“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Yüce Allah (Celle celaluhu) şöyle buyurmaktadır:
"Ey âdemoğlu! Bana hizmet et; ben bana hizmet edeni sever ve kullarımı onun hizmetine koştururum.
Sen, ömrünün geçip giden kısmında bana isyanının ne ölçüde olduğunu bilemezsin. Yine ömrünün kalan kısmında da bana ne derece isyan edeceğini bilemezsin.
Beni unutma, hatırında tut; zira ben dilediğim her şeyi yaparım. Bana kulluk et, çünkü sen zelil bir kulsun. Ben ise yüce olan rabbim.
Eğer kardeşlerin ve sevenlerin senin günahlarının kokusunu alabilseler ve senin işlediğin ameller hakkında benim bildiklerimi bilselerdi, (günahlarının kötü kokusundan dolayı) seninle oturmaz ve yakınlık kurmazlardı.
Nasıl oluyor da, ömrün annenin seni doğurduğu günden bu yana eksilip dururken, günahların her geçen gün artıyor?
Ey âdemoğlu! Gemisi battıktan sonra denizin ortasında etrafı dalgalarla çevriliyken bir tahta parçasına tutunmak zorunda kalan birinin uğradığı felâket, senin şu an içinde bulunduğun durumdan daha kötü değildir.
Günahlarının cezasını kesin olarak göreceğini kabul et; yaptığın hayırlı amellerinin kabulü hususunda ise korku içinde bulun.
Ey âdemoğlu! Ben sana afiyet nazarı ile bakıyor ve günahlarını örtüyorum. Oysa benim sana bir ihtiyacım yok. Sen ise bana muhtaç olduğun halde isyan içindesin.
Ey âdemoğlu! Ne zamana kadar böyle idare edeceksin? Fâni olduğu halde dünyayı imar ediyorsun ve baki olduğu halde âhireti harap bırakıyorsun.
Ey âdemoğlu! Yarattıklarımı idare ediyor ama yine de zararlarından korkuyorsun.
Ey âdemoğlu! Yer ve gök ehlinden herkes senin bağışlanman için talepte bulunsa bile senin günahların için ağlaman gerekir. Çünkü hangi hal üzere benimle karşılaşacağını bilmiyorsun.
Ey İmran oğlu Musa! Söyleyeceklerimi iyi dinle! Ben hakkı söylerim. İnsanlar onun şerrinden, zulmünden, hilesinden, haset, kin ve koğuculuğundan emin olmadıkça hiçbir kulum bana iman etmiş değildir.
Ey Musa, 'De ki: İşte bu, size rabbinizden gelen haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.'" Kehf 18/29.Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
20 Ekim 2016 Perşembe
17 Ekim 2016 Pazartesi
Üslubumuz her zaman yumuşak mı olmalı?-Faruk Beşer
... İslam'a davet yönteminin iki temel metodu vardır:Hikmet ve meviza-i hasene. Öteki ile yapılacak cidal, yani tartışma ise davet için değil itirazlara cevap vermek içindir. Yani anlatma ve savunmanın hepsi aynı şey değildir. Davette esas, kavl-i leyyin/yumuşak söz ile olmasıdır. Ama meselenin bir bütün olarak doğru anlaşılabilmesi için Kuranıkerim'in müsenna/simetrik üslubu da hesaba katılmalıdır.
...Hiç kimseye bağırıp çağırarak, hakaret ederek, aşağılayarak, suçlayarak hakikati anlatamazsınız. Aksine onu yanlışta daha da derinlere itersiniz. İşte Kuranı kerim'de bunu anlatan pek çok ayeti kerime ve bunların tefsiri sadedinde Resulüllah'ın da pek çok sözlü ve fiili hadisi şerifleri vardır. Mesela:
Sözünü ettiğimiz, Hz. Musa ve Harun'un gidip Firavuna kavl-i leyyin ile anlatmalarının istenmesi bunun en açık delilidir.
Allah bir yerde “insanlara güzel söyleyin” (Bakara 2/83) buyurur. Burada kullanılan 'güzel' kelimesi sıfattır ve sıfatlanan şey zikredilmemiştir. Bunun anlamı, 'hem söylediğiniz şey bizatihi güzel olsun, hem de onu güzel şekilde söyleyin' demektir.
Şu mealdeki ayeti kerime bize muhteşem bir öğüt verir:
“Ey müminler! Allah'ın azabından takva ile korunun ve düzgün sözler söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Ahzab 33/70, 71).
Demek ki, hem birey hem de toplum olarak ümmetin işlerinin düzgün gitmemesinin sebeplerinden birisi de dürüst, doğru ve düzgün konuşmayışımızdır.
Uhut Harbinin sebep olduğu çalkalanma ortamında, Allah'ın başta kendi elçisine verdiği şu talimat öncelikle lider ve yönetici olma durumundaki insanlar için ama aynı zamanda bütün müminler için gerekli en önemli ahlaki erdemdir.
“Sen Allah'ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer katı kalpli bir nobran olsaydın etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet, onlar için mağfiret dile, işiniz hakkında onlarla istişare et. Ama kararını verdiğinde, artık Allah'a güven. Allah tevekkül edenleri sever” (Âli İmran 3/159).
...Şimdi gelelim meselenin öbür yönüne:
İslam'ın daveti, tebliği, onuru ve haysiyeti söz konusu olduğunda 'öteki'ne temenna durmak, yaltaklanıp müdara etmek asla yoktur. Hz. Âdem'den Resulüllah'a kadar bu hiç olmamıştır. Daha ilk gelen surelerden birinde Allah, elçisini uyarır: “Asla yalancılara itaat etme. Onlar istiyorlar ki, biraz sen yumuşayasın, biraz da onlar yumuşasınlar” (68/9). “Eğer biz senin ayaklarını sabit kılmasaydık onlara az da olsa meylederdin. O zaman da sana hem hayatın hem ölümün iki kat sıkıntısını verirdik ve bize karşı bir yardımcı da bulamazdın” (17/İsra 17/74, 75).
“Muhammed Allah'ın resulüdür. Onunla beraber olanlar kâfirlere karşı çok şedit, kendi aralarında ise çok merhametlidirler” (Feth 48/29).
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et ve onlara çok sert davran” (Tahrim 66/9).
“Savaşta ele geçirirsen onlara öyle bir ceza ver ki, arkadan gelenleri onunla darmadağın edesin, belki bu yolla ders alırlar” (Enfal 8/57).
Demek ki, normal zamanlarda insani ilişkilerde, İslam'ı anlatmada, temsil ve davet etmede esas olan kavl-i leyyindir, nezakettir. Bu çok önemli bir İslam edebi ve ahlakıdır. Ancak İslam'ın ve Müslümanların izzeti söz konusu olduğu yerlerde sertlik ve tavizsizlik de İslam'ın gereğidir.
“Muhammed Allah'ın resulüdür. Onunla beraber olanlar kâfirlere karşı çok şedit, kendi aralarında ise çok merhametlidirler” (Feth 48/29).
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihat et ve onlara çok sert davran” (Tahrim 66/9).
“Savaşta ele geçirirsen onlara öyle bir ceza ver ki, arkadan gelenleri onunla darmadağın edesin, belki bu yolla ders alırlar” (Enfal 8/57).
Demek ki, normal zamanlarda insani ilişkilerde, İslam'ı anlatmada, temsil ve davet etmede esas olan kavl-i leyyindir, nezakettir. Bu çok önemli bir İslam edebi ve ahlakıdır. Ancak İslam'ın ve Müslümanların izzeti söz konusu olduğu yerlerde sertlik ve tavizsizlik de İslam'ın gereğidir.
Yazının tamamı için:
15 Ekim 2016 Cumartesi
14 Ekim 2016 Cuma
13 Ekim 2016 Perşembe
Kaderimizi değiştirebilir miyiz? -Faruk Beşer
Faruk Beşer Hoca'nın "Kader" ile ilgili cok güzel bir yazısı:
... kader olmuş ve olacak her şeyi Allah’ın ezelden bilmesi ve mahiyetini bizim bilemediğimiz bir şekilde ve yine mahiyetini bilmediğimiz bir ana kitapta yazmış olmasıdır. Ama bunda öyle bir ilahi sır vardır ki, O’nun yazmış olması bizim ona mecbur olduğumuz anlamına da gelmez. İnsanın yapacaklarını seçme ve kendi iradesiyle yapma özgürlüğü de vardır.İşte bu noktada Kur'an-ı Kerim’deki iki kavrama daha değinmeliyiz: Mahv ve İspat. Yani silme ve sabit tutma. Şöyle buyurulur: “Allah dilediğini siler, dilediğini sabit tutar” (13/39). Sanki Allah işte o ezelde yazdıklarından bazılarını siler, bazılarını ise aynen uygular. ‘Sanki’ dedik, çünkü bu ayet başka anlamlara da yorumlanabilir. O yorumlara girmiyoruz.
... Olup biten her şey kader açısından ikiye ayrılır: İnsan iradesiyle ilişkili olmayan alan ki, çoğunlukta olan da budur. İnsan iradesiyle ilişkili olan alan. İşte bu ikincisinde Allah insana bir ölçüde seçme ve müdahale etme hakkı ve yetkisi vermiştir. Ama bu yetki de yine sınırsız değildir. Tıpkı, daha önce sözünü ettiğimiz bilgisayar oyunlarında olduğu gibi, sınırlı ihtimallerden birini seçip yapmasından ibarettir. Yani bir noktada insanın önünde beş tercih var da o, onlardan birini seçerse onun iradesine bağlı olarak Allah da onu yaratır ve bu beş ihtimal içerisinden seçtiği ispat edilmiş/sabitlenmiş, diğerleri ise mahvedilmiş/silinmiş olur. İnsanın hangi ihtimali seçeceğini bildiği halde Allah ona böyle bir seçme yetkisi vermiştir, o da bu alanda bu yetkisi sebebiyle sorumludur. Dolayısıyla insan bu seçeneklerle sınırlı kalmak üzere kendi kaderini adeta kendi seçmiş ve belirlemiş olur. Onun için Hz. Peygamber’e “Madem ki Allah’ın bir takdiri var, artık biz neden çaba gösterelim ki?” diye soranlara: “Siz çalışın, çünkü herkes ne için yaratılmış ise onu yapabilmeye muktedirdir” buyurmuştur.
İlginçtir ki, bizzat bu ‘mahv ve ispat’ ayetinin bulunduğu surede bunu açıklar gibi duran şu ayet de vardır: “Bir millet kendi içindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah o milleti değiştirmez” (13/11). Yani insan için potansiyel bir hareket alanı vardır ve o alandaki ihtimallerden birini seçmesi onun iradesiyledir. Seçince diğer ihtimaller silinmiş, seçtiği de ispat edilmiş olur. Şu hadisi şerifler de bunu anlatıyor olmalıdır:
“Kaderi ancak dua değiştirebilir, ömrü de ancak iyilikler uzatabilir”. (Ahmed, Sahihl)
“Akraba ile ilgilenmek/sıla-ı rahim, ömrü uzatır, sadakalar da Allah’ın gazabını söndürür”. (Taberanî, S. Sahihl)
Yani insan için dua etmesine ve etmemesine, iyilikler yapmasına ve yapmamasına göre potansiyel ve geniş bir kader çizilmiştir. Onun bu ihtimallerden birini seçmesiyle diğer ihtimaller silinir ve onun sabitlenmiş kaderi artık bu olmuş olur.
Bu noktada karşımıza bir de Kaza kavramı çıkar. Aslında Kaza ve Kader denmiş olması bile bu iki alana işaret eder. Kaza, hükmetme ve uygulama demektir. Dolayısıyla Allah’ın takdir ettiği şeye en baştan hükmünü vermesi Kaza olabileceği gibi, sonunda onu takdir ettiği gibi uygulaması da Kaza olabilir. Onun için Kaza ve Kader kavramları birbiri yerine kullanılır. Bu durum bile işin başının da sonunun da Allah için aslında aynı olduğunu gösterir.
'Bu bilgilerle sanırım evlilik bir kader midir?' sorusu da cevaplanmış olur. Ne hikmetse kader konusunda en sık sorulan soru budur. Evet, olmuş ve olacak olan her şey bir kaza ve kaderin sonucudur. Bir insanın Ayşe, Fatma, Emine, Güllü gibi pek çok kişiden biriyle evlenmeyi seçme yetkisi vardır. Bu yetkiye bütün olarak potansiyel kader dairesi diyebiliriz. Sadece Fatma'yı seçmiş olması ile kaderini kendi belirlemiş, böylece diğer ihtimaller silinmiş, Fatma ile evlenmesi ispat edilmiş, kişi sorumluluğu da kendi üzerine almış olur. Allah onun bu tercihini biliyordu ama aynı zamanda onu bu seçimde serbest kılmıştı.
Böylece, maden ve trafik kazaları gibi bazı olaylar için, “Buna kader diyemezsiniz, böyle kader olmaz” gibi cahilce ifadelerin ne kadar saçma olduğunu da anlamış oluruz. Belki şöyle denebilir: Bu kader, yani bu sonuç insanların ihmalinden kaynaklanmıştır. İhmali olan sorumludur ve cezasını çeker. Kimse bunu Cebriyye gibi kadere yükleyip sorumluluktan kurtulamaz... İşte, “buna kader diyemezsiniz” ile böyle bir determinizm kastediliyorsa bu doğru olabilir ama onu da doğru ifade etmek gerekir.
Yazının tamamı için:
http://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk_beser/kaderimizi-degistirebilir-miyiz-2007691
... kader olmuş ve olacak her şeyi Allah’ın ezelden bilmesi ve mahiyetini bizim bilemediğimiz bir şekilde ve yine mahiyetini bilmediğimiz bir ana kitapta yazmış olmasıdır. Ama bunda öyle bir ilahi sır vardır ki, O’nun yazmış olması bizim ona mecbur olduğumuz anlamına da gelmez. İnsanın yapacaklarını seçme ve kendi iradesiyle yapma özgürlüğü de vardır.İşte bu noktada Kur'an-ı Kerim’deki iki kavrama daha değinmeliyiz: Mahv ve İspat. Yani silme ve sabit tutma. Şöyle buyurulur: “Allah dilediğini siler, dilediğini sabit tutar” (13/39). Sanki Allah işte o ezelde yazdıklarından bazılarını siler, bazılarını ise aynen uygular. ‘Sanki’ dedik, çünkü bu ayet başka anlamlara da yorumlanabilir. O yorumlara girmiyoruz.
... Olup biten her şey kader açısından ikiye ayrılır: İnsan iradesiyle ilişkili olmayan alan ki, çoğunlukta olan da budur. İnsan iradesiyle ilişkili olan alan. İşte bu ikincisinde Allah insana bir ölçüde seçme ve müdahale etme hakkı ve yetkisi vermiştir. Ama bu yetki de yine sınırsız değildir. Tıpkı, daha önce sözünü ettiğimiz bilgisayar oyunlarında olduğu gibi, sınırlı ihtimallerden birini seçip yapmasından ibarettir. Yani bir noktada insanın önünde beş tercih var da o, onlardan birini seçerse onun iradesine bağlı olarak Allah da onu yaratır ve bu beş ihtimal içerisinden seçtiği ispat edilmiş/sabitlenmiş, diğerleri ise mahvedilmiş/silinmiş olur. İnsanın hangi ihtimali seçeceğini bildiği halde Allah ona böyle bir seçme yetkisi vermiştir, o da bu alanda bu yetkisi sebebiyle sorumludur. Dolayısıyla insan bu seçeneklerle sınırlı kalmak üzere kendi kaderini adeta kendi seçmiş ve belirlemiş olur. Onun için Hz. Peygamber’e “Madem ki Allah’ın bir takdiri var, artık biz neden çaba gösterelim ki?” diye soranlara: “Siz çalışın, çünkü herkes ne için yaratılmış ise onu yapabilmeye muktedirdir” buyurmuştur.
İlginçtir ki, bizzat bu ‘mahv ve ispat’ ayetinin bulunduğu surede bunu açıklar gibi duran şu ayet de vardır: “Bir millet kendi içindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah o milleti değiştirmez” (13/11). Yani insan için potansiyel bir hareket alanı vardır ve o alandaki ihtimallerden birini seçmesi onun iradesiyledir. Seçince diğer ihtimaller silinmiş, seçtiği de ispat edilmiş olur. Şu hadisi şerifler de bunu anlatıyor olmalıdır:
“Kaderi ancak dua değiştirebilir, ömrü de ancak iyilikler uzatabilir”. (Ahmed, Sahihl)
“Akraba ile ilgilenmek/sıla-ı rahim, ömrü uzatır, sadakalar da Allah’ın gazabını söndürür”. (Taberanî, S. Sahihl)
Yani insan için dua etmesine ve etmemesine, iyilikler yapmasına ve yapmamasına göre potansiyel ve geniş bir kader çizilmiştir. Onun bu ihtimallerden birini seçmesiyle diğer ihtimaller silinir ve onun sabitlenmiş kaderi artık bu olmuş olur.
Bu noktada karşımıza bir de Kaza kavramı çıkar. Aslında Kaza ve Kader denmiş olması bile bu iki alana işaret eder. Kaza, hükmetme ve uygulama demektir. Dolayısıyla Allah’ın takdir ettiği şeye en baştan hükmünü vermesi Kaza olabileceği gibi, sonunda onu takdir ettiği gibi uygulaması da Kaza olabilir. Onun için Kaza ve Kader kavramları birbiri yerine kullanılır. Bu durum bile işin başının da sonunun da Allah için aslında aynı olduğunu gösterir.
'Bu bilgilerle sanırım evlilik bir kader midir?' sorusu da cevaplanmış olur. Ne hikmetse kader konusunda en sık sorulan soru budur. Evet, olmuş ve olacak olan her şey bir kaza ve kaderin sonucudur. Bir insanın Ayşe, Fatma, Emine, Güllü gibi pek çok kişiden biriyle evlenmeyi seçme yetkisi vardır. Bu yetkiye bütün olarak potansiyel kader dairesi diyebiliriz. Sadece Fatma'yı seçmiş olması ile kaderini kendi belirlemiş, böylece diğer ihtimaller silinmiş, Fatma ile evlenmesi ispat edilmiş, kişi sorumluluğu da kendi üzerine almış olur. Allah onun bu tercihini biliyordu ama aynı zamanda onu bu seçimde serbest kılmıştı.
Böylece, maden ve trafik kazaları gibi bazı olaylar için, “Buna kader diyemezsiniz, böyle kader olmaz” gibi cahilce ifadelerin ne kadar saçma olduğunu da anlamış oluruz. Belki şöyle denebilir: Bu kader, yani bu sonuç insanların ihmalinden kaynaklanmıştır. İhmali olan sorumludur ve cezasını çeker. Kimse bunu Cebriyye gibi kadere yükleyip sorumluluktan kurtulamaz... İşte, “buna kader diyemezsiniz” ile böyle bir determinizm kastediliyorsa bu doğru olabilir ama onu da doğru ifade etmek gerekir.
Yazının tamamı için:
http://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk_beser/kaderimizi-degistirebilir-miyiz-2007691
12 Ekim 2016 Çarşamba
İhlas kavramı ve Bursevî’nin harika bir yorumu-Faruk Beşer
Kuranıkerim'in, dolayısıyla da İslam'ın temel kavramlarından biri ihlastır...
...kısaca, kulun din adına ne yapıyorsa bunu safi Allah için yapması, ona başkalarını hiçbir surette karıştırmamasıdır.
Amellerin ruhu ihlastır, amele Allah için olmasından başka bir niyet karışırsa bozulur, sevabı ve faydası kalmaz. Kul ibadet ettiğini sanır ama sonuçta hiçbir karşılığını göremez. O halde ihlasın niyetle de alakası vardır. Niyet insanı bir şeyi yapmaya götüren iç dürtüdür. Yapılan bir iş için; onu neden yapıyorsun, neden öyle değil de böyle yapıyorsun? Sorularının cevabı hem niyeti hem ihlası belirler...
...Kul bir şeyi sırf Allah için yapıyor olduğu iddiasında sadık ve dürüst ise ihlaslı demektir.
...hiçbir dini eylem ve düşüncede Allah'tan başkasının rızası hesaba katılmamalıdır. Katılırsa din halis olmaz şaibeli olur, kul da ihlaslı olmaz. Bu şaibenin iki yönü vardır. Ya doğrudan doğruya kul başka bir şeye ya da şahsa ibadet eder ki bu açık şirktir, ya da ibadetinde Allah ile beraber başkasının rızasını ve beğenisini de kazanmak ister, ibadetine ondan katkı bekler. Bu da riyadır, riya da gizli şirktir, şirke götürür...
Amellerin ruhu ihlastır, amele Allah için olmasından başka bir niyet karışırsa bozulur, sevabı ve faydası kalmaz. Kul ibadet ettiğini sanır ama sonuçta hiçbir karşılığını göremez. O halde ihlasın niyetle de alakası vardır. Niyet insanı bir şeyi yapmaya götüren iç dürtüdür. Yapılan bir iş için; onu neden yapıyorsun, neden öyle değil de böyle yapıyorsun? Sorularının cevabı hem niyeti hem ihlası belirler...
...Kul bir şeyi sırf Allah için yapıyor olduğu iddiasında sadık ve dürüst ise ihlaslı demektir.
...hiçbir dini eylem ve düşüncede Allah'tan başkasının rızası hesaba katılmamalıdır. Katılırsa din halis olmaz şaibeli olur, kul da ihlaslı olmaz. Bu şaibenin iki yönü vardır. Ya doğrudan doğruya kul başka bir şeye ya da şahsa ibadet eder ki bu açık şirktir, ya da ibadetinde Allah ile beraber başkasının rızasını ve beğenisini de kazanmak ister, ibadetine ondan katkı bekler. Bu da riyadır, riya da gizli şirktir, şirke götürür...
...İhlas için demişler ki, ihlas Allah ile kul arasında bir sırdır; onu melek dahi bilemez ki, yazsın, şeytan dahi bilemez ki, bozsun, nefsi dahi bilemez ki, caydırsın.
İhlas yaptığın işlerde insanların onu bilip bilmemesinin, beğenip beğenmemesinin sende hiçbir değişiklik yapmamasıdır.
Yazının tamamı için:
1 Ekim 2016 Cumartesi
*** YENİ YIL MESAJI!!
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Müslümanların yeni yılı bugündür(2 Ekim 2016 Pazar). Bu şuurla tüm müslümanların en azından bir küçük mesajla birbirlerinin yeni yılını kutlamalarını, hayır dua etmelerini çok önemli buluyorum.
Tüm Müslümanların yeni yılı mübarek olsun.Ümmet-i Muhammed'e hayırlar getirsin.
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
Müslümanların yeni yılı bugündür(2 Ekim 2016 Pazar). Bu şuurla tüm müslümanların en azından bir küçük mesajla birbirlerinin yeni yılını kutlamalarını, hayır dua etmelerini çok önemli buluyorum.
Tüm Müslümanların yeni yılı mübarek olsun.Ümmet-i Muhammed'e hayırlar getirsin.
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
27 Eylül 2016 Salı
Hz. Peygamber'in "Din, Allah'a, Resulüne, Müslümanların Yöneticilerine Ve Tüm Müslümanlara Nasihattir Sözü
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
2. BÖLÜM ÎMÂN
42. Hz. Peygamber'in "Din, Allah'a, Resulüne, Müslümanların Yöneticilerine Ve Tüm Müslümanlara Nasihattir Sözü
Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve Resûlü'ne karşı samimi (bağlı) olurlarsa...[et-Tevbe,91]
57- Cerir b. Abdullah'ın (radıyallahu anh) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Hz. Peygamber'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) namaz kılmak, zekat vermek ve her müslümana (karşı) hayırhah olmak üzere biat ettim.[Hadisin geçtiği diğer yerler:524,1401,2714,2715,7204]
Açıklama
"Din nasihattir": Bu söz mübalağa olarak kabul edilebilir. Burada kasdedilen "Dinin büyük kısmı hayırhahlıktır, nasihattir," anlamıdır. Nitekim "Hac Arafattır" hadisi de böyledir. Bu söz ilk anda anlaşıldığı şekilde de kabul edilebilir. Çünkü kişinin ihlasla yapmadığı, içinden gelerek samimiyetle davranmadığı hiçbir şey dinden sayılmaz.
el-Mâzirî şöyle demiştir: Nasihat sözcüğü aslında balı süzmek anlamına gelir. Nitekim halis olan şey hakkında bu sözcük kullanılır. Yahut da bu söz ip ile bir şeyi dikmek anlamına gelir. Bunun anlamı iğnenin yırtılan yerleri bir araya getirmesi gibi, kişinin kardeşinin dağınıklığını nasihatla toparlamasıdır. "Tevbe-i Nasûh" da böyledir. Günah dini yırtmakta, tevbe de onu dikmektedir."
Hattâbî ise şöyle demiştir: "Nasihat", pek çok anlama gelen bir sözcüktür. Anlamı, nasihatta bulunulan kişinin kısmetinin bolluğu ve avamî tabiriyle şanslı olması ile ilgilidir. Bu kelime çok özlü bir kelimedir. Hatta sözler içinde bu kelime kadar özlüsü yoktur.
Bu hadis hakkında da "dinin dörtte biri" denilmiştir. Bunu dört hadisten biri kabul edenler arasında Muhammed b. Eşlem et-Tûsî'nin olduğu bilinmektedir.
Nevevî ise bu konuda şöyle der: Hatta bu hadis tek başına dinin bütün amaçlarını gerçekleştirmektedir. Çünkü din hadiste zikredilen hususlardan ibarettir:
"Allah için hayırhah olmak, nasihatta bulunmak", O'nu layık olduğu sıfatlarla nitelemek, iç ve dış ile O'na boyun eğmek, O'na itaat etmek suretiyle O'nun sevdiği şeylere rağbet göstermek, günahları terk etmek suretiyle O'nun öfkelendiği şeylerden uzak durmak, O'na isyan edenleri döndürmek için cihad etmektir.
"Allah'ın kitabı için nasihatta bulunmak", onu öğrenmek, öğretmek, hakkıyla okumak, güzel bir biçimde yazmak, anlamını kavramaya çalışmak, çizdiği sınırları ezberlemek, içindekilerle amel etmek, onu geçersiz kılmaya çalışanlara karşı onu savunmaktır.
"Allah'ın Resulü için nasihatta bulunmak, hayırhah olmak", onu yüceltmek, hayatta iken de öldükten sonra da ona (onun davasına) sahip çıkıp yardım etmek, öğrenmek ve öğretmek suretiyle sünnetini ihya etmek, sözlerine ve fiillerine uymak, onu ve ona uyanları sevmektir.
"Müslümanların yöneticilerine nasihatta bulunmak, hayırhah olmak", yerine getirmek zorunda oldukları görevde onlara yardımcı olmak, gaflet etmeleri durumunda onları uyarmak, bir hata yaptıklarında kusurlarını gidermek, insanları onun yönetiminde birleştirmek, emiru'l-mü'minine nefret besleyenlere karşı çıkmak, onların bu tavırlarını reddetmek. Onlara karşı en büyük hayırhahlık, nasihatta bulunmak, onları en güzel bir yolla haksızlık yapmaktan uzaklaştırmaktır.
Müctehid imamlar da "Müslümanların imamları (yöneticileri)" kavramının kapsamına girmektedir. Onlara karşı hayırhah olmak da; ilimlerini yaymak, hayat hikayelerini anlatmak, onlara karşı hüsnü zanda bulunmaktır.
"Tüm Müslümanlara hayırhah olmak", onlara şefkatli olmak, yararlı olacak şeyler yapmak, onlara kendileri için yararlı şeyler öğretmek, eziyet etmemek, kendisi için istediğini onlar için de istemek, kendisi için çirkin gördüğü şeyi onlar için de çirkin görmektir.
Bu hadisten çıkan diğer bir sonuç da şudur:
"Nasihat"a din ismi verildiğinden amele de din denilir. Buhârî de İman kitabının büyük bölümünü bu anlayışa dayandırmıştır.
Hz. Peygamber'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bey'at ettim": Kadı Iyaz şöyle demiştir: "Namaz ve zekat çok bilindiğinden yalnızca onlar zikredilmiş, oruç ve diğer ameller zikredilmemiştir. Çünkü onlar işitip itaat etme kapsamına dahildir."
58- Ziyâd b. Alâka'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:
Muğîre b. Şu'be'nin vefat ettiği gün Cerir b. Abdullah'ın kalkıp (minbere çıkarak) Allah'a hamd-ü senada bulunduktan sonra şöyle dediğini işittim:
"Yalnızca Allah'tan korkun, onun ortağı yoktur. (Yeni) İdareciniz gelinceye kadar ağırbaşlı ve sakin olun. O size şimdi (yakında) geliyor".
Daha sonra şunları söyledi:
(Vefat etmiş olan) İdareciniz (Muğîre b. Şu'be) için (Allah'tan) af talep ediniz. Çünkü o affetmeyi severdi". Sonra da şunları ilave etti:
"Ben Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)yanına gelerek; Sana İslâm üzere bey'at ediyorum, dedim. O da bana her müslümana karşı hayırhah olmayı şart koştu, ben de ona bu şart üzere bey'at ettim. Bu mescidin Rabbi'ne yemin ederim ki ben size karşı hayırhahım".
Daha sonra istiğfar ederek minberden indi.
Açıklama
Muğîre b. Şu'be'nin vefat ettiği gün": Muğîre b. Şu'be, Muâviye'nin (radıyallahu anh) halifeliği döneminde Küfe valisi idi. Hicrî 50 yılında vefat etti. Ölümü sırasında yerine oğlu Urve'yi vekil bıraktı. Onun yukarıda zikredilen Cerîr'i vekil bıraktığı da söylenmiştir. Bu sebeple Cerîr yukarıdaki konuşmayı yapmıştır. Bunu Alâî Ahbâr-u Ziyâd isimli eserinde zikretmiştir.
Cerîr Müslümanlara Allah'tan korkmanın ardından ağırbaşlılık ve sükûneti emretmiştir. Çünkü genellikle idarecilerin ölümü bir kargaşa ve fitneye sebep olur. Özellikle de Kûfe'de o sıralarda idarecilere karşı bir muhalefet söz konusu idi.
"İdareci size gelinceye kadar": Yani ölen idarecinizin yerine yenisi gelinceye kadar.
"Şimdi geliyor": Bu ifâdeyle yönetilenler için durumu kolaylaştırmak adına süreyi yakınlaştırmak istemiştir. Durum öyle de olmuştur. Çünkü Muğire'nin vefat haberi Muaviye'ye ulaştığında o derhal Basra valisi Ziyad'ı Kûfe'ye idareci olarak tayin etmiş ve hemen oraya hareket etmesini emretmiştir.
"O da affı severdi": Bu ifade, bir işe kendi cinsînden karşılık verileceğini göstermektedir.
Hadisten Çıkan Sonuçlar
1. Bu hadiste "müslümana karşı hayırhah olmak" denilmesinin sebebi yaygın duruma işaret etmek içindir. Yoksa aslında kâfire karşı da şu şekilde hayırhah olunur: Onu İslâm'a davet etmek, herhangi bir konuda danıştığında ona doğruyu göstermek. Onun satım akdi üzerine satım yapma vb. konularda âlimler farklı görüşler belirtmişlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel bunun yalnızca Müslümanlara özgü olduğunu ifade ederek bu hadisi delil göstermiştir.
2. Buhârî îman kitabını nasihat konusu ile bitirmek suretiyle; zayıf hadisle değil sahih hadisle amele yönlendirerek Müslümanlara karşı hayırhahlığın gereğini yerine getirdiğine işaret etmiş, son olarak da kendi durumunu ortaya koyan Cerîr'in konuşmasını vermiştir.
"İdareciniz size şimdi geliyor" sözü ile uygulayan kişi gelinceye kadar dinî hükümlere bağlanmanın gerekliliğini ima etmiştir. Çünkü kıyamete kadar Hakk'ın yardımına mazhar olan bir grup sürekli bulunacaktır ki bunlar da hadisçilerin fakih olanlarıdır.
"İdareciniz için Allah'tan af talep edin" sözü ile yaptığı bu güzel iş sebebiyle kendisine dua edilmesini talep etmektedir.Buhârî bu bölümü "istiğfar etti ve minberden indi" sözü ile noktalayarak konunun bittiğine işaret etmiş, bunun ardından İlim kitabını/bölümünü kaydetmiştir. Çünkü hayırhahlıkla ilgili hadiste yer alan şeylerin büyük bir kısmı ilim öğrenmek ve öğretmekle gerçekleşmektedir.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
2. BÖLÜM ÎMÂN
42. Hz. Peygamber'in "Din, Allah'a, Resulüne, Müslümanların Yöneticilerine Ve Tüm Müslümanlara Nasihattir Sözü
Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve Resûlü'ne karşı samimi (bağlı) olurlarsa...[et-Tevbe,91]
57- Cerir b. Abdullah'ın (radıyallahu anh) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Hz. Peygamber'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) namaz kılmak, zekat vermek ve her müslümana (karşı) hayırhah olmak üzere biat ettim.[Hadisin geçtiği diğer yerler:524,1401,2714,2715,7204]
Açıklama
"Din nasihattir": Bu söz mübalağa olarak kabul edilebilir. Burada kasdedilen "Dinin büyük kısmı hayırhahlıktır, nasihattir," anlamıdır. Nitekim "Hac Arafattır" hadisi de böyledir. Bu söz ilk anda anlaşıldığı şekilde de kabul edilebilir. Çünkü kişinin ihlasla yapmadığı, içinden gelerek samimiyetle davranmadığı hiçbir şey dinden sayılmaz.
el-Mâzirî şöyle demiştir: Nasihat sözcüğü aslında balı süzmek anlamına gelir. Nitekim halis olan şey hakkında bu sözcük kullanılır. Yahut da bu söz ip ile bir şeyi dikmek anlamına gelir. Bunun anlamı iğnenin yırtılan yerleri bir araya getirmesi gibi, kişinin kardeşinin dağınıklığını nasihatla toparlamasıdır. "Tevbe-i Nasûh" da böyledir. Günah dini yırtmakta, tevbe de onu dikmektedir."
Hattâbî ise şöyle demiştir: "Nasihat", pek çok anlama gelen bir sözcüktür. Anlamı, nasihatta bulunulan kişinin kısmetinin bolluğu ve avamî tabiriyle şanslı olması ile ilgilidir. Bu kelime çok özlü bir kelimedir. Hatta sözler içinde bu kelime kadar özlüsü yoktur.
Bu hadis hakkında da "dinin dörtte biri" denilmiştir. Bunu dört hadisten biri kabul edenler arasında Muhammed b. Eşlem et-Tûsî'nin olduğu bilinmektedir.
Nevevî ise bu konuda şöyle der: Hatta bu hadis tek başına dinin bütün amaçlarını gerçekleştirmektedir. Çünkü din hadiste zikredilen hususlardan ibarettir:
"Allah için hayırhah olmak, nasihatta bulunmak", O'nu layık olduğu sıfatlarla nitelemek, iç ve dış ile O'na boyun eğmek, O'na itaat etmek suretiyle O'nun sevdiği şeylere rağbet göstermek, günahları terk etmek suretiyle O'nun öfkelendiği şeylerden uzak durmak, O'na isyan edenleri döndürmek için cihad etmektir.
"Allah'ın kitabı için nasihatta bulunmak", onu öğrenmek, öğretmek, hakkıyla okumak, güzel bir biçimde yazmak, anlamını kavramaya çalışmak, çizdiği sınırları ezberlemek, içindekilerle amel etmek, onu geçersiz kılmaya çalışanlara karşı onu savunmaktır.
"Allah'ın Resulü için nasihatta bulunmak, hayırhah olmak", onu yüceltmek, hayatta iken de öldükten sonra da ona (onun davasına) sahip çıkıp yardım etmek, öğrenmek ve öğretmek suretiyle sünnetini ihya etmek, sözlerine ve fiillerine uymak, onu ve ona uyanları sevmektir.
"Müslümanların yöneticilerine nasihatta bulunmak, hayırhah olmak", yerine getirmek zorunda oldukları görevde onlara yardımcı olmak, gaflet etmeleri durumunda onları uyarmak, bir hata yaptıklarında kusurlarını gidermek, insanları onun yönetiminde birleştirmek, emiru'l-mü'minine nefret besleyenlere karşı çıkmak, onların bu tavırlarını reddetmek. Onlara karşı en büyük hayırhahlık, nasihatta bulunmak, onları en güzel bir yolla haksızlık yapmaktan uzaklaştırmaktır.
Müctehid imamlar da "Müslümanların imamları (yöneticileri)" kavramının kapsamına girmektedir. Onlara karşı hayırhah olmak da; ilimlerini yaymak, hayat hikayelerini anlatmak, onlara karşı hüsnü zanda bulunmaktır.
"Tüm Müslümanlara hayırhah olmak", onlara şefkatli olmak, yararlı olacak şeyler yapmak, onlara kendileri için yararlı şeyler öğretmek, eziyet etmemek, kendisi için istediğini onlar için de istemek, kendisi için çirkin gördüğü şeyi onlar için de çirkin görmektir.
Bu hadisten çıkan diğer bir sonuç da şudur:
"Nasihat"a din ismi verildiğinden amele de din denilir. Buhârî de İman kitabının büyük bölümünü bu anlayışa dayandırmıştır.
Hz. Peygamber'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bey'at ettim": Kadı Iyaz şöyle demiştir: "Namaz ve zekat çok bilindiğinden yalnızca onlar zikredilmiş, oruç ve diğer ameller zikredilmemiştir. Çünkü onlar işitip itaat etme kapsamına dahildir."
58- Ziyâd b. Alâka'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:
Muğîre b. Şu'be'nin vefat ettiği gün Cerir b. Abdullah'ın kalkıp (minbere çıkarak) Allah'a hamd-ü senada bulunduktan sonra şöyle dediğini işittim:
"Yalnızca Allah'tan korkun, onun ortağı yoktur. (Yeni) İdareciniz gelinceye kadar ağırbaşlı ve sakin olun. O size şimdi (yakında) geliyor".
Daha sonra şunları söyledi:
(Vefat etmiş olan) İdareciniz (Muğîre b. Şu'be) için (Allah'tan) af talep ediniz. Çünkü o affetmeyi severdi". Sonra da şunları ilave etti:
"Ben Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)yanına gelerek; Sana İslâm üzere bey'at ediyorum, dedim. O da bana her müslümana karşı hayırhah olmayı şart koştu, ben de ona bu şart üzere bey'at ettim. Bu mescidin Rabbi'ne yemin ederim ki ben size karşı hayırhahım".
Daha sonra istiğfar ederek minberden indi.
Açıklama
Muğîre b. Şu'be'nin vefat ettiği gün": Muğîre b. Şu'be, Muâviye'nin (radıyallahu anh) halifeliği döneminde Küfe valisi idi. Hicrî 50 yılında vefat etti. Ölümü sırasında yerine oğlu Urve'yi vekil bıraktı. Onun yukarıda zikredilen Cerîr'i vekil bıraktığı da söylenmiştir. Bu sebeple Cerîr yukarıdaki konuşmayı yapmıştır. Bunu Alâî Ahbâr-u Ziyâd isimli eserinde zikretmiştir.
Cerîr Müslümanlara Allah'tan korkmanın ardından ağırbaşlılık ve sükûneti emretmiştir. Çünkü genellikle idarecilerin ölümü bir kargaşa ve fitneye sebep olur. Özellikle de Kûfe'de o sıralarda idarecilere karşı bir muhalefet söz konusu idi.
"İdareci size gelinceye kadar": Yani ölen idarecinizin yerine yenisi gelinceye kadar.
"Şimdi geliyor": Bu ifâdeyle yönetilenler için durumu kolaylaştırmak adına süreyi yakınlaştırmak istemiştir. Durum öyle de olmuştur. Çünkü Muğire'nin vefat haberi Muaviye'ye ulaştığında o derhal Basra valisi Ziyad'ı Kûfe'ye idareci olarak tayin etmiş ve hemen oraya hareket etmesini emretmiştir.
"O da affı severdi": Bu ifade, bir işe kendi cinsînden karşılık verileceğini göstermektedir.
Hadisten Çıkan Sonuçlar
1. Bu hadiste "müslümana karşı hayırhah olmak" denilmesinin sebebi yaygın duruma işaret etmek içindir. Yoksa aslında kâfire karşı da şu şekilde hayırhah olunur: Onu İslâm'a davet etmek, herhangi bir konuda danıştığında ona doğruyu göstermek. Onun satım akdi üzerine satım yapma vb. konularda âlimler farklı görüşler belirtmişlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel bunun yalnızca Müslümanlara özgü olduğunu ifade ederek bu hadisi delil göstermiştir.
2. Buhârî îman kitabını nasihat konusu ile bitirmek suretiyle; zayıf hadisle değil sahih hadisle amele yönlendirerek Müslümanlara karşı hayırhahlığın gereğini yerine getirdiğine işaret etmiş, son olarak da kendi durumunu ortaya koyan Cerîr'in konuşmasını vermiştir.
"İdareciniz size şimdi geliyor" sözü ile uygulayan kişi gelinceye kadar dinî hükümlere bağlanmanın gerekliliğini ima etmiştir. Çünkü kıyamete kadar Hakk'ın yardımına mazhar olan bir grup sürekli bulunacaktır ki bunlar da hadisçilerin fakih olanlarıdır.
"İdareciniz için Allah'tan af talep edin" sözü ile yaptığı bu güzel iş sebebiyle kendisine dua edilmesini talep etmektedir.Buhârî bu bölümü "istiğfar etti ve minberden indi" sözü ile noktalayarak konunun bittiğine işaret etmiş, bunun ardından İlim kitabını/bölümünü kaydetmiştir. Çünkü hayırhahlıkla ilgili hadiste yer alan şeylerin büyük bir kısmı ilim öğrenmek ve öğretmekle gerçekleşmektedir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
26 Eylül 2016 Pazartesi
İmanın Artması Ve Eksilmesi
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
2. BÖLÜM ÎMÂN
33. İmanın Artması Ve Eksilmesi
Ve Cenab-ı Allah'ın buyurduğu şu âyetleri:
"Onların hidayetlerini artırdık [Kehf,13] İman edenler imanlarına iman katsınlar diye [Müddesir,31] "Bugün size dininizi tamamladım.[Maide,3]
Kişi tamamlanmış ve kemale ulaşmış olan dinden bir şeyi terk ettiğinde dini eksik olur.
44- Enes'ten (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Kalbinde arpa danesi ağırlığınca iyilik bulunup da lâ ilahe illallah diyen kimse sonunda cehennem ateşinden çıkar. Kalbinde buğday ağırlığınca iyilik olup da lâ ilahe illallah diyen kişi eninde sonunda cehennem ateşinden çıkar. Kalbinde bir zerre ağırlığınca hayır bulunan kimse lâ ilahe illallah derse sonunda cehennem ateşinden çıkar.[Hadisin geçtiği diğer yerler:4476,6565,7410,7440,7509,7510,7516]
Açıklama
Katâde'nin Enes'ten yaptığı diğer rivayette "hayır/iyilik" yerine "iman" sözcüğü yer almaktadır.
İbn Battal şöyle demiştir: İman ve iman edilmesi gerekenleri doğrulama konusunda insanların farklı olması bilgi ve cehalet durumlarına göredir. Bilgisi az olanın tasdik ettiği doğrular zerre miktarı olabilir. Bilgisi ondan fazla olanın imanı da buğday veya arpa miktarı olur. Ancak iman eden her insanın kalbinde tasdîk ettiği şeyin aslının, iman edilen şeyi görmekle eksilmesi ya da artması mümkün değildir.
İbn Uyeyne'ye "Bazıları imanın söz (la ilahe illallah sözünü söylemek) olduğunu ifade etmektedir" denilince o şöyle dedi: "Bu, ahkam âyetleri inmeden önceydi. O dönemde insanlara yalnızca lâ ilahe illallah demeleri emredilmişti. Bunu dediklerinde insanlar canlarını ve mallarını koruma altına almış olurlardı. Allah onların doğruluğunu bildiğinden onlara namazı emretti kıldılar. Bunu yapmasaydılar dille ikrarlarının onlara bir yararı olmazdı. (İbn Uyeyne bu şekilde İslâm'ın şartlarını saydı). Allah onlara indirdiği farzlara uyduklarını ve onların bunu kabulle karşıladığını gördüğünden onlar hakkında şu âyeti indirdi: "Bugün size dininizi kemale erdirdim."[el-Maide,3] Kim bunlardan bir şeyi tembellikle veya önemsemeyerek terk ederse onu te'dip ederiz ve o kişinin imanı eksik olur. Kim bunları inkâr ederek terk ederse kâfir olur."
"Kalbinde...olduğu halde lâ ilahe illallah ederse" : Bu ifade kelime-i tevhidi sözle söylemenin şart olduğunu göstermektedir. Yahut da buradaki sözden kasıt kişinin kalbinde bu düşünceyi taşımasıdır. Bunun anlamı, kim tevhidi ikrar eder ve tasdik ederse demektir. Şu halde ikrar şarttır. Bu yüzden Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bunu her defasında tekrar etmiştir. Tasdikte farklılık belirtildiği şekilde olmaktadır.
"Bu hadiste peygamberlikten/peygambere inanmaktan niçin bahsedilmemiştir?" diye sorulacak olursa şu şekilde cevap veririz: Burada aslında imanın bütünü kasdedilmiştir. İlk parçası ise geri kalan kısımların alâmetidir. Nitekim "Kul huvallahu ehad"i okudum dediğinde İhlas suresinin tümünü okumayı kasdedersin.
Hadiste geçen zerreden maksat en ufak şeydir. Yahut da güneş ışığında havada uçuşan iğne ucu kadar küçük toz zerreleridir. Diğer bir görüşe göre bu küçük karıncadır. İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Avucunu toprağa koyup da hareket ettirdiğinde elinden düşen şey zerredir."
45- Hz.Ömer İbnü'l-Hattâb'dan (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Yahudilerden biri ona şöyle dedi:
Ey müminlerin emiri! Sizin kitabınızda okuduğunuz bir âyet biz Yahudiler topluluğuna inmiş olsaydı, o âyetin indiği günü bayram edinirdik". Hz. Ömer sordu: "Hangi âyet?"
Yahudi cevap verdi: "Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum.[el-Maide,3]
Bunun üzerine Hz. Ömer (radıyallahu anh) şöyle dedi:
Biz bu günü ve Hz. Peygamber'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu âyetin indirildiği yeri biliriz. Bu ayet Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Arafat'ta ayakta beklerken Cuma günü indirildi. [Hadisin geçtiği diğer yerler:4407,4606,7268]
Açıklama
Hz. Ömer'le konuşan Yahudi Kâbu'l-Ahbar'dır.
"O âyetin indiği günü bayram edinirdik": O günü yüceltir, o günde din tamamlandığı için her yılın O gününü bayram olarak kutlardık.
Şu sorulabilir: Bu cevap ile soru arasında nasıl bir uygunluk vardır? Çünkü Yahudi Hz. Ömer'e "o günü bayram edinirdik" demiş, Hz. Ömer de ona bu âyetin indiği yeri ve vakti bildiklerini söylemiş, ancak "O günü bayram edindik" dememiştir.
Bu sorunun cevabı şudur: Bu âyet Arefe gününün sonlarına doğru indirildi. Bayram da o günün başı ile gerçekleşir.
Fakihler şöyle demiştir: Öğleden sonra görülen hilal ertesi güne aittir.
Bana göre bu rivayette işaretle yetinilmiştir. Oysa daha önce geçen İshak'ın Kabîsa'dan yaptığı rivayette bununla neyin kasdedildiği açık olarak zikredilmiştir. O rivayet şu şekildedir: "Bu âyet Cuma günü ve Arefe günü indirildi. Her ikisi de Allah'a hamd olsun ki bizim bayramımızdır."
Şu sorulabilir: Bu olay, konu başlığına ne açıdan delil olmaktadır?
Buna şu şekilde cevap verilmiştir: Bu rivayet, âyetin Arafat'ta indirildiğini açıklamaktadır. Bu dönem de, şeriatın ve rükünlerinin tamamlandığı bir dönem olup peygamberliğin son günlerinde veda haccında idi. Doğrusunu Allah bilir. Süddî bu âyetten sonra kesin olarak helal ve haram konusunda başka bir âyetin gelmediğini söylemiştir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
2. BÖLÜM ÎMÂN
33. İmanın Artması Ve Eksilmesi
Ve Cenab-ı Allah'ın buyurduğu şu âyetleri:
"Onların hidayetlerini artırdık [Kehf,13] İman edenler imanlarına iman katsınlar diye [Müddesir,31] "Bugün size dininizi tamamladım.[Maide,3]
Kişi tamamlanmış ve kemale ulaşmış olan dinden bir şeyi terk ettiğinde dini eksik olur.
44- Enes'ten (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Kalbinde arpa danesi ağırlığınca iyilik bulunup da lâ ilahe illallah diyen kimse sonunda cehennem ateşinden çıkar. Kalbinde buğday ağırlığınca iyilik olup da lâ ilahe illallah diyen kişi eninde sonunda cehennem ateşinden çıkar. Kalbinde bir zerre ağırlığınca hayır bulunan kimse lâ ilahe illallah derse sonunda cehennem ateşinden çıkar.[Hadisin geçtiği diğer yerler:4476,6565,7410,7440,7509,7510,7516]
Açıklama
Katâde'nin Enes'ten yaptığı diğer rivayette "hayır/iyilik" yerine "iman" sözcüğü yer almaktadır.
İbn Battal şöyle demiştir: İman ve iman edilmesi gerekenleri doğrulama konusunda insanların farklı olması bilgi ve cehalet durumlarına göredir. Bilgisi az olanın tasdik ettiği doğrular zerre miktarı olabilir. Bilgisi ondan fazla olanın imanı da buğday veya arpa miktarı olur. Ancak iman eden her insanın kalbinde tasdîk ettiği şeyin aslının, iman edilen şeyi görmekle eksilmesi ya da artması mümkün değildir.
İbn Uyeyne'ye "Bazıları imanın söz (la ilahe illallah sözünü söylemek) olduğunu ifade etmektedir" denilince o şöyle dedi: "Bu, ahkam âyetleri inmeden önceydi. O dönemde insanlara yalnızca lâ ilahe illallah demeleri emredilmişti. Bunu dediklerinde insanlar canlarını ve mallarını koruma altına almış olurlardı. Allah onların doğruluğunu bildiğinden onlara namazı emretti kıldılar. Bunu yapmasaydılar dille ikrarlarının onlara bir yararı olmazdı. (İbn Uyeyne bu şekilde İslâm'ın şartlarını saydı). Allah onlara indirdiği farzlara uyduklarını ve onların bunu kabulle karşıladığını gördüğünden onlar hakkında şu âyeti indirdi: "Bugün size dininizi kemale erdirdim."[el-Maide,3] Kim bunlardan bir şeyi tembellikle veya önemsemeyerek terk ederse onu te'dip ederiz ve o kişinin imanı eksik olur. Kim bunları inkâr ederek terk ederse kâfir olur."
"Kalbinde...olduğu halde lâ ilahe illallah ederse" : Bu ifade kelime-i tevhidi sözle söylemenin şart olduğunu göstermektedir. Yahut da buradaki sözden kasıt kişinin kalbinde bu düşünceyi taşımasıdır. Bunun anlamı, kim tevhidi ikrar eder ve tasdik ederse demektir. Şu halde ikrar şarttır. Bu yüzden Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bunu her defasında tekrar etmiştir. Tasdikte farklılık belirtildiği şekilde olmaktadır.
"Bu hadiste peygamberlikten/peygambere inanmaktan niçin bahsedilmemiştir?" diye sorulacak olursa şu şekilde cevap veririz: Burada aslında imanın bütünü kasdedilmiştir. İlk parçası ise geri kalan kısımların alâmetidir. Nitekim "Kul huvallahu ehad"i okudum dediğinde İhlas suresinin tümünü okumayı kasdedersin.
Hadiste geçen zerreden maksat en ufak şeydir. Yahut da güneş ışığında havada uçuşan iğne ucu kadar küçük toz zerreleridir. Diğer bir görüşe göre bu küçük karıncadır. İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Avucunu toprağa koyup da hareket ettirdiğinde elinden düşen şey zerredir."
45- Hz.Ömer İbnü'l-Hattâb'dan (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Yahudilerden biri ona şöyle dedi:
Ey müminlerin emiri! Sizin kitabınızda okuduğunuz bir âyet biz Yahudiler topluluğuna inmiş olsaydı, o âyetin indiği günü bayram edinirdik". Hz. Ömer sordu: "Hangi âyet?"
Yahudi cevap verdi: "Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum.[el-Maide,3]
Bunun üzerine Hz. Ömer (radıyallahu anh) şöyle dedi:
Biz bu günü ve Hz. Peygamber'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu âyetin indirildiği yeri biliriz. Bu ayet Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Arafat'ta ayakta beklerken Cuma günü indirildi. [Hadisin geçtiği diğer yerler:4407,4606,7268]
Açıklama
Hz. Ömer'le konuşan Yahudi Kâbu'l-Ahbar'dır.
"O âyetin indiği günü bayram edinirdik": O günü yüceltir, o günde din tamamlandığı için her yılın O gününü bayram olarak kutlardık.
Şu sorulabilir: Bu cevap ile soru arasında nasıl bir uygunluk vardır? Çünkü Yahudi Hz. Ömer'e "o günü bayram edinirdik" demiş, Hz. Ömer de ona bu âyetin indiği yeri ve vakti bildiklerini söylemiş, ancak "O günü bayram edindik" dememiştir.
Bu sorunun cevabı şudur: Bu âyet Arefe gününün sonlarına doğru indirildi. Bayram da o günün başı ile gerçekleşir.
Fakihler şöyle demiştir: Öğleden sonra görülen hilal ertesi güne aittir.
Bana göre bu rivayette işaretle yetinilmiştir. Oysa daha önce geçen İshak'ın Kabîsa'dan yaptığı rivayette bununla neyin kasdedildiği açık olarak zikredilmiştir. O rivayet şu şekildedir: "Bu âyet Cuma günü ve Arefe günü indirildi. Her ikisi de Allah'a hamd olsun ki bizim bayramımızdır."
Şu sorulabilir: Bu olay, konu başlığına ne açıdan delil olmaktadır?
Buna şu şekilde cevap verilmiştir: Bu rivayet, âyetin Arafat'ta indirildiğini açıklamaktadır. Bu dönem de, şeriatın ve rükünlerinin tamamlandığı bir dönem olup peygamberliğin son günlerinde veda haccında idi. Doğrusunu Allah bilir. Süddî bu âyetten sonra kesin olarak helal ve haram konusunda başka bir âyetin gelmediğini söylemiştir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
25 Eylül 2016 Pazar
Namaz İmandandır
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
2. BÖLÜM ÎMÂN
30. Namaz İmandandır
Ve Yüce Allah'ın şu âyeti: "Allah sîzin imanınızı zayi edecek değildir." [Bakara,143] yani sizin Kabe'de kıldığınız namazlarınızı zayi edecek değildir.
40- Berâ'dan(radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Medine'ye ilk geldiğinde ensardan ecdadının yahut dayılarının- yanında misafir olarak kaldı. On altı ay (yahut on yedi ay) boyunca Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kıldı. Kıblenin Kabe olmasını istiyordu. Medine'de Kabe'ye yönelerek kıldığı ilk namaz ikindi namazı idi. Bir grup sahabe de onunla birlikte kıldılar. Hz. Peygamber'le (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) birlikte namaz kılanlardan bir sahabi namazdan çıkınca bir başka mescitte namaz kılan, namaz içinde rükû' eden bir topluluğun yanına uğradı. Onlara: Allah için şahitlik ederim ki Allah Resulü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile Kabe'ye dönerek namaz kıldım, dedi. Bunun üzerine o topluluk bulundukları yerde Kabe'ye doğru yöneldiler. Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Beytü'l-Makdis'e dönerek namaz kılması Yahudilerin yani ehl-i kitabın hoşuna gidiyordu. Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) namazda yüzünü Kabe'ye çevirince ehli kitap onun bu yaptığını yadırgadı.
Züheyr şöyle demiştir: Ebû İshak, Berâ'dan şunu rivayet etmiştir: "Kıblenin değiştirilmesinden önce bazı kimseler vefat etmişler ve şehit olmuşlardı. Biz onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemedik.[Hadisin geçtiği diğer yerler:399,4486,4492,7252.] Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi: "Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir."[Bakara,143]
Açıklama
"Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir": Allah sizin Beytü'l-Makdis'e yönelerek kıldığınız namazı zayi edecek değildir. Buna göre Buhârî'nin "Sizin Kabe'de kıldığınız namazları" sözü problemlidir. Üstelik bu bütün rivayetlerde de sabit olup, bunun Kabe'de kılınan namazlara özgü olması da söz konusu değildir. Bir görüşe göre burada yazım yanlışı yapılmış olup Buhârî'nin sözünün aslı "sizin Kabe dışında kıldığınız namazları" şeklindedir.
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Hicretten Önce Namazını Nereye Dönerek Kılardı?
Bana (İbn Hacer) göre burada yazım yanlışı yoktur, doğrusu böyledir. Buhârî bu işlerle ilgili ince amaçlar taşımaktadır. Şöyle ki:
Alimler Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Mekke'de namaz kılarken nereye yöneldiği konusunda ihtilaf etmişlerdir.
İbn Abbas ve diğerleri şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Beytü'l-Makdis'e yönelmiş ancak Kabe'yi de arkasına almamış, Kabe'yi kendisi ile Beytü'l-Makdis arasına alarak namaz kılmıştır.
Diğer âlimler ise Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mutlak olarak Beytü'l-Makdis'e yöneldiğini söylemişlerdir. Bir başka grup âlim de, Kabe'ye yönelerek namaz kıldığını söylemişlerdir. Medine'ye hicret ettiğinde Beytü'l-Makdis'e yönelmiştir. Bu zayıf bir görüş olup, bunun kabul edilmesi halinde kıblenin yönü konusunda iki kere nesih olduğu iddia edilmiş olur.
İlk görüş en doğru görüştür. Çünkü bu, her iki görüşü de toplamaktadır. Buhârî en sahih görüşe kesin olarak işaret etmek istemiştir ki buna göre Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Kabe'de iken Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılardı. Müslümanların Kabe'de iken buradan başka bir yöne dönerek namaz kılmaları durumunda namazları zayi olmuyorsa Kabe'den uzakta iken kıldıkları namaz hiç zayi olmaz. Buhârî'nin sözünün tam açılımı şöyledir: "Allah sizin Kabe civarında Beytü'l-Makdis'e yönelerek kıldığınız namazlarınızı zayi etmez." Kıblenin Kabe'ye çevrilmesi doğru olan görüşe göre hicrî ikinci yılın Recep ayında olmuştur. Çoğunluk bunun kesin olduğunu kabul etmiştir.
Ebu Davud, Tirmizî, İbn Hibban ve Hakim -bu ikisi hadisin sahih olduğunu belirtmişlerdir- İbn Abbas'tan şunu rivayet etmişlerdir: Namazın farz olmasından sonra, kıblenin değiştirilmesinden önce vefat eden Müslümanların sayısı on idi.
Hadisten Çıkarılan Sonuçlar
Bu hadiste şu hususlar yer almaktadır:
*Dinî amelleri iman olarak isimlendirmeyi doğru bulmayan Mürcie mezhebinin reddedilmesi,
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
2. BÖLÜM ÎMÂN
30. Namaz İmandandır
Ve Yüce Allah'ın şu âyeti: "Allah sîzin imanınızı zayi edecek değildir." [Bakara,143] yani sizin Kabe'de kıldığınız namazlarınızı zayi edecek değildir.
40- Berâ'dan(radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Medine'ye ilk geldiğinde ensardan ecdadının yahut dayılarının- yanında misafir olarak kaldı. On altı ay (yahut on yedi ay) boyunca Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kıldı. Kıblenin Kabe olmasını istiyordu. Medine'de Kabe'ye yönelerek kıldığı ilk namaz ikindi namazı idi. Bir grup sahabe de onunla birlikte kıldılar. Hz. Peygamber'le (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) birlikte namaz kılanlardan bir sahabi namazdan çıkınca bir başka mescitte namaz kılan, namaz içinde rükû' eden bir topluluğun yanına uğradı. Onlara: Allah için şahitlik ederim ki Allah Resulü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ile Kabe'ye dönerek namaz kıldım, dedi. Bunun üzerine o topluluk bulundukları yerde Kabe'ye doğru yöneldiler. Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Beytü'l-Makdis'e dönerek namaz kılması Yahudilerin yani ehl-i kitabın hoşuna gidiyordu. Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) namazda yüzünü Kabe'ye çevirince ehli kitap onun bu yaptığını yadırgadı.
Züheyr şöyle demiştir: Ebû İshak, Berâ'dan şunu rivayet etmiştir: "Kıblenin değiştirilmesinden önce bazı kimseler vefat etmişler ve şehit olmuşlardı. Biz onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemedik.[Hadisin geçtiği diğer yerler:399,4486,4492,7252.] Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi: "Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir."[Bakara,143]
Açıklama
"Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir": Allah sizin Beytü'l-Makdis'e yönelerek kıldığınız namazı zayi edecek değildir. Buna göre Buhârî'nin "Sizin Kabe'de kıldığınız namazları" sözü problemlidir. Üstelik bu bütün rivayetlerde de sabit olup, bunun Kabe'de kılınan namazlara özgü olması da söz konusu değildir. Bir görüşe göre burada yazım yanlışı yapılmış olup Buhârî'nin sözünün aslı "sizin Kabe dışında kıldığınız namazları" şeklindedir.
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Hicretten Önce Namazını Nereye Dönerek Kılardı?
Bana (İbn Hacer) göre burada yazım yanlışı yoktur, doğrusu böyledir. Buhârî bu işlerle ilgili ince amaçlar taşımaktadır. Şöyle ki:
Alimler Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Mekke'de namaz kılarken nereye yöneldiği konusunda ihtilaf etmişlerdir.
İbn Abbas ve diğerleri şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Beytü'l-Makdis'e yönelmiş ancak Kabe'yi de arkasına almamış, Kabe'yi kendisi ile Beytü'l-Makdis arasına alarak namaz kılmıştır.
Diğer âlimler ise Hz. Peygamberin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mutlak olarak Beytü'l-Makdis'e yöneldiğini söylemişlerdir. Bir başka grup âlim de, Kabe'ye yönelerek namaz kıldığını söylemişlerdir. Medine'ye hicret ettiğinde Beytü'l-Makdis'e yönelmiştir. Bu zayıf bir görüş olup, bunun kabul edilmesi halinde kıblenin yönü konusunda iki kere nesih olduğu iddia edilmiş olur.
İlk görüş en doğru görüştür. Çünkü bu, her iki görüşü de toplamaktadır. Buhârî en sahih görüşe kesin olarak işaret etmek istemiştir ki buna göre Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Kabe'de iken Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılardı. Müslümanların Kabe'de iken buradan başka bir yöne dönerek namaz kılmaları durumunda namazları zayi olmuyorsa Kabe'den uzakta iken kıldıkları namaz hiç zayi olmaz. Buhârî'nin sözünün tam açılımı şöyledir: "Allah sizin Kabe civarında Beytü'l-Makdis'e yönelerek kıldığınız namazlarınızı zayi etmez." Kıblenin Kabe'ye çevrilmesi doğru olan görüşe göre hicrî ikinci yılın Recep ayında olmuştur. Çoğunluk bunun kesin olduğunu kabul etmiştir.
Ebu Davud, Tirmizî, İbn Hibban ve Hakim -bu ikisi hadisin sahih olduğunu belirtmişlerdir- İbn Abbas'tan şunu rivayet etmişlerdir: Namazın farz olmasından sonra, kıblenin değiştirilmesinden önce vefat eden Müslümanların sayısı on idi.
Hadisten Çıkarılan Sonuçlar
Bu hadiste şu hususlar yer almaktadır:
*Dinî amelleri iman olarak isimlendirmeyi doğru bulmayan Mürcie mezhebinin reddedilmesi,
* Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Rabbi katındaki şeref ve yüceliği. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) açık bir talepte bulunmadığı halde Yüce Allah ona istediğini vermiştir.
*Sahabenin dinlerine gösterdikleri özen ve kardeşlerine olan şefkatleri. Berâ'dan sahih olarak nakledilen hadise göre bu durumun bir benzeri içkinin haram kılınması meselesinde de söz konusu olmuş, bunun üzerine Yüce Allah şu âyetleri indirmiştir: "İman eden ve güzel işler/salih amel yapanlara hakkıyle sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyle sakınıp iman ettikleri, sonra da hakkıyle sakınıp yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır). Allah iyi ve güzel yapanları sever".[el-Maide,93] "Biz güzel ameller işleyenlerin mükâfatını zayi etmeyiz."[el-Kehf,30] Bu anlamı gözetmek maksadıyla Buhârî bu konudan sonra "Kişinin Müslümanlığının güzel olması" konusunu ele almış, müslümanın iyilik yapması durumunda bunun sevabını alacağına dair delil getirmiştir.
*Sahabenin dinlerine gösterdikleri özen ve kardeşlerine olan şefkatleri. Berâ'dan sahih olarak nakledilen hadise göre bu durumun bir benzeri içkinin haram kılınması meselesinde de söz konusu olmuş, bunun üzerine Yüce Allah şu âyetleri indirmiştir: "İman eden ve güzel işler/salih amel yapanlara hakkıyle sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyle sakınıp iman ettikleri, sonra da hakkıyle sakınıp yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır). Allah iyi ve güzel yapanları sever".[el-Maide,93] "Biz güzel ameller işleyenlerin mükâfatını zayi etmeyiz."[el-Kehf,30] Bu anlamı gözetmek maksadıyla Buhârî bu konudan sonra "Kişinin Müslümanlığının güzel olması" konusunu ele almış, müslümanın iyilik yapması durumunda bunun sevabını alacağına dair delil getirmiştir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
22 Eylül 2016 Perşembe
Vahye uy ve aklını kullan-Hayrettin Karaman
...Aklı iyi işleterek imana ulaşmak ne kadar insanca ve insana yaraşır bir durum ise onu bir yana bırakıp körü körüne başkalarının peşine düşmek, bâtıl inanç ve gelenekler üzerinde düşünmemek de o kadar insanı kendine yabancılaştıran ve onu âdeta akılsız canlılar seviyesine indiren bir tutum, bir davranıştır.
Allah Teâlâ kullarına, doğruyu, güzeli ve iyiyi bilmek ve bulmak için iki değerli kaynak lütfetmiştir: Vahiy ve akıl.
Vahyi yalnızca peygamberler alır ve ümmetlerine ulaştırır, uygular, gerektiği kadar da açıklama yaparlar. Bu üç vazife ve imtiyazda onların ortağı yoktur. Adı, rütbesi, beşeri bilgisi, yorumu, sosyal mevkii, akademik derecesi… ne olursa olsun başka hiçbir beşer doğrudan Allah'tan bilgi alamaz, yorumu, rüyası, ilhamı, keşfi, düşüncesi hatadan salim olamaz, hatasızlık iddiasında bulunamaz. Dine ait bilgi ve hüküm konusunda herkes birinci derecede vahye dayanmak mecburiyetindedir; çünkü aklın alanına girmeyen din bilgi ve hükümlerinde tek kaynak vahiydi...
...Akla sunulan bilgiler beşerden ise onun ilk adımı “şüphe ve araştırma” olacaktır; bu yüzden Allah Teâlâ yanılan kullarına “akıllarını niçin kullanmadıklarını, niçin şüphe edip araştırma yapmadıklarını soruyor, bunu yapmayanları kınıyor.
Puta tapan cahiliye insanları “geçmişlerimiz, büyüklerimiz böyle dediler, biz de onlara uyarız” diyorlar, Allah Teâlâ ise “doğrunun, güzelin, iyinin ölçütü geçmişlerinizden intikal eden bilgi ve gelenek değildir, vahiy ve akıldır, bunlara uyun, başkalarını da bunlara göre değerlendirin” diyor...
...Alimler, mürşidler, metbular, kanaat önderleri… akla ve vahye dayanmak, tabileri de onların söz ve davranışlarını vahiye ve akıl ölçütlerine vurmak durumundadırlar; aksi halde dünya ve ahrette hüsran kaçınılmaz olur.
Allah Teâlâ kullarına, doğruyu, güzeli ve iyiyi bilmek ve bulmak için iki değerli kaynak lütfetmiştir: Vahiy ve akıl.
Vahyi yalnızca peygamberler alır ve ümmetlerine ulaştırır, uygular, gerektiği kadar da açıklama yaparlar. Bu üç vazife ve imtiyazda onların ortağı yoktur. Adı, rütbesi, beşeri bilgisi, yorumu, sosyal mevkii, akademik derecesi… ne olursa olsun başka hiçbir beşer doğrudan Allah'tan bilgi alamaz, yorumu, rüyası, ilhamı, keşfi, düşüncesi hatadan salim olamaz, hatasızlık iddiasında bulunamaz. Dine ait bilgi ve hüküm konusunda herkes birinci derecede vahye dayanmak mecburiyetindedir; çünkü aklın alanına girmeyen din bilgi ve hükümlerinde tek kaynak vahiydi...
...Akla sunulan bilgiler beşerden ise onun ilk adımı “şüphe ve araştırma” olacaktır; bu yüzden Allah Teâlâ yanılan kullarına “akıllarını niçin kullanmadıklarını, niçin şüphe edip araştırma yapmadıklarını soruyor, bunu yapmayanları kınıyor.
Puta tapan cahiliye insanları “geçmişlerimiz, büyüklerimiz böyle dediler, biz de onlara uyarız” diyorlar, Allah Teâlâ ise “doğrunun, güzelin, iyinin ölçütü geçmişlerinizden intikal eden bilgi ve gelenek değildir, vahiy ve akıldır, bunlara uyun, başkalarını da bunlara göre değerlendirin” diyor...
...Alimler, mürşidler, metbular, kanaat önderleri… akla ve vahye dayanmak, tabileri de onların söz ve davranışlarını vahiye ve akıl ölçütlerine vurmak durumundadırlar; aksi halde dünya ve ahrette hüsran kaçınılmaz olur.
Yazının tamamı için:
21 Eylül 2016 Çarşamba
Tefsir ve kendi görüşüne göre tevil-Faruk Beşer-3-
...Önceki yazımızda çok ilginç dediğimiz iki hadisi şerifin ikincisi ise şu:
Resulüllah (sa) buyuruyor ki, “Kur'an-ı Kerim hakkında kendi görüşüne göre konuşan isabet etse bile hata yapmış olur”.
Kur'an-ı Kerim hakkında konuşanlar, yani onu tefsir edenler kendi görüşlerine göre konuşmayacaklarsa neden ilk müfessir İbn Abbas'tan itibaren her biri farklı şeyler söylemiştir? Uzun yıllar kafamı meşgul eden bu durumun açıklamasını Gazali'nin İhya'sında bulunca çok sevindiğimi söylemiştim. Özetle şöyle diyordu:
“Bunun anlamı şudur: Bir insanın kendi nefsi arzuları ve düşünceleri olur, benimsediği bir mezhep ya da meşrep bulunur. Kur'an-ı Kerim'i anlamaya çalışırken ister ki, o onun arzularını, düşüncelerini, mezhebini ve meşrebini desteklemiş olsun. En küçük ihtimal ve işaretlerle, ayetin anlamını eğip büker ve onu kendi görüşünü destekleyecek şekilde tevil eder. Asıl olan sanki Kur'an-ı Kerim'in dediği değil, kendinin ondan anlamak istediğidir. İşte Allah Resulü'nün kötülediği şey budur”.
Bu hadisi şerh eden Mubarakfûrî der ki: “Bundan anlaşılmış oluyor ki, Kur'an-ı Kerim'i yorumlayabilmek için, varsa Peygamber'in ve onu izleyenlerin sözlerinden (eser), bu işin öncüleri olan âlimlerin açıklamalarından, Arapça'nın kendi içindeki ihtimallerinden, usulü fıkhın genel kurallarından yararlanmak gerekir”...
..O halde tefsir nedir, tevil nedir?
Aslında Türkçe'de her ikisine de yorum diyebiliriz. Ortada bir söz var ve siz onun ne demek istediğini anlamak ve anlatmak istiyorsunuz. Başvuracağınız yol tefsir ya da tevildir...
Buna göre tefsir bir sözü kendi üzerinde açma, dil açısından ve söz olarak anlamını belirlemedir. Kur'an-ı Kerim bu açıdan ancak Resulüllah'ın (sa) ve onun yetiştirdiği ve Kur'an-ı Kerim'in kendilerine geldiği ilk neslin söyledikleriyle tefsir edilebilir. Çünkü işin tefsir tarafı onun dil olarak anlaşılmasına bağlıdır. Eğer her hangi bir ayet konusunda onların bir söylediği varsa ona muhalif bir tefsir ortaya konamaz.
Kısaca tefsir sözün ne dediğinin, tevil ise ne demek istediğinin anlaşılmasıdır. Bunun için tefsir rivayete, tevil ise dirayete/anlama kabiliyetine dayanır...
Yazının tamamı için:
19 Eylül 2016 Pazartesi
Cemaat, tevil ve tefrika-Faruk Beşer-2-
...Allah'a iman etmeniz yetmez, takvalı olmaya da hakkıyla çaba göstermelisiniz. Takva, Allah'ın emir ve yasaklarına riayet etmekle kulun kendisini korumasıdır. Müslüman olursunuz, ama Müslüman kalabilmeniz için bu da yeterli değildir. Allah'ın ipine, yani Kuranı kerim'e cemaat olarak sarılmanız gerekir. Mezhepler, meşrepler, kişisel görüşler, birilerinin yazdıkları kitaplar asla ümmetin ortak paydası olamaz. Falancanın yazdıklarında ve anlattıklarında birleşelim derseniz kendi fırkanıza çağırmış olursunuz...
Bireylerin İslam'dan anladığı farklı şeyler ve bu anlamda mezhebi olabilir, ama umumu ilgilendiren hususlarda tutunacak dal ve 'kavl-i fasl' olarak son hükmü verecek olan merci Kuranı kerim'dir. Lakin bu da elbette bugün kendilerine 'Kurancılar' diyenler gibi herkesin onun dilediği yerinden ve gönlüne göre bir parça koparıp almasıyla, boşlukları da kendi görüşleriyle doldurmasıyla olmaz. Onun da bir anlaşılma usulü, ahlakı ve namusu vardır. Rasulüllah'ın anlayıp yaşadığı, yani Sünnet ve onu izleyenlerin, sonra da âlimlerin ondan ittifakla ya da çoğunlukla anlayageldikleri göz ardı edilerek Kuranı kerim anlaşılamaz. Onun için Kuranı kerim'e sadece bir âlimin değil, âlimlerin ittifakı, ya da çoğunlukla anladıkları ile tutunulabilir. Bunun için de âlimlerin fırkaların malı olmaması, ümmetin bütününe hitap etmesi ve biribirlerinden haberdar olmaları gerekir. Fetret döneminden sonra bunu henüz başarabilmiş değiliz, ama cılız da olsa oluşması için çabalar var.
Şimdi sorumuzu tekrar soralım, neden fırkalara ayrılıyoruz?
Bunun cevabını anlayabilmek için önce çok ilginç iki hadisi şerifin anlamını okumalıyız:
Ebu Saîd el-Hudrî adlı sahabi anlatır: “Bir gün bir grup arkadaş mescitte oturuyorduk, Rasulüllah (sa) çıkageldi. Pürdikkat söyleyeceklerine kulak kesildik. Buyurdular ki, “Kuranıkerim'in bana indirilmesi sebebiyle nasıl ben inkârcılarla savaştıysam, sizin içinizde de onun yanlış tevil edilmesi sebebiyle savaşanlarınız olacaktır. Bunu bir şeref sayarak Ebubekir, o ben olabilir miyim, diye sordu. Ömer, ben olabilir miyim, diye sordu. Ali ise bir köşede Rasulüllah'ın pabucunun kopan bağını tamirle meşguldü. Resulüllah da hayır, siz değil ama şu pabuç tamircisi olabilir dedi”.
Bu hadisi şerif şu gerçeklere işaret eder: Kuranıkerim'in indirilmesi küfrün işine gelmedi ve ona karşı Rasulüllah'la ve onun ashabıyla savaştılar. Rasulüllah'tan sonra ise Müslümanlar arasında onun kendi görüşlerine göre tevil edilmesi hastalığı ortaya çıkacak ve ümmeti temsil edenler bu hastalıkla savaşmak zorunda kalacaklar. Gerçekten de Hz. Ali teville ilk fırkayı oluşturan Haricilerle bu sebeple savaşmıştır. Tahavî'nin Müşkil'de naklettiğine göre, Haricilerin bir kolu olan Harurîler kâfirlerden söz eden “dünyada yaptıkları işler boşa gitmiş, ama onlar hala iyi bir iş yaptıklarını sanıyorlar” anlamındaki Kehf 18/104 ayetini teville Müslümanlara çevirmişlerdi, Hz. Ali de onlarla savaşmak zorunda kaldı.
İşin ilginç tarafı, Hz. Ali'ye tabi olduklarını söyledikleri halde Kuranıkerim'e uçuk ve batıni tevillerle istediklerini söylettiren Şia nezdinde bu hadisi şerif şu hale getirilmiştir:
“Ey Ali! Kuranıkerim bana indirildi, onun tevilini yapacak olan da sensin. Ben nasıl onun indirilmesi sebebiyle savaştıysam, sen de tevili sebebiyle, yani senin tevilini kabul etmeyenlerle savaşmak zorunda kalacaksın”. (Cafer b. Mansûr, eş-Şevâhid, 74.).
Gördünüz mü tevili yeren hadisi şerif nasıl tevile delil yapıldı ve tefrika nasıl başladı.
Bireylerin İslam'dan anladığı farklı şeyler ve bu anlamda mezhebi olabilir, ama umumu ilgilendiren hususlarda tutunacak dal ve 'kavl-i fasl' olarak son hükmü verecek olan merci Kuranı kerim'dir. Lakin bu da elbette bugün kendilerine 'Kurancılar' diyenler gibi herkesin onun dilediği yerinden ve gönlüne göre bir parça koparıp almasıyla, boşlukları da kendi görüşleriyle doldurmasıyla olmaz. Onun da bir anlaşılma usulü, ahlakı ve namusu vardır. Rasulüllah'ın anlayıp yaşadığı, yani Sünnet ve onu izleyenlerin, sonra da âlimlerin ondan ittifakla ya da çoğunlukla anlayageldikleri göz ardı edilerek Kuranı kerim anlaşılamaz. Onun için Kuranı kerim'e sadece bir âlimin değil, âlimlerin ittifakı, ya da çoğunlukla anladıkları ile tutunulabilir. Bunun için de âlimlerin fırkaların malı olmaması, ümmetin bütününe hitap etmesi ve biribirlerinden haberdar olmaları gerekir. Fetret döneminden sonra bunu henüz başarabilmiş değiliz, ama cılız da olsa oluşması için çabalar var.
Şimdi sorumuzu tekrar soralım, neden fırkalara ayrılıyoruz?
Bunun cevabını anlayabilmek için önce çok ilginç iki hadisi şerifin anlamını okumalıyız:
Ebu Saîd el-Hudrî adlı sahabi anlatır: “Bir gün bir grup arkadaş mescitte oturuyorduk, Rasulüllah (sa) çıkageldi. Pürdikkat söyleyeceklerine kulak kesildik. Buyurdular ki, “Kuranıkerim'in bana indirilmesi sebebiyle nasıl ben inkârcılarla savaştıysam, sizin içinizde de onun yanlış tevil edilmesi sebebiyle savaşanlarınız olacaktır. Bunu bir şeref sayarak Ebubekir, o ben olabilir miyim, diye sordu. Ömer, ben olabilir miyim, diye sordu. Ali ise bir köşede Rasulüllah'ın pabucunun kopan bağını tamirle meşguldü. Resulüllah da hayır, siz değil ama şu pabuç tamircisi olabilir dedi”.
Bu hadisi şerif şu gerçeklere işaret eder: Kuranıkerim'in indirilmesi küfrün işine gelmedi ve ona karşı Rasulüllah'la ve onun ashabıyla savaştılar. Rasulüllah'tan sonra ise Müslümanlar arasında onun kendi görüşlerine göre tevil edilmesi hastalığı ortaya çıkacak ve ümmeti temsil edenler bu hastalıkla savaşmak zorunda kalacaklar. Gerçekten de Hz. Ali teville ilk fırkayı oluşturan Haricilerle bu sebeple savaşmıştır. Tahavî'nin Müşkil'de naklettiğine göre, Haricilerin bir kolu olan Harurîler kâfirlerden söz eden “dünyada yaptıkları işler boşa gitmiş, ama onlar hala iyi bir iş yaptıklarını sanıyorlar” anlamındaki Kehf 18/104 ayetini teville Müslümanlara çevirmişlerdi, Hz. Ali de onlarla savaşmak zorunda kaldı.
İşin ilginç tarafı, Hz. Ali'ye tabi olduklarını söyledikleri halde Kuranıkerim'e uçuk ve batıni tevillerle istediklerini söylettiren Şia nezdinde bu hadisi şerif şu hale getirilmiştir:
“Ey Ali! Kuranıkerim bana indirildi, onun tevilini yapacak olan da sensin. Ben nasıl onun indirilmesi sebebiyle savaştıysam, sen de tevili sebebiyle, yani senin tevilini kabul etmeyenlerle savaşmak zorunda kalacaksın”. (Cafer b. Mansûr, eş-Şevâhid, 74.).
Gördünüz mü tevili yeren hadisi şerif nasıl tevile delil yapıldı ve tefrika nasıl başladı.
Yazının tamamı için:
18 Eylül 2016 Pazar
Yan yolların şeytanları-Faruk Beşer-1-
...Resulüllah'tan günümüze İslam'ın hep bir anadamarı, bir de yan yolları olagelmiştir. Tıpkı Resulüllah'ın buyurduğu gibi. Meşhurdur, o bir gün kumlar üzerine düz bir çizgi çizmiş, bir de ondan ayrılan yan çizgiler çizerek şöyle buyurmuştu: 'İşte bu doğru çizgi Allah'ın yoludur, bu yan çizgilerin her birinde ise oraya çağıran bir şeytan vardır'. Sonra da bu sözüne delil olarak şu anlamdaki ayeti kerimeyi okudu: “İşte benim dosdoğru yolum budur. Ona girin, başka yollara girmeyin, yoksa sizi O'nun yolundan ayırırlar, dağılırsınız.” (En'âm 6/153). Hadisi şeriften şöyle bir anlam çıkabilir: Ayeti kerimenin söylediği ve Resulüllah'ın tarif ettiği ana yoldan ayrılan yan yolların davetçileri, önderleri, imamları aslında birer şeytandırlar. Çünkü insanları sırat-ı müstakimden alıkoyuyorlar.
Bu doğru çizgi; sırat-ı müstakim, sevad-ı azam, ehlisünnet ve'l cemaat gibi isimlerle anılmış ve tam olarak bilinebilmesi için de Resulüllah Efendimiz'in (sa) tarafından 'benim ve ashabım gibi yaşayanlar' diye tarif edilmiş. Sonra da mezhepler ve fırkalar ortaya çıkmış. Mezhepler birer din gibi görülmediği ilk yüz yılda o anadamarı doğru anlama çabaları olarak görülmüşler ve mesela, fıkıh mezheplerinin hiçbiri öbürüne karşı olmamış, fırka oluşturmamış, diğerinin doğru gördüğü bir görüşünü alıp kendisininkinden vazgeçmekten gocunmamışlar. Hepsi birden anadamarı ya da Ehlisünnet'i oluşturup temsil etmişler. İlk üç nesil; sahabe, tabiin, tebeut-tabiin nesilleri böyle devam etmiş.
Bu üç nesle biz Selef-i salihîn, yani sağlam çizgide oldukları belli olan nesiller diyoruz. Dört büyük mezhep imamıyla beraber onlar gibi, ya da onlara yakın onlarca, belki yüzlerce müçtehit âlim hep bu nesilde yaşamış, hep birlikte cemaati oluşturmuşlar. Bu üç neslin salih olduğunu bizzat Resulüllah Efendimiz haber vermiş: “Ümmetimin en hayırlıları benimle beraber olanlar, sonra onlara uyanlar, sonra da bu uyanlara uyanlardır” buyurmuş.
Bu saf ve salih olma elbette mutlak değildi, yanlış düşünenler, hata yapanlar da vardı ama bu üç nesilde hâkim renk, Resulüllah'ın ve onun yetiştirdiği insanların yaşadığı gibi yaşamaktı. Onlar bütün olarak bir cemaat idiler ve ortak özellikleri sünnet, yani Resulüllah'ın yaşama tarzı, örnekliği üzere hareket etmekti. Onun için onlara daha sonra örnek alınacak bir topluluk anlamında 'Ehlisünnet ve'lcemaat' dendi...
...Resulüllah ise bu ana damarı sadece cemaatolarak isimlendirmişti. İşte en başta cemaat dendiğinde anlaşılan, ulemanın ittifak halinde temsil ettiği bu ana damardı. Geniş anlamdaki bu cemaati müminlerin emiri temsil ediyordu. Camide namaz için toplanan gruba da bunun küçük bir örneği olarak yine cemaat deniyordu. Mescitlerdeki bu küçük cemaatler birer damla gibi toplanıp o büyük cemaati oluşturuyordu.
Sonra fırkalar ortaya çıkmaya başladı. Fırkayı, farklı olma, ayrı olma özelliğiyle tanımlayabiliriz. Fırkada hedef, hakikati bulmaktan çok, doğrunun yegâne temsilcisi biziz, diğerleri yanlıştır, biz farklıyız, biz herkesten ayrıyız diye düşünmektir...
Yazının tamamı için:
17 Eylül 2016 Cumartesi
Fatiha sûresinin yarısı kulumun,diğer yarısı da Benimdir
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Ben Resûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm)’ın şöyle buyurduğunu işittim: ‘Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Fatiha sûresini kulumla kendi aramda ikiye ayırdım, yarısı kulumun,diğer yarısı da Benimdir. Kuluma istediği verilicektir.
Bismillahirrahmanirrahim
Ben Resûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm)’ın şöyle buyurduğunu işittim: ‘Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Fatiha sûresini kulumla kendi aramda ikiye ayırdım, yarısı kulumun,diğer yarısı da Benimdir. Kuluma istediği verilicektir.
Kul: ‘Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn (Hamd alemlerin Rabbine aittir)’ deyince, Azîz ve Celîl olan Allah: ‘Kulum bana hamdetti!’ der.
Kul, ‘Er-Rahmânirrahîm’ deyince, Allah: ‘Kulum Beni övüp yüceltti’ der.
Kul, ‘Malik-i yevmiddîn (âhiretin sahibi)’ deyince, Allah: ‘Kulum Benim benzersiz olduğumu söyledi’ der.
Kul, ‘İyyâke na’budü ve iyyâke nesta’în’ (Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım isteriz) deyince, Allah: "Bu âyet kulumla Benim aramdadır, kuluma istediği verilecektir" der.
Kul, ‘İhdina’ssırâta’lmüstakîm sırâtallezîne en’amte aleyhim gayr’ilmağdûbi aleyhim ve la’ddâllîn’ (Bizi doğru yola sevket, o yol ki kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoludur, gadaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerin değil) dediği zaman, Allah: "Bu âyetler kuluma aittir,kuluma istediği verilecektir" der.(Müslim,Salat:11)
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
16 Eylül 2016 Cuma
720.Ramazanı İhya Etmek İmandandır
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
2. BÖLÜM ÎMÂN
27. Ramazanı İhya Etmek İmandandır
37- Ebû Hureyre'den (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Kim inanarak ve sevabını yalnızca Allah'tan umarak Ramazanı (gecelerini) ihya ederse geçmiş günahları bağışlanır.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
2. BÖLÜM ÎMÂN
27. Ramazanı İhya Etmek İmandandır
37- Ebû Hureyre'den (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Kim inanarak ve sevabını yalnızca Allah'tan umarak Ramazanı (gecelerini) ihya ederse geçmiş günahları bağışlanır.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
15 Eylül 2016 Perşembe
Ameller Niyetlere Ve Sevap Elde Etme İsteğine Göredir, Herkes İçin Niyet Ettiği Vardır
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
2. BÖLÜM ÎMÂN
41. Ameller Niyetlere Ve Sevap Elde Etme İsteğine Göredir, Herkes İçin Niyet Ettiği Vardır
Buna; iman, abdest, namaz, zekat, hac, oruç ve (diğer) hükümler de girer.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: Herkes kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar [el-İsra,84] Yani kendi niyetine göre amel eder. Kişinin Allah rızasını umarak ailesine yaptığı harcama sadakadır. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (fetihten sonra hicret yoktur) Ancak cihad ve niyet vardır" buyurmuştur.
54. Hz. Ömer (radıyallahu anh) den rivayet edildiğine göre Allah Resulü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Ameller niyetlere göredir. Herkes için niyet ettiği(nin karşılığı) vardır. Kimin hicreti Allah'a ve Resulüne ise onun hicreti Allah'a ve Resûlünedir. Kimin de hicreti elde etmek istediği dünya(lık) ve nikahlamak istediği bir kadına ise onun hicreti de hicret ettiği şeyedir.[Hadisin geçtiği diğer bir yer:1]
Açıklama
Konu başlığı, şer'î amellerin niyete ve sevap elde etmek için yapılmaya göre değerlendirileceğini göstermektedir.
Niyetin Fonksiyonu
Niyetin imana dahil olması daha önce de açıkladığımız gibi Buhârî'nin "iman ameldir" anlayışına dayanmaktadır. Tasdik anlamındaki iman ise; Allah'tan korkmak, O'nu yüceltmek, O'nu sevmek ve O'na yaklaşmakta olduğu gibi niyeti gerektirmez. Çünkü bunlar yalnızca Allah için yapılan şeyler olduğundan başkalarından ayırmak için niyeti gerektirmezler. Zira niyet, Allah için yapılan işi, gösteriş ile başkaları için yapılan işten ayırmak, amellerin farz ve mendup gibi mertebelerini birbirinden ayırmak ve oruç ile perhizde olduğu gibi ibadet ile âdeti birbirinden ayırmak içindir.
İbadetlerde NiyetBuhârî başlıkta abdesti de zikretmekle, Evzâî ve Ebû Hanife gibi abdestte niyeti şart koşmayanlardan farklı düşündüğüne işaret etmektedir. Bunların delili şudur; "Abdest kendi başına bir ibadet olmayıp, namaz gibi bir ibadetin vesilesidir." Oysa bu görüşte olanlar teyemmüm konusunda çelişkiye düşmektedirler. Çünkü teyemmüm de bir vesile olduğu halde Hanefiler onda niyeti şart koşmuştur. Çoğunluk abdestte niyetin şart olduğuna dair; buna sevap vaad eden sahih deliller getirmişlerdir. Vaad edilen sevabı elde edebilmek için abdesti başka şeylerden ayıran kasıt şarttır.
Namazda niyetin şart olduğu konusunda görüş ayrılığı yoktur.
Zekatta yalnızca devlet başkanının zekatı toplaması durumunda niyet bulunmasa bile zekat borcu düşer. Çünkü devlet başkanı kişinin yerini alır.
Hacda ise, îbn Abbas'ın Şübrüme ile ilgili olarak aktardığı olay sebebiyle başkası yerine hac yapan kişinin haccı farz hac yerine geçer.
Oruca gelince, Buhârî burada oruçta niyetin şart olmadığını, onun zaten diğer şeylerden ayrıldığını söyleyen Züfer gibi âlimlerden farklı düşündüğüne işaret etmiştir.
Buhârî, daha önce geçen "İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir" hadisini esas alarak haccı oruçtan önce zikretmiştir.
Hükümlerde Niyet
"Hükümler": Yani muhakemeye ihtiyaç duyulan muameleler de böyledir. Bu; alım-satım, evlilik, ikrarlar vb. diğer konuları kapsar. Niyetin şart koşulmaması ancak özel bir delilin bulunması durumunda söz konusudur.
İbnü'l-Müneyyir niyetin şart koşulduğu ve koşulmadığı konuları tespit edebilmek için bir ilke belirlemekten bahsederek şöyle demiştir: Dünyevî bir faydası bulunmayan, kendisinden sevap beklenen her işte niyet şarttır. Derhal gerçekleşen bir yararı bulunan, din gelmeden önce insan tabiatının kabul ettiği işlerde niyet şart koşulmaz. Ancak kişi fiili ile sevabı gerektiren başka bir şey kasdederse o başka. Bu mesele ile ilgili bazı konularda âlimlerin ihtilaf etmesinin sebebi ihtilaf konusu meselenin hangi bölüme girdiği ile ilgilidir.
Korku ve ümit gibi tamamen soyut şeylerde niyet şart koşulmaz. Çünkü bunlar zaten niyetsiz olarak meydana gelmezler. Bunlarda niyetin olmadığını düşünürsek, söz konusu soyut gerçeklikler imkansızlaşır. Dolayısıyla bunlarda niyet aklî bir şarttır. Teselsüle düşmemek bakımından niyet etmek için niyet etmek şart koşulmaz.
Sözlerde şu üç durumda niyete ihtiyaç duyulur:
1. Gösterişten kaçmak için Allah'a yaklaşma,
2. Farklı anlamlara gelebilecek sözcüklerden kasdedilmeyen anlamlar çıkarılmaması için ayırım yapmak,
3. Bir şeyin istemeksizin ağızdan çıkmasından ayırmak için tasarrufu gerçekleştirme kastı.
"De ki: Herkes kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar": Buradaki mizaç ve meşrebin niyet olarak tefsir edilmesi Hasan-ı Basrî, Muâviye b. Kurre el-Müzenî ve Katâde'den nakledilmiştir. Abd b. Humeyd ve Taberî bunu onlardan nakletmiştir. Mücâhid'den ise buradaki mizaç ve meşrebin yol veya yön olduğu nakledilmiştir ki bu çoğunluğun görüşüdür. Diğer bir görüşe göre bununla kasdedilen dindir. Bunların hepsinin anlamı birbirine yakındır.
"(Fetihten sonra hicret yoktur) Ancak cihad ve niyet vardır": Bu hadis İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
55- Ebû Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Kişi Allah'ın rızasını gözeterek ailesine harcama yaptığında bu kendisi için sadaka olur.[Hadisin geçtiği diğer yerler:4006,5351]
56- Sa'd b. Ebî Vakkas'tan (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın rızasını gözeterek yaptığın her harcamadan dolayı sevap alırsın, hatta eşinin ağzına koyduğun lokmadan bile.[Hadisin geçtiği diğer yerler:1295,2742,2744,3936,4409,5354,5659,5668,6373,6733]
Açıklama
Allah'ın rızasını gözeterek": Kurtubî bu konuda şöyle der: Bu sözün kendisinden anlaşılan şudur; yapılan harcama vacip olsun mubah olsun ancak kişi Allah'a yaklaşmayı kasdettiğinde sevabı hak eder. Sözün zıddından ise şu anlaşılır: Allah'a yaklaşmayı kasdetmeyen kişi yaptığı harcamadan dolayı sevap alamaz, ancak zimmeti kendisine gerekli olan nafaka borcundan kurtulmuş olur. Burada harcamaya "sadaka" adı mecaz olarak verilmiş olup, bununla sevap kasdedilmiştir. Hakikat anlamının kasdedilmediğini şu karine göstermektedir: Hâşimî soyuna mensup bir kadına sadaka/zekat haram olduğu halde, nafaka verildiğinde alması caizdir.
İkinci hadiste Sa'd'a hitap edilmişse de burada hem o hem de harcama yapma durumunda olan herkes kasdedilmiştir.
Allah'ın rızası": Yani Allah katında olan sevap.
Eşinin ağzına koyduğun lokmadan bile (sevap alırsın)": Nevevî bu ifadeden şu sonucu çıkarmıştır: Kişinin bir şeyden zevk alması şayet hakka uygun ise bu onun sevap almasına engel olmaz. Çünkü kişinin eşinin ağzına lokma koyması çoğunlukla eşi ile oynaşma durumunda olur. Bunda ise nefsin arzusunun payı bulunmaktadır. Bununla birlikte söz konusu durumda kişi sevap talep ederse bu Allah'ın lütfü ile gerçekleşir.
Ben (İbn Hacer) derim ki: Bu konuda kişinin hanımının ağzına lokma koymasından daha fazlasını ifade eden bir hadis de bulunmaktadır. Müslim'in Ebû Zer'den rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Sizden birinizin hanımı ile ilişkide bulunması da sadakadır".
Sahabeden birisinin: "Bizden birisi şehvetini tatmin ettiği halde bundan dolayı sevap mı alıyor?" diye sorması üzerine Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Evet. Şayet o kişi şehvetini haram bir şekilde tatmin etseydi bu günah olmaz mıydı?" buyurmuştur.
Nefsin arzusuna bu derece uygun bir şeyde bile böyle sevap söz konusu olursa, nefsin arzusuna uygun olmayan şeylere ne demeli?
Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kullandığı "lokma" sözcüğü, bu kuralı sağlamlaştırmak için söylenmiş mübalağalı bir ifadedir. Çünkü açlıktan ölme durumunda olmayan hanımına bir lokma yemek yedirmekten dolayı bile kişi sevap alırsa, muhtaç bir kişiye birkaç lokma yediren kişiye ne demeli? Çok düşük değerde bir lokmayı infak etme bu kadar büyük sevap getirirken daha meşakkatli ameller yapanların kazanacağı sevaplar hadsiz olmaz mı?
Bunlara ek olarak şu da söylenebilir: Kocanın, karısına yemek yedirmesinin yararı aslında yine kendisine dönmektedir. Çünkü bu, kadının beden güzelliğini etkilemekte, bunun yararı da kocaya ait olmaktadır. Yine çoğunlukla kadına harcama yapma, başkasına yapılan harcamaların aksine kişinin içinden gelerek olur. Diğer harcamalar ise nefisle mücahedeyi gerektirir. Hal böyle iken kadına yapılan harcamadan bîle sevap alınırsa, diğer harcamaların durumu ne olur? (Tabii ki onlara kat kat fazlasıyla sevap verilir.)
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
2. BÖLÜM ÎMÂN
41. Ameller Niyetlere Ve Sevap Elde Etme İsteğine Göredir, Herkes İçin Niyet Ettiği Vardır
Buna; iman, abdest, namaz, zekat, hac, oruç ve (diğer) hükümler de girer.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: Herkes kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar [el-İsra,84] Yani kendi niyetine göre amel eder. Kişinin Allah rızasını umarak ailesine yaptığı harcama sadakadır. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (fetihten sonra hicret yoktur) Ancak cihad ve niyet vardır" buyurmuştur.
54. Hz. Ömer (radıyallahu anh) den rivayet edildiğine göre Allah Resulü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Ameller niyetlere göredir. Herkes için niyet ettiği(nin karşılığı) vardır. Kimin hicreti Allah'a ve Resulüne ise onun hicreti Allah'a ve Resûlünedir. Kimin de hicreti elde etmek istediği dünya(lık) ve nikahlamak istediği bir kadına ise onun hicreti de hicret ettiği şeyedir.[Hadisin geçtiği diğer bir yer:1]
Açıklama
Konu başlığı, şer'î amellerin niyete ve sevap elde etmek için yapılmaya göre değerlendirileceğini göstermektedir.
Niyetin Fonksiyonu
Niyetin imana dahil olması daha önce de açıkladığımız gibi Buhârî'nin "iman ameldir" anlayışına dayanmaktadır. Tasdik anlamındaki iman ise; Allah'tan korkmak, O'nu yüceltmek, O'nu sevmek ve O'na yaklaşmakta olduğu gibi niyeti gerektirmez. Çünkü bunlar yalnızca Allah için yapılan şeyler olduğundan başkalarından ayırmak için niyeti gerektirmezler. Zira niyet, Allah için yapılan işi, gösteriş ile başkaları için yapılan işten ayırmak, amellerin farz ve mendup gibi mertebelerini birbirinden ayırmak ve oruç ile perhizde olduğu gibi ibadet ile âdeti birbirinden ayırmak içindir.
İbadetlerde NiyetBuhârî başlıkta abdesti de zikretmekle, Evzâî ve Ebû Hanife gibi abdestte niyeti şart koşmayanlardan farklı düşündüğüne işaret etmektedir. Bunların delili şudur; "Abdest kendi başına bir ibadet olmayıp, namaz gibi bir ibadetin vesilesidir." Oysa bu görüşte olanlar teyemmüm konusunda çelişkiye düşmektedirler. Çünkü teyemmüm de bir vesile olduğu halde Hanefiler onda niyeti şart koşmuştur. Çoğunluk abdestte niyetin şart olduğuna dair; buna sevap vaad eden sahih deliller getirmişlerdir. Vaad edilen sevabı elde edebilmek için abdesti başka şeylerden ayıran kasıt şarttır.
Namazda niyetin şart olduğu konusunda görüş ayrılığı yoktur.
Zekatta yalnızca devlet başkanının zekatı toplaması durumunda niyet bulunmasa bile zekat borcu düşer. Çünkü devlet başkanı kişinin yerini alır.
Hacda ise, îbn Abbas'ın Şübrüme ile ilgili olarak aktardığı olay sebebiyle başkası yerine hac yapan kişinin haccı farz hac yerine geçer.
Oruca gelince, Buhârî burada oruçta niyetin şart olmadığını, onun zaten diğer şeylerden ayrıldığını söyleyen Züfer gibi âlimlerden farklı düşündüğüne işaret etmiştir.
Buhârî, daha önce geçen "İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir" hadisini esas alarak haccı oruçtan önce zikretmiştir.
Hükümlerde Niyet
"Hükümler": Yani muhakemeye ihtiyaç duyulan muameleler de böyledir. Bu; alım-satım, evlilik, ikrarlar vb. diğer konuları kapsar. Niyetin şart koşulmaması ancak özel bir delilin bulunması durumunda söz konusudur.
İbnü'l-Müneyyir niyetin şart koşulduğu ve koşulmadığı konuları tespit edebilmek için bir ilke belirlemekten bahsederek şöyle demiştir: Dünyevî bir faydası bulunmayan, kendisinden sevap beklenen her işte niyet şarttır. Derhal gerçekleşen bir yararı bulunan, din gelmeden önce insan tabiatının kabul ettiği işlerde niyet şart koşulmaz. Ancak kişi fiili ile sevabı gerektiren başka bir şey kasdederse o başka. Bu mesele ile ilgili bazı konularda âlimlerin ihtilaf etmesinin sebebi ihtilaf konusu meselenin hangi bölüme girdiği ile ilgilidir.
Korku ve ümit gibi tamamen soyut şeylerde niyet şart koşulmaz. Çünkü bunlar zaten niyetsiz olarak meydana gelmezler. Bunlarda niyetin olmadığını düşünürsek, söz konusu soyut gerçeklikler imkansızlaşır. Dolayısıyla bunlarda niyet aklî bir şarttır. Teselsüle düşmemek bakımından niyet etmek için niyet etmek şart koşulmaz.
Sözlerde şu üç durumda niyete ihtiyaç duyulur:
1. Gösterişten kaçmak için Allah'a yaklaşma,
2. Farklı anlamlara gelebilecek sözcüklerden kasdedilmeyen anlamlar çıkarılmaması için ayırım yapmak,
3. Bir şeyin istemeksizin ağızdan çıkmasından ayırmak için tasarrufu gerçekleştirme kastı.
"De ki: Herkes kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar": Buradaki mizaç ve meşrebin niyet olarak tefsir edilmesi Hasan-ı Basrî, Muâviye b. Kurre el-Müzenî ve Katâde'den nakledilmiştir. Abd b. Humeyd ve Taberî bunu onlardan nakletmiştir. Mücâhid'den ise buradaki mizaç ve meşrebin yol veya yön olduğu nakledilmiştir ki bu çoğunluğun görüşüdür. Diğer bir görüşe göre bununla kasdedilen dindir. Bunların hepsinin anlamı birbirine yakındır.
"(Fetihten sonra hicret yoktur) Ancak cihad ve niyet vardır": Bu hadis İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
55- Ebû Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Kişi Allah'ın rızasını gözeterek ailesine harcama yaptığında bu kendisi için sadaka olur.[Hadisin geçtiği diğer yerler:4006,5351]
56- Sa'd b. Ebî Vakkas'tan (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın rızasını gözeterek yaptığın her harcamadan dolayı sevap alırsın, hatta eşinin ağzına koyduğun lokmadan bile.[Hadisin geçtiği diğer yerler:1295,2742,2744,3936,4409,5354,5659,5668,6373,6733]
Açıklama
Allah'ın rızasını gözeterek": Kurtubî bu konuda şöyle der: Bu sözün kendisinden anlaşılan şudur; yapılan harcama vacip olsun mubah olsun ancak kişi Allah'a yaklaşmayı kasdettiğinde sevabı hak eder. Sözün zıddından ise şu anlaşılır: Allah'a yaklaşmayı kasdetmeyen kişi yaptığı harcamadan dolayı sevap alamaz, ancak zimmeti kendisine gerekli olan nafaka borcundan kurtulmuş olur. Burada harcamaya "sadaka" adı mecaz olarak verilmiş olup, bununla sevap kasdedilmiştir. Hakikat anlamının kasdedilmediğini şu karine göstermektedir: Hâşimî soyuna mensup bir kadına sadaka/zekat haram olduğu halde, nafaka verildiğinde alması caizdir.
İkinci hadiste Sa'd'a hitap edilmişse de burada hem o hem de harcama yapma durumunda olan herkes kasdedilmiştir.
Allah'ın rızası": Yani Allah katında olan sevap.
Eşinin ağzına koyduğun lokmadan bile (sevap alırsın)": Nevevî bu ifadeden şu sonucu çıkarmıştır: Kişinin bir şeyden zevk alması şayet hakka uygun ise bu onun sevap almasına engel olmaz. Çünkü kişinin eşinin ağzına lokma koyması çoğunlukla eşi ile oynaşma durumunda olur. Bunda ise nefsin arzusunun payı bulunmaktadır. Bununla birlikte söz konusu durumda kişi sevap talep ederse bu Allah'ın lütfü ile gerçekleşir.
Ben (İbn Hacer) derim ki: Bu konuda kişinin hanımının ağzına lokma koymasından daha fazlasını ifade eden bir hadis de bulunmaktadır. Müslim'in Ebû Zer'den rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Sizden birinizin hanımı ile ilişkide bulunması da sadakadır".
Sahabeden birisinin: "Bizden birisi şehvetini tatmin ettiği halde bundan dolayı sevap mı alıyor?" diye sorması üzerine Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Evet. Şayet o kişi şehvetini haram bir şekilde tatmin etseydi bu günah olmaz mıydı?" buyurmuştur.
Nefsin arzusuna bu derece uygun bir şeyde bile böyle sevap söz konusu olursa, nefsin arzusuna uygun olmayan şeylere ne demeli?
Hz. Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kullandığı "lokma" sözcüğü, bu kuralı sağlamlaştırmak için söylenmiş mübalağalı bir ifadedir. Çünkü açlıktan ölme durumunda olmayan hanımına bir lokma yemek yedirmekten dolayı bile kişi sevap alırsa, muhtaç bir kişiye birkaç lokma yediren kişiye ne demeli? Çok düşük değerde bir lokmayı infak etme bu kadar büyük sevap getirirken daha meşakkatli ameller yapanların kazanacağı sevaplar hadsiz olmaz mı?
Bunlara ek olarak şu da söylenebilir: Kocanın, karısına yemek yedirmesinin yararı aslında yine kendisine dönmektedir. Çünkü bu, kadının beden güzelliğini etkilemekte, bunun yararı da kocaya ait olmaktadır. Yine çoğunlukla kadına harcama yapma, başkasına yapılan harcamaların aksine kişinin içinden gelerek olur. Diğer harcamalar ise nefisle mücahedeyi gerektirir. Hal böyle iken kadına yapılan harcamadan bîle sevap alınırsa, diğer harcamaların durumu ne olur? (Tabii ki onlara kat kat fazlasıyla sevap verilir.)
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
14 Eylül 2016 Çarşamba
718.Riyâzü's Sâlihîn'in Namaz Bölümü-9-Sabah ve ikindi namazlarının fazileti
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
21. Ebû Mûsâ radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İki serinlik namazını, sabah ve ikindiyi kılan kimse cennete girer." Buhârî, Mevâkît 26; Müslim, Mesâcid 215
Açıklamalar
İki serinlik namazının sabah ve ikindi namazları olduğunda âlimlerin pek çoğu ittifak içindedirler. Bunlara böyle ad verilmesinin sebebi de, günün serin zamanlarında kılındıkları içindir. Gündüzün en sıcak vaktinin gün ortası olduğu dikkate alındığında bu tevcih doğrudur. Ancak bazıları bunlardan birinin akşam veya yatsı namazı olabileceğini söylemişlerse de, bu görüş taraftar bulamamıştır. Cennete girmenin bu iki namaza bağlanması, onların son derece kıymetli ve kılındıkları vaktin de faziletli olmasındandır. Burada kişinin fedakârlığı ve feragatı da çok önemlidir. Çünkü sabah namazı vakti uykunun en çok sevildiği zamandır, bundan vazgeçip ibadet edebilmek bir fazilettir. İkindi namazı da, gündüzün sonuna yakın bir zamanın namazı olup, bir insanın bu vakitte işini gücünü, alış-verişini ve ticaretini bırakıp namaz kılması yine bir fazilettir. Bu vakitlerin önemini ve üstünlük sebebini gelecek hadislerde göreceğiz.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Sabah ve ikindi namazlarını kılanlar Allah katında büyük bir mükâfatı hak ederler.
2. Sabah ve ikindi namazı vakitleri fedakârlık gerektiren vakitlerdir. Birincisi uykudan fedakârlığı, diğeri işten ve kazançtan fedakârlığı gerektirir.
http://www.namazzamani.net/
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
21. Ebû Mûsâ radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İki serinlik namazını, sabah ve ikindiyi kılan kimse cennete girer." Buhârî, Mevâkît 26; Müslim, Mesâcid 215
Açıklamalar
İki serinlik namazının sabah ve ikindi namazları olduğunda âlimlerin pek çoğu ittifak içindedirler. Bunlara böyle ad verilmesinin sebebi de, günün serin zamanlarında kılındıkları içindir. Gündüzün en sıcak vaktinin gün ortası olduğu dikkate alındığında bu tevcih doğrudur. Ancak bazıları bunlardan birinin akşam veya yatsı namazı olabileceğini söylemişlerse de, bu görüş taraftar bulamamıştır. Cennete girmenin bu iki namaza bağlanması, onların son derece kıymetli ve kılındıkları vaktin de faziletli olmasındandır. Burada kişinin fedakârlığı ve feragatı da çok önemlidir. Çünkü sabah namazı vakti uykunun en çok sevildiği zamandır, bundan vazgeçip ibadet edebilmek bir fazilettir. İkindi namazı da, gündüzün sonuna yakın bir zamanın namazı olup, bir insanın bu vakitte işini gücünü, alış-verişini ve ticaretini bırakıp namaz kılması yine bir fazilettir. Bu vakitlerin önemini ve üstünlük sebebini gelecek hadislerde göreceğiz.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Sabah ve ikindi namazlarını kılanlar Allah katında büyük bir mükâfatı hak ederler.
2. Sabah ve ikindi namazı vakitleri fedakârlık gerektiren vakitlerdir. Birincisi uykudan fedakârlığı, diğeri işten ve kazançtan fedakârlığı gerektirir.
http://www.namazzamani.net/
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
13 Eylül 2016 Salı
717.Riyâzü's Sâlihîn'in Namaz Bölümü-8-İyi bir namaz
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
20. Osman İbni Affân radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i şöyle buyururken işittiğini söyledi:
"Bir müslüman, farz namazın vakti geldiğinde güzelce abdest alır, huşû içinde ve rükûunu da tam yaparak namazını kılarsa, büyük günah işlemedikçe, bu namaz önceki günahlarına keffâret olur. Bu her zaman böyledir."
Müslim, Tahâret 7
Açıklamalar
Dinimizde ibadetlerin makbul olması birtakım esaslara bağlandığı gibi, büyük ve küçük günahların affı da bazı şartların yerine getirilmesine bağlıdır. Namaz için abdestin farz olduğu, abdestsiz namaz olmayacağı her müslümanın bildiği bir gerçektir. Fakat farz olan bu abdesti alırken onun farzlarının yanında, sünnetleri, müstehapları ve birtakım edeplerine de riayet etmek gerektiğini düşünmeyen veya bunları önemsemeyenler olabilir. Şayet bunlar yerine getirilmezse, o abdest güzel bir abdest sayılmaz. Resûl-i Ekrem Efendimiz, abdesti güzel almaktan maksadının bu olduğunu hem bizzat ashabına göstererek hem bu yönde tavsiyelerde bulunarak açıklamışlardır. Daha önce 6 numara ile geçen ve yine Hz.Osman'dan rivayet edilen hadiste bunu açıklamıştık. Şüphesiz güzel bir abdest, güzel bir namazın ilk şartıdır.
Huşû, namazın gerçek namaz olmasını sağlayan şartlardan biridir. Huşûdan maksat, kişinin namaz esnasında bütün varlığı ve kalbiyle Allah'a yönelmesidir. Fakat bunun görünürdeki esası, namazın bütün rükünlerini hakkıyla yerine getirmektir. Nitekim, Hz.Peygamber'in namazda sakalı ve elbisesiyle meşgul olan birini gördüğünde: "Kalbi huşû duysaydı âzaları da huşû içinde olurdu" buyurmaları bu gerçeği ortaya koyar (Ali el-Müttekî, Kenzü'l-ummâl, 5891). Resûl-i Ekrem Efendimiz'in huşûdan sonra rükûdan bahsetmeleri de, namazın zâhirî ahkâmına riâyet edilmesi gereğinin delilidir. Rükû ve secde biri ötekinden ayrı düşünülemeyen iki ibadet esasıdır. Rükûu tam yapmak gerekiyorsa, secdeyi de tam yapmak gerektiği anlaşılır. Rükû ve secde, huşûun gözle görülebilen tezahürleri sayılır. Peygamberimiz bütün bunlarla "Gerçekten mü'minler kurtuluşa ermiştir. Onlar, namazlarında huşû içindedirler" [Mü'minûn sûresi (23), 1-2] âyetine işaret etmişlerdir.
Bir insan bütün bunlara dikkat ettiği ve büyük günahlardan uzak durduğu takdirde, namaz küçük günahlara keffâret olmaya devam eder. Büyük günahların ise bundan müstesna olduğunu, onların şartları yerine getirilen tövbe veya Allah'ın lutfu ve merhametiyle bağışlanacağını bir kere daha hatırlamalıyız.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Beş vakit namazı devamlı kılmak ve asla aksatmamak gerekir.
2. Abdesti farzlarına, sünnet ve müstehaplarına, edeplerine riayet ederek almak icap eder.
3. Namazda huşûa riayet etmek rükû ve secde ile diğer gerekli rükünlere tam uymak gerekir.
4. Şartları yerine getirilerek kılınan beş vakit namaz, günün diğer saatlerinde işlenen küçük günahlara keffârettir.
http://www.namazzamani.net/
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
20. Osman İbni Affân radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i şöyle buyururken işittiğini söyledi:
"Bir müslüman, farz namazın vakti geldiğinde güzelce abdest alır, huşû içinde ve rükûunu da tam yaparak namazını kılarsa, büyük günah işlemedikçe, bu namaz önceki günahlarına keffâret olur. Bu her zaman böyledir."
Müslim, Tahâret 7
Açıklamalar
Dinimizde ibadetlerin makbul olması birtakım esaslara bağlandığı gibi, büyük ve küçük günahların affı da bazı şartların yerine getirilmesine bağlıdır. Namaz için abdestin farz olduğu, abdestsiz namaz olmayacağı her müslümanın bildiği bir gerçektir. Fakat farz olan bu abdesti alırken onun farzlarının yanında, sünnetleri, müstehapları ve birtakım edeplerine de riayet etmek gerektiğini düşünmeyen veya bunları önemsemeyenler olabilir. Şayet bunlar yerine getirilmezse, o abdest güzel bir abdest sayılmaz. Resûl-i Ekrem Efendimiz, abdesti güzel almaktan maksadının bu olduğunu hem bizzat ashabına göstererek hem bu yönde tavsiyelerde bulunarak açıklamışlardır. Daha önce 6 numara ile geçen ve yine Hz.Osman'dan rivayet edilen hadiste bunu açıklamıştık. Şüphesiz güzel bir abdest, güzel bir namazın ilk şartıdır.
Huşû, namazın gerçek namaz olmasını sağlayan şartlardan biridir. Huşûdan maksat, kişinin namaz esnasında bütün varlığı ve kalbiyle Allah'a yönelmesidir. Fakat bunun görünürdeki esası, namazın bütün rükünlerini hakkıyla yerine getirmektir. Nitekim, Hz.Peygamber'in namazda sakalı ve elbisesiyle meşgul olan birini gördüğünde: "Kalbi huşû duysaydı âzaları da huşû içinde olurdu" buyurmaları bu gerçeği ortaya koyar (Ali el-Müttekî, Kenzü'l-ummâl, 5891). Resûl-i Ekrem Efendimiz'in huşûdan sonra rükûdan bahsetmeleri de, namazın zâhirî ahkâmına riâyet edilmesi gereğinin delilidir. Rükû ve secde biri ötekinden ayrı düşünülemeyen iki ibadet esasıdır. Rükûu tam yapmak gerekiyorsa, secdeyi de tam yapmak gerektiği anlaşılır. Rükû ve secde, huşûun gözle görülebilen tezahürleri sayılır. Peygamberimiz bütün bunlarla "Gerçekten mü'minler kurtuluşa ermiştir. Onlar, namazlarında huşû içindedirler" [Mü'minûn sûresi (23), 1-2] âyetine işaret etmişlerdir.
Bir insan bütün bunlara dikkat ettiği ve büyük günahlardan uzak durduğu takdirde, namaz küçük günahlara keffâret olmaya devam eder. Büyük günahların ise bundan müstesna olduğunu, onların şartları yerine getirilen tövbe veya Allah'ın lutfu ve merhametiyle bağışlanacağını bir kere daha hatırlamalıyız.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Beş vakit namazı devamlı kılmak ve asla aksatmamak gerekir.
2. Abdesti farzlarına, sünnet ve müstehaplarına, edeplerine riayet ederek almak icap eder.
3. Namazda huşûa riayet etmek rükû ve secde ile diğer gerekli rükünlere tam uymak gerekir.
4. Şartları yerine getirilerek kılınan beş vakit namaz, günün diğer saatlerinde işlenen küçük günahlara keffârettir.
http://www.namazzamani.net/
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
12 Eylül 2016 Pazartesi
716.Riyâzü's Sâlihîn'in Namaz Bölümü-7- Ezan ile kamet arasında yapılan dua
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
15. Enes radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Ezan ile kamet arasında yapılan dua reddedilmez."Ebû Dâvûd, Salât 35; Tirmizî, Salât 158
Açıklamalar
Bu hadis, önceki hadislerde söylenilenlerin bir neticesi mahiyetindedir. Ezandan sonra yapılacak duaların vakti böylece daha da belirlenmiş olmaktadır. Resûl-i Ekrem Efendimiz, ümmetine olan şefkat ve merhametinden dolayı Allah'ın duaları en çok kabul edeceği vakitleri de haber vermiştir. İşte o vakitlerden birinin günde beş vakit ezanla farz namaz için getirilen kamet arasındaki zaman olduğunu bu hadislerinde bildirmişlerdir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Duanın daha makbul olduğu belirli vakitler vardır. Bunların bazısını Peygamber Efendimiz ümmetine haber vermiştir.
2. Ezanla kamet arasındaki zaman dilimi, duaların makbul olduğu zamanlardan biridir.
http://www.namazzamani.net/
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
15. Enes radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Ezan ile kamet arasında yapılan dua reddedilmez."Ebû Dâvûd, Salât 35; Tirmizî, Salât 158
Açıklamalar
Bu hadis, önceki hadislerde söylenilenlerin bir neticesi mahiyetindedir. Ezandan sonra yapılacak duaların vakti böylece daha da belirlenmiş olmaktadır. Resûl-i Ekrem Efendimiz, ümmetine olan şefkat ve merhametinden dolayı Allah'ın duaları en çok kabul edeceği vakitleri de haber vermiştir. İşte o vakitlerden birinin günde beş vakit ezanla farz namaz için getirilen kamet arasındaki zaman olduğunu bu hadislerinde bildirmişlerdir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Duanın daha makbul olduğu belirli vakitler vardır. Bunların bazısını Peygamber Efendimiz ümmetine haber vermiştir.
2. Ezanla kamet arasındaki zaman dilimi, duaların makbul olduğu zamanlardan biridir.
http://www.namazzamani.net/
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
1 Eylül 2016 Perşembe
715.Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre, Ona yaklaşmayı nasıl anlamamız gerekiyor?
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
Soruda geçen “yakın” ve “yaklaşma” ifadelerinin mesafe ve mekânla bir ilgisi yoktur.
"Allah’ın kuluna yakın olması", onun her türlü ihtiyaçlarını bizzat görmesi, bütün hücrelerinde her türlü icraatı kudret ve ilmiyle yapması, ona kendi nefsinden daha merhametli olması gibi manalar taşır.
"Kulun Allah’a yaklaşması" ise, onun razı olduğu bir kul olma vadisinde attığı adımlarla ilgidir. İmanındaki inkişaf, ilmindeki terakki, amelindeki ihlas onu Allah’a yakınlaştıran vasıtalardır.
Uzak, yakın, geçmiş, gelecek gibi ifadeler zaman ve mekânla ilgilidir. Maddî olan ve bir mekânda yer tutan varlıklar birbirlerine göre yakında veya uzakta bulunurlar. Maddeden ve mekândan münezzeh olan Allah, mekânın her yerindeki mahlûkatına onların nefislerinden daha yakındır. Keza, zamandan münezzeh olan Allah, zaman nehrinde akıttığı her bir varlığa onun nefsinden daha yakındır.
Allah’ın, mahlûkatına yakınlığı ve mahlûkatın ondan uzaklığı zaman ve mekân ölçüleriyle izah edilemez.
Bir misal: Siz okuduğunuz kitaba ondan daha yakınsınızdır; o kendisinde nelerin yazıldığını bilmez, siz bilirsiniz... Ve kitap sizden çok uzaktır, yani sizi anlamanın, tanımanın, seyretmenin çok gerilerindedir.
Kitabın ilk sayfasındaki bir kelime ikinci sayfadakine yakındır, onuncu sayfadakine ise uzaktır. Ama onları yazan ve bilen müellif, bunların hepsine aynı derecede, aynı seviyede ve aynı ölçüde yakındır. Hepsi, onun ilminde birlikte bulunurlar.
Yakınlık ve uzaklığın bir başka cihetini bize ders veren bir hadis-i kutsî:
“... Kulum bana nafilelerle yaklaşır...”(Buhârî, Rikak 38.)
Yakınlaşmanın mânevî olduğunu, kalbî ve ruhî olduğunu bu kutsî hadis ders veriyor bize... Nafile; farz ve vacipleri işledikten sonra kulun rabbine daha fazla yakınlaşmak, kalbini ulvî feyizlere daha ziyade açmak ve ömrünü rıza yolunda daha verimli harcamak niyetiyle yaptığı ibadetler, tefekkürler, ilticalar, şükürlerdir.
Böyle bir kul, Rabbine yaklaşma konusunda her gün biraz daha mesafe kat eder... Kat ettiği bu mesafeler de mânevîdir, Rabbine yaklaşması da...
Büyük bir âlim düşünelim. Bu zâtın öğrencilerinin hepsi aynı mekânda bulunsunlar ve sıra ile ondan ders alsınlar. İlme henüz başlamış bir talebe, onun huzurunda oturup dersini aldığı zaman, o yakınlık içinde bir uzaklık vardır. Çünkü o genç adam, o büyük imamı, o dâhi âlimi anlamanın çok ötelerindedir. İlmi ilerledikçe hocasına daha çok yaklaşacak ve ona olan hürmeti, takdiri, hayreti gittikçe artacaktır...
Tahsilinin her safhasında, hocası o talebeye yakındır, onu yetiştirmekte, ilerletmektedir... Burada uzaklık hoca için değil, talebe için söz konusudur.
Misallerden hakikate geçelim: Allah, kulunun madde ve mânâ âlemini daima terbiye etmekle, o kuluna onun nefsinden daha yakındır. Kul ise ancak belli sınırlar arasında iş görebilen noksan sıfatlarıyla, bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkıyla anlamaktan çok uzak...
Alaaddin Başar (Prof.Dr.)-Sorularla İslamiyet
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
Soruda geçen “yakın” ve “yaklaşma” ifadelerinin mesafe ve mekânla bir ilgisi yoktur.
"Allah’ın kuluna yakın olması", onun her türlü ihtiyaçlarını bizzat görmesi, bütün hücrelerinde her türlü icraatı kudret ve ilmiyle yapması, ona kendi nefsinden daha merhametli olması gibi manalar taşır.
"Kulun Allah’a yaklaşması" ise, onun razı olduğu bir kul olma vadisinde attığı adımlarla ilgidir. İmanındaki inkişaf, ilmindeki terakki, amelindeki ihlas onu Allah’a yakınlaştıran vasıtalardır.
Uzak, yakın, geçmiş, gelecek gibi ifadeler zaman ve mekânla ilgilidir. Maddî olan ve bir mekânda yer tutan varlıklar birbirlerine göre yakında veya uzakta bulunurlar. Maddeden ve mekândan münezzeh olan Allah, mekânın her yerindeki mahlûkatına onların nefislerinden daha yakındır. Keza, zamandan münezzeh olan Allah, zaman nehrinde akıttığı her bir varlığa onun nefsinden daha yakındır.
Allah’ın, mahlûkatına yakınlığı ve mahlûkatın ondan uzaklığı zaman ve mekân ölçüleriyle izah edilemez.
Bir misal: Siz okuduğunuz kitaba ondan daha yakınsınızdır; o kendisinde nelerin yazıldığını bilmez, siz bilirsiniz... Ve kitap sizden çok uzaktır, yani sizi anlamanın, tanımanın, seyretmenin çok gerilerindedir.
Kitabın ilk sayfasındaki bir kelime ikinci sayfadakine yakındır, onuncu sayfadakine ise uzaktır. Ama onları yazan ve bilen müellif, bunların hepsine aynı derecede, aynı seviyede ve aynı ölçüde yakındır. Hepsi, onun ilminde birlikte bulunurlar.
Yakınlık ve uzaklığın bir başka cihetini bize ders veren bir hadis-i kutsî:
“... Kulum bana nafilelerle yaklaşır...”(Buhârî, Rikak 38.)
Yakınlaşmanın mânevî olduğunu, kalbî ve ruhî olduğunu bu kutsî hadis ders veriyor bize... Nafile; farz ve vacipleri işledikten sonra kulun rabbine daha fazla yakınlaşmak, kalbini ulvî feyizlere daha ziyade açmak ve ömrünü rıza yolunda daha verimli harcamak niyetiyle yaptığı ibadetler, tefekkürler, ilticalar, şükürlerdir.
Böyle bir kul, Rabbine yaklaşma konusunda her gün biraz daha mesafe kat eder... Kat ettiği bu mesafeler de mânevîdir, Rabbine yaklaşması da...
Büyük bir âlim düşünelim. Bu zâtın öğrencilerinin hepsi aynı mekânda bulunsunlar ve sıra ile ondan ders alsınlar. İlme henüz başlamış bir talebe, onun huzurunda oturup dersini aldığı zaman, o yakınlık içinde bir uzaklık vardır. Çünkü o genç adam, o büyük imamı, o dâhi âlimi anlamanın çok ötelerindedir. İlmi ilerledikçe hocasına daha çok yaklaşacak ve ona olan hürmeti, takdiri, hayreti gittikçe artacaktır...
Tahsilinin her safhasında, hocası o talebeye yakındır, onu yetiştirmekte, ilerletmektedir... Burada uzaklık hoca için değil, talebe için söz konusudur.
Misallerden hakikate geçelim: Allah, kulunun madde ve mânâ âlemini daima terbiye etmekle, o kuluna onun nefsinden daha yakındır. Kul ise ancak belli sınırlar arasında iş görebilen noksan sıfatlarıyla, bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkıyla anlamaktan çok uzak...
Alaaddin Başar (Prof.Dr.)-Sorularla İslamiyet
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)