19 Haziran 2019 Çarşamba

Ağaçlar da şahit


Peygamber aleyhisselam, çocuğuna söz dinletemediğini söyleyip yakınan babaların örneğidir. Allah Teâlâ, onu kadına ve erkeğe örnek olarak gönderdiğini buyuruyor. Bir müminin namazı Resûlullah’ın namazına benzerse Allah onu namaz diye kabul ediyor. Hac onun haccına benzerse kabul ediliyor. Şablon odur. Aile çilesi karşısında, siyaset dertlerinde ve toplumun insanlaşması için verilen mücadele esnasında da insan ona benzediği kadar Müslüman olur. O namazın da haccın da orucun da kocalığın ve kadınlığın da evlatlığın da babalığın da örneğidir.

63 yıllık ömrüne 63’ün yüzlerce katı çile sığan ve bütün bunları Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen yaşayan o Peygamber aleyhisselamı, insanlığın bugünkü kadar anlamaya muhtaç olduğu bir zaman belki hiç yaşanmamıştır. Kendimizi hâlâ psikologların kapısına mahkûm hissettiğimiz dünyamızda henüz psikolojin p’sinin olmadığı bir devirde, ölmüş yürekleri hayatla buluşturmuştu.

Kâinatın efendisi Resûlullah aleyhissalatu vesselam, mübarek vücudundan kanları akar hâlde şöyle dua etmiş, Rabbine dilekçesini arz etmiştir:

“Allah’ım!

Güçsüz kaldığımı, çaremin tükendiğini, insanların beni hor görmesini Sana şikâyet ediyorum.

Ey merhamet edenlerin en merhametlisi,

Sen gerçekten Erhamu’r-râhimînsin. Beni kime bıraktın?

Beni bir yabancının eline mi ittin? Yoksa bana zulmedecek bir düşmanın eline mi saldın beni Allah’ım! Ama ey Rabbim, Senden bana bir gazap gelmesin de ben bu başıma gelenlere razıyım. Yine de Sen bana afiyet verir, beni bu dertlerden kurtarırsan bunu da çok hoş karşılarım.

Ey Rabbim, görevimi yapamadım diye Senden bana bir gazap inecek, başıma bir felaket gelecek olursa ben yine Senin dünyayı ve ahireti aydınlatan yüzünün nuruna sığınırım.

Beni himaye edeceksen Sen edeceksin Allah’ım.

Ey Rabbim! Sen bu görüntüden hoşnut isen benim hiçbir şikâyetim yok. Zaten Senden başka da hiçbir güç ve kuvvetim yok Allah’ım.”

Dikkat ediniz, şikâyet etmiyor. Rabbiyle konuşuyor, serseri çocuklar tarafından taşlanmasını gündemine almıyor da şayet Rabbi razıysa kendisinin de razı olduğunu söylüyor.

Şimdiye kadar psikologlara verecek paramız kadar ona teslim edecek yüreklerimiz çoktan olmalıydı. O zaman acılarımızdan bile zevk alır, daha huzurlu yaşardık.

Bu Peygamber’in, en çok sevilen olduğu hâlde en çok derde muhatap edilmiş Peygamber’in, ne demek istediğini anlayabilmek için bir süreliğine zihinlerimizi dünyadan uzaklaştırmalı, modern dünyamıza onu etki ettirebildiğimiz kadar Müslüman olabileceğimiz gerçeğini iyi düşünmeliyiz. Nihayetinde onun hayatımıza etkisi, adı anılınca gözyaşı döküyor olmamızla tam olarak ispat edilebilecek bir şey değildir. Ağlamalar gazımızı çıkarmaktan ibaret seviyede kaldıklarında neticede birer şeytan tuzağıdırlar zaten. Ağlamak yerine dik durup onun hayatından kendi hayatımıza dersler çıkarabilen müminler olmalıyız. Bu ümmetin vazifesi, Resûlullah aleyhisselamın mevlidini anlatan şiirleri dinlemekten ibaret değildir. O şiirdir, edebiyattır, tesellidir. Ümmetin vazifesi, Resûlullah’ı önünde lokomotif gibi takip ederek çetin kayaları onunla aşmaktır. Ona ümmet olmamızın sebebi budur. Aişe anamız, Resûlullah Efendimiz’e şöyle demiş: “Ya Resûlallah, Uhud’da çok eziyet çektin, mübarek dişin yaralandı, vücudundan kan akıyordu. Uhud gününden daha şiddetli bir günün var mı?” Resûlullah aleyhisselam bu soruya şöyle cevap veriyor: “Nasıl olmaz Aişe… Taif’ten dönüşüm hayatımın en zor günüydü. Serseri çocuklara beni taşlattılar, umut için gittiğim dayı çocuklarım Mekkelilerden daha kötü çıktı. Sonra geri dönerken bir ağaç kütüğüne yaslandım da Cebrail gelip bana şöyle dedi: ‘Muhammed, şimdi senin çektiğini Allah gördü ve dağları yöneten meleğe emretti; eğer sen bu seni taşlatanlardan intikam almak istiyorsan o melek iki dağ arasında onları ezecek. Bunu istiyor musun?’

O zaman ben ona dedim ki: Yok, öyle olmasın. Bunlar cahil insanlar, bilmiyorlar. Bunlar gider, çocuklarından biri gelir de belki bir gün ‘lâ ilâhe illallâh’ der.”

Nuh aleyhisselam sonunda dayanamamış, açmıştır ağzını.

Musa aleyhisselam da “beni bu milletten kurtar ya Rabbi” demiştir.

Onların beddualarını göklere taşıyan melek, Efendimiz aleyhisselama da gelmiştir ama O bunu istememiş, onu taşlayanların çocuklarından birinin iman edeceğini ümit etmiştir.

Bir mümin Resûlullah aleyhisselamı örnek alıyorsa işte o Peygamber, bir babanın karşısına alıp evlatlıktan kovduğunu söylediği çocuğu için de örnek olmalıdır ki çocuğu henüz o babayı taşlamış da değildir. Oruç tutmayı, namaz kılmayı öğrendiği Peygamber ile sabretmeyi öğrenmesi gereken aynı Peygamber’di. Aile babalarının Peygamber aleyhisselamın bu bölümünden nasipleri yoksa sakal onları ümmet-i Muhammed’den gösteren orijinal bir gösterge değildir; sakal nitekim papazlarda da vardır. Ama papazlarda bu merhamet yoktur. Rahibe kültürlüler de çarşaf gibi, çarşaftan kalın kıyafet giyerler belki; ama ‘rahmete’n li’l-âlemîn’ (âlemlere rahmet) olan Peygamber’den nasip almamışlardır, polise güvenirler. Çocuğu on sekiz yaşını doldurur doldurmaz da sokağa atarlar.

Kendi içimizde sorgulamalarımızı yaparak derslerimizi çıkarıp hayatımıza şekil vermek üzere uygulamalıyız:

1- Rabbimize derdimizi şikâyet etmeyi becerebiliyor muyuz?

Otuz beş yaşındaki biri son on senesinde çektiği sıkıntılardan muzdarip; evinde hastası var veya kendi hasta. Masrafların fazlalığından kenara para koyamıyor, elektrik faturasını ödeyecek kadar bile birikim yapamıyor. Ana-babasına derdini anlatamıyor. Etrafındaki akrabaları onu insan yerine koymuyor, çocukları sözünü dinlemiyor. Yaşadığı şehri faiz ve diğer haramlar istila etmiş, ahlaksızlık prim yapıyor. Taşlar bağlanmış, köpekler salınmış.

Bütün bunlardan sonra evinde, kimsenin olmadığı bir odada ışıkları da söndürerek, tıpkı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ağaca yaslandığı gibi, “Allah’ım…” deyip hâlini Rabbine şikâyet etmeyi becerebilmiş midir? Yoksa Kadir gecesi gelecek de camide toplu dua merasimi yapılacak da illa o dualara âmin demeyi mi beklemektedir?

2- Efendimiz aleyhisselam duasında, “Senden başka da hiçbir güç ve kuvvetim yok Allah’ım” buyurmuştu.

Ne siyasete ne paraya, ne ittifaka ne coğrafyaya değil; sadece Allah’a güvenmek. İnsan olarak plan-proje yapmak ama güç ve kuvvetin eylem ve söz olarak yalnızca Allah’tan olduğunu bilmek.

3- Asıl derdimiz nedir?

Müreffeh bir hayat, çocukları evlendirip mürüvvetlerini görmek, çoluk çocuk toplanıp birlikte umreye gitmek… mi yoksa esasen Allah’ın rızasının kazanılması hedefini unutmamak mı? Dünyayı cennet zannetmek mi cennete gidilen yer olarak bilmek mi?

4- Hemen yarın sabah namazına gitmeden önce bile olsa Rabbimiz rahmetini indirir, afiyetine kavuşabiliriz. Buna iman edebiliyor muyuz?

Duasında başına gelen fena durumlardan razı olduğunu ama rahmeti gelirse de pek hoş olacağını buyuruyor Rabbine, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.

Biz bu Peygamber’in ümmetiyiz. Çektiği onca sıkıntıya rağmen ümmetini Allah’a havale etmeyen Peygamber’in ümmeti, kâfirlerden başkasını Allah’a havale etmemelidir. Umutla beklemelidir. Nitekim O, cennetin anahtarlarını elinde tutan biri olduğu hâlde, kâfirleri bile Allah’a havale etmemiştir.

Nureddin Yıldız

Hiç yorum yok: