaları hayız değildir, rahatsızlık (istihâza) kanamasıdır. İstihâza namaza, oruca, cinsel temasa engel değildir. Âdet gören kadının, süresi içinde kanamalarının bütün renkleri -akıntı beyaza dönüşünceye kadar- hayız sayılır. Süre içinde geçici kanama kesilmeleri de hayız süresine dahildir. Hayız kadından namaz yükümlülüğünü tamamen düşürür, oruç tutmasını haram kılar, ancak bunu sonra kaza eder. Âdet gören kadınla cinsel temas yapılamaz, İmam Muhammed'e göre cinsel organ dışında, diğer iki İmama göre göbeğin yukarısında kalan kısımlar yasak değildir. İki hayız arasındaki en az temizlik süresi onbeş gündür, temizlik süresinin en çoğuna dair bir sınırlama yoktur.
Diğer mezheplere göre:
Hayızn en az süresi Mâlik'e göre yoktur; bir defalık kanama bile hayızdır, en uzun süresi ise onbeş gündür. Şâfi'î'ye göre en az geceli gündüzlü bir gündür, en çoğu ise onbeş gündür.
İki hayız arasındaki en az temizlik süresi konusunda İmam Mâlik'ten farklı rivayetler vardır; bunlardan biri olan onbeş günde Şâfi'î ve Ebû Hanîfe ile birleşmektedirler. Sekiz, on, onyedi gün diyenler de vardır.
İlk defa âdet görmeye başlayan kadın, âdetin en uzun süresine kadar kendini hayızlı sayar ve buna göre hareket eder, en uzun süre geçince kanama durmazsa artık hayızlı değil, hastadır.
Daha önce âdet görmüş ve belli bir âdet düzeni bulunan kadının âdeti değişirse, Şâfi'î'ye göre âdetine göre hareket eder, Mâlik'e göre ise buna -en uzun süreyi aşmamak şartıyla- üç gün daha ekler.
Sahih bir hadise göre âdeti aşan kanamalar hastalık sayılır, bu durumda kadın yıkanır ve hayız yasakları kalkar (İbn Rüşd, s. 37-43).
Bu genel bilgilerden sonra soru sahibinin kuzeni olan genç kızımıza şunları söylemek mümkündür:
Din, âdetin ve aradaki temizliğin süresini belirlememiş, bunu her kadının kendi durumuna ve düzenine (âdetine) bağlamıştır. Kadın doktora muayene olarak veya kendi tecrübesine dayanarak gelen kanın hayız kanı olduğunu anlarsa süre ve âdet geçersiz olur; kan geldiği sürece hayız da devam etmiştir. Gelen kanın hayız kanı mı, başka kan mı olduğunu -kan muayene ettirerek veya başka bir yoldan- bilmenin mümkün olmadığı durumlarda önümüzde üç ihtimal vardır:
a) Henüz âdeti bulunmayan genç kadın, yukarıda açıklananlar içinden tercih edeceği bir ictihada göre hayızın ve aradaki temizliğin en az ve en fazla sürelerine uyar, fıkhın verdiği süreler tıbbın verdiği sürelerin dışına çıkarsa tıbbı esas alır, hayız ve temizlik sürelerini buna göre ayarlar. Mesela hanefî mezhebine göre hareket edecekse, aradaki temizlik onbeş günden az olamayacağı için, bu süre geçinceye kadar kendini hayızlı değil, hasta sayar. Tıpçıların verdiği bilgiye göre âdet peryodu 18 gün bile olabilmektedir; bu peryoddan üç gün süren kanama çıkarılırsa temizlik süresi onbeş olur ki, bu da Hanefî, Şâfi'î ve Mâlikîlerin verdikleri rakkama uygun düşmektedir.
b) Âdeti (âdet düzeni) bulunan kadın bu düzene uyar. Daha azını ve çoğunu âdet saymaz. Hadis bunu ifade ettiği için ben de bunu tercih ediyorum. Bu durumda değişme uzun süre devam eder, eski düzene dönmezse, âdet düzeni değişmiş sayılacağı için artık yeni düzene göre davranır.
c) Düzeni bozulan kadın, tercih ettiği mezhebe göre sürelere riayet eder.


1 Temmuz 2019 Pazartesi

Bir oyunda yenen veya yenilenin bir şeyler ısmarlaması kumar mıdır?


Soru:
Arkadaşlar arasında, yenenin kola, tatlı vs. ısmarlayacağı şekilde futbol vb. oyunlar oynuyorlar. Bu da kumara girer mi?

Cevap:
Evet, bu (oyunda yenen veya yenilenin bir şeyler ısmarlaması ve tarafların bunu yiyip içmesi) da kumara girer. Caiz olan oyunların kumara alet edilmemesi, kazananın, kazanma sonucunda oyuna girenden (girenlerden) bir menfaat elde etmemesi gerekir.


http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00036.htm

30 Haziran 2019 Pazar

Kadından gelen akıntının hükmü


Soru:
Bu soru mahrem bir hususta olduğu için affınıza sığınırım. Beni sevgili Peygamberimizin Ensar kadınlarını, dinlerini öğrenme noktasında utanmalarının bir engel teşkil etmemesini övmesi cesaretlendirdi. Hocam elimdeki tüm kaynaklar taramama rağmen konuya direk temas eden bir delile rastlamadım ve size sormaya karar verdim. Hanımlardan genital yoldan gelen akıntı doktorların ifadesiyle bir sağlık işareti ve buluğ çağından başlayarak menopoz dönemine kadar devam etmesi de (sık veya seyrek) gayet normal. Fıkıh kitaplarımızın "özür" bahsinde ise bir namaz vaktini aşan tüm arızî hallerin özür sayılacağı belirtilmiş ve ibadetlerini ona göre düzenleyebilmesi için bu şahıslara bazı kolaylıklar sağlanmış. Fakat bizim içinden çıkamadığımız durum şu, şayet bu ifrazat normal ise ağız ve burundan çıkan ve alışılmış sıvılar gibi mi algılanmalı? Bir ömür boyu devam edecek olan özür hali mi? Özür kapsamına girmediğinde abdesti muhafaza son derece zorlaşıyor, veya tampon ile önlenmek istendiğinde bir takım allerjik veya mikrobik hastalıklar oluşuyor.

Cevap:

Klasik fıkıh kitaplarında bu akıntılar hakkında genel olarak şu hükümler yazılmıştır:
"Kadınların cinsel organlarından gelen devamlı akıntı, kan olmadığı sürece ay hali ile ilgili olamaz. Beyaz, sarı vb. renklerdeki akıntılar, organın dışına çıktığı, kilota bulaştığı zaman abdest bozulur. Eğer organın çıkışını tıkayan bir nesne kullanılırsa, gelen akıntı veya bunun ıslaklığı tamponun, tüpün, pamuk yumrusunun dışına çıkmadıkça, dışardan bakıldığında görülmedikçe abdest de bozulmaz. Eğer akıntı bir namaz vaktinin tamamında (abdest alp namaz kılmaya yetecek bir sürede kesilmeksizin), diğer vakitlerin de bir kısmında bulunmak suretiyle hep devam ediyorsa kadın özürlü sayılır ve bu durumda, her namaz vaktinde bir kere abdest alır ve bu vakit içinde akıntı -dışarı çıksa bile- abdesti bozmaz, onunla -akıntı bulaşmış giysi çıkarılarak- istendiği kadar namaz kılınır; sonraki namazın vakti girince abdest bozulmuş olur ve yeniden alınır."
Bizim kadın doğum uzmanı kırk kadar hanımla yaptığımız iki seminerde tespit ettiğimiz gerçek duruma göre, kadının cinsel organından gelen akıntıyı ikiye ayırmak gerekiyor: a) Necis olanlar, b) Necis olmayanlar.
Sağlıklı bir kadının organından devamlı olarak gelen ve gelmediğinde bazı problemler oluşan vaginal salgı temizdir; gözyaşı ve tükürük gibidir, bunun dışarı çıkması, kilota bulaşması abdesti bozmaz ve onu yıkamak da gerekmez. Bu normal akıntı dışında kalan ve bir arızadan (mesela enfeksiyondan) kaynaklanan akıntı ise pistir, dışarı çıktığında abdesti bozar ve elbiseye bulaşırsa yıkanması gerekir.

(Benzer soru:)

Soru:
Öncelikle özür diliyorum hocam, merak ettiğimiz bir konuda sizden bilgi almak istiyoruz. İlmihallerden aradığımız cevaba tam olarak ulaşamadık. Kadınların temizlik döneminde (özür olmayan) akıntı namaz esnasında olursa namazı ve abdesti yenilemek gerekir mi? Yoksa bu akıntı namazda olursa ibadetimize engel değil midir?

Cevap:
Hastalıktan olmayan, ağızdaki tükürük, gözdeki yaş gibi vajinanın rutubetli kalmasını sağlayan normal, beyaz akıntı temizdir, abdesti de bozmaz.

(Benzer soru:)

Soru:

İş ortamlarında abdest için çok müsait ortam yok. Sabah abdest alıp çıkıyoruz, öğleni bu abdestle kılmak zorundayız. Ama bazen bayanlarda görülen akıntı meydana geliyor. Bu akıntı abdesti bozar mı? Yeniden abdest almak gerekir mi? Tam olarak bizi aydınlatır mısınız? Çok özür diliyorum, bu bizim için çok önemli, içimiz rahat olarak ibadetimizi eda etmek istiyoruz.

Cevap:
Hastalıktan (mesela rahimde veya başka bir yerdeki iltihaplanmadan) kaynaklanmayan, gözyaşı ve tükürük gibi normal bir sıvı olan akıntı temizdir ve abdesti bozmaz.


29 Haziran 2019 Cumartesi

WC'de taharetlenirken vesveseden kurtulamıyorum


Soru:
Selamünaleyküm, hemen sorumu soruyorum: wc de taharetlenirken vesveseden kurtulamıyorum. Taharetlenmenin dinimizdeki hükmü nedir? Eksik yapmış olsak veya hiç yapmamış olsak bile namaz kılınabilir mi veya dinen bu durumun sakıncası nedir? (taharetlenmeyi bırakmıyorum ama vesveseden kurtulup zaman kaybını önlemek için tam temizlenmemiş olsa da olur diyebilmek istiyorum. İbadetim kabul olur demek istiyorum). Cevablarsanız sevinirim hocam, teşekkürler...

Cevap:
İslam'ın ilk tebliğ edildiği coğrafyada su kıt olduğu için taharet taşlarla yapılıyordu. Mesela üç adet uygun büyüklükte taş alınıyor ve bunların her biri ile bir kere (toplam üç kere) pisliğin çıktığı yer siliniyor ve böylece temizlik yapılmış oluyordu. Böyle bir temizlenmede pisliğin çıktığı yerde bazı şeylerin kalmaması imkansızdır, ama bu temizlenme ibadet edebilmek için (necasetten taharet olarak) yeterli görülmüştür. Siz su ile yıkıyorsunuz, elinize bir şey gelmeyecek kadar yıkadığınız zaman pislik vücuttan yok edilmiş olur, artık vehim ve vesveseye kapılmak, "acaba olmadı mı, yine de pislik kalmış mıdır..." gibi takıntılara kendinizi kaptırmak doğru değildir.


http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00033.htm

28 Haziran 2019 Cuma

Dolgu, alçı, sargı vb. bulunan kişi abdestte yıkar mı mesh mi eder ?


Tedavi maksadıyla yapılan dolgu, alçıya alma, sargı vb. caiz, hatta dince de gereklidir. Bu durumda deriyi yıkamak mümkün değildir veya çok zordur; işte bu "mümkün olmamak veya zor olmak" durumlarında din ruhsat verir (kolaylık sağlar) ve dolgu, sargı, alçı vb. nin üstü meshedilir (dolguda yıkanır), bu mesih ve yıkama hem gusül hem de abdest için yeterli hale gelir. Aksini iddia etmek dini bakımdan doğru ve isabetli değildir.


http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00032.htm

27 Haziran 2019 Perşembe

Diş dolgusu ve abdest


Soru:
Diş dolgusu hakkında sizin görüşünüzü almak istiyorum. Bu konu hakkında bir çok cami imamı ile görüştüm ve farklı farklı cevaplar aldım. Hatta birçok ilmihali de okudum. Konu biraz sizin için basit olabilir fakat konuya bir açıklık getirebilirseniz memnun olurum. Ben hanefi mezhebine riayet eden bir kişiyim ve dişime dolgu yaptırmak istiyorum. Dolgu yaptırdıktan sonra belli mevzularda Şâfiî mezhebini taklit edeceğini okudum. Sizce dolgu yaptırdıktan sonra [gusül, abdest gibi konularda] başka mezhepleri taklit etmem gerekir mi? Dolgu yaptırmam mı uygun olur, dişi çektirmem mi? Şimdiden teşekkür eder, böyle bir konuda rahatsız ettiğim için özür dilerim.

Cevap:
Diş doldurmak bir tedavidir. Tedavi edilen uzvun üstünün -sargı, dolgu, alçıya alma gibi- geçici veya devamlı olarak kapatılması gerekiyorsa (tedavi bunu gerektiriyorsa) kapatılır. Kapatılırken (dolgu, sargı, alçı yapılırken) hastanın abdestli ve gusüllü olması da gerekmez. Abdestli olmak, yaranın, çürüğün, kırığın üstünü kapatırken değil, sağlam ayağa, üzerine meshetmek üzere mest giyerken gereklidir.
Diş doldurulduktan ve dolguyu korumak için üstü de kaplandıktan sonra dolgu ve kaplamanın dışı, dişin dışı yerini alır. Bu sebeple ağız yıkanırken kaplı dişler de yıkanmış sayılır. Sargı gibi kabul edenlere göre, ağza su alınca diş de meshedilmiş olur.
Bu hükümde mezhepler arasında bir ihtilaf olamaz ki siz başka mezheplere uyasınız. İhtilaf, abdest ve gusülde ağzı yıkamanın farz olup olmaması ile ilgilidir. Bizim meselemizde ağız yıkanmaktadır. Kaplamanın üstünün yıkanması veya meshedilmesi, dişin kendini yıkama yerine geçtiğine göre -ki bu konuda da ihtilaf olamaz; çünkü hüküm zarurete dayanmaktadır- kaplı dişlerle abdest alan ve gusledenin bu amelleri bütün mezheplere göre sahih olacaktır.
Eğer yaptığınız amel (abdest, namaz...) bir mezhebe göre sahih, diğerine göre bâtıl (hükümsüz, bozuk) olsaydı -müctehid değilseniz- sizin yükümlülüğünüz, aldığınız fetvaya göre amel etmekten ibaret olurdu. Bir müftü (âlim) size, "kaplı veya dolgulu dişlerle alınan gusül ve abdest sahihtir" der, siz de böyle yaparsanız artık başka mezheplere de riayet etmek gibi bir yükümlülüğünüz olmaz.

(Aynı konuda başka birinden soru:)

Soru:
Diş dolgusu yaptırırken adet dönemine denk geldiğinde dolgu yaptırmakta sakınca var mıdır?
Not: Hastaneler randevu sistemiyle çalışıyorlar gününü biz tespit edemiyoruz

Cevap:

Dişini doldurtacak olan bir müminin abdestsiz veya cünüb (mesela adetli) olmasında bir sakınca yoktur. Bu bir tedavidir ve her durumda caizdir. Diş doldurulunca dolgunun dış yüzeyi normal dişler gibi olur, bunların yıkanması asıl dişlerin yıkanması yerine geçer.
Diş dolgusu ve kaplaması yarayı sargılamaya benzer, bunun için abdestli olmak gerekmez. Meshedebilmek için abdestli giyme şartı ayaklara giyilen mest içindir. Dişi doldurulmuş veya kaplanmış müslüman abdest ve guslünü alır, ağız yıkanırken dişin de kaplaması yıkanır, bu içinin yıkanması gibi olur.


25 Haziran 2019 Salı

Ayette gayb olduğu söylenen bazı bilgileri bugün insanlar biliyor mu?


Soru:

Kur'an'da "Gaybı ancak Allah bilir" buyuruluyor, yağmurun ne zaman yağacağı ve rahimde ne olduğu da gaybe dahil olarak gösteriliyor. Halbuki bugün, bu iki husus biliniyor; bu konuda bir açıklama yaparsanız memnun olacağız. Selam.

Cevap: Lokman sûresinin son âyetinde gaib olan bilgilerle ilgili beş şeyden söz ediliyor: 1. Kıyametin ne zaman kopacağı, 2. İnsanın yarın ne yapıp ne ile karşılaşacağı, 3. Nerede öleceği, 4. Yağmurun gökten indirilmesi, 5. Rahimdekinin ne olduğunun bilinmesi. Bunlardan ilk üçü için "yalnızca Allah'ın bileceği, başkalarının bilemeyeceği" açıklaması yapılıyor. Diğer ikisi için böyle bir açıklama yok; yalnızca bunları Allah'ın bildiği ifade ediliyor, başkasının bilemeyeceği söylenmiyor. Bu iki şeyin, mutlak değil, göreceli olarak bilinemez olduğu anlaşılıyor; yani rahimdeki çocuk ve gökten yağmurun ne zaman ineceği normal duyularla veya akıl ile bilinemiyor, âletlerle biliniyor.


24 Haziran 2019 Pazartesi

Gayb bilgisi, cinler, yıldız kayması, ilgili ayet ve hadisler.

Soru:
Sayın Hocam,
Gayb bilgilerine muttali olmayla ilgili bir sorumu ve müşkilimi çözmenizi sizden istirham ediyorum. Vakit ayırır ve bu soruma cevap verirseniz çok memnun olacağım. Şimdiden Allah razı olsun.
Geçenlerde STV deki bir programınızı 'burçlar'la ilgili bölümünden itibaren izleme şansını yakaladım. Bu bölümden önce sorumun cevabı geçmişse bilemiyeceğim. Ancak benim bu sorum sizin programınızı seyretmeden önce de zihnimde cevap bekleyen bir müşkildi. Bu problem ise aşağıda vereceğim hadisleri okuduktan sonra oluştu. Hadis-i Şerifler şöyle:
A- "İbn Abbas'dan (r.a.), o da Ensar'dan bir sahabiden: "Onlar bir gece Peygamber s.a.s. ile beraber otururlarken bir yıldız kaydı ve ortalığı aydınlattı. Onlara sordu: 'Siz Cahiliye'de böyle yıldız atılmasına (kaymasına) ne derdiniz?'
'Allah ve Resulu daha iyi bilir. Ancak biz Cahiliye döneminde böyle bir olayda şöyle derdik: 'Galiba büyük bir adam doğdu. Ya da büyük bir adam öldü'. Bunun üzerine şöyle buyurdu: 'O ne bir adamın doğumuna ve ne de bir adamın ölümüne kaymaz. Lakin Rabbimiz Teala bir şey takdir ettiği zaman, Arş'ın taşıyıcıları olan melekler tesbih eder. Sonra bunları takiben gelen sema ehli tesbih eder. Nihayet tesbihler dünya seması ehline kadar ulaşır. Sonra Arş'ın taşıyıcılarını takip edenler Arş'ın taşıyıcılarına sorarlar: 'Rabbiniz ne dedi? Onlar da Rablerinin ne dediğini onlara bildirirler. Göklerin ehilleri birbirlerine sora sora nihayet bilgi bu dünya seması ehline ulaşır. Cinler gizlice kulak verir ve bu haberi dostlarına iletirler. (Ancak bu esnada yıldızla) taşlanırlar. Aldıkları gibi hiç saptırmadan onlardan gelen haber doğru olur. Ne var ki onlar o haberi aktarırlarken kendilerinden de yalan bir şeyler ilave edip öyle aktarırlar" Müslim, Selam, s. 1750-1; Tirmizi, (3224).
B- "Hz. Aişe'den (r.a.): "Peygamber'e (s.a.s) kahinler hakkında sordular; 'Onlar hiçbir şey değildir.' buyurdu. Dediler ki: 'Ey Allah'ın Resulü onların bazen söyledikleri doğru çıkmaktadır'
'Bu doğru olan sözdür. Cin onu kapıp dostunun kulağına söyleyiverir. Ne var ki onunla birlikte yüz tane de yalan katar'
Ahmed (V,87) ; Buhari, Tıb, 47,V, 28; Edep, 117,V,123; Tevhid, 57/2, V,218 ; Müslim, Selam, 12-3, s.1750.
Diğer taraftan 15/Hicr Suresi, 16-18. ayeti kerimelerde şöyle buyuruluyor: "Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve bakıp temaşa edenler için onu süsledik. Onları, taşlanmış her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden müstesna. Onun da peşine açık bir ateş alevi düşmüştür."
Malumunuz aynı konuda 37/Saffat, 8-10 ayetleri de mevcut.
Yukarıdaki hadisler bu ayetlerin bir tefsiri açılımı gibi görünüyorlar. Ayette peşlerine ateş alevi düşen, gaybi haberleri çalan cin/şeytanlarının yanıp kül olduklarına dair bir serahat yok. Hadisler de zaten bu noktadan sonraki durumu açıklığa kavuşturuyor.
O halde, temel sorum şu; bu hadislerle gaybı sadece Allah'ın bilebileceğine dair ayetler bir birini nakzetmiyor mu? Aradaki bu çelişki gibi görünen problemi nasıl çözeceğiz? Gaybi bilgileri kategorize etmemiz mi gerekecek. Hatırladığım kadarıyla mutlak gayb nisbi gayb diye bir ayırımdan söz ediliyordu...?
Diğer taraftan cinler yoluyla bazı doğru bilgilerin alındığına dair değerlendirmeleri de hep duyuyoruz ki söz konusu ettiğimiz hadislerle bu iddalar örtüşüyorlar gibi?
İnşaallah zihnimdeki problemi doğru ve vazıh bir şekilde ortaya koyabilmişimdir. Hakkınızı helal edin.

Cevap:
Konu ile ilgili hadis rivayetlerinde verilen bilgilerin -detay bir yana- özüne baktığımızda ve bunları bir yandan akıl ve kesin bilgiler, diğer yandan Kur'an âyetlerinin ışığında değerlendirdiğimizde Resûlullah'ın (s.a.), Cahiliye devrinde olduğu gibi bugün de devam eden bir takım batıl inançları ve gaybı bilme iddiaların reddettiğini görüyoruz. Peygamberimiz, bugün de sık sık tekrarlanan "ama cincilerin, falcıların, medyumların... bazı dedikleri doğru çıkıyor" şüphesine de bir açıklama getiriyor. Bu açıklamanın özü şudur: Her şey Allah'ın ilmi, iradesi, kudreti ve yaratması ile olur. Allah Teâlâ madde âleminde yapacağı, yaratacağı bazı şeyleri meleklere bildirir, onlara vazifeler verir. Meleklerin bulunduğu ve bu bilgilerin alıp verildiği semâ, yüce âlem (mele-i a'lâ), yıldızlar gibi maddî varlıkların bulunduğu sema (maddi evren) değildir. Maddenin bittiği, arş ile ayrılan (arşın sınır olduğu) rûhânî (fizik ötesi) semadır. Cin şeytanları, bu rûhânî, gayr-i maddî semaya sokulmazlar. Sınıra yaklaşarak girmek istediklerinde ateş topuna benzer bir silahla ateş edilerek uzaklaştırılırlar. Ancak yaratılışları icabı sınıra kadar yaklaşınca bazı bilgi kırıntılarını, kulak hırsızlığı yoluyla elde ederler. Elde ettikleri bilgi az, eksik ve yetersizdir; bu sebeple onların gaybı öğrendikleri ve bildikleri söylenemez. Bu eksik bilgilerin yanına birçok yalanı, hurafeyi, batıl inanca esas teşkil eden bilgiyi katarak insan şeytanlarına (falcılar, kahinler, cinciler... bunlara dahildir) bildirirler. İşte insan şeytanlarının söylediklerinden bir kısmının doğru çıkmasının sebebi budur; yani doğru kısım, meleklerden çaldıkları kısımdır, yalan ve yanlış kısım ise kendilerinin uydurup adamlarına bildirdikleridir.
"Onları, taşlanmış her şeytandan koruduk" şeklindeki çeviri bize göre isabetli değildir. Zamiri semaya ait kılarak "Onu... koruduk" şeklinde çevrilmesi gerekir. Korunan maddi yıldızlar değil semâdır; yani meleklerin yeri olan ve şeytanların sokulmadığı madde ötesi âlemdir.
Yıldız kayması, göktaşları, gökte yanıp parlayan ve sönen gazlar... ile "cin şeytanlarının madde ötesi semadan kovulması için kullanılan ve mahiyeti de (ne olduğu da) bizce bilinmeyen silahı" birbirine karıştırmak doğru değildir. Peygamberimiz (s.a.) yıldız kayması ile ilgili bir Cahiliye inancını reddederken "şeytanlara karşı kullanılan ateş topu misali silah"tan da söz ettiği için bu ikisi birbirine karıştırılmış olmalıdır. Âyetlerde "şeytanlara karşı kullanılan silah"ın yıldız veya yıldız kayması olduğu söylenmiyor. Hadislerde böyle ifadeler veya îmâlar var; ancak mütevatir olmayan haberler (hadisler) itikad ve kesin bilgi için yeterli değildir; yani bilgi kaynağı olmaz.
Müslümanların, âyet ve hadislerin lafzı yanında amacını da göz önüne almaları, inanç ve davranışlarını buna göre ayarlamaları gerekirken, hadislerin asıl amacı olan "Cahiliye inanç ve anlayışlarının reddini, asılsız olduğunu" öğrenecek ve hala devam eden bazı saçmalıklardan kurtulacak yerde, din ve dünya hayatlarıyla bir ilgisi bulunmayan "ateş topu" silahının ne olduğunu merak etmeleri, yıldız kayması ile bunlar arasında aynılık ilişkisi kurmaları da düşündürücüdür.
Gayb bilgisi, gözle görülemeyen, daha doğrusu herkeste bulunan tabîî bilgi araçları ile elde edilemeyen bilgidir. Bu da ikiye ayrılır: Mutlak ve nisbî (göreceli). Kıyametin ne zaman kopacağı mutlak gayba örnektir, bunu Allah'tan başkası; tabîî olsun, icat edilmiş bulunsun hiçbir araç ile bilemez. Yağmurun ne zaman yağacağı, rahimde çocuğun varlığı ve cinsiyeti ise göreceli gaybe örnektir; bu bilgiler tabîî araçlara göre gayb bilgisidir, meteorolojik ve tıbbî araçlara göre insanların elde edebileceği bilgilerdir. Bu çeşit gaybı (göreceli gaybı), araçlar vasıtasıyla bilmek mümkündür; ancak bunu bilmekle insanlar gaybı bilmiş olmazlar; çünkü araç icat edilince onunla ilgili bilgi "gayb bilgisi" olmaktan çıkmıştır.


23 Haziran 2019 Pazar

Neler yapabiliriz? -3-


Fitnelere karşı imanı korumayı asıl dava olarak görmek ve uğrunda fedakârlık yapılmasının gereğine inanmak şarttır. Belki de yüzeysel bir imanla köklü bir iman arasındaki açık farklardan biri budur. Her asrın getireceği fitnelere hazır olmak, iman etmenin gereğidir. Öncekilerin yaşadığı fitnelerin üzerinde yoğunlaşırken bizim için planlanmış fitnelerin tuzağına takılı kalmamız mümkündür.

1- İman, korunması ve geliştirilmesi gereken bir değerdir. Allah Teâlâ’ya imanın parçalanamayacağını, imanın gereklerinin o imanın içini doldurup ona hayatiyet kazandıracağını bilmek şarttır. Allah’a iman ediyor olmanın, O’nu mutlak hâkim olarak görmeyi gerektirdiğini, O’na tevekkül etmemenin imanla çelişeceğini bilmeyi, O’nun kaderinin yürüdüğünü benimsemek gerekmektedir.

Allah’a imanın en önemli sonuçlarından biri, O’nun kitabı Kur’an’ı rehber edinmektir. Kur’an’ın bizim gözümüzde fiilen veya sonuç olarak rehber ve bağlayıcı olma özelliğini kaybetmesi halinde ilk fitne rüzgârına kapılmak mukadderdir. Kur’an’ı ve Kur’an’ın tefsiri durumundaki sünneti yaşam için ölçü olarak benimsemek, şeytan ve nefsin telkinatına karşı çaresizlikten kurtulmaktır. Bu anlamda Kur’an’ı okuma kitabı düzeyinde bırakmayıp okunan ve amel edilen kitap haline yükseltmek, en müessir ilaç gibi durmaktadır. Kur’an’a rağmen yaşanabilecek bir Müslümanlık’tan söz edilemez.

Ne kadar Kur’an’ın etkisinde olduğumuz, ne kadar onun paralelinde yürüdüğümüz, namazda okuduğumuz Kur’an’dan önce ticaretimizden, ailevi ilişkilerimizden belli olmalıdır. Yürüyen Kur’an oluncaya kadar katetmemiz gereken mesafe uzundur. Kur’an’la paralel bir hayat için de yaygın bir Kur’an eğitimi almamız ve bu eğitimi sürekli hale getirmemiz önemli bir ihtiyaçtır. Dini bilgimiz çocukluk yıllarındaki dersler ve camilerde kaza ile kulağa giren bilgilerle mahdut olmamalıdır.

2- Salih amel boşluğunu tehlikeli görmeliyiz. İslam’ı namazla ve hacla sınırlı gören anlayış yerine, güneşin ışıklarıyla aydınlanan her yerde insanın yaptığı ne varsa onu Allah’ın rızasına muvafık yapmaya özen gösteren anlayışı İslam olarak görmeliyiz. Bu anlayış, camideki ibadet anlayışımızı evimize, işimize ve bütün sosyal ilişkilerimize taşıyacaktır. Bu da -eğlencesi de dâhil- hayatı Allah’ın rızasına uygun yaşamayı sağlayacak, mü’min kimliğimizin yıpranmasını, imana rağmen ikiyüzlü yaşamayı önleyecektir.

Hayatın genelinde, yasal süreçte olduğu zaman karşı çıktığımız laikliğin fertler olarak özel hayatımızda yer bulabilmesi; toplum önünde laikliği benimsemeyen, ama özünde laik olan tiplerin yaşantılarında oluşturduğu çelişki bu şekilde çözülebilir. Allah’tan korkup murakabesinden çekinmemek, dili, gözü, kulağı kuralsız bırakmak, mü’min kimliğimizle çelişiyor olmaktır.

Özellikle fitnelere karşı ibadet ve tilavet önemli bir koruyucudur. Fitne zamanında ve ortamında ilk darbeyi ibadetler yemektedir. Bu nedenle de fitne zamanında ibadet titizliği hadisi şerifte hicret olarak adlandırılmaktadır.

3- Günahların bünyemizde kökleşmesine karşı tedbirli olmalıyız. İşlenen bir günah, kendi hacminden çok, kimlik yıpranmasına neden olmasıyla sorun olmaktadır. Kökleşen bir günah, klasikleşen bir taviz yeni günahlara zemin hazırlamakta, günaha karşı cüreti artırmaktadır. Günahlardan istiğfarı önemli ve acil reçete görmeliyiz. Tevbe kavramının hacca gidenlere mahsus hale gelmesi, anlayışta bir erozyondur. Sokaklarda dolaşan sarhoşların veya teröre bulaşmış katillerin tevbeye aday olarak bilinmesi ve onları tevbenin en yakın adayları görüp kendini aklayan faizci beyin ciddi bir yuvarlanıştadır.

Günahlar konusuyla beraber ele alınacak önemli bir konu da, bu ümmetin temel karakterlerinden biri olan ‘iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama’ karakterinin canlı tutulması konusudur. Dinin ayakta kalmasını sağlayan en önemli unsurlardan biri, şüphesiz ona iman eden herkesin kendi hacmi kadar destek olmaya çalışmasıdır. Din adına görevlendirilmişlerden önce, dine mensup olanların dini yayması ve tavizleri önlemeye çalışması, hayatiyeti sağlayan temel yapıda vardır. İyiliğin çoğalmasından haz almak, kötülüğün yayılmasından endişe etmek iman alâmetidir. Bu hissiyatın belli bir düzeyin altına düşmesi halinde imandan hiçbir eser kalmamaktadır. Bu, bir tür otokontroldür; kontrol sisteminin erimesi halinde din, insanlar üzerindeki tesirini kaybetmektedir.

Nefislerle baş başa kalınan durumlarda gözlerden uzak olmanın tavize düşmedeki etkisinin bir izahı bulunabilir. Ama gözler önünde olduğu halde nefislerin arzularına taviz verilmesinden çekinilmiyor olmasını iman dairesinde iken izah etmek zordur. Birbirimizin koruyucuları olmamız, sadece bağ bahçemize yabancının girmesine karşı bir komşuluk görevi olarak anlaşılamaz. İmandaki kayma ve amelde isyan belirtilerine karşı ‘kardeşlik hattımız’ devreye girmelidir.

4- Yalnızlıktan kaçınmak şarttır. Her şeye rağmen, ‘mü’min cemaat’ vasfına en yakın cemaatle beraber bulunmak, kurda kapılmadan yaşamanın şartıdır. Cemaat olmanın gerektireceği bedellere razı olarak bulunulan bir cemaat, kendi zatında ibadettir. Ancak cemaat içinde bulunmak, sosyal etkinliklerden yararlanmak tarzında anlaşılmamalıdır. Yüküyle ve gölgesiyle cemaatte bulunmak, birbirine kenetlenmiş, hedef birliği içindeki cemaat olmaktır.

5- Şeytanın, mü’mini istikametten uzaklaştırmada kullandığı en yaygın silahı haramlardan önce mübahlardan oluşmaktadır. Mesela fiili zinaya düşmeden önce, zinaya davetiye olan göz ve kulak zinası devreye girmiştir. Onlardaki serbestlik, neticede ana harama kapı açmıştır. Bunu herhangi bir harama tatbik etmemiz mümkündür.

Mübahlardaki serbestliğin verdiği rahatlık, bir noktadan sonra tehlikeli bölgeye kaymaya neden olmaktadır. Ancak bir noktadan sonra gelinen noktayı tahlil etme imkânı da kalmadığı için mübahların verdiği rahatlıkla haramlara, haramlardan da sınır noktasına gelinebilmektedir.

Bazen israf, bazen kör taklit olarak karşımıza çıkabilen bu mübahlara dalma, en sathi ifadeyle dengesiz yaşamanın sonucudur. İbadette bile dengeyle memuruz. Rabbinin hakkını, bedeninin hakkını, ailenin hakkını düşünmeyi emreden anlayış, önemli bir kural koymaktadır. Mübahlara dalmanın akıbetini düşünmek zorundayız.

Sonuç

Bizden öncekiler, onların zamanlarının gereği olan, bir imtihanla iman sınavına tabi tutuldular. Biz de bizim zamanımızın sınavına tabiyiz. Bizim zamanımız, teknoloji ve imkânlar zamanı olduğuna göre imtihanımızın ağırlık noktası da onlar üzerinden olacaktır. İmanda gevşemeye, ibadette ihmale, ahlâkta seviye düşüklüğüne neden olan neyimiz varsa onu imtihanımız olarak görmeliyiz.

Bizim imtihanımız ne ise ona ağırlık vermek, onu fitnemiz olarak telâkki edip gereken tedbiri almak, görevimiz olmalıdır. Yoksa Ebu Cehil’in putuyla lüzumsuz yere ilgilenmiş oluruz.


Nureddin Yıldız

22 Haziran 2019 Cumartesi

İman aynı, imtihanlar farklı -2-


Ne çok davamız, sorunumuz var bizim!

Toprağımızla ilgili davalarımız var. Başta Kudüs olmak üzere yaşadığımız topraklarımız bir dava konusudur. Akidemiz üzerinden yürüyen davalarımız var, sağlık davamız var, siyaset davamız var, Dava içinde dava olacak sorunlarla yoğruluyoruz…

Bizi doğuranlar bize bu davaları miras bıraktılar. Onlar da öncekilerden miras almışlardı davalarını. Bir de aile davamız var ki, sıkıntıların kaynağında da çözümünde de o dava duruyor. Aile ile ilgili davamız çözülmedikçe Kudüs davamız da hallolmayacaktır. Eğitim davamız da siyaset davamız da aileye bağlı. Çekirdek dava aile davasıdır. Ne yazık ki aile davamızla yeteri kadar ilgilendiğimiz söylenemez. Ailemizdeki konuları ve sorunları taşeronlara havale ederek sıyrılmaya çalışıyoruz. Eşler arasındaki ilişki bozukluğunu psikologlara, çocuklarımızı öğretmenlere ve okullara havale ederek sorun çözdüğümüzü vehmediyoruz. Bizim çocuğumuzu, kendi çocuklarını ne yaptığı belli olmayan birilerinin sorun olmaktan uzaklaştırmasını beklemekteyiz.

Evlerimiz ve ailemiz bizim cennetimizdir. Ailemiz sığınağımız, evlerimiz son kalemizdir. Kurtuluşumuz evlerimizdedir. Dünya batsa ve helâk olsa biz küçücük evimizde cenneti bulabilirdik. Evlerimizi birer DARULERKAM yapabilmemiz mümkündür. Oradan yola çıkarak cennete erebilirdik. Evlerimizi medreseleştirmek mümkündür. Evlerimizi mescidlere dönüştürebiliriz. Evlerimizden kaçarak muhacirleşmek yerine, evlerimizi sığınak haline getirip ensar olabilirdik/olabiliriz de. Evlerdeki sorunlardan kaçmak yerine, evlerimizi sorun çözme merkezleri haline getirmenin yollarını bulmalıyız. Biz yapamasak bile bizden sonraki nesil yapsın bunu. Evlerimizi akşam yatmak için, acıkınca da doymak için girilen yerler değil de; fitnelere karşı korunağımız, riddete karşı iman kalemiz, cehalete karşı eğitim alanımız olarak görmeye mecburuz. Evlerimizden göklere doğru yükselen nûr, bizim amellerimizin nûru olmalıdır. Aile davamız, sadece eşler arasındaki ilişki sıkıntısından oluşmuyor. En büyük dert, evliliklerin yani nikâhın, dinin yarısı olma karakterini kaybettiği, cihad gibi düğünlerin yapılmadığı bir döneme rastlamış olmamızdır. Erkeğiyle kadınıyla beton yığınlarını, suntadan üretilmiş mobilyaları, mefruşatı evlendiriyor olmamızdır.Sanki evlilik, harcanacak paraya yer bulmak için olmuştur. Evlenip Allah’ın rızasına erme hedefi artık düğün veya nikâh esnasında yapılan göstermelik dualarda kaldı. Doğurmuyoruz. Doğursak da doğurduğumuzu dert olarak görüyoruz. Kendi elimizle kendimizi boğuyoruz. Çoğalmaktan korkuyoruz. Bir yandan rızkı Allah verir diyoruz, bir yandan da çocuk ne yiyecek diye endişe ediyoruz. Çelişkimiz pek büyüktür. Aslında bunaldık. Kendi içimizdeki bu çelişki bizi bunalttı. İmanımız bir tarafa, modern hayat başka bir tarafa çekiyor bizi. Kimimiz diğer bir tarafa kaydı, kızını oğlunu onlara teslim etti. Kimimiz ise ortada kaldı. Ne oraya buraya yar olabildi. Bu çelişkiler bizi bunalttı. Bir kurtuluş aradığımızı inkâr edemeyiz.

Siyasete ve siyasi çalışma yapanlara umut bağladık. Evimizin içinde bizi kurtaracaklarını zannettik. Gördük ki evin kaptanı gemisini kurtarmadan ona kimse yardım edemiyor.

Şeyh efendilere, hocalara, yazarlara kilitlendik. Ama onlara kilitlenenler de önce çocuklarını sonra da kendi huzurlarını kurtaramadılar. Anladılar ki aileyi, ailenin sahibi kurtarır. Allah Teâlâ yardım ederse kocaya da, hanıma da yardım ediyor. Terleyen erkek, terleyen kadın yardım gören kuldur. Başkasına sığınmak diye bir ibadet çeşidi olmadığını inşallah anlamaya başlamış bulunuyoruz.

Âdem aleyhisselamın ilk çocuklarının son çocukları ile yaratılma maksadı açısından buluştukları nokta imtihan noktasıdır. Aradaki uzun asırlara rağmen imtihan için yaratılmış olma maksadı hiç değişmemiştir. İnsan bu gerçeğin şuurunda olsun veya ondan gafil olsun, hakikat aynıdır: Dünyada bulunmak, imtihan sürecini geçirmek içindir. İnsanı kuşatan, dünya varlığı olarak tespit edilebilecek her ne varsa onu bu imtihan maksadının gereği olarak yaratılmış görebiliriz. İnsana, akıl da bunun için verilmiştir el de... Dünya hayatının ve dünyanın aslının faniliğindeki hikmetlerden biri bu gerçektir. Dünya imtihan yeridir, imtihan yerinin imtihan devam ettiği kadar devam etmesi pek tabiidir.

Âdem aleyhisselamın ilk iki çocuğu, onlar için çok hassas olan ama asırlar sonra bizim gözümüzde kolaylaşan bir imtihana tabi tutuldular. Biri kazandı diğeri kaybetti. Aslında onların imtihan edildiği şeyin çekirdeği, kıyamete kadar devam edecek her insanın önünde dikili bir fidana dönüşmüş olarak vardır. Onlardan birkaç asır sonra Nuh aleyhisselamın çocuklarının önüne de aynı çekirdekten bir fidan dikildi. Nuh aleyhisselamın çocukları, onu başka bir açıdan izleyerek yanılıp tuzağa düştüler. Maksat aynı, çekirdek aynı idi. İsrailoğullarının geçirdiği badire için de aynı şeyleri söylememiz mümkündür. İmtihan imtihandır; zamanın ve renklerin değişmiş olması maksadı etkilemiyor.

Bu ümmetin ilk nesli sahabiler, söz konusu imtihanın farklı şekillerine muhatap oldular. Mekke şartlarında Ebu Cehil’le simgeleşen baskıya karşı denendiler; o dönemin kazananları oldular. Medine’de Ebu Cehil kurumsallaştı, orduyla karşılarına çıktı. O dönemi de şehit olarak veya gaziliği tadarak kazandılar.

Bedir’de müşriklerin ordusu önünde aslan kesildiler. Meleklerle omuz omuza savaşan mücahitler olarak kayıtlara geçtiler. Allah’ın rızasına kavuştular. Bedir meydanı onlar için cennete dönüştü. O anı büyük bir başarı ile kazandılar. Ancak meydanı henüz terk etmeden karşılarına ikinci bir imtihan daha çıktı. Ezip geçtikleri müşriklerin enkazı üzerine tartışmaya başladılar. Birbirlerine ileri geri konuştular. Kur’an onları hemen ikaz etti. Takvayı hatırlattı onlara. Tekrar imtihan edildiklerini anladılar ve toparlandılar. Müşrikler sayesinde kazanıyorlardı, müşriklerin enkazı yüzünden de helâk olacaklardı.

İmtihanın özü budur. Meseleyi sadece Bedir meydanından ibaret gören için imtihan tehlikededir. Sabah vaktinde müşrik, öğlen vaktinde mal, akşam vaktinde de cinsel şehvet olarak beklenmeyen bir imtihanı kazanmak çok zordur.

Medine’de Ebu Cehil’i tasfiye ettikten sonra, imtihan onların karşısına Kisra sarayının mücevherleri şeklinde çıktı. Cariyeli, debdebeli bir hayat olarak çıktı. Siyasetin ton ton renkleriyle çıktı. Kölelikle sınandıkları günlerden şehirlere vali olarak atandıkları günlere kavuştular. Ebu Cehil’le simgeleşen imtihan türünden kurtuldukları gibi bu imtihandan da kurtulmaları beklendi onlardan. Otuz yıl içinde Ebu Cehil’i, malı ve yeşil bahçeleri, önlerinde imtihan nesnesi olarak buldular. Uzayıp giden asırlar hiçbir hakikati değiştirmedi. Her asırda iman edenler ya Ebu Cehil vâri bir imtihana muhatap oldular ya da mal ve bahçe imtihanı ile karşılaştılar.

İnsan imtihan için yaratıldı.İmtihanı, önce ona iman etme mükellefiyeti yükledi.İman edince imanın içini doldurmak üzere ibadete yönlendirildi. Namazdan cihada kadar en geniş anlamı ile ibadet eden biri olması istendi. İbadet ortamına geçtiğinde de adeta sinir sistemi test edilir gibi damarına basılarak imtihandaki istikrarı ölçüldü. Camiye gitmesi emredildi, o arada da önüne mal kondu. Helalle beslenmesi emredildi, harama cazibe kondu. İffeti öne çıkarıldı, iffet dışı fırsatlar önüne yoğun bir şekilde kondu. Namazın aynı rekât sayısıyla ve aynı tarzda kıyamete kadar devam edecek olması yani namazın değişmezliği, imtihanın ibadet olan türündedir. İbadet olarak talep edilen imtihanlarda bir değişiklik olmayacaktır. Temel iman esasları da böyledir. Aynı şeylere iman edilecek, aynı esaslar korunacaktır. İmtihanın ibadet ve iman ilkeleri dışındaki bölümü ise nesilden nesile, fertten ferde farklı olabilmektedir. Ama her fert imtihan halindedir. Namaz aynı namaz, oruç aynı oruç olarak kalacaktır. Namazın önündeki engeller ve orucun fitneleri ise zamana göre değişebilecektir. Bir zamanda namazın engeli tarladaki işler olurken, diğer zamanlardan birinde internet olabilecektir. Başka bir zamanda da sosyal bağlantılar, orucun hakkını vermeye karşı bir imtihan malzemesi olacaktır.

(Devam edeceğim İnşaallah…)


Nureddin Yıldız

21 Haziran 2019 Cuma

İman kardeşliği bir nimettir -1-


Allah’a imanımız sayesinde kardeş olmamız büyük bir nimettir. Bu kardeşliğimizin temel dayanağı da imanımız, akidemizdir. Kardeşliğimizin yörüngesi ‘Allah için sevmek’tir. Allah için sevmek ise, iman bağlarının en güçlüsüdür. İnsanın edinebileceği en mühim kardeşlik değeri, en güçlü bağ ‘Allah için ve Allah yolunda’ olan bağdır.

Maddi ve manevi bütün nimetler gibi ‘kardeşlik’ nimetinin değerinin bilinmesi, onun dış müdahalelere, nefsin arzularına karşı korunması devamlılığını ve bir ecir kaynağına dönüşmesini sağlar. Şükrü eda edilmeyen nimetler nasıl kulun elinden alınıyorsa, bir nimet olarak bilinmesi gereken ‘mümin kardeşliği’nin de kıymetsiz veya menfaatlere feda edilebilen, değeri ucuz bir kavrama dönüştürülmesi elden alınması sonucunu getirebilir. Çünkü nimetlerin sürekliliği, hatta bir sıkıntı kaynağına dönüşmemesi kıymetlerinin takdir edilmesine ve o nimete mütenasip şükrün eda edilmesine bağlıdır.

“Allah’ın size olan nimetini hatırlayın:

Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.” (Âl-i İmran, 103)

“Eğer sen dünyadaki her şeyi harcasan yine onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onları uzlaştırdı.” (Enfal, 63)

Allah’a izafe edilen bütün değerler gibi kardeşlik de ‘ihlâs’ ve uğrunda samimi fedakârlıklar ister. Kardeşlik bir nimet ise, onun devam ettirilebilmesi kimi zaman elde kor tutmak gibi sıkıntılara zemin doğurabilir. Zira kulun, Rabbi huzurunda imtihana tabi tutulmayacağı herhangi bir ameli olamaz. Ecri Allah’ın rızasını kazanmak, cennete girmek olan bir amel aynı zamanda kulun imtihan edildiği ameldir. İmtihanın en doğal gereği, sıkıntıları ve belli bir disiplini beraberinde taşımasıdır. Kulun istediği gibi ve istediği zaman değil, Allah’ın dilediği gibi ve O’nun dilediği her yer ve zamanda kardeşlik imtihanı ile mükellef bulunmamız iman ekseninde olmamızın gereğidir. Eğer Allah ‘mü’minleri kardeş’ ilan etmiş ise, (Hucurat suresi, onuncu ayeti) bu takdirde mü’minlerin kardeşlerini renklerine ve coğrafyalarına, ırklarına göre tasnif etme, kardeş seçme, kardeşleri -iman dışında- herhangi bir anlayışa göre tasnif etme hakları olamaz. Çatı, tek çatıdır ve ‘Lailaheillallah’ çatısıdır. Bunun için ‘üç günden fazla küsme’ suç sayılmış, iteleme tepeleme anlamı taşıyacak tavırlar yasaklanmıştır. Gıybet ve benzeri ahlakî ayıplar bu nedenle ağır cezalara uygun görülmüştür.

“İmanın en güçlü halkası Allah yolunda bağlılık ve Allah yolunda düşmanlık, Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir.” Aynı şekilde kardeşliğin korunmasına yönelik gayretler de olağanüstü denebilecek oranda büyük ödüllerle ödüllendirilmiştir. Mü’min kardeşinin yardımında olana Allah’ın yardımının vaat edilmesi, bir mü’minin sıkıntısının giderilmesine vesile olana kıyamet sıkıntılarından birinin giderilmesi vaat edilmesi elbette boşuna değildir. İman kardeşliğinin korunması bir anlamda imanın korunmasıdır.

Zaten, insan üzerinde yaşaması takdir edilmiş olan İslam’ın ilelebet var olması onu bir kitle halinde yaşayabilenler üzerinden olacağından, neredeyse her yolun kardeşliğin teyidine doğru yönlendirilmiş olduğunu görüyoruz. Allah’ın emirlerinden biri olan namaz için gösterilen titizlik, bir başka emri için de -Allah’ın emirlerinden bir emir olması sebebiyle- gösterilmelidir. Ezanla beraber namaza çağıran Allah, imanla beraber kardeşliğe çağırmıştır.

Namazın farzlarına, sünnetlerine, namazı bozan şeylere dikkat eden mü’minlerin, namaz gibi ilahi yönü bulunan iman kardeşliğinin gereklerine ve kardeşliği ifsat eden şeylere dikkat etmeleri en azından imanda bir samimiyet işareti olarak algılanmalıdır. Ancak bu algılama, kardeşlik için yapılacakların/yapılması gerekenlerin asgarisidir. Kardeşlik, mücerret bir koruma ile yetinilebilecek çapta değildir. Korumanın ötesinde uğrunda fedakârlık yapılması, maddi ve manevi emek verilmesi gerekmektedir. Kış gününde soğuk suyla abdest almanın zorluğuna tahammül edildiği gibi kardeşliğin sıkıntılarına da tahammül edilmesi, bu tahammülün de kula emredilmiş bulunan ‘sabır’ dairesi içinde görülmesi gerekmektedir.

Mü’minler için kardeşlik âfaki bir değer değildir. Kardeşliğin dinde oturduğu yer hadislerde ‘en güçlü bağ’ olarak ifade edilmiştir.

Yaşadığımız çağda İslam’ı ve Müslümanları abluka altına alan cahili düşünceler ve Allah’a yakın olmayı sağlayacak amellere izin vermemeye çalışan güçlere karşı bizim, ilk neslin kardeşlik anlayışını canlandırmamız gerekmektedir.

Birinci gariplik dönemi, Ensar ve Muhacir kardeşliğinin verdiği meyvelerle aşıldı. Daha sonraki gariplikleri de benzer gayretlerle aşabileceğimiz muhakkaktır.

Biz kardeşliği korursak kardeşlik bizi korur.

Mü’minlerin birbirleriyle olan kardeşlik bağları sadece ahirette sevaba dönüşmesi istenen bir ibadet seviyesinde değildir. Dünya hayatını bir güç olarak yaşamaları, onurlu bir şahsiyet olarak kalabilmeleri, ibadetlerinin hakkını verebilmeleri birbirlerinin kardeşliğine, cemaate sadakatleriyle yakından ilgilidir. Şeytana ve şeytanlaşmış güçlere alet olma, onların kursağına yem olarak düşme süreci kardeşliğin zedelenmesiyle başlar. Hadisi şerif, sürüden ayrılan kuzuyu kurdun yiyeceğini vurgulamıştır. Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadiste (2165) bu gerçek şu şekilde bildirilmiştir: “Şeytan tek olanla beraberdir. İki kişiden ise daha uzaktır.” Buradan şu hakikatleri netleştirebiliriz:

a-Şeytanın saptırma süreci birlikten koparma ile başlamaktadır. Birlik güçlendikçe saptırma zorlaşmakta, birlik eridikçe saptırma kolaylaşmaktadır. Müslümanların, daha iyi bir İslam yaşamalarıyla ilgili emelleri, oluşturdukları dairenin çapıyla bağlantılıdır. Dairenin çapı küçüldükçe İslam ve İslam olmaktan beklenenler küçülmektedir. Çap büyüdükçe sorunlar da büyümüş olsa bile, İslam’ın tahakkukunu emrettiği hedeflere yaklaşma ve onları gerçekleştirme oranı büyümektedir. Bu zaviyeden bakıldığında, kabuğuna çekilip, sorunsuz ve randımanlı bir ibadet havasında din yaşama anlayışı makbul bir anlayış değildir. Dertleriyle ve endişeleriyle beraber, ümmet mantığının ağırlıkta olduğu anlayış makbuldür.

b-Şeytanın namaz ve benzeri ibadetler üzerindeki yatırımı kadar, mü’minlerin kardeşliğini zedelemeye de yatırımı vardır. Namaz örneği üzerinden yürüyecek olursak, şeytanın namaza müdahalesi, musallinin namazını ifsat etmeye yönelik hamlelerinden ibaret değildir. Namazın ifsadı kadar, beraber namaz kıldığı diğer mü’minlerle ilişkilerin ifsat edilmesi ve böylece caminin, cemaatin fonksiyonunu yitirmesi, en azından gereken seviyede olmaması onun emelleri arasındadır. Böylece namazın ısrarla camide ve cemaatle kılınması yönündeki uyarılar görmezden gelinmiş olmaktadır. Meselenin anlaşılabilmesi, namazla cemaatin nerede ve nasıl kesiştiğinin anlaşılabilmesine bağlanmaktadır. Cemaati toplanmaktan ibaret görmekle namazı camiye gidip gelmekten ibaret görmek arasında bu açıdan önemli bir benzeşme vardır. Benzer şeylerin hac ibadeti için de söylenmesi mümkündür.

c-Şeytan, bir karar ve talimatla kardeşliğin sona ermesini sağlayamayacağını bilmektedir elbette. Bunun için kardeşliği tamamen kaldırmakla değil, kardeşliğin halkalarını çözmekle uğraşmaktadır. Bunun en tabii sonucu da mü’minlerin -eğer kardeşliğin imani bir değer olduğuna imanları varsa- onu koruma ve kollama konusundaki hassasiyetleri de o çapta olmalıdır. Kardeşliğin tamamını kolladığını zannederken, çözülen bir iki halkanın bitme sürecini hazırladığını fark edememiş olabilirler. Parçalardan oluşan bir bütünün kendisini değerli tutup parçalarını ihmal etmek, yorumlanabilir bir mantık değildir.

İman kardeşliğinin parçalardan müteşekkil olduğunu inkâr etmek mümkün olmadığına göre, parçaların muhafaza edilmesine özen gösterilmesini dini bir vecibe olarak görmek gerekmektedir. Mü’minlerin birbirlerinin mahrem alanlarına saygısı, veda hutbesine konu olacak çaptadır. Veda hutbesinin ilk cümleleri arasında, mü’minlerin ırzlarını, mallarını konu edinen ve korunmalarındaki hassasiyet açısından Harem diyarına benzeten cümleler, oldukça düşündürücü ve sonuçları bakımından ürkütücüdür. (Devam edeceğim İnşaallah…)


Nureddin Yıldız

20 Haziran 2019 Perşembe

Avrupa standartlarının gereği! Gerçek çehre


Şu âyet, üzerine üşüştüğümüz dünyanın gerçek çehresini bize göstermektedir. Ne yazık ki bile bile bu kapana takılıp kalıyoruz. Önce âyetin mealini okuyalım. Sonra da âyetin anlattıklarını anlamaya çalışalım: ‘Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki bitirdiği bitki, çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise, çetin bir azap ve Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metasından başka bir şey değildir.’ (Hadid sûresi, 20. âyet).

Dünyaya Çullanma


Dünyayı yaratan ve şekillendiren sonra da bizi onun üzerinde sınamak isteyen Allah Teâlâ’dır. Sınama çeşidini, zaman ve şartlarını da belirleyen sadece O’dur.

Dünyayı ahiret kazancına sebep olarak kullanamayanlar, dünya yüzünden kesinlikle azap göreceklerdir. Nitekim onu ahiret kazancına sebep yapanlar da ebedî bir cennet nimetinin vesilesine dönüştürürler dünyayı. Dünya nimetlerinin üzerine çullanan Müslüman, başka bir göstergeye gerek bırakmayacak bir işaret üzerinde bulunmaktadır. Siyasi, ekonomik ve sosyal menfaatler üzerindeki hırs bu çullanmanın göstergesidir. Aslı helal olan ama elde ediliş tarzı helal olmayan imkânlar ya da abartılan mübahlar bu yola kayışı gösterir. Üç günlük dünyayı ebedîleştirme sonucuna götüren bir anlayış, ebedî saadet arayan bir insan için çelişki olacaktır elbette. Bilhassa haram sınırlarının zorlanması, mü’minlerin mü’min olmayanlar gibi iş yapması, kazanç elde etmesi, birbirlerinin hukukunu çiğnemesi dünyaya çullanmadır.

Tekâsür sûresinin defalarca okunup üzerinde tefekkür edilmesine bu dönemde ne kadar da muhtacız! Ölüm bile ürkütmüyor artık. Nasıl ürkütsün ki mezarlıklar bile yapılaşmadan, içine düştüğümüz bina yarışından nasibini almış durumdadır. Allah Teâlâ’nın bize, oyun ve eğlence olarak tanıttığı dünya, gaye ve hedef hâlini almıştır. Tek hakikati dillendirmek için gönderilmiş bulunan sevgili Peygamber aleyhisselam efendimiz ise, yegâne hakikati kulaklarımıza haykırıyor. İnsan, esefle geçmişine yanacağı gün gelmeden onu dinlemeli, şeytanı itmelidir: ‘Vallahi sizin için fakirlikten korkmuyorum ama dünyanın size açılmasından endişeliyim. Sizden öncekilere açıldığı gibi; onların dünya üzerinden yarıştığı gibi sizin de yarışmanızdan ve onları dünyanın helak ettiği gibi sizi de helak etmesinden çekiniyorum. (Buharî, Müslim)’. İmam Müslim Sahih’inde, Peygamber aleyhisselamın bizim adımıza çekindiği hususu da beyan eden bir hadis rivayet etmektedir:

‘Dünya tatlıdır, yeşildir. Allah size onu verecek ve ne yapacağınıza bakacaktır. Dünyaya ve kadınlara dikkat edin.’ (Rikak) Şüphesiz Peygamber aleyhisselam efendimiz, kadınlara dikkat etmeyi tembihlerken onları göz hapsinde tutmamızı emretmemektedir. Kadınlarla ilgili ortama dikkat etmemizi ve bu dikkatin bir hayat anlayışı, yaşam tarzı olarak dikkatimizden kaçmamasını öğütlemektedir.

Uygulama

Tarihi menkıbelerin bize aktarılan sahnelerinde olduğu gibi, dağ başına çekilme ya da insanlardan kopup içine kapanma tarzında bir hayatın bizden beklenmediğini iyi bilmeliyiz. Dünyanın fırtınasına kapılmamak, dünyadan kaçmakla değil ona esarete karşı uyanık bulunmak ve Allah’ın dinini yaşamakla mümkündür. Bize fakirliği teşvik eden bir dinimiz yoktur. Meydanları Allah’ın düşmanlarına terk etmekle emredilmiş değiliz. Acziyetimizi itiraf edip bir kenara çekilerek imtihan kazanamayız. Eğer gaye Allah’ın rızasını kazanmak ise, -ki, mü’min için başka bir seçenek yoktur- yapacağımız bellidir: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet edilen nazik bir dengelemeyi ölçü alabiliriz. Buyuruyor ki:

‘Dünyaya tenezzülsüzlük, helali haram saymak veya malı zayi etmek değildir. Asıl dünyaya tenezzülsüzlük, sendekini Allah’ın yanındakinden daha iyi görmemen ve başına gelen bir sıkıntıdan dolayı elde edeceğin sevabın, sana göre o sıkıntıdan dolayı kaybedeceğin maldan üstün olmasıdır.’ (Tirmizî, Zühd, İbni Mace) Rabbimiz, yarın hesabını soracağı imtihana karşı kullarını ikaz etmiştir. Günlük hayatın, uzun uzun emellerin, fasit çevrenin hengâmesine kapılıp bu ikaza kulak asmayanların yarın itiraz hakları olmayacaktır. İnsan, bu tür ikazları dinlerken şeytan, hedefe başkalarını koyarak ikazdan pay almayı engellemek ister. Herkes ikaza kendinden daha çok muhtaç olan birini bulup onun adına vahlanır. Hâlbuki herkes kendinden daha iyilerine bakarak gayretlenmeli veya dönüş yapmaya çalışmalıdır.

İşte ilahi ikazlar:

"Ey insanlar! Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Sakın çok aldatıcı, (Şeytan) Allah hakkında sizi aldatmasın" (Fatır sûresi, 5)’.

"Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır." (Kehf, 46)’ Rabbimiz, yarın hesabını soracağı imtihana karşı kullarını ikaz etmiştir. Günlük hayatın, uzun uzun emellerin, fasit çevrenin hengâmesine kapılıp bu ikaza kulak asmayanların yarın itiraz hakları olmayacaktır. İnsan, bu tür ikazları dinlerken şeytan, hedefe başkalarını koyarak ikazdan pay almayı engellemek ister. Herkes ikaza kendinden daha çok muhtaç olan birini bulup onun adına ‘vah’lanır. Hâlbuki herkes kendinden daha iyilerine bakarak gayretlenmeli veya dönüş yapmaya çalışmalıdır.

Nureddin Yıldız

19 Haziran 2019 Çarşamba

Ağaçlar da şahit


Peygamber aleyhisselam, çocuğuna söz dinletemediğini söyleyip yakınan babaların örneğidir. Allah Teâlâ, onu kadına ve erkeğe örnek olarak gönderdiğini buyuruyor. Bir müminin namazı Resûlullah’ın namazına benzerse Allah onu namaz diye kabul ediyor. Hac onun haccına benzerse kabul ediliyor. Şablon odur. Aile çilesi karşısında, siyaset dertlerinde ve toplumun insanlaşması için verilen mücadele esnasında da insan ona benzediği kadar Müslüman olur. O namazın da haccın da orucun da kocalığın ve kadınlığın da evlatlığın da babalığın da örneğidir.

63 yıllık ömrüne 63’ün yüzlerce katı çile sığan ve bütün bunları Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen yaşayan o Peygamber aleyhisselamı, insanlığın bugünkü kadar anlamaya muhtaç olduğu bir zaman belki hiç yaşanmamıştır. Kendimizi hâlâ psikologların kapısına mahkûm hissettiğimiz dünyamızda henüz psikolojin p’sinin olmadığı bir devirde, ölmüş yürekleri hayatla buluşturmuştu.

Kâinatın efendisi Resûlullah aleyhissalatu vesselam, mübarek vücudundan kanları akar hâlde şöyle dua etmiş, Rabbine dilekçesini arz etmiştir:

“Allah’ım!

Güçsüz kaldığımı, çaremin tükendiğini, insanların beni hor görmesini Sana şikâyet ediyorum.

Ey merhamet edenlerin en merhametlisi,

Sen gerçekten Erhamu’r-râhimînsin. Beni kime bıraktın?

Beni bir yabancının eline mi ittin? Yoksa bana zulmedecek bir düşmanın eline mi saldın beni Allah’ım! Ama ey Rabbim, Senden bana bir gazap gelmesin de ben bu başıma gelenlere razıyım. Yine de Sen bana afiyet verir, beni bu dertlerden kurtarırsan bunu da çok hoş karşılarım.

Ey Rabbim, görevimi yapamadım diye Senden bana bir gazap inecek, başıma bir felaket gelecek olursa ben yine Senin dünyayı ve ahireti aydınlatan yüzünün nuruna sığınırım.

Beni himaye edeceksen Sen edeceksin Allah’ım.

Ey Rabbim! Sen bu görüntüden hoşnut isen benim hiçbir şikâyetim yok. Zaten Senden başka da hiçbir güç ve kuvvetim yok Allah’ım.”

Dikkat ediniz, şikâyet etmiyor. Rabbiyle konuşuyor, serseri çocuklar tarafından taşlanmasını gündemine almıyor da şayet Rabbi razıysa kendisinin de razı olduğunu söylüyor.

Şimdiye kadar psikologlara verecek paramız kadar ona teslim edecek yüreklerimiz çoktan olmalıydı. O zaman acılarımızdan bile zevk alır, daha huzurlu yaşardık.

Bu Peygamber’in, en çok sevilen olduğu hâlde en çok derde muhatap edilmiş Peygamber’in, ne demek istediğini anlayabilmek için bir süreliğine zihinlerimizi dünyadan uzaklaştırmalı, modern dünyamıza onu etki ettirebildiğimiz kadar Müslüman olabileceğimiz gerçeğini iyi düşünmeliyiz. Nihayetinde onun hayatımıza etkisi, adı anılınca gözyaşı döküyor olmamızla tam olarak ispat edilebilecek bir şey değildir. Ağlamalar gazımızı çıkarmaktan ibaret seviyede kaldıklarında neticede birer şeytan tuzağıdırlar zaten. Ağlamak yerine dik durup onun hayatından kendi hayatımıza dersler çıkarabilen müminler olmalıyız. Bu ümmetin vazifesi, Resûlullah aleyhisselamın mevlidini anlatan şiirleri dinlemekten ibaret değildir. O şiirdir, edebiyattır, tesellidir. Ümmetin vazifesi, Resûlullah’ı önünde lokomotif gibi takip ederek çetin kayaları onunla aşmaktır. Ona ümmet olmamızın sebebi budur. Aişe anamız, Resûlullah Efendimiz’e şöyle demiş: “Ya Resûlallah, Uhud’da çok eziyet çektin, mübarek dişin yaralandı, vücudundan kan akıyordu. Uhud gününden daha şiddetli bir günün var mı?” Resûlullah aleyhisselam bu soruya şöyle cevap veriyor: “Nasıl olmaz Aişe… Taif’ten dönüşüm hayatımın en zor günüydü. Serseri çocuklara beni taşlattılar, umut için gittiğim dayı çocuklarım Mekkelilerden daha kötü çıktı. Sonra geri dönerken bir ağaç kütüğüne yaslandım da Cebrail gelip bana şöyle dedi: ‘Muhammed, şimdi senin çektiğini Allah gördü ve dağları yöneten meleğe emretti; eğer sen bu seni taşlatanlardan intikam almak istiyorsan o melek iki dağ arasında onları ezecek. Bunu istiyor musun?’

O zaman ben ona dedim ki: Yok, öyle olmasın. Bunlar cahil insanlar, bilmiyorlar. Bunlar gider, çocuklarından biri gelir de belki bir gün ‘lâ ilâhe illallâh’ der.”

Nuh aleyhisselam sonunda dayanamamış, açmıştır ağzını.

Musa aleyhisselam da “beni bu milletten kurtar ya Rabbi” demiştir.

Onların beddualarını göklere taşıyan melek, Efendimiz aleyhisselama da gelmiştir ama O bunu istememiş, onu taşlayanların çocuklarından birinin iman edeceğini ümit etmiştir.

Bir mümin Resûlullah aleyhisselamı örnek alıyorsa işte o Peygamber, bir babanın karşısına alıp evlatlıktan kovduğunu söylediği çocuğu için de örnek olmalıdır ki çocuğu henüz o babayı taşlamış da değildir. Oruç tutmayı, namaz kılmayı öğrendiği Peygamber ile sabretmeyi öğrenmesi gereken aynı Peygamber’di. Aile babalarının Peygamber aleyhisselamın bu bölümünden nasipleri yoksa sakal onları ümmet-i Muhammed’den gösteren orijinal bir gösterge değildir; sakal nitekim papazlarda da vardır. Ama papazlarda bu merhamet yoktur. Rahibe kültürlüler de çarşaf gibi, çarşaftan kalın kıyafet giyerler belki; ama ‘rahmete’n li’l-âlemîn’ (âlemlere rahmet) olan Peygamber’den nasip almamışlardır, polise güvenirler. Çocuğu on sekiz yaşını doldurur doldurmaz da sokağa atarlar.

Kendi içimizde sorgulamalarımızı yaparak derslerimizi çıkarıp hayatımıza şekil vermek üzere uygulamalıyız:

1- Rabbimize derdimizi şikâyet etmeyi becerebiliyor muyuz?

Otuz beş yaşındaki biri son on senesinde çektiği sıkıntılardan muzdarip; evinde hastası var veya kendi hasta. Masrafların fazlalığından kenara para koyamıyor, elektrik faturasını ödeyecek kadar bile birikim yapamıyor. Ana-babasına derdini anlatamıyor. Etrafındaki akrabaları onu insan yerine koymuyor, çocukları sözünü dinlemiyor. Yaşadığı şehri faiz ve diğer haramlar istila etmiş, ahlaksızlık prim yapıyor. Taşlar bağlanmış, köpekler salınmış.

Bütün bunlardan sonra evinde, kimsenin olmadığı bir odada ışıkları da söndürerek, tıpkı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ağaca yaslandığı gibi, “Allah’ım…” deyip hâlini Rabbine şikâyet etmeyi becerebilmiş midir? Yoksa Kadir gecesi gelecek de camide toplu dua merasimi yapılacak da illa o dualara âmin demeyi mi beklemektedir?

2- Efendimiz aleyhisselam duasında, “Senden başka da hiçbir güç ve kuvvetim yok Allah’ım” buyurmuştu.

Ne siyasete ne paraya, ne ittifaka ne coğrafyaya değil; sadece Allah’a güvenmek. İnsan olarak plan-proje yapmak ama güç ve kuvvetin eylem ve söz olarak yalnızca Allah’tan olduğunu bilmek.

3- Asıl derdimiz nedir?

Müreffeh bir hayat, çocukları evlendirip mürüvvetlerini görmek, çoluk çocuk toplanıp birlikte umreye gitmek… mi yoksa esasen Allah’ın rızasının kazanılması hedefini unutmamak mı? Dünyayı cennet zannetmek mi cennete gidilen yer olarak bilmek mi?

4- Hemen yarın sabah namazına gitmeden önce bile olsa Rabbimiz rahmetini indirir, afiyetine kavuşabiliriz. Buna iman edebiliyor muyuz?

Duasında başına gelen fena durumlardan razı olduğunu ama rahmeti gelirse de pek hoş olacağını buyuruyor Rabbine, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.

Biz bu Peygamber’in ümmetiyiz. Çektiği onca sıkıntıya rağmen ümmetini Allah’a havale etmeyen Peygamber’in ümmeti, kâfirlerden başkasını Allah’a havale etmemelidir. Umutla beklemelidir. Nitekim O, cennetin anahtarlarını elinde tutan biri olduğu hâlde, kâfirleri bile Allah’a havale etmemiştir.

Nureddin Yıldız