28 Ekim 2021 Perşembe

65- El-Vâcid ism-i şerifi:


Vâcid ismi vecd/vücûd kökünden türemiştir. Bu kök, bulmak, bilmek ve her istediğine, hemen ulaşmak ve bunu sağlamak için kendisi dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymamak anlamlarına gelir. Bu durumda Vâcid ismi dilediğini dilediği zaman bulan, bu hususta bir yardıma ihtiyaç duymaktan müstağni olan demek olur. Zira Yüce Allah ilah olmak için lüzumlu olan ilim, kudret, yaratma, hakimiyet gibi vasıfların hiçbirinden mahrum değildir. Uluhiyet sıfatları ve bunların kemali hususunda kendisine gerekli olan her şey, şanı yüce olan Allah’ın zatında mevcuttur. Yarattığı hiçbir şey, hiçbir an O’nun bilgisi dışında kalamaz. Her şey O’nun gözü önünde olup bitmektedir. O’ndan kaçmak ve gizlenmek mümkün değildir.

Kısacası Yüce Allah her şeyi, istediği an ve zamanda hemen bulur. Herhangi bir şeyi ele geçirmek için zaman kollamaya, tedbir almaya, tuzak kurmaya ihtiyacı yoktur. Hiçbir şey O’ndan kendini gizleyemez. İstediği şey, istediği zaman, derhâl huzurundadır; O’nun ulaşamayacağı, gücünün yetmeyeceği bir noktaya kaçıp kurtulamaz. Bu nedenle kul kendisini asla Allah’tan ayrı zannetmemeli, her an huzurda olduğu bilincinde yaşamaya bakmalıdır.

Vâcid kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmemekle birlikte sekiz ayette fiil kalıplarıyla zat-ı ilahiyyeye nispet edilmiştir. Bunlardan üçü Rasulüllah’ın hayatının ilk dönemlerine ait beyanlardır. (Duhâ, 93/6-8.) Bunun dışında Vâcid isminin “bulmak, sahip olmak, bilmek” şeklindeki içeriğine uygun birçok ayet vardır. Sebe’ suresinde (34/2) gaybı bilen Rabb’e yemin edilerek göklerde ve yerde zerre kadar, ondan daha küçük veya daha büyük hiçbir şeyin Allah’tan gizli kalmayacağı ifade edilmiş, aynı muhteva Yunus suresinde de (10/61) yer almıştır.

Vacibü’l-vücud
Bu isim, aynı zamanda vücud kökünden gelmesi sebebiyle Allah’ın zihnin dışında gerçekliğinin bulunduğunu ve yokluğunun düşünülemeyeceğini de ifade eder. Yüce Allah’ın varlığının zorunlu olması (vacibü’l-vücud) insanların doğuştan Allah’ın varlığına dair bilgiye veya eğilime sahip kılındıkları anlamına gelir. Kur’an’a göre bu, selim fıtratın gereğidir. (A‘râf, 7/172; Rûm, 30/30.) Kur’an’ın beyanıyla, asil ve şerefli bir varlık olarak yaratılıp (İsrâ, 17/70.) imtihan dünyasında yaşatılan insan, içten gelen nefsani arzular ve dıştan gelen saptırıcı akımlarla temiz fıtratını köreltebilir. Bununla birlikte hayatta karşılaşılan beklenmedik olaylar, hastalık ve felâketler kişinin aslî yaratılışına dönmesini sağlar.

Aramak ve bulmak
Râgıb el-İsfahânî bu ismi açıklarken insanların bir şeyi bulma ve elde etme konusunda çaba göstermeleri, denemeler yapmaları gerektiğini ve buna rağmen yine de bir şeyin hakikatine vâkıf olabilmek için ilahi yardıma muhtaç olduklarını anlattıktan sonra Cenab-ı Hakk’ın her şeyi çabasız ve vasıtasız bir şekilde, bütün hakikati ve mahiyeti ile önünde hazır bulduğunu anlatır. İnsanlar ise bir şeyin mahiyetini bilebilmek için nesnelerde gözlem ve deneye, zihinsel hakikatlerde ise akıl yoluyla idrak edebilmeye, yani çaba göstermeye mecburdurlar. Bu çabalara rağmen yine de sonuç garanti değildir. Rabbimiz Vâcid ismi ile tecelli etmezse bir ömür arayış içinde geçer de hakikatin kırıntısına bile ulaşılamamış olabilir.

Vâcid ismi fâkıd kelimesinin zıddıdır. Fâkıd, yitiren, amaçlarına ulaşamayan, istediği şeyi elde edemeyen demektir. Bunu bilince Vâcid isminin bize tecelli etmesinin hayatımızın her alanı için ne demek olduğunu daha iyi anlarız. Hem tasavvufun hem de psikolojinin söylediğine göre bizim hayatlarımız baştan sona bir arayıştır. Annenin memesini aramakla başlayan hayat maddi ve manevi arayışlarla devam eder. Son nefesimizde aradığımız ise doğru kelimeyi söyleyebilmektir. Bu iki arayışın arasında daha neler neler ararız. Hayatın anlamını ve kendi özelimizde yaratılış gayemizi ararız. Her durumda ve her ilişkide gerçeği ararız. Hakiki dostlar ararız. Doğru okulu, doğru mesleği, doğru kişiyi ararız. “Bulmak” başlı başına büyük bir başarıdır.

Vâcid tecelli ederse

Vâcid isminden nasibi olan kullar seçkin insanlardır. Allah onlara dünyevi ve uhrevi amaçlarına ulaşmayı nasip etmiştir. Onlara da Cenab-ı Hakk’ın kendilerine verdiği ilim, irfan, hikmet, servet ve beceriden Allah’ın yarattığı tüm varlıkları faydalandırmak ve her bir yaratılmışın aradığını bulmasına rehberlik etmek yakışır. Bu insanlar hayvanların rızık yollarını kapatmaz, insanların arayışlarına, ihtiyaçlarına ulaşmalarına ve yükselmelerine engel çıkartmaz; engel olmak şöyle dursun, bedenlerin ve ruhların gıdasını bulmasına vasıta olmak onun mutluluk vesilesi olur.

Vâcid isminin tecelli ettiği insan ihtiyaç duyduğu şeyleri nerede bulacağını bilir, yolunu kaybetmez, hedefine ulaşır. Hem de kimseden bir şey istemeden Allah vergisi olarak bulur.


En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

27 Ekim 2021 Çarşamba

63- El-Hayy, 64- El-Kayyûm ism-i şerifleri:


İnsanın bütün endişe ve kaygılarının arkasında güven gereksinimi vardır. Dûnyevi - uhrevî bütün çabalarımız kendimize iki dünyada da sağlam dayanaklar bulabilmek içindir. Her devrin her düzeydeki insanı bu gaye ile çeşit çeşit inançlara sarılmış, çeşit çeşit tanrılar türetmiştir.

Bütün kaygı ve beklentilerimizi karşılayabilecek ve bize kusursuz bir güven vaat edebilecek varlığın, hayatın başlangıcını da, sürdürülmesini de her aşamasında kontrol edebilen bir güçte olması gerekir. Aynı zamanda kendi varlığı başkasının ona hayat bahşetmesine de bağlı olmamalıdır. İşte O, Hayy olan Allah’tır: “Ebediyyen ölmeyecek olan hayat kaynağı Allah’a güven!..” (Furkan, 25/58.) Ragıb el-İsfanani “Hayy” ismini “hakkında ölüm geçerli olmayan varlık” olarak tanımlarken bu sonsuz diriliğe işaret eder.

Hayy ismi “her şeyin varlığı kendisine bağlı olup bütün varlıkları ayakta tutan” anlamındaki Kayyûm ismi ile bir arada olunca hayatın başlatılmasını da sürdürülmesini de elinde tutan, yüceler yücesi bir gücü anlatır. Kayyûm, kâim’in mübalâğasıdır. "Her şey üzerinde kâim" demektir. Kayyûm olan Allah kendi varlığının kıvam ve kıyamı için kimseye muhtaç olmadığı gibi her şeyin kıvamı ve kıyamı O’na bağlıdır.

“Bütün varlıkları yaratan, denetleyen ve görüp gözeten…” anlamına geldiği için bu ismin tecellisi, bütün yaratılmışların ihtiyaçlarını nitelik ve nicelikleriyle bilmeye bağlıdır. Yüce Allah bütün varlığı yaratmakla kalmamış, daha yaratmazdan evvel onların her birinin var olması için gereken şartları hazırlamış ve varlıkları devam ettiği müddetçe ortaya çıkacak bütün ihtiyaçlarını karşılayacak yolları da var etmiştir. Gökleri, yeri ve içindekileri ayakta tutan O’dur. Onun için her şey Hak ile kâimdir. Öyle ki O, Kayyûm olmaya bir anlığına ara verse kâinat darmadağın olur.

Bu iki isim Rabbimizin bütün kemal sıfatlarını kapsar. O’nun eksiksiz güç ve kudretini ve kendi dışındaki her şeyden müstağni oluşunu vurgular. Bu yüzden sufiler bu iki isimle Allah’tan yardım dileyenin sanki O’na bütün isim ve sıfatlarıyla dua etmiş gibi olacağını söylemişlerdir. Bunu Efendimizin dualarında da görmek mümkündür.

Kur’an’da el-Hayyu’l-Kayyûm
Öncelikle Kur’an ayetlerinin zirvesi sayılan ve Rabbimizin biz kullarına kendisini özet olarak tanıttığı Ayete’l-kürsi’nin bu iki isimle başladığını hatırlayalım: “O’dur Allah. O’ndan başka ilah yoktur. Hayat kaynağı O’dur; koruyup gözeten de O’dur…” (Bakara, 2/255.)

Kur’an’da “yaşatmak, diriltmek” anlamındaki ihya mastarından türeyen fiil ve isimler elliye yakın ayette Allah’a nispet edilir. Bunların tamamında ana fikir yaşatanın da öldürenin de mutlak şekilde Allah olduğu, her şeye O’nun vâris bulunduğu ve herkesin önünde sonunda O’na varacağı bilgisidir. (mesela bk. Yunus, 10/56; Hicr, 15/23; Kāf, 50/43.)

Kayıtsız, şartsız, sınırsız hayat sahibi demek olan Hayy ismi üç ayette Kayyûm ile birlikte gelir. (Bakara, 2/255; Âl-i İmrân, 3/2; Tâhâ, 20/111.) Bu üç ayet de tema olarak tevhidi işler. Bu da gösterir ki sonsuz dirilik ilahlığın olmazsa olmaz bir gereğidir. Bu ayetlerden sonuncusunda kıyametin tasviri sırasında Kayyûm ismi hay ismiyle birlikte lafza-i celal yerine kullanılmıştır. (Tâhâ, 20/111.)

Müfessirlerin çoğunluğuna göre Âl-i İmran suresinde (3/18) Allah’ın birliğini vurgulayan ayetteki kaim kelimesi, “her fiil ve buyruğunda adaleti ayakta tutup hikmeti gerçekleştiren” manasıyla Allah’ı nitelemektedir. Ra‘d suresindeki ayette (13/33) yer alan ve “her canlının fiil ve davranışını sanki tepesinde duruyormuş gibi tespit edip canlının varlığını sürdüren” anlamına gelen kaim de tevhit ilkesini pekiştirmektedir. “Rabbin huzuruna çıkmak, huzurunda durmak” manasındaki makam kelimesi ise buna hazırlanmanın bilincini taşıyanlara dünya ve ahiret mutluluğunun sağlanacağını ifade eden kompozisyonlar içinde geçmektedir. (İbrahim, 14/14; Tâhâ, 20/111; Rahmân, 55/46.) Bunların dışında aynı kökten gelip sayısız ayette geçen kıyam, ikame, istikamet, kıvam, kavvâm, kavim, mukim, müstekîm, kıyamet kavramları ayakta durmak ve ayakta tutmak, yerleştirmek ve işleri dosdoğru yürütmek, düzgün ve dosdoğru olmak, dengeli ve ölçülü olmak, himaye edip gözetmek, topluluk olmak, daimi ve sürekli olmak, ölümden sonraki hesap için tekrar dirilip ayağa kalkmak anlamlarına gelir. (ms. Fatiha, 1/6; Âl-i İmran, 3/18; Nisa, 4/34, 102, 127; Maide, 5/37; Tevbe, 9/7, 108; Yunus, 10/105; Hud, 11/112; İsra, 17/35; Furkan, 25/67; Kıyame, 75/1-6.)

el-Hayyu’l-Kayyûm bir insanda tecelli ederse
İnsan başkalarının varlığını sürdürmesine ne kadar destek oluyor ve kendisi başkalarından ne kadar az şey bekliyorsa bu iki isim onda o kadar tecelli etmiş demektir. Sufilerin deyişiyle kulun bu isimlerden hazzı, Allah’tan başkasından müstağni olduğu kadardır. Güncel ifadelerle kendi kendine yetmek diyebileceğimiz bu kanaat hâli kendi imkân ve gücünün sınırları ile barışık olmayı, yani rıza mertebesini de içerir. İnsanın kendi sınırları ile barışık olması hedeflerini güçlerinin çok üstüne çıkararak kendisini yok edecek bir yola sokmaktan da korur.
Kuşeyri’ye göre Allah’ın bütün nesne ve olayları yönettiğini hakikatiyle kavrayan kimse kendini dünya işleri karşısında kaygı ve üzüntüye düşecek şekilde tek başına hissetmez. Kalbi Rabbine güven ve rıza ile dopdoludur. Bilir ki O’nun dışında hangi dalı tutarsa er geç elinde kalır. Bu nedenle O’ndan başkasının önünde iki büklüm olmaz. Bu hal, düşünce ve duyguların tam tevhide, yani tertemiz bir düzeye ulaşmış hâlidir. (Mü’min, 40/64-65.)

Sufiler, “Hayy olan bir tek Allah olduğuna göre, asıl hayat O’na kavuştuğumuz zamandır.” derler. Mademki öyledir, buradaki hayata çok sevinmek anlamsız olduğu gibi bizi O’na kavuşturacak olan ölüme aşırı üzülmek de yersizdir. Elbette bu gönül saflığına ulaşmış olanların başlarına da üzücü hadiseler gelir ve onlar da mahzun olurlar. Ama Sadrettin Konevi’nin deyişiyle bu durum onların kalplerinin saflığına zarar vermez. Çünkü cismani elemler ruhani nimetlerin karşısında silinip gider. Ona göre Allah dostlarına gelen bela ve üzüntüler sadece ehli olanın anlayabileceği bir nimet ve afiyettir.

Bu isimlerin tecelli ettiği kişi maddi ve manevi anlamda canlı ve dinamik bir hayata sahiptir. Kendisine verilmiş bulunan sağlık, vakit, makam gibi imkânları dünyevi ve uhrevi gelişimine en uygun olacak şekilde yönetmeyi becerir. Aynı zamanda muhatap olduğu herkesin maddi-manevi hayatını sürdürmesine yardım eder. İnsanların bedenlerine ve kalplerine zarar verecek kötü hallerden kurtulmaları için ellerinden tutar. Etrafına yaşama sevinci, şükür duygusu, hayatı sürdürme bilinci aşılar. Yeryüzünde hayatın sürmesine yardım edecek şekilde çevre bilincine sahip olduğu gibi, insan oluşumuzun ayırt edici unsuru olan kalplerimizi diri tutacak olan zikir ve kulluk bilincini de ayakta tutmaya ve yaymaya çalışır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

 

26 Ekim 2021 Salı

Kur’an-ı Kerim’i herkes anlar mı?


 Kur’an-ı Kerim’den herkes kendi bilgisi, ameli, anlayışı, ihsanı ve takvasına göre kendi muhatap olduğu kadarını anlar. Ama Kur’an-ı Kerim’i herkes anlar demek çok iddialı ve yanlış bir ifadedir. Çünkü bir müminde bu söylediğimiz özellikler arttıkça ondan anlaşılanlar da artar. Mesela benim anladıklarımla Razî’nin anladıkları bir olmaz. Hz. Ali’nin bir soruya verdiği cevap da buna işaret eder. Ona dediler ki, ‘Resulüllah’ın size özel olarak verdiği başka bir kitap var mıdır? Hayır, dedi. Sadece Allah’ın kitabı ve Müslümana verilen anlayış, bir de şu sahifede bulunanlar, bunun dışında bir şey yok. O sahifede neler var diye sordular. Diyetler ve esirlerin kurtarılmasına dair hadisler var dedi’ (Buhari).

Bu haberden anlaşılanlar şunlardır: Bir, Hz. Ali’ye ya da bir başkasına Kur’an-ı Kerim dışında din adına herkesi ilgilendirecek özel bilgiler verilmemiştir. Bu konuda Şia’nın iddialarının aslı yoktur. İki, derin anlayışı olan bir mümin Kur’an-ı Kerim’den daha ince mana ve işaretler çıkarabilir, o halde Kur’an-ı Kerim’in de daha derin manaları vardır. Mesela Hz. Ali ya da İbn Abbas ondan diğerlerine göre daha derin işaretler çıkarmışlardır. Üç, Hz. Ali ilgi duyduğu konulardaki hadisi şerifleri yazıp muhafaza etmiştir. Bu da gösterir ki, hadis yazılımı bizzat sahabe zamanında başlamıştır ve bunun daha pek çok örnekleri vardır. Bunun için konu hakkında çalışanlar, Mesela Fuat Sezgin ve Hamidullah hocalar Buhari gibi ilk muhaddislerin kaynaklarının pek çoğunun sahabe ya da tabiin tarafından yazılan böyle sahifeler olduğunu tespit etmişlerdir. Yani birilerinin zannettiği gibi hadisler Resulüllah’tan (sa) iki yüz sene sonra toplanmaya başlanmıştır o halde onlara güvenilmesi zordur demek meseleyi bilmeyenlerin işidir.

Kur’an-ı Kerim’in dışında sırlar ve batıni hikmetler bulunduğunu iddia etmek delilsiz zandan ibarettir. Kendisi de sufi-meşreb olan büyük müfessir Alusî der ki: ‘Bazı sufilerin Allah’ın kitabının dışında doğrudan O’ndan bilgi alabileceklerini sananlar vardır ki, böyleleri kesin bir dalalet içindedirler. Bazılarının şöyle dediklerini duyarsınız: Sizin ilminiz ölüden ölüye intikal ederken biz bilgilerimizi doğrudan Hay ve Kayyum olan Allah’tan almaktayız. Nauzü-billah’. (Alusî, Rûhu’l-meani, III, 357)

Kur’an-ı Kerim’den herkes kendi ölçülerine göre anlar. Ama o uçsuz bucaksız bir deniz gibidir, dalmayı bilenler ondan daha ne inci mercanlar çıkarırlar. Böyleleri için Kur’an-ı Kerim üç önemli kavram kullanır: ‘İstinbat edebilenler, ehli zikir ve ulü’l-elbâb’. Nabat, kuyu kazılırken ulaşılan ilk ıslaklıktır. Bu kökten olmak üzere istinbat etme, derinlerdeki manaları çıkarabilmedir. Zikir Allah’ın vahyidir ve onu bilip yaşayanlar ehli zikirdir. Ulü’l-elbâb da ön yargılardan, yanlış bilgilerden arındırılmış akıl sahipleridir. Bu da her şeyden önce ilim, tevazu ve teslimiyet ister. İşte Kur’an-ı Kerim’i anlamada böyle olanlara Allah özellikle dikkat çeker.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim herkese, her zamana ve her mekana hitap ettiğine göre herkesin onu bütünüyle anlayacağı iddiası havada kalır.

25 Ekim 2021 Pazartesi

61- El-Muhyî, 62- El-Mümît ism-i şerifleri:


Muhyî, ölü spermayı diriltip ondan canlı bir varlık çıkarandır. Öldükten sonra ruhları tekrar iade ederek çürümüş bedenleri yeniden dirilten O’dur. Kalpleri marifet nuru ile aydınlatıp dirilten, ölümünden sonra üzerine yağmur yağdırarak toprağı yeniden dirilten ve ondan bitkiler çıkaran da O’dur.

Mümît ise, yeni canlılara yol açmak üzere eceli gelen canlının hayatiyetini alan demektir. Allâh (c.c.) ölüm ile sağlıklı ve güçlü olanların gücünü yok eder. O, her şeyi yaşatan ve öldüren, her şeye kadir olandır. Kur’an’ın ifadesiyle yaratma ve öldürme, uluhiyetin tanımında en önemli unsurlardır. (Yasin, 36/33; Duhan, 44/7-8.) Allâh, Muhyî oluşuyla övündüğü gibi, Mümît oluşuyla da övünmektedir. (Enam, 6/95.) Bu, hayır ve şerrin, yarar ve zararın yalnız O’ndan geldiğini, mülkünde hiçbir ortağı bulunmadığını, yalnız kendisinin bâki ve ebedi olduğunu, kendisinin dışındaki bütün varlıkların fani olduğunu bilmemiz içindir. Bu bakımdan bu iki gücü elinde tutanın yalnızca Allah olduğunu bilmek tevhit inancı açısından büyük önem arz eder. (Mülk, 67/1-2.)

Her Müslümân, mutlak olarak yalnız Allâh’ın yaşatan ve öldüren olduğunu bilmeli ve inanmalıdır. İbrahim aleyhisselam Nemrut’a gelip: “Benim Rabb’im, dirilten ve öldürendir” (Bakara s. 258) deyince, Nemrut:

“Ben de diriltir ve öldürürüm” (Bakara s. 258) demiş, sonra da zindandan ölüme mahkûm edilmiş bir mahkûmu çağırtıp serbest bırakmış, suçu olmayan birini de tutup öldürmüş ve:

“İşte bak! Ben de diriltip öldürdüm” (Bakara s. 258) demişti.

Oysa Nemrut, bu iddiasında yanılmıştı. Çünkü O, gerçekte diriltmemiş ve öldürmemişti. Kendisinden başka kimselerin de yapabileceği, insanın iradesine bağlı öldürme ve affetme fiilini işlemişti.

Bu iki ismin bir arada zikredilmesi evrendeki hayat-ölüm döngüsüne bir işaret olduğu gibi, birini anlamadan diğerinin anlaşılamayacağını da gösterir. Rabbimizin Kur’an’da dirilişten şüphe edenleri hep yaratılışa bakmaya davet etmesi bu yüzdendir. (Rum, 30/50; Fussılet, 41/39.)

Hayat, bir nimet; ölüm, Allah’a dönüş imkânı

Kur’an’a göre hayat bir nimettir, ama kâfirler bu nimete nankörlük ederler. (Bakara, 2/28.) Oysa hayat bütün nimetlerin temel sebebidir; hayat varsa nimetler de vardır. Hatta manevi nimetler bile hayat nimetine bağlıdır. Çünkü dünya nimetleri hayat olmadıkça tadılamayacağı gibi, manevi tekâmül imkânı da hayat devam ettiği sürece vardır. Her ne kadar bazıları “beni yaratırken bana sormadı ki!” gerekçesiyle yaşamanın bir nimet olduğunu görmezden gelse de insanın en temel duygusu, varlığını koruma içgüdüsüdür. Yaratıcı’yı inkâr etmek isteyenler O’ndan gelen temel nimetleri yok sayarak O’na minnet duymaktan kurtulmayı ve böylece vicdanlarını rahatlatmak isterler.

İnsanın bu dünyadaki sorumluluklarının sona erip çabalarının karşılığını görmesi ölmesine bağlı olduğu için ölüm, inanan ve düzgün işler yapan kişi için bir nimettir. 

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in tanımına göre dünya müminin zindanıdır. Sufiler bu hadisi esas alarak dünyaya nazaran ana karnı nasıl zindan gibiyse, mümin için ahirete nazaran dünya da öyledir, demişlerdir. Bu nedenle aşk yolunu tutanlar, ölümü kişinin sevdiğine kavuştuğu ve ruhun beden hapishanesinden azat olduğu bir düğün gibi görmüşlerdir.

Diğer taraftan Casiye,24. ayette buyurulduğu üzere, " Müşrikler dediler ki: Bu dünya hayatımızdan başka bir şey yoktur.; yaşarız ve ölürüz, bizi helak eden "dehr"(zaman) den başkası değildir."  Bu bakış tarzı ölüm denilen olayın hayatta kazanılan her türlü başarıya son noktayı koyan bir felaket olarak algılanmasına, nihai olarak hiç bir şeyin anlam ve değeri bulunmadığı şeklindeki bir inancın doğmasına dolayısıyla karamsar bir hayat görüşünün oluşmasına sebep olmuştur.

Kur’an’da Muhyî ve Mumît


Kur’an’da diriltme anlamındaki ihya kavramı fiil kalıbında kırk yedi; Muhyî de isim olarak iki yerde geçer. (Rum, 30/50; Fussılet, 41/39.) Bu ayetlerde ihya, “Can vermek, öldükten sonra tekrar diriltmek, yağmur indirmek suretiyle yeryüzünü bitkilerle donatıp ihya etmek, manevi açıdan ölü durumunda bulunan kalpleri ilahî hidayet ve marifetle canlandırmak, iman edip yararlı işler görenleri dünyada ve ahirette mutlu kılmak.” gibi manalar taşır.

Kur’an’da “imate/öldürme” fiili, hayat verme anlamındaki ihya ile beraber Rabbimizi tanımlamak üzere yirmi üç ayette Allah’a nispet edilmiştir. Ayrıca, “Ruhunu kabzetmek, hayatına son vermek” manasındaki “teveffî” kavramı da aynı anlamda kullanılmıştır. Kur’an’da kavuşmak anlamına gelen “likâ” kelimesinin de ölüm yerine kullanılmış olması dinimizde ölümün aslının bir kavuşma olarak görüldüğünü gösterir. (Araf, 7/51; Kehf, 18/110; Ankebut, 29/5.)

Muhyî ve Mumît tecelli ederse

Mahlukatta canlılığın alametleri çeşitlidir. Yerin yeniden bitirmeye başlaması, bitkilerin aşağıya doğru kök salıp yukarıya doğru uzamaları, hayvanların içgüdüleri gereği avlanmaları, üremeleri, insanın rızkının peşinden koşması vs. hep canlılık alametidir. Maddi dünya böyle olduğu gibi beynin öğrenmek, ruhun yükselmek istemesi de iç dünyamızın canlılığıdır. Ne zaman ki bilginin yerini vehimler almaya; yükselmenin yerini düşük ahlak ve davranışlardan haz duyma tutmaya başlar, işte o zaman iç dünyada ölüm başlamıştır. Kalbin ölümü küfürle, dirilişi de imanladır. (Enam, 6/122.) İnsanı imana davet eden vahiy de Kur’an’da bu nedenle hayat sebebi olarak nitelenmiştir. (Enfal, 8/24.)

Sufiler insanda canlılığı avunmak ve teselli bulmak olarak tarif ederler. Onlara göre hayat bir avunmadır. Bildiğiniz üzere insanın avunma ve teselli yeteneğini kaybetmesi depresyon olarak ortaya çıkar. İnsanı dibe çeken majör depresyon bütün teselli yollarının tükenmesi demektir. İşte bunları dikkate aldığımızda avunmanın nasıl bir canlılık belirtisi olduğunu daha iyi anlarız. Manevi açıdan insanlar arasındaki derece farkı da kişinin ne ile avunduğuna bakarak anlaşılır. Dünya ehli dünya ile, ahiret ehli ise ancak Rabbin rızasını kazandıran işler ile avunur. (Hud, 11/15-16; Hicr, 15/3; Muhammed, 47/12.)

Rabbimizin Muhyî oluşunun tecellileri arasında, bilinenlere ilaveten kalplerin iman nuruyla ihya edilmesini, üzüntü ve keder yüzünden ölüm derecesine gelmiş gönüllerin neşe ve sevinçle hayata kavuşturulmasını ve iyi insanların hatırasının yaşatılması da zikredilir. Zira ihya kelimesinde bir şeyi anarak gündemde tutmak anlamı da vardır. Yine bu kökten türeyen hayâ/ar kavramı insandaki manevi hayatın bir belirtisidir. Belki de bu nedenle Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hayâsı olmayanın imanı da olmayacağını söylemiştir.

Bu isimlerin muhtevasına tam bir teslimiyetle inanmak bizi Yüce Allah’ın kapısından başka bir yerde çare aramaktan kurtardığı gibi varlığın dönüşümü ile uyum içinde olmamızı da sağlar. Gelenin gideceğini bilmek ve bunun doğallığına rıza göstermek, bizi aşırı üzüntülerden korur. Bilmeliyiz ki kalplerin de bedenler gibi yaşam ve ölüm sebepleri vardır. 

Ölüm hakkındaki yaklaşımımız iyimser ya da kötümser bir karaktere sahip olmamızı belirleyen en güçlü etkendir. Hatta felsefi anlamda iyimser ve kötümser dünya görüşlerinin oluşmasında ölümle ilgili inanç ve düşüncelerin büyük payı vardır. İslam dini ölümü Allah’tan gelen bir varlığın yine O’na dönmesi olarak kabul eder (Bakara, 2/156.), hayatın gerçek anlam ve değerinin ancak bu şekilde anlaşılabileceğini vurgular. Ölüm Allah’ın kaçınılmaz emridir. Ondan korkmak, kişiyi ona hazırlanmaya teşvik etmelidir. Aksi hâlde yapılacak bir şey bulamadan sadece korkmak insanı hasta eden bir saplantıdır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu
  
(Kurtubî, el sena fi rehi esmail hüsna, c.1 s.383-385;

Râzî, Şerhü’l Esmâ’ül Hüsnâ, s. 290-291)

24 Ekim 2021 Pazar

59- El-Mübdi, 60- El-Muîd ism-i şerifleri:


Ezelde, yani zaman ve mekan mefhumları yokken, Allaha Teala vardı. Kendisiyle beraber başka bir şey yoktu. Kendi kendine herhangi bir şey yapabilecek hiçbir mevcut olmadığı gibi, bazıları tarafından bugün kendisinde bir tesir ve kudret bulunduğu sanılan tabiat da yoktu. Ortada hiçbir şeyin örneği ve vücudunun malzemesi, nizam, varlığının vasıtaları, sebepleri yokken yalnız Allah vardı. Sonra Allah Teala varlığını ve kemalini duyurmak, mahlukatını sonsuz rahmet ve lütfuna doyurmak hikmeti ile kainatı yaratmak istedi ve istediği şekil ve nizam üzerine yarattı. Her şeyin ilk örneğini meydana çıkardı ve her şeyin yaşamasını ve kendi cinsinin çoğalıp üremesini bir takım sebeplere, vasıtalara, nizamlara, kanunlara bağladı.

Arz küresi, yaratıldığından beri nice değişiklikler geçirmiştir. Orada en son insan yaratılmış olduğuna göre, dünyada hiç insan yokken Allah-u Teala onun ilk örneğini kupkuru topraktan meydana getirmiş ve sonra insan zürriyetinin devamını, erkek ve kadın nutfelerinin birleşmesine bağlamıştır. Yeryüzünde yaşayan henüz cinslerinin sayısını bilemediğimiz hayvanatın menşei de yine o topraklardır.

Yüce Allah, herhangi bir ilk malzeme ve örnek model olmadan, yaratmayı en baştan başlatan ve mahlukatı âleme salan, günü gelince de çekip huzurunda toplayandır. İşte Mübdi’ ismi yaratmayı başlatan anlamına gelirken Muîd de ölümü tadan her canlıyı vakti saati gelince dirilterek huzurunda toplayan, “yaratmayı tekrarlayan; tekrar yaratan” manasını taşır. 

Var olan her şeyin varlık âlemine çıkarken izlediği yolu geriye doğru takip ettiğimizde en temelde yokluktan varlığa çıkaran ilk sebep olarak Mübdi’ olan Allah vardır. Her şeyin ilk sebebi odur. Aslında bu isimler bir arada düşünüldüğünde şu da ortaya çıkar ki; her son yeni bir başlangıçtır.

Mastar halleri ile ibdâ’ ve iade, yani eşyayı yoktan var etme ve her şeyi geriye, başladığı yere döndürme ancak bütün âlemlerin sahibi olan eşsiz yaratıcının yapabileceği bir şeydir. Bu isimler bize der ki; Allah’tan geldin, O’na döneceksin. Bu dünyadaki varlığın ancak bir göz açıp kapama kadardır. Bu süre içinde sahip olduğunu sandığın her şey de geçicidir. İslam inanç sisteminde “başlangıç ve son” yani “Nereden geldik, nereye gidiyoruz?” konusunun işlendiği bölümlerin başlığı da bu isimlerin bir başka formu olan “mebde’ ve meâd” kelimeleri ile ifade edilir. Yani bu iki isim bize insanlığın en temel zihinsel sorunlarından biri olan “hayatın amacı” konusunu Yunus, 4.ayette açıklar: “Hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Allah, bunu bir gerçek olarak vaat etmiştir. Şüphesiz O, başlangıçta yaratmayı yapar, sonra, iman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için onu (yaratmayı) tekrar eder. Kâfirlere gelince, inkâr etmekte olduklarından dolayı, onlar için kaynar sudan bir içki ve elem dolu bir azap vardır.” 

Muîd ismindeki “tekrar” anlamını dikkate alan sufiler yaratılışın sürekli tekrar edilişine dikkatimizi çeker. Ama bu tekrar aynı varlık için değildir. Çünkü bir kere var edilen, zaten artık vardır ve Yüce Allah’ın yaratma gücü sınırlı değildir. Bizim dirilme dediğimiz o varlığın âleme dağılmış olan parçalarının bir araya getirilmesinden ibarettir. İnsan bu dünyadan berzaha, berzahtan mahşere, mahşerden de cennet veya cehenneme giden bir yolcudur. Onlara göre Muîd ismindeki dönüş anlamı, Allah Teala’nın bir yaratmadan diğerine sürekli bir yaratma halinde olduğunu ifade eder. 

 Mâtürîdî’nin kanaatine göre ayetlerde yer alan bed’ ile iade kavramları hem tabiatı yönetmesi sırasında Cenab-ı Hakk’ın yaratmayı sürekli tekrar etmesi, hem de kıyametin kopacağı zamanda insanları tekrar canlandırması anlamına gelir. Tabiatta her şey sürekli bir değişim içindedir ve ilâhî sıfatların tecellileri sonucu daimi bir yaratma ve yok etme mekanizması çalışır. Böylece Muîd ismi bize, hücrelerimiz her an yeniden yaratılmasa kısa süre içinde yok olup gideceğimiz gerçeğini de hatırlatır. Hatta her uykudan uyandığımızda hayata kaldığımız yerden devam edebilmemizi dahi Muîd ismine borçlu olduğumuzu bildirir.

Kur’an-ı Kerim’de mübdi’ ve muîd kelimeleri geçmemektedir. Allah’a nispet edilişlerinde aynı manaya gelen bed’ ve ibdâ’ mastarlarından türemiş fiil kalıpları on bir ayette zat-ı ilahiyyeye izafe edilmiştir. Bunların dokuzunda ilk yaratmayı anlatan bed’ veya ibdâ’ kavramıyla birlikte iade kavramı da yer almıştır. Bu ayetler genellikle Allah’ın varlığını, birliğini, evreni yaratıp yönettiğini dile getirir, insana verilen nimetleri hatırlatıp onun tabiat içindeki üstün konumuna ve sorumluluğuna dikkat çeker. Hepsinden önemlisi de dirilişten şüphe içinde olanlara Rûm, 27.ayetle
 “Yaratmayı ilkin başlatan, sonra onu tekrar eden yalnızca O’dur. Bu O’nun için pek kolaydır.” 

Ayrıca Yâsîn, 77-79.ayetlerle "İnsan, bizim kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir. Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?’ De ki: Onları ilk defa var eden diriltecektir. O her yaratılmışı hakkıyla bilendir." buyurarak yaratılışı ilk başlatanın neden onu tekrar edemeyeceğini sorar Rabbimiz.

Bu iki isim insanda tecelli edip insan da onlarla ahlaklandığı zaman neler olur? Öncelikle Mübdi’ ismine bakalım: Bu ismin kökünde var olan “başlama” anlamı bir insanda tecelli ettiğinde o kişide yeni bir işe atılma, o güne kadar gidilmemiş bir yolu deneme, her zaman yeniden başlayabilme cesaret ve güveni olur. Psikoloji ilmi bize bu güveni kaybetmiş ve giriştiği bir işin sonunda üzülmekten/yorulmaktan korktuğu için yeni bir insanla tanışmaya dahi kendini kapatmış insanlardan bahseder. İşte Mübdi’ ismi bizi bu yorgunluk ve karamsarlıktan kurtaran bir isimdir. Biz Allah’a güvenir, adımımızı atarız; elbette sonucu O yaratır.

Muîd isminin kökünde var olan “iade ve tekrar” anlamı bir insanda tecelli ettiğinde ise kişi bir işi bitirdiğinde diğerine girişen bir çalışkanlık ve süreklilik gösterir. İstikrar dediğimiz devamlılık ancak sürekli tekrarla mümkündür ki bir insan karakterinde güvenilirliği sağlayan en temel özelliktir. İstikrarlı karakter, nerede, nasıl davranacağı önceden belli olan kişi demektir. Bu da ilişkilerdeki güvenin temelidir. Aynı zamanda bu isim ahirette huzura toplanıp, dünyanın neticesini ödül veya ceza olarak görmeyi ifade ettiğinden insan bu isimle ahlaklandığında çevresindekilere sadece kötü işlerin sonucunda sitem ve ceza yağdıran kişi değil, en küçük güzelliği dahi takdir eden bir kişiliğe ulaşır. 

Kuşeyrî rahmetullahi aleyh, ayrıca Cenab-ı Hakk’ın kullarına yönelik lütuf ve ihsanlarını tekrar tekrar yaratmasını da bu iki ismin muhtevası içinde mütalaa etmiştir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

23 Ekim 2021 Cumartesi

58- El-Muhsî ism-i şerifi:


Sözlükte “saymak, miktarını bilmek; ezberleyip kavramak” anlamındaki ihsâ masdarından sıfat olan muhsî kelimesi “sayıp ayrıntılarıyla tesbit eden” demektir. 

 Meşhur esma hadisinde de geçer "ihsa" kavramı biliyorsunuz. Şu halde ihsâ gerçekleşmesi için bu doksan dokuz ismi hem ezberlemek, hem saymak, hem ma'nâlarını bütün ayrıntıları ile bilmek gerektir. Yoksa bir papağan gi­bi sâdece ezber etmek veya saymak kâfi değildir. Öyleyse bu kelime “İslâm’ın ulûhiyyet inancını naslara başvurmak suretiyle tesbit edip anlamak, benimsemek ve bu inanca uygun bir ruhî yetkinlik kaydetmek” anlamını içermektedir.

Allah’a nispet edildiğinde “gizli-aşikâr her şeyi tek tek ve bütün ayrıntılarıyla bilen, gerektiğinde de bir bir sayıp ortaya döken” manasına gelir. Daha çok sayısal detaylara hâkimiyeti ifade eder. Evrendeki matematiksel düzen bu ismin bir tecellisidir. Rabb’imizin ilminin her şeyi bütün detaylarıyla kuşattığını ifade eder. O’nun gözünden kaçan, duyamadığı, vâkıf olamadığı en ufak bir söz, bir yüz ifadesi, bir sır, bir niyet yoktur. O her ayrıntıyı bilir, kaydeder ve uygun gördüğü zamanda karşılığını vermek üzere beklemektedir.

Sonsuz sayıdaki varlığın her hâlini kuşatan bilgi ancak sonsuzluk kendisine mahsus olan Rabb’imiz için söz konusudur. Çünkü onların her birini ince ince planlayıp yaratan O’dur. (bkz: Halık, Bâri’ ve Musavvir isimleri) Hakk’ın yaratmasına bir sınır konamayacağından (Rahman, 55/29.) O’nun Muhsî isminin kapsamına da bir sınır konamaz.

Muhsî ismi de "Alîm”, “Habîr” ve “Şehîd” gibi diğer isimlerde olduğu üzere Allah yolunda olup çeşitli haksızlıklara maruz kalanlara bir müjde; gizli kapılar ardında O’na ve O’nun yolunda olanlara tuzaklar hazırlayanlara bir tehdittir. İmam Maturidi de Mücadele suresi 6. ayeti bu doğrultuda yorumlayarak ayetin kimilerini müjdelediğini, kimilerini de tehdit ettiğini söyler: "Allah’ın onları hep birden diriltip yaptıklarını kendilerine haber vereceği günü hatırla. Allah onları sayıp zaptetmiş, onlarsa bunları unutmuşlardır. Allah, her şeye şahittir." İnsanlar kendi yaptıklarını dahi unuturken Allah onları bütün sonuçları ile birlikte kaydetmiş, vakti saati geldiğinde de önlerine dökmüştür.

Allah’ın ilmi her şeyi kuşatır. Her şeyin miktarını bilip eksiksiz, tastamam sayabilen ancak Allah Teala’dır. (Meryem, 19/94.) Yüce Allah’ın her şeyi olduğu gibi görüp bilmesi, bütün mevcudatı cinslerini, sınıflarını, fertlerini, zerrelerini birer birer saymış gibi gayet açık görüp bilmesi demektir. Oysa insanlar miktarı fazla olan, peş peşe olup biten ve sürekli biçimde konumları değişen nesne ve olayların detaylarını kavrayıp tam bir sonuç çıkarmaktan acizdirler. İlla ki bir detayı gözden kaçırırlar. Çünkü her şey hareket hâlindedir ve evrende sürekli bir değişim söz konusudur. İnsan bilgisinin sürekli yenilenmeye ve gelişmeye muhtaç olması da bu yüzdendir. İşte ihsa, bu acizliğin Rabbimiz için söz konusu olmadığını, O’nun bilgisinin her detayı kuşattığını ifade eder Nebe, 29.ayette: “Biz her şeyi bir kitapta yazıp saydık.”  Bu ayet-i kerimede “ihsa”nın yazılmak suretiyle kayıt altına alınarak yapıldığının söylenmesi ayrıca manidardır. Çünkü yazı, bilginin muhafazası konusunda son noktadır.

Muhsî tecelli ederse
Muhsî isminde bizi Rabb’imizin kudretinin büyüklüğü konusunda hayret içinde bırakan husus şudur: varlık âlemi her an yeni bir oluş hâlindedir ve her bir üyesi sayılıp bilinir. Ayrıca Yüce Allah Muhsî ismi ile bu varlıkların her birine kendi iç evrenindeki bütün detaylarla birlikte vâkıftır. Bizi bu kadar yakından ve bu kadar detaylı hiç kimse bilemez. Hatta kendimiz bile kendi hakkımızdaki bütün detaylara vakıf olamayız. İşte bir müminin kalbine huzur veren teslimiyet, Rabb’imizin üzerimizdeki bu vukufiyetinden doğar. Çünkü O muhsîdir; bizim olmuş, olacak bütün hâllerimize vakıftır ve O madem her şeye vakıftır -diğer bütün esmasından bildiğimiz üzere- ne dilemiş ya da dilememişse bizim için hayırdır.

Abdülkerim el-Kuşeyri, Muhsî isminin insan üzerindeki etkisini şöyle anlatmıştır: Kişi, nefeslerinin Allah tarafından sayıldığını ve duyularının kontrol altında tutulduğunu bilirse Cenab-ı Hakk’ın kendisine yakınlığını ve her hâlinin O’nun gözetimi altında olduğunu kuvvetle hisseder. Yaşanan her anın bilincinde ve farkında olmak kişiyi şükran duygularıyla doldurur. Hayatındaki her bir detayın nasıl nimetler içerdiğini daha net olarak anlar. Neticede şükrün nimeti artırması kuralına göre (İbrahim, 14/7.) kişinin hayatında şükre vesile olacak nimetler de artmış olur. Bu kapıyı açan bilinç hâli Muhsî isminin bir tecellisidir.

Nebe suresi 29. ayette Rabb’imizin her şeyi bir bir sayıp yazılı olarak kaydettiğini söylemiştik. Vakti saati geldiğinde o kayıtlar açılır, kişinin önüne getirilir. O zaman kişi şöyle der: “Vay hâlimize! Bu nasıl kitap? Büyük küçük demeden her şeyi sayıp dökmüş!” (Kehf, 18/49.) işte Muhsî ismi bizi o gün gelmeden uyarır, her davranışımızın bir bir dikkate alındığını; hiçbir şeyin gözden kaçmadığını bildirir. 

O halde madem ki bütün istediklerimizi Allah Teala bir bir görüyor ve biliyor, o halde yapacaklarımızı yaparken bunu düşünmek, onun hayır veya şer, eğri veya doğru, iyi veya kötü olup olmadığını hesap etmek, hiçbir an gaflete düşmemek, her nefeste, her harekette kendini gözetip uyanık bulunmak gerekir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

22 Ekim 2021 Cuma

Sebe' Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 54 âyettir. Sûre, adını 15. âyette geçen “Sebe’ ” kelimesinden almıştır.  Sûre de başlıca müşriklerin ahireti inkâr etmeleri, Davûd ve Süleyman Peygamberlerin kıssaları ve müşriklerin Hz. Muhammed’in peygamberliğihakkındaki bazı şüpheleri konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada otuz dördüncü, iniş sırasına göre elli sekizinci sûredir. Lokman sûresinden sonra, Zümer sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 6. âyetinin Medine’de nâzil olduğuna dair bir rivayet de vardır.

Konusu

Hamdin dünyada da âhirette de yalnız Allah’a mahsus olduğu belirtilerek başlayan sûrede, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin üstünlüğü ve ilminin kuşatıcılığı fikri işlenmekte, Allah’ın mutlak kemali, ilmi, hikmeti, rahmeti, bağışlaması gibi sıfatları hatırlatıldıktan sonra kıyamet vaktinin geleceğini ve insanların tekrar hayata kavuşturulup hesaba çekileceklerini kabul etmeyenlerin tutarsızlıklarına dikkat çekilmekte, böylelerinin Hz. Peygamber’i Allah hakkında asılsız sözler uydurmakla itham etmeleri veya onun aklını yitirdiğini iddiaya kalkışmaları üzerinde durulmakta, iman edip iyi işler yapanlarla Allah’a âsi olanların âkıbetleri karşılaştırılmakta, iki iyi örnek olarak Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman hakkında bazı bilgiler verilmekte, ardından kötü bir örnek olarak da Sebe’ ahalisinin başına gelenlere değinilmekte, şeytana uyanların ve şirk batağına saplananların âhiretteki halleri tasvir edilmektedir.


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/34-sebe-suresi

21 Ekim 2021 Perşembe

Neml Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 93 âyettir. Sûre, adını 18. âyette yer alan “enNeml” kelimesinden almaktadır. Neml, karınca demektir. Sûre de başlıca, Süleyman peygamber ve Sebe’ melikesi, Belkıs kıssası ile Salih ve Lût peygamberler konu edilmekte, ayrıca mü’minlerin kurtuluşa ereceği, İslâm karşıtlarının kötü akıbetleri, öldükten sonra dirilmek ve kıyamet dile getirilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yirmi yedinci, iniş sırasına göre kırk sekizinci sûredir. Şuarâ sûresinden sonra, Kasas sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Bir önceki Şuarâ ve bir sonraki Kasas sûreleriyle bir bütünlük arzeden Neml sûresinde Allah’ın birliği, peygamberlik, vahiy ve âhiret hayatı gibi İslâm’ın inanç esasları ele alınmaktadır. Şuarâ sûresinde olduğu gibi bazı geçmiş milletlerin ve bunlara gönderilmiş olan peygamberlerin kıssalarından kesitler sunulmak suretiyle insanlara öğütler verilmekte ve anlatılan olaylardan ibret almaları istenmekte, Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı ve Sebe’ kraliçesiyle (Belkıs) olan öyküsüne genişçe yer verilmektedir. Kozmik deliller gösterilerek Allah’ın sonsuz ilmi ve kudreti ispat edilmekte, kalplerde gizlenenler dahil olmak üzere evrende var olan hiçbir şeyin Allah’a gizli kalmayacağı, müşriklerin yaptıklarının ise bâtıl olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca kıyamet alâmetlerinden biri olan dâbbetü’l-arzın çıkarılacağı haber verilmekte, mahşer gününde karşılaşılacak durumlar ve olaylar tasvir edilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/27-neml-suresi

20 Ekim 2021 Çarşamba

57- El-Hamîd ism-i şerifi:

Hamîd ismi hamd mastarından türemiştir. Hamd “iyi ve güzel vasıflarla övmek” demektir. Zemmin zıddıdır. Bu durumda Hamîd “bütün iyilik ve güzelliklerle övülen, sayısız lütuf ve nimetlerine şükredilen” demektir. Şükür ve methin tüm unsurlarını bir araya toplayan “hamd” mastarının taşıdığı bu geniş anlamı Türkçede tam karşılayacak bir kelime bulunmamaktadır.

Hamîd, övgüye değer olduğu için övülür. İnsanların onu övüp övmemesi bu durumu değiştirmez. Rabbimizin bu ismini doğru bir şekilde anlamak imanımızı selamette tutmak için çok büyük bir yardımcıdır. Çünkü önce Allah’ın varlığından şüphe duyup sonra da inkâr edenlerin pek çoğu bunu O’nun işlerine akıl erdiremedikleri ve dünyada bu kadar kötülük varsa, gücü her şeye yeten ve sonsuz iyi olan bir tanrının olamayacağına hükmettikleri için yapıyorlar. Hamîd ismi ise bize en baştan, Rabbimizin her işinin övgüye layık olduğunu, O’ndan bir eksiklik sadır olamayacağını hatırlatarak kötülük probleminde dikkatlerimizi başka bir yöne çeker. 

Kur’an’ın bize söylediğine göre aslında başımıza gelen aksiliklerin çoğu bizim kendi davranışlarımızın sonucudur ama biz bunu görmek istemeyiz, onun yerine suçu ya kadere ya da –haşa- doğrudan Allah’a havale ederiz. (Nisa, 4/79; Şura, 42/30; Rum, 30/41.) Oysa varlık âleminde zuhura gelmiş bir şey eğer insanların kendilerine (veya birbirlerine) yaptıklarının sonucu değil de sırf Allah’ın muradı ise o şey mutlak olarak hayırdır ve Allah’a “Allah” olarak inanan herkes O’nun her işini beğenir, razı olur. Çünkü bizim şer sandığımız hayır; hayır sandığımız şer olabilir. (Bakara, 2/216.) 

İşte hamd/rıza mertebesi de bu idrakteki bir insanın Rabbinin bütün işlerine razı olması ve O’nu her durumda övmesi demektir. Varlıkta da yoklukta da… Nimette de kahırda da… Hamdin şükürden farkı da bu noktadadır. Hamd mertebesindeki kişi Yüce Allah’ı övmek için O’nun nimetlerinin gelmesini beklemez. O’nu Allah olduğu için över; kendisine lütfettiği için değil. Hamd, beklentisiz ve karşılıksız bir övgü olduğundan olsa gerek Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “elhamdülillah” sözünün övgülerin en faziletlisi olduğunu söylemiştir.

Kur’an’da Hamîd
Kur’an-ı Kerim’de hamd kavramı altmış bir yerde Allah’a nispet edilmekte olup bunların on yedisini Hamîd ismi oluşturmaktadır. Bu on yedi ayetin on tanesinde Hamîd ismi “her şeyden müstağni ve her şey kendisine muhtaç” anlamındaki Ganî ismiyle birlikte gelir. (Bakara, 2/267; Nisa, 4/131; İbrahim, 14/8; Hac, 22/64; Lokman, 31/12, 26; Fatır, 35/15; Hadid, 57/24; Mümtehine, 60/6; Tegabün, 64/6.) Bu durum Allah’ın başkalarının övmesiyle “Hamîd” olmadığını, aslında O’nun her şeyden müstağni olduğu gibi kullarının övgüsüne de ihtiyacı olmadığını gösterir. Kullarının isyan ve inkârı O’na bir zarar vermediği gibi onların takvası ve övgüsü de O’nun şanını yüceltmez.

Kur’an’da sayısız ayette, çok çeşitli sebeplerle Allah’a hamd etmek tavsiye edilir. Hatta “Elhamdülillah de!” şeklinde Rabbimize sözle hamd etmemizi emreden ayetler vardır. (Neml, 27/59; İsra, 17/111; Mü’minun, 23/28.) Buna göre hamd sadece içimizde bir hayranlık ve takdir duygusu olarak kalmamalı; övgü ve şükür ifadesi olarak lisanımıza da yansımalıdır. Muhtemeldir ki bu emir, ağzımızdan çıkanların kalbimizdekini yansıttığı gibi dilin sürekli tekrar ettiği sözlerin de düşünce ve duyguları belirlediği hakikatinden ötürüdür.

Elmalılı Hamdi Yazır rahmetullahi aleyh Fatiha tefsirinde “elhamdülillah”ı açıklarken methetmek ile hamd etmek arasındaki ince farka dikkatlerimizi çeker ve der ki: “Hamd, methedilen şeyleri ihsan eden ve bu hususta İstediğini yapmakta tamamen özgür olan Cenab-ı Hak'ka yapılır. Bu yüzden, mesela güzel bir atı methederiz ama ona hamd etmeyiz. Medih sırf yağcılık olabileceği hâlde hamd ve şükür daima bir gerçekliğe dayalıdır ve bu nedenle de ahlakidir. Ayrıca hamdde tazim ve takdir manaları daha barizdir. Çünkü hamd eden henüz bir nimete vasıl olmadığından hamdine başka hiçbir amaç karışmamıştır. Saf bir tazimdir. O ihsanlara erişenlerin mutluluğuna gerçek bir kardeşlik duygusuyla iştirak ve sanki kendine verilmiş gibi sevinme vardır. Bu bakımdan “Hamdolsun!” diyebilen kişi gerçek bir mutluluk hissi yaşamış olur. Hamd, herkesin ermek istediği, ancak pek az kimsenin erebildiği bir mertebedir.”

Hamîd tecelli ederse
Hamîd isminin ilk ve en önemli tecellisi her durumda Rabbini öven kulun rıza makamına ulaşmış olmasıdır. Bu mertebeye ulaşan kul Rabbi ona verse de vermese de razıdır. Böyle olunca da hayat olayları karşısında tam bir sekinete/gönül huzuruna ulaşmış olur. Psikolojinin “kendinle barışık olmak” dediği bu ruh hâli aslında “Rabbinden razı olma”nın küçük bir alt başlığıdır. Kur’an’da bildirildiğine göre cennet ehli ahiretin şiddetli hâllerinden kurtulup cennete kavuştuklarında “Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun!”diyeceklerdir. (Fatır, 35/34.) Dünyada hamd makamına ulaşanlar da iç dünyalarındaki bütün tasaları gidermiş, takdir edilenle barışmış, dünyalarını cennet yapmış insanlardır. Tartışmalı olmakla beraber hamdin şükürden daha üstün bir mertebe olduğu söylenir. Çünkü şükür bir nimete karşılık yapılır; hamd ise o nimet size ulaşmasa da nimetin sahibini övmektir. Hamd kerim olanı zatından dolayı övmek iken, şükür kerim olanı kereminden dolayı övmektir. Efendimizin sıkıntılı anlarında “Elhamdü lillahi alâ külli hâl” (her hâlükârda Allah’a hamd olsun) demesi bu durumu teyit eder.

Hamîd ismiyle ahlaklanmak isteyen kişi, zatında bütün övülen davranışları toplamaya gayret eder ayrıca başkalarında gördüğü meziyetleri takdir etmede de cimrilik yapmaz. Çünkü bu isim övülen anlamına geldiği kadar öven anlamına da gelmektedir. İyiliklerin artmasının en etkin yollarından biri de iyiliğin yüceltilerek öne çıkarılması ve iyilerin övülüp takdir edilmesidir.

İnsanlar içinde bu ismin en yüksek düzeyde tecelli ettiği kişi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Zaten “Muhammed” ismi de sayısız güzel niteliği nedeniyle çok çok övülen demektir. Efendimize vaat edilen “Makam-ı mahmud” övülen makam, onun sancağının adı olan “livau’l-hamd” da övgü sancağı demektir. Kısaca Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, isim ve sıfatlarıyla, ahlak ve makamıyla âdeta hamd mertebesinin insanlık âlemindeki mücessem hâli gibidir.


En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

19 Ekim 2021 Salı

56- El-Veliyy ism-i şerifi:


Velî ismi “yakınlık, sevgi ve işleri üstlenip yardım etmek” anlamındaki velayet kökünden türemiştir. Genellikle “müminlere yardımcı, kâinatın ve bütün mahlukatın işlerini üstüne alan” şeklinde tanımlanır. Gazali rahmetullahi aleyh’e göre tek kelimeyle “dost” demektir. Dost sizi seven ve iyiliğinizi isteyen kişidir. Ama bir insanla ne kadar dost olsanız da sonuçta o da bir insandır ve çoğu zaman, üzüntünüze sizinle birlikte üzülmekten başka elinden bir şey gelmez. Oysa Allah-u Teala sizin dostunuz olursa O'nun dostluğu tüm yetki ve gücü elinde tutan bir makamın dostluğu demektir. (Bakara, 2/107.) Allah’ın dostluğu kulun iman ve bağlılığını, kendi yakınlığı ve himayesiyle ödüllendiren bir dostluktur. Allah’ın dostluğu, O’nun sizin işlerinizi üzerine alması ve sizi ulaştırmak istediği yere ulaştırması demektir.

Bakara Suresi, 257. ayette Rabbimizin buyurduğu üzere “Allah, iman edenlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velîleri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar.” 

Bu ayetle anlıyoruz ki Allah Teala bu dünyada inkârcılara da nimet vermesine rağmen “kâfirlerin velîsi” diye nitelendirilmez. Allah’ın umumi velayetinden insan-hayvan fark etmeksizin bütün varlıklar istifade ederken, O’nun hususi velayeti sadece müminler içindir. Onları günah ve dalaletin karanlıklarından çıkartıp hidayetin nuruna kavuşturur. Demek günahlardan kaçındırmak o günahları işlemesine müsaade etmemek de, hayırlarda ve hidayette daim olmakta Allah’ın Velî isminin tecellisiyledir.

Yine bu isim müminin başına gelen musibetlerde, hastalıklarda, darlık ve sıkıntılarda tecelli eder. El Velî isminin tecellisiyle Allah velisi olduğu kullardan o musibeti kaldırır, hastalıkları afiyete, darlıkları feraha çevirir. Bu isim bazen de dostlarına yardım edip düşmanlarını kahretmek şeklinde de tecelli eder. Birçok savaşta bu ismi şerif tecelli etmiş, yardım ve inayetini müminlere ihsan ederken düşmanlarını kahreylemiştir.

Yine bu ismin tecellisiyle müminin idare etmekte aciz kaldığı ve altından kalkamadığı işlerde Velî olan Rabbi onun imdadına yetişir ve o işlerin idaresini üzerine alır. Demek idare etmekte aciz kaldığımız işlerin idaresinin kolaylaşmasında, altından kalkamayacağımız işlerde muvaffak olmamız hep bu ismin tecellisiyledir. İnsan yaratış itibariyle aciz ve zayıf olarak yaratılmıştır. Gözle görülemeyecek bir mikroba yenik düşecek kadar acizdir. Bu aciz  kullar bu dünyada dertleriyle baş başa bırakılmamıştır. Velî olan Allah o mümin kullarının işlerini üzerine almış ve onların dostu ve velisi olduğunu her vakit onlara göstermiştir.

İşte Yüce Allah’ın Velî ismi de hayatın bizi hâlden hâle sokan tekâmül sürecinde Rabbimizin bize sahip çıkıp yardım ettiğini, elimizi hiç bırakmadığını gösterir.

Kur’an’da Velî
Velî ismi, Kur’an-ı Kerim’de yirmiyi aşkın ayette Allah’a nispet edilir. Kur’an’da bu kökden türeyen üç isim geçer: Velî, Vâlî ve Mevlâ. Velî, yukarıda da geçtiği üzere dost demektir. Ama bu dostluk arkadaşlık anlamında bir dostluk değil, rehberlik ve öncülük anlamı içeren bir dostluktur. Bu nedenle velî anlamındaki dostlar özenle seçilmelidir. Vâlî, işleri üstüne alan ve yöneten anlamına gelirken, Mevlâ da kendisinden yardım umulan, gerçek sahip demektir. (Âl-i İmran, 3/150.)

Kur’an ısrarla Allah’tan başka gerçek dost ve yardımcımız olmadığını vurgular. (Tevbe, 9/116; Ankebut, 22/22; Şura, 42/31.) Bu nedenle de Allah’tan başkasını –veya Allah ile beraber başkalarını- dost edinmemeyi, özellikle imansızların dost olarak görülmemesini tembih eder. (Âl-i İmran, 3/28; Nisa, 4/139; Tevbe, 9/23; Ankebut, 29/22; Secde, 32/4.) Kâfirlerin ve zalimlerin birbirlerine dost olduklarını (Casiye, 45/19.), müminlerin dostlarının ise ancak Allah ve Rasulü olduğu, namaz kılıp zekât veren, hicret edip cihat eden müminler olduğunu belirtir. (Maide 5/55; Enfal 8/72-73; Tevbe 9/71.) Hepsinden önemlisi Kur’an gerçek dostumuzun Yüce Allah olduğunu söylemekle yetinmez; tek başına Allah’ın dostluğunun yeterli olduğunu ve Allah’ın kuluna kâfi geleceğini söyler. (Nisa, 4/45; Maide, 5/56; Zümer, 39/36.) Allah Teala, kendisinden başka sığınılıp yardım istenecek dostlar arayanları ise zayıflıkları ile baş başa bırakır. (Ankebut, 29/41.) Sonuç olarak Allah en güzel dost ve en güzel yardımcıdır. (Enfal, 8/40.) Fakat Allah’ın dostluğunu kazanmak bazı vasıflara sahip olmayı gerektirir. Bu vasıfların başında iman gelir. Pek çok yerde Allah’ın müminlerin dostu olduğu açıklanır. (Bakara, 2/257, 286; Âl-i İmran, 3/68, 150; Muhammed, 47/11.) Bundan başka Allah takva sahiplerinin (Casiye, 45/19.) ve salih kulların (Araf, 7/196.) dostu olduğunu belirtir. 

Kur’an bize kimlerle asla dost olmamamız gerektiğini de öğretir. Buna göre: Yahudiler ve Hristiyanlar (Bakara, 2/120; Maide 5/51.), münafıklar (Nisa, 4/89.), kâfirler (Nisa, 4/144.), dinlerini oyun ve eğlence edinenler (Enam, 6/70.), Allah’a ve müminlere düşman olanlar (Mümtehine, 60/1.), ahiretten ümidini kesmiş ve Allah’ın gazabına uğramış olanlar (Mümtehine, 60/13.), din konusunda müminlerle savaşarak onları yurtlarından çıkaranlar (Mümtehine, 60/9.) asla dost edinilemezler. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in  “Kişi dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin.” (Tirmizi, Ebu Davud) sözü de bu ayetlerdeki uyarıların hikmetini açıklayarak pekiştirir.

Çeşitli vesilelerle tekrar edilen “müminleri bırakıp kâfirleri veli edinmeme, müminleri ihmal ederek kâfirleri dost tutmama” tâlimatı, müminlerle gayri müslimler arasındaki bütün iyi ilişkileri yasaklayan bir hüküm olarak anlaşılmamalıdır. “Müminleri bırakıp” kaydında ısrar edilmesi bu kaydın önemli olduğunu göstermektedir. Müminleri bırakmamak, onları birinci planda dost, veli, taraf saymak şartıyla gayri müslimler ile de, taraflar ve bütün insanlık için hayırlı olacak, faydalar sağlayacak, kötülükleri önleyecek ilişkiler kurmak, anlaşmalar yapmak ve dayanışmalarda bulunmak yasak değildir, hatta teşvik edilmiştir (Âl-i İmrân 3/28; Mümtehine 60/7-8).

Velî tecelli ederse
İnananların velisi olan Yüce Allah bir şeyin olmasını istediğinde önünde hiçbir engel yoktur. Allah bir kişinin velisi olduğunda ona bütün işlerini yoluna koyacak bir kapasite lütfeder. Lütuf ve ihsanıyla onu terbiye ederek iki cihanını mamur eder. Her durumda doğru olanı yapmaya muvaffak kılar. Rızasına erdirecek yolları gösterir; küfür ve inkâr sebeplerini ortadan kaldırarak kalbini küfrün karanlığından imanın aydınlığına çıkarır. (Bakara, 2/257.)

İnsanın Rabbinin velayetine nasıl güvenip iltica edeceğinin en güzel örneğini Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında görebiliriz. Kırk yaşına kadar toplumunun saygın ve sakin bir bireyi olarak yaşayan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, peygamberlikle görevlendirildiği andan itibaren akla hayale gelmeyecek zorluklarla karşılaşmıştı. Bu süreçte Allah Teala’yı yegâne dost ve yardımcı olarak bilmiş, savaşların en kritik anlarında dahi Rabbine güvenmiş ve sarsılmamıştı. “Hasbunallahu ve ni’mel vekil, ni’mel Mevla ve ni’me’n-Nasîr” (Allah bize yeter; O ne güzel vekil, O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır) sözü münafıkların ayağının kaydığı, müminlerin korku ile titrediği anlarda onun kararlılığını pekiştiren bir teslimiyet ve güven ifadesi idi. O, aynı zamanda bütün gayretini insanların Allah’ı yegâne velî olarak bilmelerini sağlamaya sarf etmişti.

Kuşeyri’ye göre Allah kimi dost edinirse onu kötülüklerden koruyup arzularını yerine getirir ve Hak dostlarının gönüllerine onun sevgisini yerleştirir. Fakat o sevilmeye değil, sevmeye odaklanmıştır. Ataullah İskenderi’nin dediğine göre insanlar tarafından sevilme arzusundan vazgeçmiş olmak Allah’ın kula verdiği değerin bir göstergesidir. Velayetten nasibi olan kişi çevresindeki insanların sıkıntıları ile meşgul olmayı hayatının misyonu hâline getirmiş kişidir. Herkesin derdi ile dertlenir. Şikâyet eden değil, çözüm arayan; yardım isteyen değil, yardım eden ve insanların kendisinden himaye gördüğü bir kişi olur. Bu elbette kolay değildir. Ama Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bize insanların arasına karışıp onlardan gelecek sıkıntılara sabretmenin, uzlete çekilerek sadece kendine yönelmekten daha hayırlı olduğunu haber vermiştir. Yeryüzünde Mevlâ’nın Velî isminin tecellisi olanlar, insana hizmetin nafile ibadetten daha üstün olduğunu bilenlerdir.

Kur’an ısrarla Allah’tan başka gerçek dost ve yardımcımız olmadığını vurgular. Bu nedenle de Allah’tan başkasını –veya Allah ile beraber başkalarını- dost edinmemeyi, özellikle imansızların dost olarak görülmemesini tembih eder. 

Son olarak; İnsan bu dünyada yalnız olmadığını bilmeli. Onu bilen, halini gören, sesini işiten, derdine derman yetiştiren ve kudreti her şeye yeten bir sahibi, bir velisi olduğunu unutmamalıdır.

İnsan bu kuvvet ve zenginliğin farkında olmalı hadiselerin karşısında asla ümitsizliğe düşmemeli Velî olan Rabbine dayanıp ona güvenmelidir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu


18 Ekim 2021 Pazartesi

Nisâ Suresi - 144 . Ayet Tefsiri

Ayet


  • يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْكَافِرٖينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَؕ اَتُرٖيدُونَ اَنْ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَاناً مُبٖيناً 
    ﴿١٤٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)


﴾144﴿
 Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?

Tefsir (Kur'an Yolu)


Çeşitli vesilelerle tekrar edilen “müminleri bırakıp kâfirleri veli edinmeme, müminleri ihmal ederek kâfirleri dost tutmama” tâlimatı, müminlerle gayri müslimler arasındaki bütün iyi ilişkileri yasaklayan bir hüküm olarak anlaşılmamalıdır. “Müminleri bırakıp” kaydında ısrar edilmesi bu kaydın önemli olduğunu göstermektedir. Müminleri bırakmamak, onları birinci planda dost, veli, taraf saymak şartıyla gayri müslimler ile de, taraflar ve bütün insanlık için hayırlı olacak, faydalar sağlayacak, kötülükleri önleyecek ilişkiler kurmak, anlaşmalar yapmak ve dayanışmalarda bulunmak yasak değildir, hatta teşvik edilmiştir (Âl-i İmrân 3/28; Mümtehine 60/7-8).

Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onlarla düşüp kalkanlar, dinleri ve dindaşları aleyhine de olsa kâfir dostlarının yapıp ettiklerine ses çıkaramayanlar, kâfirlerin kendilerine hâkim olmasına itiraz etmeyenler; bütün bunları –ki hepsi “velâyet, veli edinme” kavramına dahildir– mecbur olmadıkları halde yapanlar, kâfirlere dünyada ve âhirette verilecek cezaya katılmaya lâyık ve müstehak olurlar. Allah vereceği cezaya –âdeti gereği– bu yapılanları gerekçe gösterir.


Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 168-169

17 Ekim 2021 Pazar

54- El-Kaviyy - 55- El-Metîn ism-i şerifleri:


Türkçemizde de bir sıfat olarak kullanılan Kavî ismi kuvvet kökünden gelir ve “Yapmak istediği her şeye gücü yeten ve her anlamda yeterli olan” demektir. Ve Rabbimizin kudretinin mükemmelliğini ifade eder ve O’nun gücünün yetmeyeceği herhangi bir ihtimalin söz konusu olmadığını anlatır. Metanet ve sağlamlık anlamındaki Metîn ismi ise Allah’a nispet edildiğinde “Zatına herhangi bir zorluk ve yorgunluk olmayan, kudreti sonsuz” anlamına gelir. Allah dışında her şeyin gücünün bir sınırı vardır, yorulur ve yıpranır; O’nun sağlamlık ve dayanıklılığı ise eşsiz, benzersizdir.


Kuvvet, tam bir kudrete delalet ederken metanet bu kuvvetin şiddetini ifade eder. Allah’ın kuvvetinin sonsuz, tükenmez, gevşemez ve ölçülemez olduğunu gösterir. Allah’ın kudreti söz konusu olduğunda zorluk - kolaylık söz konusu değildir. O’nun için bir yaprağı yaratmakla kâinatı yaratmak birdir. Sözün kısası: Allah Teala tam bir kuvvet sahibi olmak bakımından kavî, gücünün çok şiddetli ve sağlam olması bakımından da metîndir.

Yüce Rabbimiz Hac suresinin 74. ayetinde kendisine şirk koşanları anlatırken “Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edip tanımadılar. Şu bir gerçek ki, Allah sonsuz kuvvet ve karşı konulmaz kudret sahibidir.” buyurur. Burada dikkatimizi çeken şey, Rabbimizin kendisini tanımamanın ne demek olduğunu sorguladığı böyle sarsıcı bir ifadede zatını müşriklere Kavî ve Azîz isimleriyle hatırlatmasıdır. Allah hakkında böyle vahim yanılgı içinde olan müşriklerin ahirette bütün güç ve yetkinin kimin elinde olduğunu anlayacakları ama iş işten geçmiş olduğu için bu idrakin fayda vermeyeceği de Bakara suresinin 165. ayetinde bildirilir. Oysa onlar bu dünyada iken iman edip günahlarına af dileselerdi Allah üzerlerine bereket yağmurları yağdıracağını ve güçlerine güç katacağını vadetmişti. (Hud, 11/52.)

Rabbimiz Kur’an’da iki yerde Kavî ismini “cezası çetin olan” anlamındaki şedidü’l-ikab terkibi ile birlikte getirmiş (Enfal, 8/52; Mü’min, 40/22.), bu da Kavî ismindeki ikazın tonunu artırmıştır. Kur’an’daki diğer yerlerde ise “yegâne galip” manasındaki Azîz ismiyle birliktedir. (Hud, 11/66; Hacc, 22/40,74; Ahzab, 33/25; Şura, 42/19; Hadid, 57/25; Mücadele, 58/21.) Bu ismin geldiği tüm ayetler Rabbimizin güç ve kudretinin anlatıldığı yerlerdir.

Kuvvet ve iktidarın şiddetini gösteren Metîn ismi ise Kur’an-ı Kerim’de sadece Zariyat suresinin 58. ayetinde geçer. Burası da Kur’an’da insanların yaratılış amaçlarının açıkça anlatıldığı Zariyat suresi 56. ayetin hemen devamındadır. Buna göre insanlar ve cinler ancak Allah’a kulluk etsinler diye yaratılmıştır. Rızık endişesi ile kulluk vazifelerinin ihmaline mahal olmadığı gibi bizim kulluk ve ibadetimizin Allah’a güç katmayacağını anlatmak üzere Rabbimiz bu bölümü “Bütün rızıkları veren bizzat Allah’tır. O erişilmez bir güç ve kudret sahibidir.” (Zariyat, 51/58.) ifadesiyle bitirirken kuvvet ve metanet sıfatlarını birlikte zikreder.

Kavî ve Metîn tecelli ederse: Lâ havle velâ kuvvete illâ billah
Kavî kuvvet verendir, Metîn de sağlamlaştıran. Sadece bunu bilmek bile bu iki ismin tecellisinin karakterimiz, inancımız, ahlakımız ve her iki cihanı ilgilendiren tüm işlerimiz için anlamını kavramaya yeter. Kişinin, bütün benliğiyle bağlandığı Yüce Yaratıcı’nın hiçbir tesir altında kalmadan dilediğini kudret ve merhametiyle yerine getirdiğini bilmesi O’na karşı hem haşyet hem sevgi duyması için önemli bir faktördür. Bu isimleri idrak eden hem kendi kulluğunu ve çaresizliğini itiraf etmiş, dolayısıyla sınırları ile barışmış, hem de bütün güç ve kudreti elinde tutana sığınmış olur. Özellikle kişinin kendi sınırları ile barışık olmasının onun ruh ve akıl sağlığı açısından önemi tartışılmazdır.

Bu isimlerin tecellisine en çok Allah’a karşı yükümlülüklerimizi yerine getirirken ihtiyaç duyacağımızı söylenir. Bu isimler bir kula tecelli ettiğinde o kul sorumlu tutulduğu ibadetlerin ağırlığına karşı Allah tarafından özel bir kuvvet kazanır denir.

Bu isimlerin tecellisiyle kişi, çevresinde bir ağırlık ve nüfuz kazanır. İnsanları idare etmek ve yönetmek onun için kolaylaşmış olur. Bu isimlere sığınanlar, iç ve dış dünyalarındaki olumsuzluklardan gereğinden fazla etkilenerek dürtüsel davranmazlar. Duruşları sağlamdır. Her anlamda kendilerini kontrol etmeye güçleri yeter. Hayat başarısının en önemli şartlarından biri olan iç disiplin tam da budur. Karakter ve irade zayıflığı, dünyevi veya uhrevi bir hedef çerçevesinde belirlenmiş bir programa uyma konusunda gereken sabrı gösterememek kişinin kendisinden başlayarak tüm çevresi için bir problemdir. Bu konuda bize ümit bahşeden husus ise kuvvet ve metanetin, diğer pek çok kişilik özelliği gibi, sonradan da kazanılabilir oluşudur. Rabbimizin esması bu konuda bir çok iç ferahlatıcı müjdelerle doludur. 

Yine de karakterimizin temel kuvvetleri bizim seçimimizle değil, Allah’ın takdiri iledir. Buna iman eden kişi eksik olduğunu bildiği ama düzeltme gücü bulamadığı hususlarda Allah’ın af ve merhametine sığınmalı; ne kendinden ne de başkalarından gücünün üstünde bir başarı bekleyerek eziyet etmemelidir.

Rabbinin Kavî ve Metîn isimlerine yürekten iman edip tam bir teslimiyetle sığınan insan, kolay kolay sarsılmaz. Bütün bu özellikleri nedeniyle bu isimler insanın hayatında büyük oluşumlara ve muhteşem bir etkiye sahiptir. Bu nedenledir ki Müslüman her ne zaman bir darlıkla karşılaşsa veya bir çıkmaza girdiğini düşünse “lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” (Bütün tasarruf, güç ve kudret Allah’a aittir.) der ve bu yolla kendi sınırlı gücünü Rabbinin sınırsız kuvvet ve metaneti ile takviye etmiş olur. Artık böyle bir gönül ne yorulur ne de yıkılır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

16 Ekim 2021 Cumartesi

53- El-Vekîl ism-i şerifi:


Vekil, sözlükte bir işin görülmesini kendisine havale ettiğimiz kişidir. Bir iş için başkasını vekil tayin etmek, o iş hakkında bizim yetersizliğimizi, onun da yetkinliğini gösterir. Bu manada Yüce Rabbimizin isimlerinden birinin de Vekîl olması, bütün yaratılmışların, her anlamda işlerinin görülmesinin, âlemlerin Rabbi olan Allah’a bağlı olduğunu ifade eder. Zira her şeyi tedbir ve idare eden, gözetip kollayan Rabbimiz bir an elini çekse ve mahlukatı kendi hâline bıraksa hiçbir yaratık varlığını dahi devam ettiremez.Hakiki vekil ancak Allah-u Teala'dır. Çünkü her işi bütün esrarıyla bilen ve her müşkülü açan yalnız O'dur. (Nisa, 4/132.) İnsanların, birbirlerinin işlerini görmeleri mecazi bir vekalettir. Onda vekâlet manasından ziyade yardımlaşma ve karşılıklı bedel alma manası vardır. bir tüccar, bir avukata iş verdiği zaman biri ona bilgisi ile yardım ediyor, öteki de para bedeli ile onu karşılamış oluyor demektir.

Vekîl isminin kapsamını ortaya koyması bakımından İmam Mâtürîdî’nin İsra suresi 65. ayetin tefsirinde yaptığı tanımlama önemlidir. Buna göre Vekîl, insanı şeytanın özendirmelerinden koruyan, onun hilelerine karşı kuluna destek veren, sığınacak bir yer bulmasını sağlayan ve bütün işlerimizde güvenilebilecek gerçek dosttur. Allah birine Vekîl olduğu zaman onu bilemeyeceği zorluklardan uzak tutar; hesap ve hayal edemeyeceği kolaylıklara eriştirir.

Yüce Rabbimizin Vekîl ismi sadece dünyayı değil, ahireti de içine alır. Allah birine Vekîl olmuşsa onun dünyası da ahireti de kurtulmuştur. Halbuki insanın insana vekâleti böyle değildir. Bu tezadı hatırlatmak üzere Nisa suresi 109. ayette, dünyada hainleri savunanlara kıyamet gününde kimin vekâlet edeceği sorulur.

Elbette Vekîl isminin bütün kapsamı ile etkin olması Rabbimizin diğer esması ile yakından ilişkilidir. Zira bu kapsamda bir vekâlet için güç-kudret, ilim-hikmet, mülk-saltanat ve daha nice nice üstün vasıflara sahip olmak gerekir.

Kur’an’da Vekîl ve Tevekkül
“Vekîl” vasfı Kur’an’da hem Allah hem de insanlar için kullanılmış, ancak her nerede insanların vekil olarak görülmesinden söz edilmişse orada bu vekâlet olumsuzlanmıştır. Bu da Vekîl sıfatının kuşatıcı anlamda hiçbir zaman insana verilmediğini göstermektedir. (Nisa, 4/109.) Öyle ki 10 dan fazla ayette Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in dahi insanlara vekil olma görevinin bulunmadığı ısrarla belirtilmektedir. (Yunus, 10/108; İsra, 17/54.) Peygamber demek Allah'ın bir vekili demek değildir. Allah'ın buyruklarını insanlara öğreten bir emir kulu demektir. Peygamberin görevi insanlara akıbetlerini bildirerek kötü sondan nasıl kurtulacaklarını göstermektir. Onları girdikleri yoldan zorla çevirmek ve işlerinin akıbeti konusunda sorumluluğu üstlenmek gibi bir görevleri yoktur. (Hud, 11/12.)

Ondan fazla ayette ise Vekîl sıfatı zât-ı ilâhiyyeyi nitelendirmekte (Ahzab, 33/3.); O’nun güvenilecek en güzel varlık olduğu, kendisine güvenen kimseyi koruduğu ve her şeyi gördüğü ifade edilmektedir. Bu ayetlerden biri de “hasbunallahu ve ni’mel vekil/ Allah bize kafidir; O ne güzel vekildir!” sözüdür. (Âl-i İmrân, 3/173.) Bu söze hakkıyla inanan ve dilinden düşürmeyerek bu inancı her daim tazeleyen insan için yıkılmak, bitmek, mahvolmak gibi ifadeler ve onların çağırdığı psikoloji asla söz konusu değildir.

Vekil kılma anlamına gelen “tevekkül” Kur’an ve sünnette en çok bahsi geçen kavramlardan biridir. Tevekkül manevi bir imdat istemedir. Allah’a karşı bir dilek ve temenni vasıtası olan sebeplere yapıştıktan sonra arzu edilen neticenin yaratılmasını O’na havale etmek ve sonuçta olana da razı olmak anlamındadır. Bu sebeple rızanın ilk basamağıdır. Kur’an’da kırktan fazla yerde geçen tevekkül, kulluk ve insanlık görevlerini ihmal ederek sırtını Allah’a dayamak değil, aksine Allah’ın emirlerine tam bir teslimiyetle uyarken ve gereğini yaparken başına gelebilecek olanlar hakkında Allah’a güvenmektir. (Ahzab, 33/1-3.) Allah’ı vekil edinerek işleri O’na havale etmek her zaman elinden gelen bütün gayret bittikten sonradır. (Âl-i İmrân, 3/159.)

İnsanın ruh sağlığı için tevekkül şarttır. Çünkü ne kadar planlı hareket edersek edelim her zaman karşımıza hiç hesapta olmayan terslikler çıkabilir. Aldığımız tedbirler, yaptığımız istişareler, akla hayale gelmeyen sebepler yüzünden boşa gidebilir. İşte bu noktada devreye tevekkül girer. Tevekkül çabadan sonraki gönül huzurudur. İnsanı her türlü anlamsız kaygıdan ve kendi gibi eksik kullara dayanıp boyun bükmekten kurtarır.

“Tevekkül” fiilinde fail her zaman insanlar, kendisine tevekkül edilen ise sadece ve sadece Allah’tır. Zira kendisine güvenilip bütün işlerin sonunun havale edileceği makam her şeye gücü yeten, hayatı ve ölümü dahi elinde tutan bir makam olmalıdır: “Sen, o ölümsüz ve daima diri olan (Allah’a) tevekkül et.” (Furkan, 25/58.) Allah’a güvenen O’ndan başkasının vekâletine ihtiyaç duymaz: “Kim Allah’a tevekkül ederse O kendisine yeter.” (Talak, 65/3.)

Gücü sonsuz ve sınırsız olan Rabbimizin Vekîl ismi ile tecelli edip her işimizde bizi koruyup kollaması kulun O’nu vekil edinirken duyduğu güven ve teslimiyete bağlıdır. Ne zaman dara düşse “Allah bize yeter, O ne güzel Vekîl’dir.” diyebilenler şeytanın bütün vesvese ve korku yollarını kapatmış olurlar. (Âl-i İmrân, 3/175.) Onlar, Allah’ın Vekîl ismine dayanır ve şeytanın vesvesesi olan bütün kaygılarından azat olurlar. (Nahl, 16/99.) Korku ve kaygılardan kurtulmak ise doğru yoldan sapmadan dümdüz ilerleyebilmek için olmazsa olmaz bir şarttır. Kişiliğimizi eğip büken, ahlakımızı sekteye uğratan hep korku ve kaygılarımızdır. Bu isme sığınan kişi, ateşin karşısındaki İbrahim aleyhisselam, Kızıldeniz karşısındaki Musa aleyhisselam, Sevr Dağı’ndaki Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gibidir: Sakin, mütevekkil, onurlu… Bu insanlarda telaş, acelecilik, panik görülmez; hiçbir zaman tepkisel değillerdir, insan haysiyet ve vakarına aykırı düşecek hiçbir hâlleri yoktur.

Yüce Rabbimizin her bir ismi karakterimizdeki bir güce işaret eder. Yani her bir isim tecelli ettikçe içimizde bir kapı açılır, ahlakımız ve bedenimizle birlikte tüm varlığımız zenginleşir. Her bir isim bir tarafımızı tamir eder, sağlamlaştırır, güzelleştirir. Vekîl ismi de tecelli ettiğinde insanın yeryüzündeki vekâlet rolünü pekiştirir. O kişi artık tüm yeryüzünün, canlı-cansız tüm varlıkların vekilidir. Bu vekâlet, Allah’ın mülkü olan yerkürede O’nun emaneti olan bütün yaratılmışlara O’ndan gelen talimatlara göre hilafeten göz kulak olma görevidir. Dolayısıyla bu ismin tecelli ettiği insanlarda emanet ve sorumluluk bilinci yüksektir. Üstlendikleri işlerin hakkını verirler. Kendilerine verilen hiçbir sorumluluk konusunda gözünüz arkada kalmaz.

Bu isimle ahlaklanan insan bilir ki onun bu dünyada bir şeylere sahip olması kendi adına değil, vekâletendir. O, kendisinin vekâletine verilen hayat, beden, mal, mülk, evlat, aile, makam, mevki, kısacası bütün varlığının emanetçisidir. Günümüz insanı bu bakışı yitirip kendisini başta bedeni olmak üzere her şeyin gerçek sahibi sandığından o şeyler üzerinde sınırsız bir tasarruf yetkisi olduğunu zannetmektedir. Kürtaj, keyfi estetik operasyonlar, cinsiyet değiştirme, genlerle oynama gibi dinimizin asla müsaade etmediği bedenle oynamalar hep vekâlet bilincinin mülkiyet bilincine dönüşmesi nedeniyledir. Çevre sorunlarının da temelinde bu zihniyet dönüşümü vardır. Kendini vekil değil, asil zanneden bu yeni insan için varlık âlemi, hesabını vereceği bir emanet değil, zevkini süreceği bir mülkiyettir.

Rabbimiz bizlere acizliğimizi ve fakirliğimizi hissettirsin. “Biz kendimize yeteriz” diyen gafillerden olmaktan muhafaza eylesin ve Her işimizde Vekil olarak kendisine güvenip tevekkül eden kullarından eylesin. Amin.


En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

15 Ekim 2021 Cuma

52- El-Hakk ism-i şerifi:


Tartışmasız ve şüphesiz olan gerçeğe hak denir. Allah’ın hak olması, onun varlığının kesin olmasıdır. Allah-u Teâla Hakk’tır ve hakkın ta kendisidir. Varlığı zaruri, yokluğu asla düşünülemeyen, hem ezeli hem de ebedi olandır. İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh, hakkı bu manasıyla zâtî isimlerden saymış ve onun Esmâ-i Hüsnâ içinde lafza-i celâlden hemen sonra geldiğini söylemiştir.

Allah-u Teala'nın varlığı daima sabittir. O'nun zatı, yokluğu kabul etmediği gibi, herhangi bir değişikliği de kabul etmez. Hakikaten var olan yalnız Allah’tır ve hiç değişmeyerek hakikaten sabit olan da O'dur. Çünkü O, varlığında zatından başkasına muhtaç değildir. Kainat dediğimiz başka varlıklar ise, Allah-u Teala’nın yaratması ile var olmuşlardır. Onların içinde varlığı, "ezeli ve kadîm" hiçbir mevcut yoktur. Hepsi de sonradan yaratılmış ve her birinin ömrü bir başlangıç ve bir son ile çevrilmiştir. Zamanın ancak bir parçasını işgal ederler. Sonra bütün kainat ve onun her zerresi, ömürleri boyunca bir hal üzere sabit değildir. Daima halden hale, tavırdan tavıra değişir dururlar.

İşte bütün kainatı kaplayan ezeli nizam budur. Allah’tan başka her şey değişir, yıkılır, tekrar yapılır; baki, ancak Hak'tır.

Allah’ın varlığı şu âlemdeki en büyük hakikattir. Her bir varlık, yokluktan varlık âlemine çıkmasıyla; hayat verilmesiyle, yaratılışıyla, rızıklandırılmasıyla Hak olan Allah’ı bizlere anlatmaktadır.

O’nun varlığı hak olduğu gibi isim ve sıfatları, sözleri ve fiilleri de haktır. Ne yapmışsa, ne emretmişse hepsi haktır. Gönderdiği peygamberler, indirdiği kitaplar haktır. Kısacası Allah’ın dini, peygamberi, emri, işi gibi O’na nispet edilen her şey haktır. Hak Allah olmasaydı hakikat diye bir şey olmazdı. Evrendeki gerçekliği O’nun varlığını hesaba katmadan anlayabilmek imkânsızdır. Bir şey hakikat olup da Allah-u Teala ile bir bağı olmaması imkânsızdır. Allah’tan kopuk çalışan bir akıl eğer ulaştığı hakikatin Allah ile ilişkisini kuramazsa o hakkaniyetli bir sistem ve toplum inşa edemez. 

İnsanların kendine göre bir hakikat ölçüsü vardır. Kimi faydası, kimi iyiliği, kimi de güzelliği ile belirler eşyanın değerini. Gerçeği sadece gerçek olduğu için beğenip seven azdır. Biz yaratıcımızın gerçekliğini O’nu dinleyerek öğreniriz. O’na ulaşmanın başka yolu yoktur çünkü.

Kur’an-ı Kerim’de hak kelimesi çeşitli formlarda kullanılır. Bu zengin kullanım içinde pek çok yerde Allah’a nispet edilir. Bunların bazısında doğrudan zat-ı ilahiyyeye izafe edilir. (Kehf, 18/44; Hac, 22/6, 62; Nur, 24/25; Lokman, 31/30.) Kur’an’da yüzlerce kez tekrarlanan hak kavramı Allah’tan başka Hz. Peygamber’in (Bakara, 2/119; Tevbe, 9/62; Neml, 27/79.) ve dinin (Tevbe, 9/29, 33; İsra, 17/81.) hak olduğunu da ortaya koyar. Hak aynı zamanda Kur’an’ın ismidir. (Bakara, 2/176; Yunus, 10/94.) Fussılet suresinin 42. ayetinde açıkça dile getirildiği üzere Kur’an baştan sona haktır; batıl onun yanına bile yaklaşamaz. Allah’ın indirdiği kitapların gerçekliğini göremeyenler aslında Allah’ın Hak oluşunu layıkıyla takdir edemeyenlerdir. (Enam, 6/91.) Hak ismi Kur’an’da Melik (Taha, 20/114; Mü’minun, 23/116.) ve Mevla (En’am, 6/62.) gibi otorite bildiren sıfatlarla birlikte gelerek Allah’a karşı hiçbir güçte gerçeklik görmemek gerektiği vurgulanır.

Kur’an’da “Hakk” kavramının neredeyse bütün boyutlarıyla ve kuvvetle vurgulandığı yer Yunus suresidir. Surenin 30. ayetinde kıyamet gününde Hakk olan Mevla’nın huzuruna çıkıldığında kendisine tanrı gibi muamele ettiği tüm varlıkların kişiyi tek başına bırakacakları hatırlatıldıktan sonra 31. ayette Hakk İlah’ın vasıfları sayılıyor ve kâinatın sevk ve idaresini yürüten, bütün işleri elinde tutan gerçek tanrıya neden kulluk edilmediği soruluyor. Esas olarak da 32. ayette ise önemle “Bu hakikat kabul edilmediğinde geriye sapıklıktan başka ne kalır?” diye sorularak iman meselelerinde yalnızca hak ve batılın olduğu; ikisinin arasında belirsiz bir alan olmadığı vurgulanıyor. 33 ve 34. ayetlerde Allah-u Teala hakkında yanlış inançlara sapanların hâlleri kısaca özetlendikten sonra 35. ayette “Sadece Allah insanı hakka/doğru yola iletir.” denilerek vahyin ışığı olmadan hakka ulaşmanın imkânsızlığı gösteriliyor.

Hakk’ın zıddı batıldır. Gerçek dışı ve asılsız anlamına gelir. Bir şey hak ise onun varlık içinde bir anlamı ve yeri vardır; batıl ise anlamsız ve amaçsızdır. O yüzden batıl yok olmaya mahkûmdur. (İsra, 17/81; Enbiya, 21/18; Şura, 42/24.) Halbuki Allah’ın yarattığı hiçbir şey batıl değildir. (Âl-i İmran, 3/191; Sad, 38/27.)

 Hakikate saygı duymayıp onu istediği gibi evirip çevirmeye kalkanlar Yüce Allah başta olmak üzere O’nun dinini, kitabını, peygamberini kendi arzu ettikleri gibi tanımlamak isterler. Böyle olunca da hakkı batılla karıştırmış olurlar. Oysa bir kez batıl ile karıştırılan hak, artık hak olma ve doğruya ulaştırma niteliğini yitirir. (Yunus, 10/30-35; Mü’minun, 23/7.) Hak geldikten sonra batılın ortaya bir şey koyma veya durumu haktan önceki hâle geri döndürme gücü asla yoktur. (Sebe, 34/49.) Kur’an-ı Kerim hak ile batılı karıştırmama konusunda bilhassa dikkatlerimizi çeker. (Bakara, 2/42.) Tarih boyunca hakkın karşısına batılla çıkarak onu yok etmeye çalışanların sonlarını haber vererek bu yola girmememizi söyler. (Kehf, 18/56; Mü’min, 40/4-6.) Bütün bunlara rağmen tek hedefi bu dünyanın gösterişli hayatı olduğu için batıl yollara sapanların öbür dünyada amellerinin batıl çıkacağını haber verir. (Hud, 11/15-16.) Pek çok yerde de malların batıl yollara başvurularak ele geçirilmesi eleştirilir. (Bakara, 2/188; Nisa, 4/29, 161; Tevbe, 9/34.)

Hakk’ın tecellisine mazhar olanlar için hak her şeyden yücedir. İbn Abbas radıyallahu anh’tan bir rivayette hakkın hatırının yüceliğini gösteren bir hatırlatma yapılır: “Sana hakkı getirenden hakkı kabul et! Küçük, büyük ya da hoşlanmadığın birinden de olsa. Batılı da reddet! Küçük, büyük veya hoşlanıp sevdiğin birinden de olsa.” 

Ayrıca İslam’a göre hakikat gizli saklı değildir. Gazali rahmetullahi aleyh’in de işaret ettiği gibi alenidir ve herkesin erişimine açıktır. Bu yüzden hakikate ulaşmak için bizi sırlı bilgilere erdirecek gizemli yollara ihtiyacımız yoktur.

Evet, bu ismin tecellisiyle bizler hakkı hak, batılı batıl olarak biliyoruz. Eğer Cenab-ı Hakk’ın bu isminin tecellisi olmasaydı bizler neyin hak, neyin batıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektik.

Bu ism-i şerife karşı vazifemiz ise şudur;

Hak ile gönderilen Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e ve hakkın ezeli kelamı olan Kur’an’a tabi olmaktır. Ta ki bununla Hakk’ı hak bilip hakka tabi olalım batılı batıl bilip ondan yüz çevirelim.

Son olarak da;
Abdullah b. Abbas radıyallahu anh’ın rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem teheccüd namazındaki duasında El Hakk ismiyle şöyle dua ettiğini aktarır: “Allah’ım! Sen haksın, vaadin hak, sözün haktır; sana kavuşmak haktır, cennet hak, cehennem haktır; peygamberler haktır; kıyametin kopması haktır.” (Buhârî, “Tevhîd”, 24, 35; Müslim, “Müsâfirîn”, 199)

Cenab-ı Hak bizleri hakkı gören, hakkı dinleyen ve hakkı söyleyen hakiki kullarından eylesin. Aminn.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

14 Ekim 2021 Perşembe

51- Eş-Şehîd ism-i şerifi:


Şehîd, şehadet kökünden türemiştir ve şehadet de “kesin olarak bilen ve bildiğini haber verme konusunda kendisine güvenilen kimse” demektir. Şehadet kesin tanıklık ifade ettiği için; Allah’a ve peygamberine imanımızın tanıklık beyanı olan cümleye “kelime-i şehadet/tanıklık ifadesi” denir. Şehit olanlar da Rablerinin şehitlere vaat ettiği nimetlere şahitlik ettiklerinden o sıfatı alırlar.

"Şehîd", "şâhid"in mübalağasıdır. "Şâhid", bir hadise meydana gelirken, orada hazır olup hadisenin meydana gelişini gözleriyle gören kimseye denir.

Fakat hadise yerine uzak olanlar, gözleriyle göremeyeceklerinden, başka vasıta ile hadiseyi öğrenseler bile onlara şahit denmez.

İnsanlar bulunmadıkları bir yerde olan biteni bilemedikleri gibi bizzat bulundukları ortamda da hakikatin tamamını bilemezler. Örneğin kısa süre önce yaşadığımız bir olayla ilgili bilgimize başvurulsa, sorular arttıkça aslında detayları nasıl da gözden kaçırdığımızı fark ederiz. 

Allah-u Teala, işte bu suretle, kullarının görmedikçe bilemeyecekleri ya da gördükleri halde hakikatin tamamını bilemeyecekleri bütün hadiseleri bilir, onun için her şeye karşı Allah hem şâhiddir, hem şehîddir.

Rabbimizin Şehîd ism-i şerifi ile tecelli etmesi, O'nun her ayrıntıyı görmesi, hiç ayrılmadan, devamlı yanımızda olması demektir. “Allah her yerde hâzır ve nâzırdır” demek, O’nun her zerreye yakınlığı birdir, hiçbir şey O’ndan uzak olup gözünden kaçamaz demektir. Yani Rabbimiz hayatımızın tanığıdır ve mahkeme-i kübrada bizim iddialarımıza karşılık O’nun tanıklığı olacaktır. Çünkü bir tek O “her şeyi aslî hüviyetiyle tam olarak bilen”dir. Bu cihetiyle onun adı "Alîm"dir. Hadiselerin iç yüzünü bilmesi yönünden O'nun adı "Habîr"dir. Dış yüzünü bilmesi yönünden de adı "Şehîd"dir.

 O halde, başkalarının yanında yapmaktan çekindiğimiz kötü işleri, tek başına kaldığımız vakit yapacak olursak, her anda ve her yerde hazır ve nazır olan Allah-u Teala'ya önem vermemiş oluruz. Allah’ın her yerde bulunduğuna ve her işi gördüğüne inanmış olanlar, kimsenin yanında kötülük yapamadığı gibi tek başına kaldığı ve hiç kimsenin görmediği, duymadığı yerde dahi bir kötülük yapamaz. Hatta kötülük yapmayı içinden daha iyi geçiremez. Çünkü Allah Alîmdir., Habîrdir, içimizi de dışımızı da aynı suretle görür ve bilir.

Şehîd ismi şerifi, Alîm ve Habîr isimlerine benzer. Aralarındaki ince fark şudur: İlim, mutlak olarak nazara alındığında Allah Alîmdir. İlim gayba izafe edildiğinde, yani Allah’ın, gaybı bildiğinden bahsedildiğinde Allah Habîrdir. İlim zahiri işlere izafe edildiğinde, yani Allah’ın, görünen eşyayı bildiğinden bahsedildiğinde ise Allah Şehîddir. Yani mesela, Allah beni bilmesiyle Alimdir; kalbimden geçenleri bilmesiyle Habîrdir; zahiri işlerimi bilmesiyle de Şehîd’dir.

En’am,19. ayetin bildirdiğine göre Rabbimiz en yüce, en büyük şahittir. Rabbimizin şahitliği yanında, bütün yaptıklarımız organlarımız tarafından da kaydedilmektedir ve kıyamet gününde hepsi şahitlik edecektir (Nur, 24/24; Yasin, 36/65; Fussılet, 41/20.) O gün hesap meydanına herkes amellerinin şahitleriyle birlikte sürülecektir (Kaf, 50/21.) ki insan inkâr veya gizleme için hiçbir yol kalmadığını bilecek ve hesabını o şekilde verecektir. Aslında insan her hâliyle daha bu dünyada iken ne kadarlık biri olduğuna kendisi şahitlik edip durmaktadır. (Adiyat, 100/7.)

Bu arada Rabbimizin şahitliğini sadece ahirette tecelli edeceğini düşünmemek gerekir. Tersine O, dünya hayatımızda da bizi bir an bile şahitsiz bırakmamaktadır. (Al-i İmran, 3/18.) Aslında Rabbimizin Şehîd isminin en büyük tecellisi de peygamberler göndermesi olmuştur. (Nisa, 4/41; Maide, 5/117; Nahl, 16/84, 89;Hac, 22/78; Kasas, 28/75.) Onlara iman edenler de kendi çağlarının örnek alınacak rol modelleri, şahitleri olurlar. (Bakara, 2/143; Al-i İmran, 3/52-53.) Kaf suresi 37. ayet bu şahitliği hakkıyla ifa edebilmek için kulaklara ve kalplere dikkatimizi çeker.

Hukuki davalarda tanıklığına başvurulan kişinin, o anda insan hayatı ve şerefine dair taşıdığı sorumluluğun idrakinde olması ve şahitliğini Allah rızasından başka bir amaç gütmeden hakka göre yapması da Kur’an’da dehşetli ifadelerle vurgulanır. (Nisa, 4/135; Maide 5/8.)

Bu ismin muhtevası insanı bütün düşünce, duygu, niyet ve amellerinde dikkatli ve dürüst olmaya davet eder. Böylece bugünkü psikolojinin ısrarla vurguladığı iç denetimi -bizim bildiğimiz adı ile murakabeyi- başarmaya yardımcı olur. Bütün varlık âlemi içinde bunu yapabilecek tek varlık insandır. Çünkü kendi davranışlarına dışarıdan bir gözle bakabilme yetisi bir tek ona verilmiştir. 

Murakabe haline ulaşan, yani her an Allah-u Teala’nın gözetiminde olduğu bilincine eren kişi artık ihsan makamındadır ve böyle biri için başkalarının ne diyeceği tamamen önemini yitirmiştir. Artık kişinin hesap vereceği tek makam, vicdanına yerleşmiş olan Rabbinin gözetiminde olduğu şuurudur.

Bu isimden insanın hissesi şudur: Allah-u Teala, tüm insanların her an, her saniye kalplerindeki niyete, akıllarından geçen her düşünceye şahittir. Öyleyse kişi her vakit Allah’ın her ameline şahit olduğunu; yaptıklarını gördüğünü ve bildiğini düşünmeli ve buna göre davranmalıdır. Bir günahı işlerken insanların görmesinden ve bilmesinden rahatsız olan insan, Allah’ın her haline her an şahit olduğunu unutmamalıdır.

Rabbimiz bizleri de bu ismin hakikatine ulaştırsın. Amin.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu