13 Şubat 2020 Perşembe

SİYER COĞRAFYASI’NIN DİNİ YAPISI-1-


 “Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir. Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun! Âlemlerin Rabbi olan Allah’a da hamd olsun!” 
(Sâffât Sûresi, 37/180-182) 

Hira 

 Son vahyin ilk muhatapları İslam’dan önce nasıl bir dini yapıya sahiptiler?
 Siyer Coğrafyası’nın sakinleri İslam öncesi nelere, nasıl inanıyorlardı? 
 Şirk, Cahiliye Arapları’nın dini hayatlarında nasıl yer edinmişti? 
 Son vahyin ilk muhataplarının Allah inancı ve tasavvuru nasıldı? 
 Mevcut dini yapıyla nazil olan ayetler üzerinden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) nasıl bir mücadele başlattı ve bunu hangi usul ve üslup ile yaptı? 

Siyer Coğrafyası’nda, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile başlayan o büyük değişim ve dönüşümü doğru anlayabilmenin önemli vesilelerinden biri de, devrin dini yapısını anlamaktan geçmektedir. Bu önemli konuya bir hususa dikkatlerinizi çekerek başlayalım. Bildiğiniz gibi, Kur’an’ın ilk nazil olduğu coğrafya Mekke, sonrasında ise Medine’dir. Mekke putperestliğin hakim olduğu bir mekân, Medine ise Yahudilerin ve yine Müşriklerin bulunduğu bir coğrafyadır. Dolayısı ile Kur’an Mekke’de söz söylemeye başladığı zaman muhatapları taştan, topraktan, tahtadan ve helvadan kendi elleri ile yapmış oldukları putlara tapan bir topluluktu. Böyle bir muhatap çevresine hitap eden ve nüzul sürecinin on üç senesini bu muhataplarla geçiren bir ilahî metin ile karşı karşıyayız. Peki, böyle bir durum sonrası için bir dezavantaj değil mi? İlk muhatap çevresi putperestlerden oluşan bir hitap nasıl evrensel bir muhtevada olabilir? Bugün paganizm denilen putçuluğun modern dünyada mensupları mı var ki Kur’an’ın içerisinde geçen ve oldukça büyük bir yekun tutan bu tarz ayetlerin bir anlamı olsun? Neden Kur’an işin bidayetinde şuan bile müntesipleri bulunan Ehl-i Kitap dediğimiz Yahudi ve Hırıstiyanları değil de, taşa toprağa tapan bir muhatap çevresini ilk muhataplar olarak karşısında bulmuştur? Bu soruları çoğaltabiliriz... Gerçekten de ilk bakışta bu muhatap çevrenin Kur’an’ın evrensel mesajına gölge düşürdüğünü zannedebiliriz. Çünkü bir metnin muhatap çevresi çok önemlidir; “söz yerinde ağırdır” derler ya; söz o ilk neşet ettiği çevrede anlamlıdır ve oradaki muhatap çevrenin yapısı, metinin muhtevasının şekillenmesi ile birebir bağlantılıdır. Arapçanın önemli bir bahsi olan belağatın üç ana dalından biri olan 1 Meânî’de, Muktezâ-yı hâl denen duruma ve yerine göre, yani muhatabın şartlarını gözönünde bulundurarak söz söyleme zorunluluğu vardır. Bu zorunluluktan dolayı, haber cümlesi meânîde üçe ayrılır: İbtidâî haber, talebî haber ve inkarî haber… Bu üç farklı haber cümlesi, muhatabın üç farklı haline göre oluşan cümle çeşididir. Diyelim ki, muhatap başlangıç noktasındadır ve söylenen her sözü itiraz etmeden kabul etmeye hazırdır. Ona mesela: “Cae ehuke/Kardeşin geldi” denir, o da bu sözü hemen kabul eder. Ama karşıdaki muhatap biraz şüphe içerisinde ise, bu sefer sözün sahibi olarak muhatabı ikna etme adına: “İnne ehake cae/Gerçekten kardeşin geldi” denir. Yok eğer muhatap bir inkâr durumunda ise ve ne söylenirse kabul etme noktasında sıkıntı yaşanacaksa bu sefer: “Vallahi innehu kad cae/Vallahi, muhakkak o geldi” denir. 2 Görüldüğü gibi muhatabın duruş hali anında hitaba etki etmekte, ya ibtidâî, ya talebî ya da inkarî haber cümlesine dönüşmektedir. 

Bu ön bilgiler ışığında asıl konumuza dönersek, özellikle bugünün dünyasında Mekke insanının kutsal saydığı, Lât, Uzzâ, Menât ya da Hubel gibi putların olmadığı ve kimsenin o günün insanı gibi açıkça cansız varlıkların/nesnelerin önünde tazim etmediği söylenebilir. Özellikle kendi yaşadığımız coğrafya itibari ile konuşursak yüzde 99’luk bir çoğunluğun La ilahe illallah deyip, imanlarını ikrar ettiklerini varsayarak, Kur’an’ın en fazla mücadele ettiği bir muhatap çevresi olan Müşriklerin ve şirkin olmadığı zehabına kapılarak -hâşâ- Kur’an mesajlarının devrinin geçtiğini ve şu an bizlere canlı bir şekilde hitap etmediğini düşünebiliriz. Peki, gerçekten böyle midir? İşte bu işin böyle olmadığını anlayabilmemiz için devrin dini yapısını ve o yapıyı oluşturan zihniyeti çok iyi anlamamız gerekmektedir. O günün dini yapısını anladıkça Kur’an’ın ne dediğini ve ne demek istediğini daha iyi anlayacağız ve daha iyi kavrayacağız. 

İşin önemini kısaca belirttikten sonra Siyer Coğrafyası’nın tamamını dikkate alarak, dini yapıları tanımak açısından bir sınıflandırmaya tabi tutarsak karşımıza şu oluşumlar çıkar: 

MÜŞRİKLER 
HANİFLER 
SABİLER 
YAHUDİLER 
HRİSTİYANLAR 

Bu dini yapıları, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) muhatap çevresini anlamamız açısından birer birer ele almakta fayda vardır. Öyleyse birinci dini yapı olan ve Kur’an’ın en fazla üzerinde durduğu Müşrikler ile başlayalım.

Devamı bir sonraki yazıda.

1 Belağat ilmi üç ana dala ayrılır: Beyân, Meânî ve Bedî. Detaylı bilgi için bkz: Bolelli, Nusreddin; Belağat, Kur’an Edebiyatı, s. 26- 29
2 Daha fazla bilgi için bkz: Bolelli, Nusreddin; Belağat, Kur’an Edebiyatı, s. 165 

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-21.pdf

12 Şubat 2020 Çarşamba

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -8-

SUFFA 

*ŞİRK KONUSUNDA KUR’AN’IN VE EFENDİMİZ’İN (sallallahu aleyhi ve sellem) BEYANLARINI İYİCE ANLA Kİ, BU KONUDA GEREKLİ HASSASİYETİ GÖSTERESİN VE HER TÜRLÜ SAPMAYA KARŞI TEYAKKUZ HALİNDE OLASIN.

* ‘CANIM BÖYLE İSTİYOR’ DİYE, CANININ HER İSTEDİĞİNİ MEŞRU GÖREREK, HUDUDULLAHA RİAYET ETMEDEN YAŞAMANIN HADDİ AŞMAK OLDUĞUNU UNUTMA Kİ; KAYMAYASIN, YANLIŞ YOLLARA SAPMAYASIN.

* ALLAH’IN KUTSAL SAYMADIĞINI KUTSAL SAYMAK, BATIL İNANÇ VE HURAFELERE KAPILAR AÇMAK VE EŞYAYI AMACI DOĞRULTUSUNDA KULLANMAYARAK, YA GEREĞİNDEN FAZLA YÜCELTMEK, YA HAK ETTİĞİNDEN DAHA AŞAĞI İNDİRGEMEK GİBİ SAPMALARA KARŞI DUYARLI OL Kİ, TEVHİDİ HAYATINDA HAKİM KILASIN.

* GERÇEK MANADA TEVHİDİN HAKİM OLABİLMESİ İÇİN, RUBUBİYETTE, ULÛHİYETTE VE UBUDİYETTE, GEREKEN BİLİNCİ HAYATINDA TESİS ET Kİ, RABBİN KATINDA MUVAHHİDLERDEN SAYILASIN.

* ESMAÜ’L-HÜSNA’NIN DEĞER VE KIYMETİNİ KAVRAYIP, SENİ ALLAH’A YAKLAŞTIRACAK EN ÖNEMLİ VESİLELERDEN BİRİ OLARAK GÖR Kİ, EN GÜZEL İSİMLERİN GÖLGESİNDE, RAZI OLUNACAK BİR HAYATA KAVUŞASIN.
Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

11 Şubat 2020 Salı

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -7-


RAHMAN

Her hayırlı işin anahtarı olan Besmele’nin isimlerinden biri olan Rahman ismi Kur’an içerisinde Besmeleler hariç tam 57 kere geçmektedir. 35 Kur’an’ın bu kullanımlarının büyük bir kısmının ise ilk nazil olan ayetler içerisinde olduğunu görmekteyiz. Hatta Hz. Osman mushafının üzerinden konuşursak iki kullanımın dışındaki 36 tüm Rahman isimleri Mekkî sûrelerde geçmektedir. İlk 6 yılda nazil olan ayetler içerisinde ise Rahman ismi 46 kez geçmektedir. Kur’an içerisinde geçen 57 Rahman isminin sadece ikisi Medine döneminde inen ayetler içerisinde yer aldığına göre, geri kalan 9 Rahman ismi de yine Mekkî süreler içerisinde ama ilk 6 yıldan sonra nazil olan ayetler içerisindedir.37 


İlahî kelamın bu yüce isme nüzûl sürecinin hemen başlarında bu düzeyde vurgu yapmasında ve diğer birçok isme rağmen bu ismi öncellemesinde tabii ki bazı hikmetleri vardı. Eğer Kur’an yüzlerce isim içerisinden bu isme böyle bir yer ayırmışsa bunun nedenleri üzerinde durmamız gerekmektedir. Öncelikle şunu söyleyelim ki, Besmele ve Fatiha sûresi ile gündeme giren Rahman ismine vahyin ilk muhatapları olan Mekke ahalisi oldukça sert bir tepki gösterdiler. Onların bu yüce isme nasıl karşı olduklarını Hicretin 6. yılında Hudeybiye’de yapılan anlaşma sırasında Mekke tarafının sözcüsü olan Süheyl b. Amr’ın itirazında görebiliyoruz. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) anlaşmanın kâtibi olan Hz. Ali’ye; “Yaz Ali! Bismillahirrahmanirrahim” deyince Süheyl hemen itiraz etmiş; “Biz Rahman nedir bilmeyiz. Bizim bildiğimiz bir şeyleri yaz. 
Bismikallahümme yaz!” demişti. Efendimiz’de (sallallahu aleyhi ve sellem) söylenen cümlede şirke dair bir iz bulunmadığı için Süheyl’in dediğini kabul etmiş ve böyle yazdırmıştı. 38 Gerek bu olaydan, gerek Kur’an içerisinde müşriklerin bu yüce isme karşı takındıkları tavrı gösteren ayetten 39 anladığımız kadarı ile onlar, Allah’ın ulûhiyetinin bir işareti olarak muhataplara sunulan bu isme karşıydılar. Peki, neden bu zihniyet aslında kulların tamamen lehlerinde olan o sınırsız rahmet ve merhametinin bir işareti olan böyle bir isme karşı çıkmışlardır? Bu çok önemli bir sorudur ve İslam tarihi boyunca bu soru bir çok İslam aliminin ilgisini çekmiş ve çok farklı yorumlar ortaya koymuşlardır. Bu yorumların hepsine burada değinemeyeceğiz ama merak edenler tefsirlerde özellikle Furkan Sûresi’nin 60. ayetinin geçtiği yerlere bakabilirler. Ama burada çeşitli kaynaklarda detayları ile belirtilen bu karşı çıkışın nelerden kaynaklandığına dair üç temel sebebe dikkat çekebiliriz: 

1. Mekke ahalisi Rahman ismine yabancıydılar. Bu yabancılık elMunzirî gibi bir kısım alimin belirttiği üzere kelimenin Arapça asıllı olmadığı iddiasından kaynaklanıyordu. Her ne kadar el-Munzirî ilk dönemlere ait bazı şiirlere dayanarak Rahman kelimesinin aslının İbranice olduğunu iddia etse de, bir çok alim bu görüşe karşı çıkmış ve kelimenin Arapça asıllı olduğunu ispat etmişlerdir. 40 O halde Mekkelilerin bu isme yabancı olduklarını söylerken neyi kastetmiş oluyoruz? Yabancılıktan kasdımız bu ismi Allah’a izafeten kullanmamalarıdır. Mekkeliler Rahman ismini biliyor, anlamını anlıyor ama bu ismi Yemenlilerin iki ilahından biri sanıyorlardı. Yemenlilerin ilahları için kullandıkları bu ismin Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından Allah için kullanılmasına ise karşı çıkıyorlardı. 

2. Uzak bir Allah tasavvurundan dolayı bu isme karşıydılar. Müşrik zihinler hayata müdahil bir Allah istemiyorlardı. Onların Allah inançları, erişilmez ve uzak bir ilah tasavvuruna dayanıyordu. Böyle olunca da aracılar devreye giriyor; onları Allah’a yakınlaştırma vesileleri oluyorlardı. Bu düşünceden dolayı sınırsız bir rahmet ve merhametin kaynağı olduğunun bir ifadesi olan Rahman ismine karşı çıkıyorlardı. Rahmeti her yeri kuşatan bir yaratıcıyı kabul etmek, hayata müdahil bir Allah’ı kabul etmek anlamına geliyordu. Bu ise onların temel inançlarını yerle bir ediyor, aracıların hepsinin devre dışı kalmasına neden oluyordu. Bundan dolayı Mekke, Rahman ismine karşı çıkıyor ve bu ismi bir türlü Allah’a izafeten kullanmıyorlardı. 

3. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) risaletine karşı çıkışlarını bu isim üzerinden yapıyorlardı. Hayata müdahil olmasını istemedikleri bir Allah inancına sahip olan Mekkelilere hayatın her alanında tevhidi dillendiren bir peygamber gelince, onlar bu peygamberin mesajlarını O’nun söylemi ile vurmaya çalışıyorlardı. İsra Sûresi’nin 110. ayetinde değinildiği gibi Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’a izafeten Rahman ismini kullanmasını yadırgadılar ve: “Muhammed bizi tek bir tanrıya çağırıyor, kendisi ise iki tanrıya dua ediyor” demeye başladılar. 41 Aslında onların bu itirazlarının hiçbir temeli olmadıklarını kendileri de biliyordu. Çünkü o güne kadar nazil olan ayetlerde geçtiği üzere Kur’an onlarca ismi Allah’a izafeten kullanmıştı. Bu isimlerin varlığı tanrıların çeşitliliği anlamına gelmiyordu. Zaten onların da başka hiçbir isme itiraz etmeyip, sadece Rahman ismine itiraz etmeleri aslında kendi çelişkilerini gösteriyordu. Onlar bu isim ile Efendimiz’in getirdiği mesajlara karşı çıkıyor, O’nu yalanlamaya ve O’nun Allah inancının sağlam olmadığı gibi temelsiz iddiaları dile getiriyorlardı. İşte bu üç temel noktadan dolayı Mekke, Rahman ismine karşı çıkıyor ve bu ismin Allah’a izafe edilmesini istemiyorlardı. Onların bu istekleri ise Kur’an’ın ısrarla bu ismi gündeme getirmesi ile geri çevriliyordu. Özellikle Mekke döneminde bu ismin çokça dile getirilmesi vahyin ilk muhataplarının zihin dünyalarında yer etmiş olan yanlış Allah tasavvurunu düzeltme amacı taşıyordu. 

Devamı bir sonraki yazıda.

35 Abdulbaki, Muhammed Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres, s.376-377 
36 Bakara Sûresi 2/163; Haşr Sûresi 59/22 
37 Rad Sûresi 13/30; İsra Sûresi 17/110; Taha Sûresi 20/90,108,109; Mülk Sûresi 67/3,19,20,29
38 Buhari, Şurut, 15; ed-Dimaşki, Subul el-Huda ve’r-Reşad fî Sireti Hayri’l-İbad, c.5, s.87 
39 Furkan Sûresi 25/60 
40 Yıldırım, Suat; Kur’an’da Ulûhiyyet, s.112, 113
41 Çetiner, Bedreddin; Fatiha’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl, s.576, 5

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

10 Şubat 2020 Pazartesi

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -6-


ALLAH 

Lafz-ı celal olan Allah, Kur’an içerisinde en fazla kullanılan bir isimdir. Kur’an bu yüce ismi tam 2697 kez kullanır. 31 Bu kullanımın fazlalığını ilk nazil olan Kur’an ayetlerinde de görürüz. Rab ismi gibi çokça kullanılan Allah lafz-ı celalî de tevhid bilincinin istenilen düzeyde inşa edilmesi amacı taşımaktadır. Rab ismi nasıl Rububiyyette Tevhid’i inşa etmeyi amaçlıyorsa, Allah ism-i şerifi de Ulûhiyette Tevhid’i inşa etmeyi amaçlamaktaydı.

 Nüzûl sürecini dikkate aldığımızda, Allah lafz-ı celalinin geçtiği tüm ayetlerde böyle bir çaba hemen kendini göstermektedir. Özellikle Uluhiyette Tevhid’in bir gereği olarak kutsiyet atfedilen putların yaratma kudretinde olmadığı, hak ve hakikatin kaynaklığı konusunda herhangi bir etkilerinin olmayacağını,32 rızık verenin mutlak adresinin neresi olduğunu,33 yapılan dualara ancak kimin icabet etme kudretinde bulunabileceğini 34 ve daha nice meseleyi hep Uluhiyette Tevhid’i istenilen bir düzeyde inşa etme amacı ile anlatır. Kur’an bu mesajları ile muhataplarının zihin dünyalarında var olan tüm yanlış algıları düzeltir ve doğru bir tevhid bilincinin oluşması için gerekli her sözü en etkin bir şekilde söyler. Bunu Allah lafz-ı celalini andığı ayetlerde yaptığı gibi, diğer tüm esma-i ilahiyeleri zikrettiği ayetlerde de yapar.

Devamı bir sonraki yazıda.

31 Abdulbaki, Muhammed Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres, s. 49-93
32 Yunus Sûresi 10/34,35
33 Ankebut Sûresi, 29/17; Rum Sûresi 30/40
34 Rad Sûresi 13/14; Fatır Sûresi 35/14

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

9 Şubat 2020 Pazar

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -5-


..... O’nun (cc) her ismi güzeldir ve önemlidir, ama özellikle vahyin iniş sürecinde varolan yaygın dini yapı ile mücadele ederken Kur’an’ın öne çıkardığı üç isim bizim için çok önemlidir. Bunlar, Rab, Allah ve Rahman’dır. Efendimiz’in (sas) şirk ile olan mücadelesini anlayabilmek için kısaca bu üç önemli isme değinmemizde fayda vardır.

RAB

Kur’an’ın tamamında Rab ismi tam 974 kez geçmektedir. 29 Bu yüce isme bu düzeyde bir vurgunun yapılması boşuna değildir. İnsanlık neyi en fazla ihmal etmişse ve edecekse, Kur’an onu gündeme taşımış ve ihmal edilen o alanı yeniden tesis etmenin yollarını aramıştır. İşte tevhidin üç önemli basamağından biri olan Rububiyyette Tevhid, ancak bu ismin doğru bir biçimde anlaşılması ile mümkündür. Bunun için de Kur’an işin başında bu ismi böyle bir düzeyde gündeme getirerek, ilk muhatapların zihin dünyalarında ve hayatlarında Rububiyyette Tevhid’in her boyutu ile inşa edilmesini sağlamıştır. Kur’an, muhataplarının zihin dünyalarına ve tabiî ki hayatlarına tevhid bilincini üç basamakta yerleştirmek istemektedir. 


1. Basamak: Rububiyette Tevhid 

2. Basamak: Ulûhiyette Tevhid 

3. Basamak: Ubudiyette Tevhid 

Bu üç basamağın Kur’an’ın nüzûl sürecinde yukarıdaki sıralama gözetilerek yapıldığına şahit oluruz. Çünkü Rububiyette Tevhid eğer Allah’ın istediği düzeyde bir bilinç ile oluşturulmaz ise, asla ulûhiyette bir tevhid sağlanamayacak, bu olmayınca da, ubudiyet yani ibadet sahasında da bir tevhid oluşamayacaktır. İşin başı Rububiyette Tevhid olduğu için Kur’an nüzûl sürecinde bu bilinci oluşturacak, en önemli isim olan Rab ismine bu düzeyde bir yer ayırmış, ilk nazil olan Alak Sûresi’nde iki kez bu isme vurgu yapmış, tedvinde ilk sırada yer olan Fatiha Sûresi’nde yine bu ismi öne almış, son iki sûre olan Felak ve Nas Sûreleri’nde bu yüce ismi anarak adeta kapanışı bile bu isim ile yapmıştır. 

İşin başında Rububiyetteki tevhid, Kur’an’a inanan ve İslamî daveti kabul edenlerle diğerlerini tamamen birbirinden ayırıyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke’de söz söylemeye başladığı zaman, Mekke putlarla donatılmış, her evde şahsi putlar olduğu gibi bir tevhid mabedi olan Kâbe içerisinde bile 360 put vardı. 360 put, çok çeşitli düşünce ve dinlerin figür ve temsillerinden oluşuyordu. Meryem ve İsa portreleri gibi Hırıstiyan inancını taşıyan ikonlar ve resimler olduğu gibi, Yemen, Şam ve Sasanilere ait kutsal figürler de vardı.30 Bu yönü ile Mekkeliler aslında din alanında oldukça çoğulcu ve müsamahalı bir yapıya sahiptiler. Peki, bu noktada şöyle bir soru sorsak; “Din alanından bu kadar çoğulcu ve hoşgörülü olan Mekke, neden aynı hoşgörüyü Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği dine karşı göstermedi? Neden bu davetin sesini kısmaya çalıştı?” Nedeni belli değil mi? Çünkü Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) dile getirdiği din, O’nun insanlara anlatmaya çalıştığı Allah, hayata müdahil oluyordu. Yani Rab’tı. Onlar ise Rablığı kendi aralarında taksim etmişlerdi. Eğer Muhammed’in getirdiği dinin rububiyet alanı olmasaydı, inanın Mekke ahalisi başta ekabir takımı olmak üzere, hiçbiri karşı çıkmaz, onu da bir zenginlik olarak görür, “Şimdiye kadar Kabe’de 360 put vardı, bir tane de –hâşâ- Muhammed’in tanrısının figürü olsun, 361 olsun ne olur ki” derlerdi. Ama Muhammed’in inandığı Allah Rabbü’l Alemin’de, elHak’tı. Hak gelince tüm batıl şeyler yok olurdu, yok olmaya mahkumdu. Bunun için onlar davete karşı çıktılar, bunun için onlar La ilahe illallah sözünü söylemekten çekindiler. Yoksa bugünün dünyasında olduğu gibi, Rububiyet temelinden yoksun bir din anlayışı o günün insanın dilinde olsaydı, en iyi Müslüman başta Ebû Cehil, Velid b. Muğire, Ümeyye b. Halef ve diğerleri olurdu. Bu gerçeklilikten dolayı Rab ismini çok iyi anlamak, kavramak ve hayatı Allah’ın rububiyetine uygun bir şekilde tanzim etmek gerekiyor. 

Devamı bir sonraki yazıda.

29 Abdulbaki, Muhammed Fuad; el-Mu’cemü’l-Müfehres, s. 350-367
30 Çelikkol, Yaşar; İslam Öncesi Mekke ,s. 150, 151

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

8 Şubat 2020 Cumartesi

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -4-


3. ŞÂRΠ


Şârî, “hüküm koyan, helal haram sınırlarını belirleyen” demektir. Elbetteki mutlak manada şârî olan sadece ve sadece Allah’tır.24 Bu konuda sınırları zorlayan Allah’ın (cc) ulûhiyetine ait vasıfları ihlal etmiş sayılmaktadır. Ne yazık ki tarih boyunca bu yanlışa kapı açanlar hep olagelmiş, kendilerini hüküm koyma makamında görenler olmuş, onların koydukları hükümleri Allah’ın hükümleri gibi zannedip, gereğini yerine getiren halk kitleleri de eksik olmamıştır. Bu şârîler; bazen din adamları, bazen cansız putlar, bazen otorite ve güç sahibi olan liderler veya devlet başkanları olmuştur.

 Bunun nasıl olduğuna dair Kur’an-ı Kerim’de pekçok örnek bulunmaktadır. Biz burada özellikle iki örnek üzerinden meseleyi daha iyi anlamaya çalışalım. İlk örneğimiz putların nasıl şârî olarak edinildiğine dairdir. Burada hemen zihnimize cansız putlar nasıl bir şeyleri helal ya da haram kılabilirler ki? diye gelebilir. Elbette kendilerine bile fayda ve zararları olmayan o cansız varlıklar bazı şeyleri helal ve haram kılmıyorlardı, kılmazlardı da ama onlar adına başkaları bunu yapıyorlardı. Nasıl mı? Kur’an’dan öğreniyoruz: “Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şeyi meşru kılmamıştır. Fakat hakikati inkara şartlanmış olanlar kendi uydurdukları yalanlarla Allah’a iftira etmektedirler. Çünkü onlar akıllarını kullanmazlar.” 25 

Burada ayette dile getirilen, bahîra, sâibe, vasîle ve hâm, müşriklerin inançlarında yer alan bazı hayvanlardı. Onlar kendi kuruntuları ile bunları ortaya çıkarmış, helal ve haram kılma gibi bir tehlikeli sonuca işi vardırmışlardı. Bu dört sınıf hayvanın ne olduğunu birer cümle ile izaha çalışalım:

 Bahîra: Cahiliye Arapları arka arkaya beş kez doğuran ve beşinci doğumu dişi olan deveye bahîra derlerdi. Böyle olan bir deve putlar adına salıverilir, tanınsın diye de kulağı ortasından ikiye ayrılır, ne sütünden, ne de etinden istifade edilirdi. Ayrıca hiçbir işe de sürülmez, bir nevi kutsallık atfedilirdi. 

Sâibe: Bir iş ya da adak sonucu yine putlar adına salıverilen develere denilirdi. Mesela; Cahiliye Arapları “Eğer şu işim istediğim gibi olursa bir deve adayacağım” der, o işi gerçekleştiği zaman da bir deve seçer ve onu putlar adına salıverirdi. O deve de kutsallık kazanır, dokunulmaz olur, ne sütünden ne etinden yararlanılır ve ne de herhangi bir iş için kullanılırdı. 

Vasîle: Eğer bir koyun ya da deve bir batında ikiz doğurursa ve bu ikizlerden biri erkek, diğeri dişi olursa bunlar da kutsal sayılır ve vasîle diye isimlendirildi. 

Hâm: Bir erkek deve on batın doğuracak kadar dişi deveyi döllerse yani onları gebe bırakırsa, ona da hâm denerek, kutsallık atfedilirdi.26 

İşte bu yaygın ve sapkın dini düşünceyi Kur’an yasaklıyor, böyle bir işin Allah’a iftira olduğunu söylüyor ve bunun Allah’a ait bir alanın ihlal edilmesi gibi büyük bir cürüm olduğunu ifade ederek, bir daha uygulama imkanı vermiyordu. Böyle bir düşünceyi taşıyan her müşrik aslında kendine şârî/hüküm ve kanun koyucusu olarak o putları ittihaz etmiş oluyordu. Kur’an da bunu hedef alarak, “Hayır mutlak şârî Allah’tır; helal ve haram kılma yetkisi sadece O’nun otoritesindedir” demiş oluyordu. 

Bu ayetin bugünün dünyasına bakan yüzü nedir? Yaşadığımız bu hayatta, bahîra, sâibe, vasîle ve hâm gibi nitelendirilen deve ve koyunlar var mı? Elbette ki yok. Ama onlarda var olan üç temel sapma, ne yazık ki bugünün dünyasında de vardır. Zaten Kur’an’ın savaşı da isimlerle değil, o isimlerle ifade edilen zihniyetlerledir. Nedir bu üç temel sapma? 

1. Allah’ın kutsal saymadığını kutsal saymak 

2. Batıl inanç ve hurafelere kapılar açmak 

3. Eşyayı amacı doğrultusunda kullanmayarak, ya gereğinden fazla yüceltmek, ya hak ettiğinden daha aşağı indirgemek.

 Bunların hepsi Allah’a ait alana müdahaledir ve bunu yapan farkında olarak ya da olmayarak kendisini veya bir başkasını şârî olarak edinmiştir.

İkinci örneğimiz ise insanın şârî olarak edinmesine dairdir. Bu konuda da şu ayeti verebiliriz: “Yahudiler Allah’ı bırakıp hahamlarını, Hristiyanlar ise rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolunmuştu. Çünkü Allah’tan başka ilah yoktur. O (cc) bunların koştukları her türlü isnaddan elbette ki münezzehtir.” 27 

Bu ayette Rabbimiz, çok açık bir beyan ile Ehl-i Kitap dediğimiz Yahudi ve Hristiyanların kendi din adamlarını rabler edindiklerini söylüyor. Peki, bunlar din adamlarına tapıyorlar mıydı ki, Kur’an onların rabler edindiklerini belirtiyordu. Rab olması için sadece tapması mı gerekiyor? Elbette ki hayır. Bu ayetin kaynaklarımızda geçen bir hatırası, mesajın daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. 

O gün için halen Müslüman olmamış, Tay kabilesinden cömertliği ile dillere destan olan Hatem-i Tay’in oğlu, Adiy b. Hatem boynunda gümüşten bir haç olduğu halde Medine’ye gelir. Efendimiz Mescid-i Nebevî’de, bu ayeti okumaktadır. Adiy b. Hatem ayeti duyar duymaz sarsılır ve hemen Efendimiz’e der ki: “Ya Resûlüllah! Kur’an, biz Hristiyanların rahiplerini ve Hz. İsa’yı Rab olarak edindiğimizi söylüyor. Ama biz onlara tapmıyoruz ki? Öyleyse neden Kur’an bize böyle bir isnatta bulunuyor?” Allah Resûlü bize durup saatlerce üzerinde düşünmemiz gereken, hayatlarımızı yeniden bu ayetin gölgesinde gözden geçirmemiz gereken bir söz söylüyor, diyor ki: “Siz Rahiplerinizin helal kıldığını helal, haram kıldığını ise haram kabul etmiyor musunuz? İşte Allah’tan başka kime bu yetkiyi verirseniz o sizin rabbinizdir.” 28 

İşte şârîlik, yani kanun koyma yetkisi bu kadar önemlidir ve insanın bu alanda çok dikkatli olması gerekmektedir. Yoksa bilerek ya da bilmeyerek, Allah’ın ulûhiyeti ve rububiyeti ile doğrudan alakalı olan bu alan/yetki, başkalarına paylaştırılabilir, böylece insanı şirke düşürecek yanlışlıklar ortaya çıkabilir ve iman bu virüslerle zedelenebilir.

 Demek ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), nazil olan ayetler doğrultusunda son vahyin ilk muhatapları olan o günün insanını müşahhas tanrılar konusunda uyardığı gibi, böyle mücerred tanrılar konusunda da uyarır ve onların şahsında bize de çok önemli mesajlar iletir. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu sapmalarla mücadele ederken açık bir şekilde Kur’an’da var olan ayetleri kullandığı gibi, mücerred tanrıların ittihaz edilmesinin baş sebebi olarak gördüğü uzak Allah tasavvurunu, yakın bir Allah tasavvuruna kavuşturma gayreti verdiğini de görmekteyiz. Allah’ın en güzel isimleri anlamına gelen Esmaü’l-Hüsna üzerinden böyle bir mücadele sürdürülmüştür. O’nun (cc) her ismi güzeldir ve önemlidir, ama özellikle vahyin iniş sürecinde varolan yaygın dini yapı ile mücadele ederken Kur’an’ın öne çıkardığı üç isim bizim için çok önemlidir. Bunlar, Rab, Allah ve Rahman’dır. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şirk ile olan mücadelesini anlayabilmek için kısaca bu üç önemli isme değinmemizde fayda vardır. 

Devamı bir sonraki yazıda.

24 “Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” Yusuf Sûresi, 12/40
25 Maide Sûresi, 5/103
26 Kurtubî, el-Câmiu li, Ahkâmi’l-Kur’ân, c. 6, s. 456-459; İbn Habib, el-Munammak, s. 328
27 Tevbe Sûresi, 9/31
28 Taberi, Câmiu’l-Beyan an Tevili’l-Kur’an, c. 10, s. 114


Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

7 Şubat 2020 Cuma

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -3-


2 DEHR 


“Mutlak zaman” anlamına gelen dehr, “Kainatın varlığının başlangıç ve bitişi arasında geçen zaman dilimine” denir.12 Dehr’in insanlar tarafından nasıl ilah olarak ittihaz edildiğine Kur’an açıkça değinir. Rabbimiz buyurur ki : “Dediler ki:‘Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız, bizi ancak dehr/zaman helak eder. Aslında bu hususta onların hiçbir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanna göre, yersiz tahmin ve kuruntularına göre hüküm veriyorlar” 13 

Ayette ifade edildiği gibi, Kur’an’ın nazil olduğu coğrafyada dehr’e inanan ya da daha doğru bir ifade ile zamana Allah’ın yüklediği anlam ve çizdiği sınırın ötesinde bir mana yükleyen bir kesim vardı. Daha sonraları ise bu düşünce, fikri bir akıma dönüşüp, Dehriyyun ya da günümüzde materyalizm gibi maddeyi kutsayan ve fiiliyatta tanrısızlık ihtiva eden bir hale dönüştü. Kur’an’ın nazil olduğu dönemlerde özellikle Mekke’de var olan bu anlayışı ne yazık ki her yönü ile bilemiyoruz. Ama bazı tarihi rivayetlerden öğrendiğimize göre, o günün dünyasında var olan dehrilik anlayışı mutlak bir inkardan ziyade, yaşayış planında fiili bir tanrısızlık olarak uygulanırdı. Bu düşünce Allah’ın yarattığı zaman kavramını Allah’tan bağımsız ele alır, zamanı bir özne olarak algılarlardı.14 Böyle olunca da iyi şeyler ortaya çıkınca bunu zamana bağlar tabir caiz ise, zamana teşekkür eder, kötü şeyler olunca da zamanı sorumlu tutar ve adeta zamana küfrederlerdi. Böyle bir anlayışı düzeltme adına Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) birçok hadis kitabında yer alan şu beyanı ifade buyurmuşlardır: “Dehr’e/zamana sövmeyin/kötü söz söylemeyin. Zira Dehr Allah’tır.” 15 

Hadisin nasıl bir zeminde söylendiğine baktığımız zaman, hem kastedilen şeyin ne olduğu anlaşılacak, hem de bugünün dünyasında bizlere de çok önemli mesajlar verecektir. Cahiliye Arapları başlarına kötü bir iş ve musibet geldikleri anda, bundan zamanı sorumlu tutar ve: “Ya haybete’d-dehr/ Kör olası zaman , harab olasın zaman” derlerdi. 16 Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) başa gelen her işin Allah’ın bir takdiri olduğunu ve hiçbir şeyin Allah’tan bağımsız olmadığını, dolayısı ile zamana söylenen her sözün aslında Allah’a söylenmiş olduğunu ifade etmek için dehri Allah ile özdeşleştirerek kullanmıştır.

 Oradan bugünün dünyasına geldiğimizde, benzer ifadelerin insanlar tarafından kullanıldığını görmekteyiz. “Zalim felek, kör olası felek, evin yıkılsın felek, kaderin gözü çıksın, kader mahkumu” ve daha nice sözler hepsi Cahiliye Arabının kullandığı ifadelere benzemekte, böylece zamanı Allah’tan bağımsız bir değer olarak görmenin sonucu ortaya çıkmaktadır. O halde Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) uyarısı gereği bu tarz sözlerden uzak durmalı ve zamanı Allah’ın iradesinde olduğunu unutmadan hareket etmelidir. 

Casiye Sûresi’nde geçen, “Bizi ancak dehr/zaman helak eder” 17 sözünü, kimin söylediği konusunda kaynaklarımızda çok açık beyanlar bulmak zordur. Ama içlerinde Alûsi gibi bazı müfessirlerin bulunduğu bir kısım müfessirimiz, bu sözün sahibi olarak, Mekke’nin tanınmış isimlerinden biri olan ve biraz önce hevâ bahsinde de ismini aktardığımız Hâris b. Kays es-Sehmî olduğunu söylerler. 18 Hâris b. Kays, diğer Mekke eşrafı gibi zengin, soylu ve toplum üzerinde etkili isimlerden biriydi. Mekke’deki sosyal organizasyon içerisinde bu şahsın görevi; Emval Muhaccere denen putlara sunulan hediyelere, kurbanlara ve mallara bakmaktır.19 Peki, burada bir çelişki yok mu? Hem tanrılara inanmayacaksın, bizi zaman helak eder diyeceksin, hem de tanrıların üzerinden geçinecek, buradan rant elde edeceksin. Evet, ciddi bir çelişki vardır. Ancak bu tarz adamlar, hevâlarını ilah edindikleri için, en büyük değerleri maddedir. Onların inanmak diye bir dertleri yoktur. Tüm dertleri elde edecekleri kazançlarıdır. Bu menfaat adamları, hayatlarını Allah yokmuş tezi üzerine kurar, yeri geldi mi Allah’a yakınlaşma vesilesi olan putlar üzerinden paralar kazanır, ama kendileri fiiliyatta tanrı tanımaz bir hayat düşüncesini taşırlardı. 

Bu düşüncede olanların Mekke’de var olması zihinlerimize şöyle bir düşünceyi de getirebilir. Demek ki, Müşriklerin hepsi aynı dini inancı taşımıyorlardı. Eğer Dehri düşüncesini taşıyanlar vardıysa, başka düşüncelerinde onlar içerisinde olması mümkündür. Elbette bu söz doğrudur. Tüm Müşrikleri aynı düzlemde değerlendirmek mümkün değildir. Özelde Mekke’de, genel de ise Hicaz’da müşrikler çok çeşitli din tasavvurlarına sahiptiler. Onlar, melek, cin, şeytan, şefaat, vesile ve putların çeşitliliği gibi meselelerde çok farklı uygulama ve inanışları vardı. Burada bunların hepsine değinmemiz mümkün değildir. Ama şu kadarını söyleyelim ki, o günün Müşrik akıl yapısı üç temel inanç üzerine kuruluydu. 

Bunlar sırası ile şunlardır: 

1. Dehriyyun: Tanrı tanımazlar. 

2. Ahiret hayatını inkâr edenler: Mekke ahalisi içerisinde ilk yaratılışı kabul eden ama sonrasında ahiret hayatını inkâr eden bir grupta vardı. Bunlar tüm hayatı sadece dünya ile sınırlı zan eder, çürümüş kemiklerin yeniden nasıl hayat bulacaklarını bir türlü anlamaz, anlamak istemez; söylenenlerden de ikna olmazlardı. Ahiret bilincinden yoksun bir Allah inancı taşır ve ölüm sonrası hayat üzerinde bazen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile tartışmalara girişirlerdi. Yasin Sûresi’nin 78. ayetinden 20 öğrendiğimize göre eline aldığı çürümüş kemikleri Efendimiz’e getirip: “Bunlar mı tekrar dirilecek?” diye alay eden, Ümeyye b. Halef ya da kardeşi Übey b. Halef’e verilen cevapla anlıyoruz ki 21 ahiret hayatına inanmayan bir kesim vardı.22 

3. Allah’a inanmakla beraber, putlara da inananlar: Bu üçüncü sınıf Mekke ahalisinin en fazla içerisinde bulundukları sınıftır. Çoğunluğu Allah’ın varlığını kabul eder, bazı eksikleri olsa da ahiret hayatının olduğuna inanır, ama bazı özellikler isnat ettikleri putların kendilerine şefaatçi olacaklarını iddia ederlerdi. 23
Devamı bir sonraki yazıda.

12 el-İsfahânî, Rağıb, el-Müfredat, s. 319
13 Casiye Sûresi, 45/ 24
14 Yıldırım, Suat, Kur’an’da Ulûhiyyet, s. 376, 377
15 Buhari, Tefsir, 45; Müslim, Elfâz, 1-2; Ebû Davud, Edep,169; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 5, s. 299
16 İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 7, s. 254
17 Casiye Sûresi, 45/ 24
18 Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, c. 11, s. 234
19 Şerif, Ahmed İbrahim; Mekke ve’l-Medine fi’l-Cahiliye ve Ahdi’r-Resûl, s. 136
20 “Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor.” Yasin Sûresi, 36/78
21 “De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.”Yasin Sûresi, 36/79
22 İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 6, s. 579; İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 361, 362
23 Yunus Sûresi 10/18; Zümer Sûresi 39/3



Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

6 Şubat 2020 Perşembe

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -2-


Kur’an bu müşahhas/somut putların yanısıra mücerred/soyut putlardan da bahisler açarak, bu tarz sapmalara karşı da muhataplarını uyarmaktadır.
Mücerred putların/tanrıların neler olduğuna gelince, bu konuda da çok şey söylenebilir, ancak biz Kur’an’ın en fazla bu konuda değindiği üç tanrıdan bahsedeceğiz. 


Bunlar şunlardır: 
1. Hevâ 
2. Dehr 
3. Şârî 

Kur’an’ın ısrar ve tekrar ile nazarlarımıza verdiği, Efendimiz’in (sas) çok önemli uyarılarla dikkatlerimizi çektiği insanı saptıran bu üç putu biraz olsun tanımaya çalışalım. 

1. HEV 
Sözlükte “istek, heves, meyil, sevme, düşkünlük” gibi anlamlara gelen hevâ kelimesi ıstılahta, “nefsin, akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı eğilimi” demektir. 5 Dolayısı ile insanın hevâsına uyması, her an onun yönlendirmesi ile yaşaması, arzu ve tutkularının esiri olması yani farkında olarak ya da olmayarak egosunu ilahlaştırmasıdır. ‘Canım böyle istiyor’ diye, canının her istediğini meşru görerek, hududullaha riayet etmeden yaşamasıdır. Hal böyle olunca Kur’an’ın nazil olduğu coğrafyada olduğu gibi, bugünün dünyasında da hevâ ve hevesini tanrı edinen bir çok insan görmek mümkündür. Demek ki, insanın şirke düşmesi için ille de cansız nesnelerden oluşan adı Lât, Uzzâ, Menât ya da başka bir şey olan bir puta tazim etmesi gerekmiyormuş... Bu hakikati ifade etmek için Kur’an birçok ayette hevânın nasıl ilahlaştırıldığına dikkat çekmektedir. 

Kur’an-ı Kerim, hepsi de olumsuz anlamda olmak üzere hevâ kelimesini on ayette tekil, on sekiz ayette çoğul (ehvâ) olarak kullanmaktadır. 6 Bu ayetlerden iki tanesini işin ehemmiyetini anlamak için dikkatle okuyalım. Rabbimiz buyuruyor ki: “Hevâsını kendisine ilah olarak edinen o kimseyi görmedin mi? Sen ona vekil, yani koruyucu olabilir misin?”7 

Bir diğer ayette ise Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın kendi ilmi dahilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah’tan başka kim hidayete erdirebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?” 8 Bazı müfessirlerimize göre bu iki ayetin tasvir ettiği şahıslar, Allah’ın emirlerine karşı isyan içerisinde olan ve canının istediği gibi yaşamaya çalışan, Hâris b. Kays es-Sehmî, Hâris b. Nevfel b. Abdimenaf ya da Ebû Cehil idi.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemde birçok hadisinde hevânın nasıl insan tarafından ilah edinildiğini beyan etmiş, bu konuda çok açık uyarılarda bulunmuştur. 10 Mesela, bir hadisinde hevânın nasıl dehşetli bir düşman olduğunu şöyle beyan buyurmuştur: “Gök Kubbenin altında Allah’tan başka tapılan şeyler arasında hevâdan daha müthiş bir şey yoktur.” 11 

İşte insanı felakete götüren ve insanın bizzat içinde bir puta dönüşen böyle bir sapma ile Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hep mücadele etmiş, insanın yetersizliğini dile getirmiş, nefsin yok edilmesini değil, terbiye edilerek, hevânın ilahlaştırılmamasını söylemiştir. 

Devamı bir sonraki yazıda.

5 el-İsfahânî, Rağıb, el-Müfredat, s. 849; Çağrıcı, Mustafa; TDV, İslam Ansiklopedisi, c. 17, s. 274

6 Abdulbaki, Muhammed Fuad; el-Mu’cemü’l-Müfehres, s. 831

7 Furkan Sûresi, 25/43

8 Câsiye Sûresi, 45/23

9 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, c. 16, s. 28; Çetiner, Bedredin; Fâtiha’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl, c. 2, s. 670

10 Buhari, Ahkâm, 16; Ebû Davud, Edeb, 116; Dârimî, Mukaddime, 30, 35

11 Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, c. 11, s. 36


Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

5 Şubat 2020 Çarşamba

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Şirk İle Mücadelesi -1-


“De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim. De ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben ondan başka Rab mı arayacağım? Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. Ve O, ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.”
(En’âm Sûresi, 6/162-164) 


Hira

 Müşahhas tanrılar ne demektir? 
 Mücerred tanrılar ne demektir? 
 Put deyince neler anlaşılmalıdır? Puta tapma sadece Miladi 6. asrın bir sapması mıdır? 
 İnsanın hevâ ve heveslerini rab edinmesi nasıl anlaşılmalıdır? 
 Şirk konusuna, Kur’an’ın çokça yer vermesinin ve Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem bu mesele hakkında oldukça hassas olmasının hikmetleri nelerdir? 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendinden önceki diğer elçiler gibi bir ömür muhataplarına, “Kulu La ilahe illallah tuflihu/Allah’tan başka ilah yoktur deyin ve kurtulun!” deyip, onları her türlü şirkten arındırıp, el-Ahad ve el-Vahid olan Allah’ın birliğine/tevhide davet etmiştir. O’nun sallallahu aleyhi ve sellem bütün mücadelesi şirkin izalesi ve tevhidin hayata hakim kılınması üzerinedir. Bir önceki derste gördüğümüz gibi Allah’a ait olan alanları sahte tanrılara, putlara ya da şahıslara paylaştırıp şirke kapı açanları, tevhide ulaştırmak için ciddi bir gayret ortaya koymuştur. 

Geçen dersimizde Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem ilk muhataplarının yaygın bir hastalığı olan putçuluğa değinmiş, Kur’an’ın bazen açık isim vererek 1 bazen de isim vermeden, halkın yaygın olan bu dini yapısına karşı vermiş olduğu mücadeleyi görmüştük. O gün var olan o mücadelenin yeni başlamadığını ta ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’in çocuklarına ulaşacak kadar zamanının eski olduğunu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem döneminde de devam ettiğini, bugünde aynı sapmaların farklı şekillerle var olduğunu, dolayısıyla mücadelenin de kıyamete kadar da süreceğini unutmamamız gerekir. 

Bu noktada bir put tarifi yapmamız yerinde olacaktır. Put, kişinin Allah’a (cc) ait vasıf ve özellikleri kendisinde var olduğu kuruntusuna kapıldığı veya o özellikleri paylaştığı maddi-manevi her şeydir. Hal böyle olunca put sadece önünde tazim edilen bir takım nesneler olmakla sınırlı değil, insanı Allah’tan koparan, isyana sürükleyen, kulluk bilincini zedeleyen her türlü sapmanın adıdır. Dolayısı ile put denilen şeyler; insan, çeşitli hayvanlar veya bunların figürleri, kuş, ağaç ,taş veya maden gibi görünen müşahhas/somut varlıklardan oluştuğu gibi, herhangi maddi bir şekle dayanmayan mücerred/soyut varlıklardan da oluşabilir.

Bu hususu biraz daha açacak olursak, mesela; ilk günden bu tarafa insanlar, bazen Allah (cc) yanında meleklere, cinlere hatta şeytanlar gibi manevi varlıklara tapmışlardır. Yine insanlar Hristiyanlıkta olduğu gibi teslis inancını benimseyip, Allah yanında Meryem validemize ve Hz. İsa’ya Allah’a ait bazı vasıfları vermiş, onları ilah mesabesinde görerek şirke düşmüşlerdir. 3 Yahudiler ise Ezra dedikleri, Kur’an’ın ise Uzeyr dediği kendilerine gönderilen elçiye ilahlık vasıfları yükleyerek şirke düşmüşlerdir . 4 Bazı insanlar ise buzağı, kartal (nesr) veya başka bir hayvana farklı anlamlar yükleyerek şirke kapı açmışlardır. Başkaları ise bu sapmayı güneş, ay, yıldız gibi gök cisimlerinde yapmışlardır. Bir de geçen ders üzerinde durduğumuz gibi, insanların elleri ile yapıp, farklı mana ve anlamlar yükleyerek Lât, Uzzâ, Menât, Hubel ve benzeri isimlerle andıkları nesnelere tanrılık isnat edip putçuluk ile şirke düşmüşlerdir. Kur’an bu müşahhas/somut putların yanısıra mücerred/soyut putlardan da bahisler açarak, bu tarz sapmalara karşı da muhataplarını uyarmaktadır. 

Mücerred putların/tanrıların neler olduğuna gelince, .......

Devamı bir sonraki yazıda.

1 Necm Sûresi, 53/19-23; Nuh Sûresi 71/23

2 Yıldırım, Suat; Kur’an’da Ulûhiyyet, s. 4 
3 “Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı bilin’ diye sen mi dedin,’ buyurduğu zaman o, Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin.” Maide Sûresi, 5/116 
4 “Yahudiler: ‘Uzeyr Allah’ın oğludur,’ dediler. Hıristiyanlar da, ‘Mesih Allah’ın oğludur,’ dediler. Bu, ağızlarından çıkan (boş) sözleridir. Onlar önceden inkar etmiş olanların sözlerini taklid ediyorlar. Allah kahretsin onları. Nasıl gerçeklerden sapıyorlar?” Tevbe Sûresi, 9/30

Muhammed Emin Yıldırım-Siyer usulu ders notları

https://www.siyervakfi.org/siyerusulu/siyer-usulu-22.pdf

Herkese Hakkımızı Helal Etmeli miyiz?


Sual: Selamün Aleyküm. Hepimizin vardır dünyevi işlerde içimizi acıtan kişiler ve olaylar. Benim sorum şu olacak insanlara hakkımızı helal etmenin Allah (c.c.) katındaki sevabı var mıdır? Her kula hakkımızı helal etmeli miyiz? Bu konuda ahirete pay bırakmak gerekli mi yoksa dünyadayken varsa eğer hakkımız bildiğimiz bilmediğimiz kimselere helal olsun denmeli mi? Saygılarımla.

Cevap: İnsanın dünyada iken elde ettiği hakları helal etmek, bağışlamak, tamamen kendi hakkıdır. İster bağışlar, ister yargılanmak için ahirete bırakır. Rabbimiz bu konuda kulları arasına girmez, ancak af etmeyi murat ettiği kulun hakkını, diğer bir kula farklı ödüller vererek üstlenebilir. Bu konuda hadislerde çeşitli izahlar mevcuttur. Ancak bu noktada şunu düşünmek gerekir: Cenneti kazanmış bir kul, başka birinden hak alacağı için o büyük mahkemede ifade veriyor. Bu kadarlık bir zaman için bile değer mi orada hesaplaşmaya bu tamamen kişinin bileceği iştir. Çok canı yanmıştır, biri ister hesaplaşmayı, biri ise çok canı yanmasına rağmen, ben bir an olsun bile cennetten ayrı kalmayayım diye o hakların hepsinden vazgeçebilir. Vazgeçtiği her hak da ona cennette farklı bir ödüle dönüşebilir. Öyleyse kararı verirken bunları düşünüp öyle vermelidir. Allah (cc) sorgusuz, sualsiz cennete girmeyi hepimize nasip etsin. (amin)

Muhammed Emin YILDIRIM


4 Şubat 2020 Salı

Bir Ayda Üç Kez Hayız Olmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
6. BÖLÜM HAYIZ

24. Bir Ayda Üç Kez Hayız Olmak

Hayız olma imkanının bulunduğu günlerde hayız olma İle hamilelik konusunda kadınların ifadeleri tasdik edilir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz."
[el-Bakara 2/228]

Anlatıldığına göre Hz. Ali ve Şüreyh 
radıyallahu anhum , ailesinden dini hassasiyetine itimad edilen birini şahit göstererek bir ayda üç defa hayız olduğunu beyan eden kadını tasdik etmiştir.

Ata, 'iddet bekleyen kadının üç kur'u, iddet öncesi zamana göredir" demiştir. Bu görüş İbrahim en-Nehâî'den de nakledilmiştir. Ayrıca Atâ şöyle demiştir: 'Hayız bir gün İle, on beş gün arasında değişir.

Mu'temir babasından şöyle nakletmiştir: "İbn Sîrîn'e temizlik döneminden beş gün sonra kan gören kadının durumunu sordum. O da, 'bunu kadınlar daha iyi bilir' dîye cevap verdi."

Açıklama

(Hayız olma imkanının bulunduğu günlerde) Eğer hayız olma imkanının bu­lunmadığı günlere dair kadınlardan hayız olduklarına dair bir beyan sadır olursa, bu iddia kabul edilmez.

(Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur) Bu İfadeyle İmam Buhârî, yukarı­daki âyetin tefsirine işaret etmiştir. Söz konusu âyetin tefsiri hakkında Taberî, Zühdî'den sahih bir senetle şunu nakletmiştir: "(Belâğ yoluyla) bize ulaştığına göre, Allah'ın rahimlerde yarattığından maksat, hamilelik veya hayızdır. Kadınla­rın bu halleri saklaması caiz olmaz. Zira ancak bu hallerin açıklanmasıyla iddet sona erer ve rac'at (geri dönme) hakkı bulunan kocanın bu hakkı düşer."

İbn Ömer'den sahih bir senetle şöyle nakledilmiştir: "Kadının, hayız olduğu zaman hayzını, hamile olduğu zamanda hamileliğini saklaması helal değildir."

Bâb başlığının âyetle uyumu şu şekilde izah edilebilir; Âyete göre kadın, kendi durumunu açıklamak zorundadır. Eğer kadının ifadeleri tasdîk edilmeye­cek olsaydı, bunun bir anlamı olmazdı.

[ailesinden dini hassasiyetine itimad edilen birini şahit) Yani kendisine yakın birini şahit olarak getirmiştir. İsmail el-Kâdî şöyle demiştir: "Bu ifadeyle, kadınla­rın rivayette bahsi geçen hanımın ayda üç kez hayız olduğuna şahitlik etmeleri kasdedilmemiştir. Kanaatime göre, kadınların bu tür durumların olabileceğine, bazen yakınlarındaki hanımlar için bu durumun meydana geldiğine dair tanıklık etmeleri kasdedilmiştir." Bizce bu yorum, kıssanın akışına aykırıdır. Nitekim Dârîmî şöyle bir rivayet aktarmıştır: "Ya'lâ b. Ubeyd, ismail b. Ebî Halid kana­lıyla Amir eş-Şâ'bî'den bize şöyle nakletti: "Hz. Ali'ye 
radıyallahu anh bir kadın geldi ve 'bir ay içinde üç kez hayız oldum' diyerek kendisini boşayan kocasını dava etti. (İddetİnin dolduğunu beyan edip kocasından tamamen ayrıldığını tescil etmek istedi.) Hz. Ali, Şüreyh'e 'Bunlar hakkında hükmü sen ver' dedi. Şüreyh, 'Ey mü-' minlerin emiri! Sen varken hüküm bize düşmez' diyerek tevazu gösterdi. Hz. Ali radıyallahu anh yine 'Bunlar hakkında hükmü sen ver' dedi. Bunun üzerine Şüreyh şu şekilde hüküm verdi: Eğer bu kadın, kendi ailesinden dini hassasiyetine güvenilen bi­rilerini şahit getirir, onlar da, kendisinin bir ayda üç kez hayız olduğunu, her temizlik döneminde gusül abdesti alıp namazı kıldığını ikrar ederse iddeti dolmuş demektir. Aksi takdirde, iddeti dolmamıştır.

Hz. Ali 
radıyallahu anh 'kâlûn' diyerek bu hükmü onayladı. Kâlûn Rumca 'bravo' manasına gelir."

Bu olay göstermektedir ki, şahitlerin söz konusu iddianın rivayette bahsi ge­çen kadın hakkında meydana geldiğine şahitlik etmeleri kasdedilmiştir. Nitekim Atâ da bu görüştedir. Çünkü o, kadının boşanmadan önceki adetini esas al­maktadır.

325- Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Fâtıma bintü Hubeyş Hz. Peygamber'e ben istihaze kanı görüyorum, bir türlü temizlenemiyo­rum. Bundan dolayı namazı bırakayım mı?' diye sordu. O da şöyle buyurdu: Hayır! Zira bu, damardan kaynaklanan bir kanamadır. Ancak hayız olduğun günler kadar namaz kılma, sonra gusül abdesti al ve namaz kıl!"

Açıklama

Hadisin Bab Başlığı İle İlgisi

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hayız olduğun günler kadar buyurmakla, hayız süresinin ne kadar olduğunu kadının takdirine bırakmış ve bunun da âde­tin genel seyrine müracaatla öğrenilebileceğini belirtmiştir. Böylesi durumlarda âdet günlerinin tespiti, kişiden kişiye değişir.

Hayız ve temizlik günlerinin en azının ne kadar olduğu konusunda âlimler ihtilaf etmiştir. Anca Davûdî hayzın en fazla on beş gün sürebileceği konusunda alimlerin ittifak ettiğini söylemiştir. Ebu Hanife, en az hayız ile en az temizlik günlerinin bîrlesemeyeceğini belirtmiştir. Ona göre iddet süresi en erken altmış günde biter. İmam Muhammed ve Ebu Yusuf'a göre ise, otuz dokuz günde sona erer. Çünkü onlara göre hayzın en azı üç gün, temizlik döneminin en azı ise on beş gün sürer. 


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.