21 Şubat 2015 Cumartesi

444.ÖMER bin Hattab MÜSLÜMANLIĞI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Nurettin Yıldız'ın dinlediğim bir sohbetinden çok etkilendim. Sohbetin videosunu dinlemenizi tavsiye ederim ama vaktiniz yok ise benim etkilendiğim bölümlerin özetini aşağıda bulabilirsiniz:

 Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bu dünyadan Rabb’ine giderken, ashabından 10 kişiyi Allah’ın onlara cennet sözü verdiği müjdesiyle müjdelendirerek ahirete gitti. 
 Dolayısıyla bu 10 insan Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden sonra yaptıkları, sözleri, tavırları, kimlikleri, bizim için örneklerdir.
 Eğer biz Peygamber aleyhisselamdan başka birisini tavırları, konuşmaları eylemlerinde örnek alacaksak, bu “cennetle müjdelenmiş 10 insandan” almalıyız.

 Bu 10 sahabiden bir tanesi de “Ömer bin Hattab” radıyallahu anhtır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz ahirete intikal ederken Hz. Ömer’i  radıyallahu anh örnek göstermişti. Onu (radıyallahu anh) yerine geçebilecek, Ümmet’e örnek olabilecek insan olarak karşımıza çıkarmıştı. Elbette sadece Ömer radıyallahu anh değildi ama  bugün önümüzde örnek olarak durması açısından onu ele alıyoruz.

 Ömer bin Hattab radıyallahu anh bu Ümmet’in ilk Müslümanlarındandır. Allah Teâlâ’nın indirdiği Kur’an’ı Kerim’le, ayet ayet yan yana durmuş, Cebrail aleyhisselamın gelişini gidişini seyretmiş Müslümanlardandır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemle defalarca baş başa kalmış insandır. Allah’ı ve rızasını dert edinmiş, bunun dışında hiçbir şeyi kendisine örnek almamış, hiçbir duygudan etkilenmemiş insandır. 

  Ömer bin Hattab gibi veya Ali bin Ebi Talib gibi, Ebu Bekir gibi, Enes ibni Malik radıyallahu anhum gibi büyük şahsiyetlerin bu Ümmet’in önünde duran büyüklerin hayatlarından öğrendiğimiz kesitler, olaylar karşısında gösterdikleri tepkiler, ayakta duruşları, duygusallıkları gibi örnekleri çok iyi değerlendirmeliyiz.

 Bu anlamdan yola çıkarak Ömer bin Hattab radıyallahu anhın ölüm döşeğinde iken karşımıza çıkan şahsiyetini defalarca düşüneceğimiz kadar ciddi bir örnek görüyorum. 

Her insan gibi Ömer bin Hattab  radıyallahu anh da ölümle karşılaştı. Ölümün insana unutturmadığı acı yoktur. Ölüm anında titremeyen yoktur.

 Ömer bin Hattab radıyallahu anh bir gün sabah namazı kıldırırken hançerlendi, üç gün kan kaybetti, üçüncü gün Rabb’ine şehit olarak kavuştu.
 Bu üç gün içerisinde Ömer bin Hattab’ın radıyallahu anh, yaşadığı bu üç gün Ümmeti Muhammed’in en değerli bilgi kaynaklarında, başta Sahihi Buhari olmak üzere kayıt altına alındı.

 “Ömer radıyallahu anh hançerlendi, kan kaybetti, mihrapta şehit oldu” dan ziyade, “Ömer  radıyallahu anh,  öleceğini anlayınca ne yaptı” sorusunun cevabından yola çıkmak istiyorum. İki şeyden dolayı:


 Bir insanın yanına gelen doktorlar “yapacak bir şey yok” dedikten sonra öleceğini anlayınca ne yapıyorsa, o insanın en ciddi tavrı odur, gerçek imanı odur. Bu hepimiz için bir gerçektir. Yani bir insan rahat zamanında gerekli-gereksiz her şeyi  konuşabilir; Ama can çekişmeye başlayan bir insan gereksiz şeyler konuşmaz. İkinci derecede gördüğü işleri gündeme getirmez. Can çekişmeye başlayınca “ çağırın eski asker arkadaşlarımı bir muhabbet edelim” demez herhalde.

İnsanlar neyi zirvede tutuyorlarsa hayatlarının en önemli noktası neyi görüyorlarsa son sahnelerinde onunla meşgul olurlar. Son dakikalarını onunla geçirirler.

 Ömer bin Hattab radıyallahu anh üç gün kadar öldü ölecek sahne yaşadı. Sürekli kan kaybetti. Bir sabah, namazı kıldırırken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin mihrabında hançerlendi. Kaldırıldı evine götürüldü. Evinde üç gün kadar zaman yaşadı. Geleni oldu, gideni oldu. İstekleri oldu. Konuşmaları oldu. Bu sahneleri Sahihi Buhari’den toplayıp sizinle paylaşmak istiyorum : İki şey için paylaşmak istiyorum:

 Birincisi: Ömer bin Hattab’ın zirve hayalleri neydi son anında hepsi ortaya çıktı.

 İkincisi de: Biz nasıl bir Müslüman olmalıyız? Bunu Ömer’in radıyallahu anh üzerinden ölçmek istiyorum. Ömer’in radıyallahu anh 63 yıllık hayatında siyasetin başındayken dünyanın en büyük imparatorluklarından birini yere sermiş bir adam olarak, büyük imparatorlukların elçilerinin önünde diz çöktüğü, bütün insanların adil bir lider olarak bildiği bir Ömer olarak. Ama artık ayağa kalkamayacağı, başını bile kaldırıp yastığa koyamayacak durumdayken oğlundan, kızından istediği şeyler, Müslümanlarla konuştukları bize örnek olacak. Biz, kim gibi olmalıyız sorusunun cevabını Ömer’in radıyallahu anh son üç gününde görüyoruz. Bu sebeple Müslümanlığımız hadi Ömer’in diri günleri gibi olmadı diyelim, anam babam sana feda olsun ya Resûlullah diyen Ömer gibi olamadık diyelim, son duygularında birkaç saat sonra ölecek bir insan olarak Ömer bin Hattab’ın üzerinden alacağımız dersleri düşünelim istiyorum . Duygusal bir sahne şüphesiz. Ölmek üzere olan bir insanın konuşmaları ama biz kuru kuru ağlama yerine “vah Ömer ne büyükmüş, ah Ömer ne iyiymişsin sen” deme yerine “işte Müslümanlık” buymuş dememiz gerekiyor. Genelde insanlar bu tip sahneleri dinlerken “vay be ne insanlar geçmiş” diyerek şeytanın tuzağına düşerler. Vay be ne büyükmüş Ömer demek bir şeytan tuzağıdır. İşte Müslümanlık buymuş, demek ise ibret almaktır. Ders almaktır. Boş ağlamaları bitirmemiz lazım. Saatlerce ağlamak bir ibadet değildir. Bir dakika tefekkür edip gerçek Müslümanlığı yakalamak ise Kâbe’nin huzurunda yüz sene namaz kılmaktan değerlidir. 

 İşte Müslümanlık! Ömer’in Müslümanlığı! Son sahnesinde riya imkânı yok. Uzun uzun düşünme imkânı yok. Ölüyor çünkü. Midesinden kanlar boşanıyor. Doktor süt getirmiş içirmiş; bağırsaklarından, midesinden dışarı çıkmış. Anlaşılmış ki ölecek. Böyle bir zamanında konuşuyorsa, bu zamanında bir şeyler talep ediyorsa bu o kişinin altmış üç sene neyle yaşadığını gösteren bir duygudur. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin: “ bu Ömer hakkın lisanıyla konuşuyor” dediği zaman gerçekten bunu hak ederek Ömer’in radıyallahu anh, ona söylediğini anlamamızı gösteren bir fırsattır bu sahneler.

 Bu sebeple, Ömer’in Müslümanlığı, Ömer’in radıyallahu anh 63 senesinden değil, son 63 saatinden anlaşılsın istiyorum. Ölen birisi konuşuyorsa doğru konuşuyordur. İşte Ömer bin Hattab’ı radıyallahu anh bu açıdan bir kere daha düşünmemiz gerekiyor. Müslümanlığımızı, diriykenki Müslümanlığımızı, ölüm yatağındaki Ömer’in Müslümanlığıyla karşılaştıralım istiyorum. Ashabı kiram gibi değerli insanların şahitliği ile ortaya konmuş bir Müslümanlık var bir de bizim Müslümanlığımız var. Bu Müslümanlığımızla o Müslümanlığı kıyas edelim, erkek olarak, kadın olarak kıyas edelim, genç olarak, ihtiyar olarak kıyas edelim “neredeyiz”i bulalım. Çünkü bizim nerede olduğumuz ve bulunduğumuz yerin kalitesi belgeli değildir. Ama Ömer’in radıyallahu anh Müslümanlığı, Allah’ın ve Peygamberi’nin garantisindedir. bu nedenle Ömer’in radıyallahu anh bize kıyas edilmesi mümkün değildir. Biz kimiz ki? Ama bizim Ömer’e radıyallahu anh kıyas edilmemiz mümkündür, gerçektir, olması gerekendir.

Ömer bin Hattab’ın şahadetinden önceki son haccında, yanında bulunanların dinlediği bir duası var. Dua ederken demiş ki: “Allahım! Artık yaşlandım. Kendimi güçlü de hissetmiyorum. Bu insanların sayısı da arttı. Başımı bir belaya sokmadan, bir yanlış iş yapmadan beni Sana al ya Rabb’i!”  Böylece Ömer bin Hattab’ın radıyallahu anh haccında son duasının bu olduğunu yanındakiler tespit etmişler.

 Sonra da bir gün kızı Hafsa radıyallahu anhanın yanında -kızı biliyorsunuz Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hanımlarından biridir, annemiz durumundadır-  şu şekilde dua etmiş. “Allahım! Ben senden hem şehitlik istiyorum hem de bu şehitliği Resûlullah’ın yanında istiyorum” demiş.

 Şehitlik cihadda ortaya çıkan, kâfirle yüzleşince ortaya çıkan bir nasiptir. Kızı Hafsa da: “Baba hem şehitlik istiyorsun hem Medine’de istiyorsun. Medine’de savaş olmaz ki” demiş. “  Dönmüş demiş ki: “Kızım Allah yapar, merak etme!” 

Burada henüz hayattayken dersleri başlayan bir Ömer'le karşılaşıyoruz. Ders vermeye devam ediyor. İtimada bakın. İki olmaz bir arada olmaz şeyi istiyor, Resûlullah'ın Hanımı, Annemiz Hafsa: "baba böyle bir şey olmaz" diyor, Medine'de savaş olmuyor ki. Ama Ömer radıyallahu anh istekte bulunduğu Allah'ın her şeye muktedir olduğuna iman ediyor. 

 Amr ibni Meymun'un radıyallahu anh Buhari'de ve diğer hadis kitaplarında rivayet edilen uzunca bir olayı var. Bu olay Ömer bin Hattab radıyallahu anhın şehadetiyle ilgilidir. 

 Amr ibni Meymun diyor ki: "Ömer sabah namazına geldiğinde, önce safları düzeltir, sonra da safların düzeldiğini görünce namaza tekbir getirirdi. Yusuf Suresi, Hicr Suresi gibi sureleri okurdu ki insanlar birinci rekâta yetişsin. Yine bir gün sabah namazına geldi, safları düzeltti. Sonra da namaza durdu, tekbir getirdi. O tekbir getirince Ebu Lu'lue isimli bir köle, Mecusi, Ömer bin Hattab'ı arkasından hançerledi, Ömer bin Hattab: "bir köpek beni ısırdı" diye bağırdı.

 Amr ibni Meymun radıyallahu anh hemen arkasında namaz kıldığı için sahneyi iyi görmüş. O arada da katil yakalanmamak için etrafındakileri hançerleyerek kaçtı. Kaçarken de on iki kişiyi daha yaraladı, yedisi şehit oldu o esnada. Olayın yeri Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin on sene namaz kıldırdığı mescidin mihrabı. Ömer de sabah namazı kıldıracaktı, tekbir getirdi. İstiftah yaparken bu olay meydana geldi. Bir Müslüman Ebu Lu’lue denen Mecusi’yi yakaladı ama o da kendini öldürdü, intihar etti. Böylece katil de ölmüş oldu. Ömer radıyallahu anh yere düştü, hemen bu sahneye dikkat edelim: Ömer yere düştü, insanlar ne oldu diye arka saftakiler Ömer’in üzerine geldiler. Ömer, Abdurrahman ibni Avf’ın elini tuttu, sen geç namazı kıldır, dedi. Abdurrahman ibni Avf çok kısa zammı sureler okuyarak namazı kıldırdı. Diyor ki Amr ibni Meymun: “Ne olduğunu arka saftakiler anlamadığı için ‘subhanallah, subhanallah’ diye bağırmaya başladılar.” Yani imamın sesini duymuyoruz imam yüksek sesle okusun, demek istiyorlar. Önde ne olduğundan haberleri yok. Burada kanın mı duracak aklın mı duracak, imam kim cemaat kim mi ölçeceksin Allah için hepimiz tefekkür edelim. Ümmet’in lideri hançerleniyor, birisini safa geçiriyor, o orada yaralar içerisinde kıvranıyor, arka saftakiler kıpırdamıyor. Ön saftakiler de kıpırdamıyor. Çünkü namazdalar! 

Namaz kılıyorlardı. Abdurrahman bin Avf namazı kıldırdı, namazdan sonra dünya yıkıldı, Ömer’in radıyallahu anh hançerlendiği  anlaşıldı. Ömer bin Hattab’ı hemen sal yapıp evine götürdüler. İbni Abbas radıyallahu anhuma anlatıyor -( ibni Abbas bundan sonrasına devam ediyor. Amr ibni Meymun’dan sadece o sahnesini alıntıladık. Ama bu olayı da Sahihi Buhari’den naklediyoruz,) özetleyerek: “Eve götürdüler, Ömer bin Hattab radıyallahu anhı yatırdılar. İbni Abbas’ı işaret etti, “gel” dedi. “Çabuk git, beni kim yaraladı bak.” Dedi. İbni Abbas: “gittim, dolaştım” diyor “Öldürenin Muğire ibni Şu’be’nin kölesi Ebu Lu’lue olduğunu anladım, geldim, dedim ki: ‘Ya emire’lmüminin! Seni öldüren Muğire’nin Mecusi kölesiymiş.
 Ellerini kaldırmış “Elhamdülillah, elhamdülillah, Rabb’im sana şükür olsun, beni bir mü’min öldürmedi. Kıyamet günü mü’minle yüzleşmeyeceğim.” Demiş. Bir kere daha aklımızı ve beynimizi durdurup  Ömer Müslümanlığını görebiliriz. Resûlullah’ın mihrabında hançerleniyor, Sevindiği şey ise “mü’minle karşılaşmayacağım kıyamet günü” diyor. “Benim yüzümden bir mü’min cehenneme girmeyecek.” Diyor.

 Mü’min kardeşliği! Aklımızın durması gerekiyor. Müslümanlığımızı bu şablonun üstüne oturtmamız gerekiyor -radıyallahu anh-. Sonra diyor ki: “İbni Abbas! Sen ve baban hep bana karşı çıktınız, diyor. Size dedim ki: Resûlullah’ın Medine’sine mü’min olmayanı sokmayalım. Bak siz beni gevşettiniz, mü’min olmayanları da Medine’ye soktunuz, Resûlullah’ın mihrabında cinayet işlediler.” diyor. 

Olay şu: Ömer bin Hattab "mü’min olmayan Resûlullah’ın şehrine girmesin" diye kararname çıkarmış. İbni Abbas da babası Abbas da radıyallahu anhum cemian, böyle yapmayalım, mü’min olmayan niye gelmesin ki, demiş. O da Peygamber’in amcası karşı çıkıyor diye “peki, gelebilirler” demiş. Ölürken de: “ben size demedim mi” deyince İbni Abbas demiş ki: “merak etme ya emire’l mü’minin, toplayıp hepsini öldürürüz şimdi” demiş. Ömer radıyallahu anh bir kere daha: “Resûlullah’ın şehrine girme şerefine erdikten, bizim camilerimize girdikten sonra mı insan öldüreceksin?” Demiş. “Hala hata yapıyorsunuz?”
 Eğitimi hala devam ediyor Ömer’in radıyallahu anh. 

 Bu arada bir genç geliyor Ömer’i radıyallahu anh ziyarete. İçeri giriyor ve diyor ki: “Ya Emire’l Mü’minin! Ne mutlu sana ilk Müslümanlardansın. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ölürken seni seviyordu. Ebu Bekir seni severek gitti. Bütün mü’minler de seni seviyorlar. Ne mutlu ya Emire’l Mü’minin!” Deyip çıkıyor. Çıkarken gence bakıyor ve “Bu çocuğu bana çağırın.” diyor. 

Bir kere daha aklı durdurabiliriz. Akla gerek yok. Mantığa gerek yok. Ömer’e radıyallahu anh ihtiyaç var şu anda. Genç geri gelmiş. “Yavrum” demiş “eteklerin çok uzun, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ‘paçalarınız uzun olmasın’ buyurmuştu. Sen paçalarını kısa tut hem de daha temiz olursun, hadi yavrum şimdi git.” 

Ölüyor, bir delikanlının paçasının kiri onu meşgul ediyor. Akla gerek yok, Ömer’e radıyallahu anh gerek var şu anda. Şurada, burada helak olan binlerce, milyonlarca genci dert etmeyen bizler,Hz. Ömer’in radıyallahu anh girdiği cennete gireceğiz değil mi? İşte onun Kimliği yüzde yüz ortaya çıkıyor. Sonra oğlunu çağırmış: “oğlum anamız Aişe’ye git, ondan bir ricada bulun” demiş “ama içeri girerken Mü’minlerin Emiri Ömer gönderdi deme” demiş “Ömer bin Hattab gönderdi de” demiş, “sonra de ki anamıza: ‘Ömer’in bir hayali var, iki arkadaşının yanına gömülmek istiyor’ izin verir mi -çünkü Aişe anamızın evi, babası ve kocasının mezar olarak bulunduğu yer- izin verirse beni oraya gömün.” Demiş. Abdullah radıyallahu anh  Aişe annemizle ilgili sahneyi  anlatıyor: “Gittim baktım ki,  Aişe anamız hüngür hüngür ağlıyor.Ben de dedim ki: Mü’minlerin emiri senden  ricada bulunuyor.” demiş. O da buyurmuş ki: “Ben orayı kendime ayırmıştım ama Ömer benden daha hak sahibidir, olur gelsin.” demiş. Sonra ibni Abbas diyor ki: “Biz  Ömer’le teselli verici konuşmalar yaparken Biri dedi ki: ‘Abdullah geliyor, Abdullah geliyor’ Beni doğrultun, beni doğrultun’ demiş. Kaldırmışlar birisi dizine koymuş onu. Gelir gelmez ‘ne dedi’ demiş. ‘Babacığım, ne istediysen onu dedi’ demiş. ‘Ömer’in bir isteği kalmadı bu dünyada tamam’ demiş. Bundan sonra ne isterseniz yapın."   

Son sahneyi de Osman İbni Affan anlatıyor radıyallahu anh:  ‘Emirel Mü’minin Ömer bin Hattab radıyallahu anhı en son ben ziyaret ettim. Benim yanımda vefat etti’ diyor.

  “oğlu Abdullah oturmuş kanlar içindeki babasının başını dizine koymuştu artık can çekişiyor. 
“Demiş ki: ‘oğlum başımı toprağa koy’ 
 O da: ‘Baba toprakla benim dizim ne fark eder, sen rahat et’ demiş.
 Biraz sonra: ‘oğlum başımı toprağa koy dedim sana’ demiş. ‘Ne fark eder baba’ demiş. Zaten işte can çekişiyorsun demeye getirmiş. ‘be çocuk başımı toprağa koy dedim sana’ demiş.
 Üçüncü defa -Osman bin Affan’dan bu sahneyi dinliyoruz- üçüncü defa deyince başını yere koymuş. Sonra da dönmüş oğluna demiş ki: ‘oğlum sizin bildiğiniz gibi değil ‘vay bana Allah beni affetmezse ben ne yapacağım bari Allah başımı toprakta görsün, beni tevazuda görsün’ demiş.

 Bir hacca gidip geldiği için, Ramazan’da fitre verdiği için kendisini garanti gören mü’mine bak, Ömer bin Hattab’a bak. Vay benim halime diyen, ağlayan Ömer’e radıyallahu anh bak.
Ağlama hakkımız bile bulunduğunu zannetmiyorum. Bu gerçeklerin bizi ağlatması lazım. Ömer’in radıyallahu anh duygusallığı değil. Halimiz bizi ağlatmalı. Bu esnada Ömer bin Hattab ile uzun uzun görüşmeler de yapıyor ashabı kiram. Diyorlar ki: “Ya Emire’l Mü’minin! Ölüyorsun, senden sonra Müslümanların başına geçecek adamın da ismini versen çok iyi olur.” Yani birisini söyle senin yerine geçsin. Böylece Müslümanların lideri hazır olsun.

  Cevabına dikkat ediniz: “Yaşarken sizin sorumluluğunuzla yaşadım öldükten sonra da mı bu sorumluluğa devam edeceğim ben, benim sülalemden bir kurban size yeter” diyor.

 Akıllar bir kere daha dursun. Mantığı öldür. desteklediği, “bunu lider yapın” dediği insanın yüzünden mezarda rahat edip edemeyeceğini düşünüyor. Diyorlar ki: “oğlun Abdullah’ı çok beğeniyoruz onu başımıza bırakabilirsin” “bizim ailemizden bir kurban size yeter” diyor. Sonra da müthiş bir proje geliştiriyor. Diyor ki: “Aşere-i mübeşşereden -Yani hayatta iken cennetle müjdelenen on kişiden (o dördüncüsüydü)  altısı hayattaydılar.- bu altı kişiye bir komisyon kurdurun, onlar Ümmeti Muhammed’in liderini kendi aralarında seçsinler. Çünkü Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefat ederken onlardan razıydı. Demek ki onlardan birisidir Resûlullah’ın yerine vekil olacak” diyor sonra da ashabı kiramdan ensardan birisini çağırıyor. Dikkat edin! “Sen, bir elli kişilik silahlı grup kur” diyor. “Bunları ben vefat ettiğim dakikadan itibaren bir odaya kapatın. Üçüncü gün dolduğunda eğer Ümmet’in liderini seçmedilerse hepsini öldürebilirsin.’ 

Ömer Müslümanlığı; aşere-i mübeşşereden de olsan Ümmet’i başsız bıraktın mı Ömer’e göre ölümü hak ediyorsun demektir. Bunlar böyle bir Müslümanlık öğrendiler Resûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem. 

 Ömer üçüncü gün vefat etti.

Çok önemli birkaç noktayı Ömer Müslümanlığı olarak bugün biz önümüze koyup şu maddeleri bir kenara yazıp Müslümanlığımızı yorumlarken, “Araplardan daha iyi Müslüman’ız biz demek ne demekmiş bunu da ölçmek için önümüze malzeme olarak koyabiliriz. 

 Var mı içimizde, yedi-sekiz hançer yiyeceksin, ciğerlerin dışarı çıkacak ama önce Müslümanların namazını kıldıracak adamını düşüneceksin. Önce namaz diyeceksin. Ömer Müslümanlığı budur işte. Yedi hançer de yesen kafan da kopsa namaz daha önemli. Abdurrahman ibni Avf’ı mihraba geçirdi. Namazı kıldırdı ve ondan sonra “eve götürün beni” dedi. 

 Önce namaz, sonra hayat! Önce namaz, sonra iş! Ömer Müslümanlığı budur.

 İkincisi: cümlesine dikkat ediniz. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin cennetle müjdelediği adam, on yıl Ümmeti Muhammed’in başında başarılı bir siyasetçi, ümmeti yönetmiş. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin pek çok hayali onun elinde gerçekleşmiş. Ama derdine bakın: “beni öldüren mü’min olsa ne yapacaktım kıyamet günü” diyor. “Bir mü’min beni öldürdüğü için cehenneme girerse ne yaparım” diyen adam insanlığın aradığı adamdır bugün. Elhamdülillah, benim kanıma mü’min bulaşmadı. Elhamdülillah diyen bir  Ömer Müslümanlığını konuşuyoruz.

 Ömer’deki radıyallahu anh Müslümanlık idraki bizim bugün anlamakta zorlandığımız bir seviyedir. Ama zorlanmamız gereken bir şey daha var. Yirmi tane cennet yok, bir tane cennet var. Bu Ömer radıyallahu anh ile mi cenneti paylaşacağız biz!  Çok tefekkür etmemiz gerekiyor. 

Bu ölüm sahnesinde oğlunu çağırmış. Bir nokta daha, beyin durduracak bir şey daha var. "Oğlum çok çabuk git kime ne kadar borcum var bunları topla bana" demiş. On yıl Bizans İmparotorluğu'yla savaşmış, Pers İmparatorluğu'nu yerle bir etmiş bir devletin başındaki adam bu. On yıl. Her ay bir fetih gerçekleşmiş, Medine'ye altın ve mücevher yağmış. "Oğlum borçlarımı topla" demiş. Bir zaman sonra gelmiş Abdullah: "baba, seksen bin dinar kadar borcun var" demiş.  "Oğlum neyim varsa benden sonra hepsini topla, onları sat. Eğer yetmezse bu borca amcanlardan, bizim Benî Hattab ailesinden topla, o da yetmezse Kureyşliler'den topla, sakın Ümmeti Muhammed'e borç bırakma" demiş." Peki babacığım" demiş, rahatlamış Ömer.  Ömer borçlandıysa yetim çocuklar için borçlandı.

 Bu Müslümanlık, Ömer Müslümanlığı, kalite Ömer kalitesiydi.

 Ve Bir mantık daha Ömer'den bize vasiyet kalmalı. Resûlullah'ın mihrabında hançerlendin, şahadet arzun vardı, Medine'de Resûlullah'ın aleyhisselatu vesselamın kabrine beş metre bulunan yer. Resûlullah'ın yanı başında şehit oldun. Yanı başına defnedileceksin, garanti aldın. Ama bir delikanlı, bir mekruh işliyor sen onla uğraşıyorsun. Ömer Müslümanlığı! Dertli Müslüman, Ölürken de dertli. Bu genç günaha giriyor, yazık oluyor buna, sünnete aykırı davranıyor. Haram işliyor, zina işliyor değil paçaları uzun, kirleniyor paçaları, kirli paçalarıyla dolaşacak bu delikanlı. 

Ömer'in radıyallahu anh gözünde büyük, küçük iş yok. Her iş Ömer'in işi. 

Ölürken de Ümmeti Muhammed'in lideri; Emîru’l Mü'minin iken de. Ömer Müslümanlığı. Muhtaç olduğumuz ruhtur bu. İslam'ı, Kudüs meselesi ve küçük meseleler, büyük cihatlar, küçük cihatlar diye ayıran anlayış yerine Kudüs'ü de Ömer fethetmişti zaten. İran'ı İslamlaştıran da Ömer'di zaten. Bizans'a ordular salan da Ömer'di. "Bu çocuğun paçası kirleniyor, eyvah günaha girecek" diyen de o Ömer. 

Kudüs Fatihi Ömer, bir delikanlının paçasını dert ediyor kendine. Müslümanlık bu çünkü. Allah'ın emirlerinde, Peygamber’in bizdeki arzularında büyük, küçük yok ki. Her şey büyük. 

Allah emretmedi mi, Peygamber demedi mi "paçalarınız uzun olmasın."  Kudüs'ün fethi kadar ciddi bir şey Ömer için bu. Büyük, küçük olmaz. Ben ölüyorum. Ben ölürken Resûlullah'ın emirlerinden biri ölmüyor ya ben ölüyorum.

Anlayış bu; ölen benim. Resûlullah'ın dini yaşayacak.İslam Ömer'in İslam'ı, Ömer' in Müslümanlığı. Ve Hepimizin şu sahneyi Buhari'den bir kere daha dinlememiz lazım: "Allah beni mağfiret etmezse vay halime kıyamet günü." 

Tek umudu var, Allah'ın mağfireti.

İbni Abbas diyor ki: "Öyle deyince ben ona dedim ki, 'ya Emire’l Mü'minin, hatırlamıyor musun Uhud sahnelerini, şehadet manzaralarını, Resûlullah "Ömer" deyince sana nasıl tebessüm ediyordu, o ne günlerdi. İlk Müslümanlardansın, cihat ettin Resûlullah'la, Peygamber’in arkadaşısın, niye böyle endişeleniyorsun ki?" 

Yine aklımızı ve mantığımızı bir kenara koyabiliriz, Demiş ki: "O bahsettiğin şeyler var ya, ilk Müslümanlık, Resûlullah'ın arkadaşlığı, halifelik bunlar hep Allah'ın lütfuydu, borç bile bunlar bana" 

 "Allah lütfetti, ben bir şey yapmadım ki" demiş. "Şimdiki kıvranışıma gelince; benden sonra sen ve Ümmet’im ne olacak onu düşünüyorum" demiş. Ömer Müslümanlığı radıyallahu anh.

 Ve Ömer ciğerleri parçalanmış, yemez içmez artık sekerat haline gelmiş Ne dedi? "Ben Ümmet’ime hizmet ettim, bu hizmetimi Rabb'imin nimeti olarak biliyorum. Benden sonra planım budur. Bu planım ne kadar tutarsa o kadar."dedi. 

Ümmetini dert etti. Kendi hançerlendi, Ümmeti’nin derdiyle Rabb'ine gitti. 

Kendi öldü, davasını öldürmedi.

 Yaralandı, Şeriatı'nı yaralatmadı.

 Arkada bir cinayet davası bırakmaması onu mutluluğa boğdu. 

Ömer Müslümanlığı'nı konuşuyoruz. Ölürken borçları hesaplandı, borçlarını hesaplattı, kimin ne kadar ödeyeceğini, nereden karşılayacağını garanti etti. Rahat öldü.

 Ömer Müslümanlığı.

  Ben nefsim olarak kendime ve siz kardeşlerime bu muhasebeyi tavsiye ediyorum. Eğer Allah Ömer'i radıyallahu anh baz alıp cennetin kapılarını açacaksa biz neredeyiz? Bizi baz alıp  bizim gibi Müslümanlara cennetin kapılarını açacaksa Ömer radıyallahu anh nereye gidecek? 

 Merak ediyorum, endişeleniyorum.

 Mü'minlerin onurunu değersiz gören ama Müslüman olduğunu da iddia edenin, Ümmeti Muhammed'in serveti üzerinde menfaat kollayan ama hacca gittiği için de kendisini çok iyi Müslüman kabul edenin bütün bu hatalarımızın kıyaslandığında Ömer'le nereye konacağını merak ediyorum. Hangi Müslümanlığımızı örnek alalım? gıybet ederken gıybetin haram olduğunu hatırlayamayan, Müslüman’a iftira ederken, Müslüman’ı rencide ederken, yanlış bir şey yaptığını bile düşünemeyen ama Müslümanlığa gelince 'yok rakibi' diye kendi kendini ortaya süren Müslümanlığımız mı, Ömer Müslümanlığı mı? 

 Biz kendi kendimizin şahitleriz. Ömer'in şahidi ise Allah ve Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem. Ömer'i Allah sevdi, cennet vaat etti ona. Peygamberi sevdi, "Ömer'im" dedi. Biz kimi şahit getireceğiz iyi Müslümanlığımıza?  

 Halimize ağlayalım. Çünkü Ömer radıyallahu anh kazandı. Bu sözünü ettiğimiz olay gerçekleşeli tam bin dört yüz yirmi beş sene oldu. Bin dört yüz yirmi beş senedir dostu Resûlullah ve Ebubekir'le beraberler. Zaten aradığını buldu,. Biz ne aradığımızın farkında değiliz hâlâ. Ömer'e ağlamanın gereği yok; halimize, şu meleklerin güldüğü halimize ağlamak zorundayız. Zavallıyız. Hâlbuki Allah bizi aynı cennete davet ediyor, aynı kalitede Müslümanlığa davet ediyor. Kalite Ömer'dir, Allah Ömer'i ölçü almamızı istiyor. Kalite Ömer'dir, Müslümanlık Ömer'in Müslümanlığıdır.

Nureddin Yıldız Hocaefendi'nin 29.12.2013 tarihli (224.) Hayat Rehberi dersinin özetidir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

19 Şubat 2015 Perşembe

443.RABBİMİZİN cc 26.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Ey âdemoğlu!
Çokça azık edininiz (hayırlı, salih amel biriktirin); çünkü yol uzundur. Allah a karşı kulluğunuzu güzel ve sağlam yapın; zira deniz derindir. Ameli hakkıyla yerine getirin; çünkü sırat incedir. Yaptıklarınızı ihlâsla yapın; zira sizi hesaba çekecek olan Allah her şeyi görmektedir.
Senin bütün arzuladıkların cennette, rahatın âhirettedir. Orada senin için güzel huriler vardır. Sen benim için ol, ben de senin için olayım. Dünyayı küçümseyip iyileri severek bana yaklaş. Şüphesiz Allah, iyilik sahiplerinin sevabını zayi etmez."


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Şubat 2015 Pazartesi

442.HADİS USULÜ-3-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


bb. Zabt sıfatıyla ilgili kusurlar

1) Çok yanılmak (Kesretu’l-galat): Rivayette çok yanlış yapması. Bu gibilerin rivayeti “münker” sayılır. İnsanın yaratılışı gereği hataya meyyal olmasını gözönünde bulunduran hadis bilginleri, ravilerin kasıttan uzak ve aşırılığa kaçmayan hatalarını hosgörü ile karşılamışlar, hatası sevabını aşacak derecede çok yanılanların rivayetlerini de reddetmişlerdir. Münekkidler, hatada ısrar etmeyi, hatadan daha büyük bir cerh sebebi olarak kabul etmisler, kendisine gerekli açıklama yapıldıktan sonra hatasında ısrar eden ravinin bütün rivayetlerinin sakit olup artık hadisinin yazılamayacağını ifade etmişler ve fazla hata yapmakla cerhedilen ravilerin hadislerine münker ismini vermişlerdir.

2) Aşırı Gaflet (Fartu’l-gafle): Ravinin aşırı gafil ve dikkatsiz olması. Bu da “münker” sayılır.Ravinin cerhini, dolayısıyla rivayetinin reddini gerektiren kusurlardan biri de gaflet, yani dikkatsizliktir. Dikkatsizlik, ravinin rivayet ettiği aslın tahkikine önem vermediğine, hiçbir gerekçe göstermeden, üstelik yapılan değişiklikten doğacak farkı da anlamadan, sırf bir telkinle kitabındaki rivayeti değiştirebileceğine delalet eder. Çünkü rivayetini iyi ezberleyip ona hakim olan ravi, hadisi dinlediği şeyhten böyle tesbit ettiğini söyler, ikna olmadan onu değiştirme yoluna gitmez ve farkına varmadan anlamını bozacak bir tashifte bulunmaz.

3) Karıştırma (Vehm): Hadisin sened ve metninde doğru sanarak hatalar yapması mesela bir hadisi diğer bir hadise katması, sika bir ravi yerine zayıf bir raviyi zikretmesi bu gibilerin rivayet ettiği hadis “muallel” adını alır. Hadis terminolojisinde ravinin, tahdis kurallarını bilmemesi sebebiyle ve doğru olduğu zannıyla hadisi yanlış rivayet etmesidir. Böyle bir kusuru bulunan hadise muallel denir. Vehim sonucu ortaya çıkan hatanın tesbiti için çeşitli karineler yardımıyla titiz bir inceleme gerektirir. Bir hadisteki illeti ortaya çıkartmanın yolu, o hadisin bütün tariklerini toplayıp ravilerin ihtilafını, zabt ve itkanini incelemektir.

4) Sikaya muhalefet (Muhalefetu’s-sikat): Zayıf bir ravinin güvenilir (sika) ravilerden birine farklı rivayette bulunması demektir. Böyle hadislerde münker, müdrec, maklub, muzdarib, musahhaf, muharref gibi isimler alır. Zayıf bir ravinin sika ravilere veya sika bir ravinin, kendisinden daha sika olan ravilerin rivayetine aykırı hadis rivayet etmesi, hadis terminolojisinde muhalefet olarak isimlendirilir. Muhalefet sebeplerine göre çeşitli şekillere ayrılmıştır.


 Idrac sebebiyle muhalefet (hadisin senedinde veya metninde bulunan muhalefet),

 kalb sebebiyle muhalefet (seneddeki ravi isimlerinin veya metindeki bazı kelimelerinin yerlerinin değişmesi dolayısıyla), muttasil bir isnadın ortasına bir ravi eklemek suretiyle meydana gelen muhalefet,

 izdirap sebebiyle muhalefet (bir hadisin bir veya daha fazla ravi tarafindan aynı sıhhat derecesinde fakat birbirine muhalif şekillerde rivayet edilmesi) gibi adlandırılan bu şekiller dışında bir de tashif ve tahriften kaynaklanan bazı muhalefetler vardır ki, bunlarda genellikle metindeki lafızlarda, bazen de senetteki isimlerde vuku bulan tahrif ve tashiflerdir.

5) Hafıza bozukluğu (Su’ü’l-hifz): Çokça unutkan ve rivayetlerinde yanılan hafızası zayıf raviler için kullanılır. Bunlara seyyiu’l-hıfz denir. Devamlı hafıza bozukluğu olanların rivayetleri asla kabul edilmez. Hadiste hafıza bozukluğu, sika olarak bilinen bir ravinin çeşitli nedenlerle akıl ve hafızasında meydana gelen değişiklikler sonucu rivayetlerinde çok hataya düşme durumudur. Hadis alimleri hafıza bozukluğunu ikiye ayırmışlardır. Bunlardan biri ravide devamlı bulunan hafıza bozukluğudur ki, böyle ravilerin rivayetleri doğal olarak ittifakla merduddur. Ikinci çesit hafıza bozukluğu ise arızi olan hafıza bozukluğudur. Bu da bunama, yaşlılık, hastalık, körlük ve çeşitli nedenlerle kitapların yok olması gibi sebeplere dayanır. Böyle ravilerin ihtiladan önce rivayet ettikleri hadisler makbul, ihtilattan sonra rivayet ettikleri ise merduddur.

Bu 10 tenkid noktasını en ağırından en hafifine göre sıralayacak olarsak şöyledir;

1. Kizbu’r-ravi
2. Ittihamu’r-ravi bil kizb
3. Kesretu’l galat
4. Fartu’l-gaflet
5. Fisku’r-ravi
6. Vehm
7. Muhalefetu’s-sikat
8. Cehaletu’r-ravi
9. Bidatu’r-ravi
10. Su’u’l-hifz

HADİS ÖGRENİM VE ÖĞRETİM YOLLARI
Hadislerin bir hocadan rivayet edilmesine terim olarak tahammulu’l-hadis, tahammulu’l-ilm denilmektedir. Biz buna hadis alma yolları veya hadis ögrenme ve ögretme yolları diyebiliriz.

Hadis usulü alimleri tahammül ve eda yollarını baslangıçtan beri sekiz olarak tesbit etmişlerdir. Bunlar sırasıyla; sema’, kıraat, icazet, münavele, kitabet, i’lam, vasiyyet vicade’dir. Şimdi özet olarak bunları inceleyelim.

a. Sema
Hocanın ezberden veya yazılı bir metinden rivayet ettiği hadisi ögrencinin bizzat hocasının ağzından işitmesidir. Bu durum rivayet sırasında (filan bize anlattı) veya (bize haber verdi veya (....şöyle söylerken işittim gibi terimlerle belirtilir. Hoca ezberden veya kitaptan sözlü olarak rivayet ettiği hadisi talebelere yazdırırsa bu imla olur. Bu yolla oluşturulmuş eserlere de “emali” adı verilir.

b. Kıraat
Talebe ezberinden veya elindeki bir kitaptan hocanın huzurunda hadis okur. Hoca da ya ezbere veya elindeki bir nüshadan takip ederek dinler. Gerekirse düzeltme yapar. Böylece öğrenci, hocadan o hadisleri öğrenmiş olur. Bu usule “arz” veya “kıraat” denir.

Bu yolla öğrenilen hadis rivayet ederken (Falanın huzurunda bu hadisi okudum) ifadesi kullanılır. Şayet hadisi başkası hocanın huzurunda okumuş kendisi de orada hazır bulunmuşsa (falanın huzurunda bu hadis okunurken dinledim) ifadesi kullanılır. Bu yolla elde edilen hadis “haddesena fulan kiraaten aleyh” terimiyle de rivayet edilir. Imam Müslim ahberena lafzını bu yolla aldığı hadisleri rivayet ederken kullanmaya çalışmıştır.

c. Icazet
Hocanın, talebesine duyduklarını veya kitaplarını rivayet etme izni vermesi demektir. Bunda ne sema usulünde olduğu gibi hocanın okuması ne de kıraat metodunda görüldüğü gibi talebenin okuyup hocanın dinlemesi ve tasvibi vardır. Icazet sözlü veya yazılı olarak verilir. İcazetin birkaç şekli vardır. Çesitlerine göre caiz olan ve olmayanları vardır. “eceztu lifulan istemeltu aleyhi fihristi”, “eceztu leke ba’du mesmuati” gibi terimler kullanılır.

d. Münâvele
Hocanın kendisinden nakil ve rivayet etmesi için talebesine bir kitap ya da yazılı bir metin vermesine münavele denir. Eğer hoca, kitabı verirken “bunu sana temlik ediyor” veya “istinsah için emanet ediyor ve rivayet etmene de izin veriyorum” derse buna icazetli münavele ismi verilir. Bu geçerli bir usuldür. Eğer hoca, talebesine benim işittiğim hadisler bunlardır diyerek icazetten söz etmeden bir kitap teslim ederse bu icazetsiz münavele olur ve bu hadislerin rivayet edilmesi caiz görülmez. “ecazeni en erviye anhu” “ahberana icazeten” terimleri münaveleye delalet eder.

e.Kitâbet
Hocanın, huzurunda bulunan veya bulunmayan bir ögrencisi için kendi eliyle bir veya birkaç hadis yazıp ve yazdırıp vermesi veya göstermesine kitabet denilmektedir. İcazetli olmayan kitabet bazılarınca geçerli görülmediği halde çoğunluk tarafından caiz görülmüştür. “eceztuke ma ketebtuke” “ahberena fulan mukatebet” gibi terimler kitabete delalet eder. Bu yolla hadis alan ravinin rivayet sırasında mükatebeyi bildiren ifadeleri kullanması uygun görülmüştür.

f. I'lâm
Hocanın, talebesine icazetten söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis kitabı hakkında sadece bu benim duyduğumdur diye açıklamada bulunmasına i'lam denilir. Bu yolla alınan hadislerin rivayetini çokları kabul ederken bazıları da bunun caiz olmadığını söylerler." hazihi rivayeti" terimi tek başına i'lami ifade eder.

g.Vasiyyet
Ölmek veya yolculuğa çıkmak üzere olan hocanın rivayet izninden söz etmeksizin kitabını öğrencilerden birine vasiyyet etmesidir. Bunda zimni bir rivayet izni vardır diyenler yanında bu yolla elde edilen hadislerin rivayetin caiz görmeyenler de vardır. Vasiyyet bir bakıma münavele, bir bakıma da i'lam'a benzemekle beraber onlardan aşağı derecede bir öğrenim ve öğretim yoludur.

h. Vicâde
Bir ravinin yazma bir kitabı ele geçirmesine vicade denir. Hadisçiler bunu, sema, icazet ve münavele söz konusu olmadığı halde bir kitaptan hadis almayı ifade için kullanırlar. Bu durumda hadisleri elde eden kimse rivayet ederken "vecedtu bi hatti fulan"
(bu Hadîsi falancanın el-yazısıyle yazılmış buldum.)  diyerek durumu açıklaması gerekmektedir. Vicade geçerli hadis öğrenimi ve öğretimi yollarından biridir. Bugün hadis kitaplarından yapılan nakillerin hepsi bir çesit vicade'dir.

www.mustafakaratas.com

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala a
lihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Şubat 2015 Cuma

441.HADİS USULÜ-2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


ba. Adalet Sıfatıyla ilgili kusurlar

1) Yalancılık (Kizbu’r-râvi): Ravinin hadis rivayetinde yalancılığı. Yani Hz. Peygamberin söylemediğini söylemiş, yapmadığını yapmış gibi rivayet etmesi. Bu gibi ravilere “kezzab”, “vadda’”, “ekzebun-nâs”, “ruknu’l-kizb” gibi isimler verilir ve bunun gibi ravilere asla itibar edilmez ve rivayet ettiği hadislere uydurma (mevzû) denir.

Sözlükte kasıtlı veya kasıtsız, birşeyi olduğundan farklı haber vermek anlamına gelen yalancılık, hadis terminolojisinde bir söz, bir fiil, bir sıfat veya takririn uydurularak Resulullah’a isnad edilmesidir. Genelde ravide görülen yalancılığın iki çeşidinden bahsedilmektedir. Bunlardan birincisi hadis rivayetinde yalan söylemektir ki, hadis uydurmak anlamına gelir ve en ağır cerh sebebi olarak kabul edilmiştir. Digeri ise, ravinin hadis rivayetinde değil de, günlük hayatta insanlar arasında yalan konusmasıdır ki, bu da rivayetlerinin kabul edilmesine engel teskil eder.

Hadis münekkidleri, kendilerine bahşedilen mükemmel bilgi, parlak zeka, fevkalade idrak, yalancılık belirtilerine karşı sağlam his ve kuvvetli meleke sayesinde hiçbir iftiracının haline ve yalanına kanmamışlar, doğruyu yalandan, dürüstü sahtekardan ayırmakta zorluk çekmemislerdir. Bunun için de muhaddisler ravi ve rivayetlerin tenkidinde genellikle tarih bilgisini kullanmıslardır.

2) Yalancılıkla itham (Ittihamu’r-râvi bi’l-kizb): Ravinin yalancılıkla ittiham edilmesi, hadis rivayetinde yalancılığı tesbit edilmemis olmasına rağmen, günlük hayatında yalan söylediği biliniyorsa, rivayette de yalan söyleyebilir diye düsünülür ve rivayetine itibar edilmez. Rivayetleri “metruk”, “matruh” adını alır. Kendisi “muttehemun bil-kizb”, “metruk”, “muttefekun ala terkihi” gibi terimlerle cerh edilir.

Ravinin yalancılıkla itham edilmesi, Resullullah’a yalan isnad ettigi bilinmemekle birlikte, genel olarak yalancılık töhmeti altında bulunmasıdır. Ravinin hadis rivayetinde kasıtlı olarak yalancılık yaptığına rastlanılmaması, fakat günlük hayatında yalancılığının tesbit edilmesi kavli fısktır ki, böylelerinin rivayetleri de reddedilir.

3) Fısk (Fısku’r-râvi): Ravinin günahkarlığı, Islamın emir veya yasaklarından herhangi birine uymayana fasık denir. Böyle bir ravinin rivayeti münker olarak degerlendirilir. Kendisi hakkında da “Leyyinu’l-hadis” denir.

Bilerek fıskını açığa vuran ravinin rivayetinin merdud olduğunda ihtilaf bulunmamaktadır. Ancak te’vilden dolayı fıska düşüp fakat bunun farkında olmayanlar için iki durum söz konusudur. Bunlardan birincisi fıskı zanni olanlardır ki, bunlar nebiz içmek ve musiki dinlemek gibi fısk oldugu kesin olmayan davranışlarda bulunanlardır. Bazılarınca bunların rivayetleri makbuldür. Fıskı kati olanların ise durumları ikidir. Yalan konusmayı dini bir görev sayanların rivayetlerinin reddedilmesinde ihtilaf yokken, mezhepleri lehine yalancılığı caiz görmeyen, hatta haram olduguna inanıp yalancılıktan kaçanların rivayetleri Şafii, Gazzali ve bazı fıkıhçılarca makbuldür.

4) Bid’at (Bidatu’r-raâi): Ravinin ehl-i bidatten olması. Böylesi ravilerin kendi bidatlarının propagandasını yapmadıkları sürece rivayetlerinin kabul edileceği görüşü ağırlıktadır.

Dini terminolojide bid’at, Islam dininin ikmalinden sonra, Resullullah zamanında mevcut olmayan bir şey ortaya çıkarmaktır. Bidat kavramı, istilahi anlamda yaygın sekilde Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Hadis bilginleri de, bidatin cerh sebebi sayılabilmesi için öncelikle küfrü gerektirip gerektirmedigini tesbit etmeye çalışmışlar ve bu amaçla da bidati küfrü gerektiren ve fıskı gerektiren şeklinde ikiye ayırmışlardır. Bidati küfrü gerektirenler ittifakla reddedilmisken, bidatleri sebebiyle fıska düsen raviler hakkında mutlaka reddedilirler, mezhebi lehine yalancılığı helal saymayan bidatçilerin rivayetleri kabul edilir, mezhebinin propagandasını yapmayan bidatçilerin rivayetleri kabul, propagandacı olanların rivayetleri ise reddedilir seklinde bazı fikirler ileri sürülmüştür. Bütün bu açıklamalar muhaddislerin, bidatçilerin hadislerini değerlendirirken öncelikle onların dini ve ilmi bakımdan güven verici olup olmadıklarına baktıklarını göstermektedirler. Böyle olan ravi, dini çerçeveyi aşmayan farklı fikirlere de sahip olsa, rivayete ehil görülmüş ve hadisi alınmıştır.

5) Cehalet (Cehaletu’r-râvi): Ravinin tanınmaması. Ravinin ya zatının ya da halinin bilinmemesi demektir. Böylelerine “mechul” rivayetlerine de “mübhem” adı verilir. Ravinin zatının veya halinin bilinmemesi anlamına gelen cehalet ya isim, künye, lakap, sanat, sıfat ve neseb gibi ravinin pekçok özelliklerinden birisiyle tanınmış olmasına rağmen herhangi bir maksatla meşhur olduğu isimden başka bir isimle anılması amacıyla adının belirtilmemesi ya da rivayetinin çok az olmasından doğar.


 Hadis bilginleri, cehaletin türüne göre ravileri genel olarak ikiye ayırmışlardır.
1) Mechulü’l-ayn olan raviler Mechulü’l-ayn tek varisi olan muhaddise denir ve hadis alimleri mechul tabiri ile genelde mechulü’l-ayn olan raviyi kastedmektedirler. Mechulü’l-ayn olan ravinin rivayeti konusunda, hadisçilerin çoğunluğunun desteklediğine göre rivayetinin makbul olmadığına, ravide müslümanlıktan başka şart arayanlara göre mutlak olarak makbu olduğuna dair, teferrüd edilen ravi, bir cerh ve ta’dil imamı tarafindan tezkiye edilmiş olması ve bir de ravisi bulunması halinde rivayetinin makbul, aksi takdirde teferrüd eden ravinin adil olsa da rivayetinin makbul olmayacağına dair bazı hükümler sözkonusudur.

2)Mechulü’l-hal Kendisinden iki veya daha fazla kimse, ismini anarak hadis rivayet etmişken, hakkında cerh ve ta’dille ilgili bir hüküm verilmedigi için adil olup olmadığı meçhul kalmış raviye mechulü’l-hal veya mestur adı verilir. Hali mechul olan raviler ikiye ayrılır. Adaleti zahiren ve batınen meçhul olanlar ki bunların rivayetleri cumhura göre merduddur. Zahiren adil, batınen mechulü’l-adale olanlar ise hadisçilere göre hakkında müzekkilerin tezkiyesine müracaat edilen kimsedir ve bu tür ravilerin rivayetleri Ibn Hibban gibi bazı alimlerce kabul edilmiştir.


Devam edecek....

 www.mustafakaratas.com

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Şubat 2015 Çarşamba

440.HADİS USULÜ-1-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hadislerle ilgili bilmemiz gereken çok konu varken maalesef bizler bu konular üzerinde hiç durmuyoruz; öğrenmeyi erteliyoruz. Benim çok hassas olduğum ve herşeyi ince detayına kadar öğrenmek istediğim bir konudur "Hadisler". Rabbim öğrenmeyi,idrak etmeyi ve amel etmeyi nasip etsin . Amin.

HADİS RİVAYETİ
İlim olarak hadis “dirayet” ve “rivayet” olarak iki kısıma ayrılmaktadır.


 Dirayeten ilm-i hadis, kabul, red ve bunlarla ilgili hususlarda sened ve metnin halleri kendisiyle bilinen bir ilimdir. Bu ilim dalında hadislerin metinleriyle alakalı problemler derinlemesine araştırılır. Metin ve senedlerin sıhhat ve zaaf durumları tespit edilir. Bu yolla hadislerin doğru olanlarıyla zayıf ve mevzû olanları ayırt edilmiş olur.

Rivayeten ilm-i hadis,
 hadisin tarifinde de verildigi gibi Hz. Peygamberin 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) söz, fiil, takrir ve sıfatlarının kendisiyle bilindigi bir ilim dalıdır. Bu ilim dalı hadislerin nesilden nesile intikali, bu nakli gerçekleştiren çeşitli yollar, metin ve senedlerdeki lafızların doğru olarak zabtı gibi konularla ilgilenir.

“Rivayet”, kelime olarak bir sözü, bir şiiri veya bir haberi almak ve nakletmek mânasına gelmektedir.


 Hadîs ilminde ise, bir hadisi, bir sünneti ve benzeri haberleri nakletmek, onları haber verenlere isnat etmek demektir. Bu tanımı bir parça daha açarak diğer bir deyişle şöyle ifade etmek mümkündür: “Belirli vasıfları taşıyan râvinin, haberin naklinde aranan kurallara bağlı kalarak hadis tahammül yollarından biri vasıtasıyla aldığı hadisleri, yine aynı şartlarla başkalarına nakletmektir."

**Rivayet yazılı kaynaklardan olabildigi gibi, sadece şifâhî (ağızdan ağıza) nakil tarzında da olabilir.”

İster yazılı isterse şifahî olsun hadisler hep rivayet yolu ile aktarılmış ve gelecek nesillere rivayet sayesinde ulaştırılmıştır.


 Önce sahâbîler, Hz. Peygamberden (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)duyduklarını, gördüklerini ve öğrendiklerini ona isnat ederek tâbiîlere nakletmişlerdir. Tâbiîler de sahâbeden rivayet ettikleri hadisleri onlara isnat ederek kendilerinden sonrakilere aktarmışlardır. Böylece hadisi, kendisine haber verene isnat ederek nakletmek işi yıllarca ve nesiller boyu devam etmiştir. Ayrıca zamanla tasnif edilen hadis kitapları bile nesilden nesile belli usûllerle rivayet edilerek intikal ettirilmiştir. 
İlk devirde hadis rivayetinin çoğalması, tabiatıyla hadislerin de artmasında önemli bir etken olmuştur.

Hadis ilmi bakımından rivayette üç unsur bulunmaktadır: 


Biri rivayete esas olan hadis, diğeri bu hadisi nakleden kimse yani râvidir; üçüncüsü de râviden bu hadisi alan kişi de tâliptir. Bir râvi kendi hocası yanında talebe durumunda iken, hadisleri nakletme sırasında râvi konumunda bulunmuş olmaktadır. Hadîsleri nakledene genelde Şeyh bazen da mervî anh denir. Hadîsi bir şeyhten, rivayet eden kimseye ise râvi adı verilir. Nakledilen haberlerin ve hadislerin sıhhati açısından ravinin kişiliği son derece önemlidir.

1. Râvi
Dinin ikinci kaynağı olan sünneti nesillere aktaran ravilerin kendilerinde aranan vasıflar açısından yaptıklar işin mahiyet ve ciddiyetine ne ölçüde layık olduklarını tesbit için inceden inceye tetkik ve değerlendirmesi, bilim dalımızda “Cerh ve ta’dil” terimleriyle ifade edilmektedir.


“Cerh” sözlükte elle, aletle veya dille yaralamak demektir. Istılahta ise, adalet veya zabt sıfatını iptal ve ihlal edici bir kusur sebebiyle raviyi tenkid ile rivayetlerinin iyice tetkikini istemek demektir.

“Ta’dil” ise, tezkiye etmek demektir. Ravinin adil ve zabit olduğuna hükmederek rivayetlerinin sıhhatini ortaya koymaktadır.

Ravilerin hayatını konu edinen ve onların cerh ve ta’dil yönünden durumlarını bildiren pek çok kitap mevcuttur. Bunlara genel olarak “Rical kitapları” denilmektedir.


*** Bugün elimizde bulunan rical kitaplarında kendi zamanlarında belli itibar görerek rivayetleri hadis kitaplarına geçmis takriben 20 bin ravinin cerh ve ta’dil açısından durumu açıklanmış bulunmaktadır.

Ravileri cerh ve ta’dile tabi tutan alimler de kendi aralarinda üç guruba ayrılırlar:

Müteseddid olanlar; bir ravinin küçük bir takım kusurunu yakaladı mı onu cerh edenlerdir. Bunları ta’dil ve tevsik ettiği ravinin sika (güvenilir) oldugunda asla şüphe edilmez. Zayıftır dediklerinde ise teenni ile hareket edilerek diğer alimlerin görüşlerine de bakmak gerekir.

Mütesahil olanlar; müteseddid olanların aksine raviyi cerh konusunda aşırı davranmayıp gevşeklik gösteren demektir. Bunlar arasında; Tirmizi, Hakim en-Neysaburi sayılabilir.

Mu’tedil (Mütevessit) olanlar; ravileri ne fazla derecede cerh eden ne de aşırı ta’dil edenler, bu konuda orta yolu takib edenler, Darekutni ve Ibn. Adiy bunlar arasında zikredilebilir.


a. Ravide aranan şartlar

1) Adalet
Adalet kelimesi, sözlükte doğruluk ve dürüstlük anlamına gelirken, usulcülerin terminolojisinde rivayet ve şehadet ehliyetini ifade etmektedir. Adalet sıfatı hadis ve fıkıh alimleri tarafindan değisik ifadelerle tanımlanmıştır.


 Örneğin Ibnü’l-Mübarek namazı cemaatle kılan, içki içmeyen, dininde sakatlık olmayan, yalan konuşmayan ve akli dengesi yerinde olan kimsenin adil olduğunu, ibrahim en-Nehai ise kendisinden şüphe edilmeyen kişinin adil olduğunu ifade etmislerdir. Adalet, ravinin dini ve ahlaki yönünü temsil eden bir kavram olarak dini ve toplumsal hayatta makbul bir yol izlemektir şeklinde özetlenebilir. 

Adalet kavramına has bazı belirleyici unsurlar tesbit edilmiştir. Bunlar ravinin müslüman olması, buluğa ermiş olması, akıllı olması, fasık olmaması ve mürüvvete sahip olmasıdır. Kuşkusuz kafirlerin ve fasıkların haberleri reddedilmiştir. Zaten Islam’a karşı düsmanca tavırlar beslemesi mümkün olan gayr-i müslimlerin hadislerin naklinde rol oynamaları akla da uygun degildir. Aynı şekilde ravinin buluğa ermiş olması ve akıllı olması da öngörülmüş özellikle ravinin sorumluluk taşıyabilecek bir yaşta olmasına dikkat edilmiştir. Fasıkların haberleri makbul sayılmamış, onların haberlerinin muhakkak araştırılması gerektiği ifade edilmiş ve ravinin genel ahlaka ve dinin hoşgördüğü geleneklere uyma ve saygı gösterme uygunluğuna erişmis olması belirtilmiştir.

Ravinin adaletinin ise genellikle hadis bilginleri tarafından iki yolla tesbit edilebileceği belirtilmistir. Bunlar şöhret ve tezkiyedir. Yani ravinin adil bir kimse olduğunun bilinmesi ve adil bir şahsın, adil olduğu bilinmeyen bir kimsenin adil olduğunu beyan etmesidir. Bu kişiye de muaddil veya müzekki adı verilir.

Hadis bilginleri arasında tartışılan diğer bir konu ise adalet sıfatının raviden raviye degişken oluşu, başka bir ifadeyle adaletin artıp eksilmesi konusudur. Bazı bilginlerce reddedilen bu tartışma, bazılarınca da ravilerin adaletlerine göre sınıflandırılmasına kadar ilerlemiştir. Adaletin unsurları dikkate alındığında da, raviler arasında farklılık olması son derece tabiidir. Her ravinin islamiyet hassasiyeti, aklı, davranışları ve ahlakı birbirinden farklı olduğuna göre, bu unsurlardan meydana gelen adalet sıfatının da farklı olması normaldir. Ayrıca hadis münekkidlerinin, rivayeti makbul kabul edilen ravileri bazı derecelere ayırmalarında bunun sonucudur.

2) Zabt
Zabt kelimesi, sözlükte yakalamak, sağlam ve güzel yapmak, iyice ezberlemek anlamına gelir. Istilahta ise, ravinin işittiği bir hadisi, aradan uzun süre geçse de, dilediği anda hatırlayıp rivayet edecek derecede ezberleyerek her türlü tebdil ve tagyirden koruma yeteneğine sahip olmasıdır


Ravinin zabit olması ise rivayette az hata yapması; zabit olmaması ise, kabiliyetsizliğinden veya ictihad yetersizliğinden dolayı çok hata yapması ve yanılması şeklinde de tarif edilmektedir.

Muhaddisler tarafindan zabt ikiye ayrılmıştır. Zabtu’s-sadr ravinin dinlediği hadisi diledigi anda hatırlayacak kadar iyi ezberlemesi, zabtu’l-kitab ise ravinin, hadisleri kaydettiği kitabını tahammül anından edaya kadar, her türlü tebdil ve tagyirden korumasıdır.

Adalet sıfatının olduğu gibi zabtında bazı unsurları söz konusudur. Temel olarak ravinin dinde ve sözde güvenilir olması gerektigi kabul edilmektedir. Bunun dışında ravinin dalgın ve dikkatsiz olmaması yani teyakkuz sıfatına sahip olması, çok miktarda şaz ve münker hadis rivayet etmemesi (ravinin rivayetinde çokça hataya düsmesi onun hıfzının yeterli olmadığını gösterir), kitaptan rivayet eden ravinin kitabının çeşitli şekillerde değişikliğe uğratılmasına karşı ilgisiz kalmaması veya sahih olmayan bir kitaptan rivayette bulunmaması ve hadisi manen rivayet eden ravinin aynı şekilde manen rivayet şartlarına sahip olması gereklidir.

Zabtın tesbit edilmesi konusunda ise, hadis bilginleri iki yol takip etmişlerdir:


 Bunlardan biri mukayese etmektir. Bir hadisin, muhtelif rivayetlerinin biraraya getirilip birbiriyle mukayese edilmesi, hem hadisin sahihliğinin derecesinin tesbitinde hem de ravinin zabt seviyesinin tesbitinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu metod Hz. Peygamber ve sahabe döneminde kullanılmaya baslanılmıstır. Kuşkusuz mukayese metodunun bazı şekilleri söz konusudur. Bunlara göre ashabın rivayetleri birbiriyle mukayese edilebilir, bir muhaddisin rivayetleri değişik zamanlarda mukayese edilebilir, bir şeyhin birkaç talebesinin rivayetleri mukayese edilebilir, ders esnasında hoca ile akranlarının rivayetleri mukayese edilebilir, kitap hafıza ya da kitap ile ve hadis Kuran’la mukayese edilebilir. Bütün bu yöntemler farklı hadisler için farklı şekillerde kullanılabilirler.

Zabtın tesbitindeki diğer yöntem ise imtihandır. Hadis tarihi boyunca pekçok örneklerini gördüğümüz imtihanlar farklı şekillerde yapılabilirler. Örnegin Hisam b. Abdilmelik Zührî’nin rivayetiyle yazdırdığı dörtyüz hadisi kaybettiği gerekçesiyle tekrar yazdırmış, ikisini karşılaştırdığında hiçbir fark bulunmadığını görmüş ve böylece de Zühri’yi sınamıştır.

Zabt hususundakı zabtın önemi, tesbiti gibi konular dışında zabtı tesbit edilen ravilerin derecelendirilmesi, zabtı bozan haller ve zabtın değişkenliği gibi bazı hususiyetlerde söz konusudur.

Yukarıda bahsedilen metodlara göre zabtları tesbit edilen raviler bazı muhaddisler tarafından gruplandırılmıştır. Mesela Ibn Mehdi, hıfz ve itkan sahibi olanlar, bazen yanılmakla birlikte, hadisleri genellikle sahih olanlar, hadis rivayetinde genellikle yanılanlar şeklinde bu ravileri üçe ayırmış. Ibn Receb ise yalancılıkla itham edilenler, dalgınlık ve kötü hafıza nedeniyle genellikle münker hadis rivayet edenler, sıdk ve hıfz sahibi olup nadiren hatalı ve yanlış hadis rivayet edenler ve sıdk ve hadis sahibi olan ve çokça yanılmakla birlikte, yine de hadislerinde yanılgı hakim olmayanlar seklinde dörde ayırmıştır.

Adalet konusunda bahsettiğimiz değişkenliği zabt sıfatında da görmek mümkündür. Bu değişkenlik raviler arasında olabileceği gibi, bir ravinin hayatının farklı devrelerinde de bunama ve yaşlılık gibi nedenlere bağlı olarak ta meydana gelebilir. Tabiki unutulmamalıdır ki, ravinin zabtının değişmesiyle beraber, rivayet ettiği hadisin sıhhat derecesi de değişmektedir.

b. Ravinin Kusurları (Metain-i asere)
Islam dininin ikinci kaynağı olan hadisler, haber niteliği taşıyan rivayetlerden oluşmaktadırlar. Yalan veya gerçek olma ihtimali taşıyan haberlerin doğruluk derecesi ise, öncelikle muhbirin, haberinde güvenilir olup olmadığının tesbiti ile açıklığa kavuşur. Hadis bilginleri bir ravinin rivayetinin doğruluğunun kabul edilebilmesi için adalet ve zabt özelliklerine sahip olması gerektiği hususunda hemfikirdirler.

Cerh ve Ta’dil bakımından raviler “metain-i asere” denilen on noktadan tenkid edilerek ayrı ayrı lafızlarla değerlendirilirler. Bu on tenkid noktasının beş tanesi ravinin adalet vasfına, beş tanesi de zabt vasfına yöneliktir.Bilindiği kadarıyla ilk defa ravinin kusurlarını Ibn Hacer sınıflandırmıştır.Bir sonraki yazıda bu durum incelenecektir.


Devam edecek....

 www.mustafakaratas.com

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

7 Şubat 2015 Cumartesi

439.HZ.HUD (Aleyhisselam )-2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hz. Hud’a Kurulan Tuzak
Zulüm ve isyanları yüzünden başlarına gelen bu belâyı, Hazret-i Hud’a yükleyerek O’nu öldürmek niyetiyle kıskaca alan bu caniler güruhu, Hazret-i Hud’a bir şeyler sormayı ve ondan gücü yetmiyeceği bazı isteklerde bulunmayı planlamışlardı. Hazret-i Hud bu isteklere cevap veremeyince de, “Gördünüz mü? işte bu, yalancının biridir” diyerek halkı onun aleyhine tahrik edeceklerdi. Böylelikle de, kıtlık ve sıkıntıdan iyice moralleri bozulmuş olan halkı, bütün bütün yoldan çıkarıp Hz. Hud’u öldüreceklerdi. Bu planlarını tatbik mevkiine koyarak Hazret-i Hud’a şöyle dediler:

-“Ey Hud, söylediğin sözün doğruluğuna dair bize delil getirmedin ki biz sana inanıp itimat edelim. Öyle kuru iddialarla ne sana inanırız ve ne de dedelerimizden kalan putlarımızdan vazgeçeriz.”
Hz. Hud onların istekleri üzerine çeşitli mucizeler gösterdi. Putlara tapmamalarını söyledi. Halbuki onların niyetleri putları bırakıp imana gelmek olmayıp, Hz. Hud’a tasarladıkları planı tatbik ederek bir kötülük yapmaktı. Hazret-i Hud’un mucize göstermesi özerine planları suya düşmüş ve gururları rencide olmuştu. Bunu telafi etmek için:

-“Ya Hud, sana bir şey demeyiz. İçimizde büyümüş olduğun için her halini biliyoruz. Ve sana herhangi bir isnatta bulunmuyoruz. Fakat sen böyle akıl almaz havsalaya sığmaz davalarda bulunduğuna göre, olsa-olsa putlarımızı tahkir ettiğin ve bizi onlara tapmaktan menettiğin için, sana onlar tarafından delilik arız oldu" diyerek halka Hazret-i Hud’un deli olduğunu telkin etmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Hud, hiddetle yerinden fırladı. Ve onlara gür bir sesle şöyle hitab etti:

-“Ben şu kainatın yaratıcısı olan ve sizin gibi gaddar ve cebbar kavimleri yerle bir eden ve ibret için geride sadece o yerle bir olan kavimlerin harabelerini bırakan Allah’ı şahid tutarım ve siz de sözlerime ve hareketlerime bakarak şahit olun ki şu sizin tapageldiğiniz putlar, kimseye ne fayda ve ne de zarar veremezler. Şayet onlarda başkalarına tesir eden bir güç ve kuvvet varsa ne duruyorsunuz? Onlarla beraber hemen harekete geçin ve beni yok etmek için elinizden geleni yapın. Bunu hemen şimdi yaparak bana mühlet dahi vermeyin.”

Hz. Hud’un bu son derece cesaret ve şecaat dolu meydan okuyuşu onları oldukları yerde hayret içinde ve hareketsiz bıraktı. Donup kalmışlardı. O’ndan böylesine pervasızca bir cevap beklemiyorlardı. Hz. Hud onların bu şaşkınlığından istifade ile, sözlerine devam etti:

-“İşte gördünüz mü? Olduğunuz yerde çakılıp kaldınız. Halbuki siz kalabalık bir topluluksunuz. Ben ise bir ferdim. Bir tek şahsın, kalabalık bir topluluğa meydan okuması hayretinize gitmedi mi? Ben, vazifem hususunda üzerime düşeni yaptıktan sonra, Rabbim olan Allaha tevekkül ettim. İşlerimde onu vekil tuttum. İşte benim size meydan okumam, Allah’a olan imanım ve intisabım sayesindedir. Siz de iman edin, bütün korkulardan kurtulup kainata meydan okuyun.”

Gerçekten de hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir. Hz. Hud, kavmini bu şekilde ilzam ettikten sonra, maksadının, defalarca söylediği gibi, onları hakka davetten başka bir şey olmadığını ve zaten bunun dışında başka bir şey istemek ve yapmak, vazifesi şümulüne girmediğini tekrar beyan etti.

Ad Kavmi Azabın Hemen Gelmesini İstiyor
Hz. Hud, kavminin iman etmesini temin için bu şekilde uzun uzun deliller serdediyor, onlara vaadlerde bulunuyor, sırası geldikçe de korkutuyordu. Hülasa, tebliğ için ne lazımsa yapmaktan geri durmuyordu. Kıtlık ve kuraklık devam ederken, yine bir gün onları hakka davet edip putları terketmelerini söyledi ve dehşetli bir azabın yaklaşmakta olduğunu bildirdi. Ad kavmi, Hz. Hud’un bu sözlerini tepkiyle karşıladılar:

-“Sen bizi mabutlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer bu tehditlerin doğru ise, bize vadettiğin azabı getir de görelim" dediler. Hz. Hud’un artık sabrı kalmamış, kavminin İslahından iyice ümidini kesmişti. Onlara son sözlerini söylüyordu:

-“Azap zamanını tayin etmek Allah’a aittir. O, O’nun vazifesidir. Ben size bunu tekrar tekrar söylemiştim. Siz ise, hala azabı benim getirmemi istiyorsunuz. Benim vazifem, sadece size ulaştırmaya memur olduğum şeyleri tebliğ etmektir. Bu halinizle, ben sizi cehalet bataklığına batmış, hakikati görmeyen bir kavim olarak görmüyorum. İsteyip durduğunuz azabın gelmesini bekleyin. Muhakkak ben de sizinle bekleyeceğim. Bakalım batıl mabutlarınız, size gelip çatacak olan azaba karşı sizi koruyabilecekler mi?”
Bu sözleri söylediği esnada Hz. Hud’a, azabın ne zaman gelip çatacağı vahyedilmiş; bütün müşrikler helak olurken, mü’minlerin kurtulacakları müjdelenmişti. Hz. Hud vahiy gereği olarak, arapların Berdül-Acûz dedikleri, Türkçe’de “Kocakarı soğuğu” denilen Şevval ayının sondan bir evvelki Çarşamba günü fecirden sonra, müsait bir yerde ashabını etrafına topladı.

Müşriklerin ileri gelenlerinden bir kısmı da o civardaydı. Günün ağarması üzerinden çok geçmeden, ufukta siyah bir bulut peyda oldu.

Sarsar
Aylardır yağmur yüzü görmeyen ve susuzluktan kıvranan Ad kavminin ileri gelenleri, ufukta görünen bu siyah bulutu görünce sevinçlerinden yerlerinde duramıyorlardı. Neş’e içinde adeta bayram yapıyorlardı. “Bakın, işte bu bulut, size bol-bol yağmur yağdıracak” diye kavminin sevinçten yüzlerinin gülmesine bedel, Hz. Hud’un rengi atmış, benzi solmuştu. Soğuk-soğuk terler döküyor, az sonra bu müşrik kavmin başına gelecekleri düşünüyordu. Onlar, sevinç içinde, “yağmur yağacak” diye bağırırlarken, Hz. Hud onlara son ikazını yapıyordu.

-“Hayır kavmim, yanlışsınız, aldanıyorsunuz! O gördüğünüz bulut değil, gelmesi için acele ettiğiniz ve sizi mahvedecek olan bulut şekline girmiş bir rüzgardır.”
Korkunç bir ses çıkararak vadiyi kaplayıp gelen bu nesne, gerçekten de bulut değil bir rüzgâr idi. Hızına ve soğukluğuna bir ölçü tayin etmek mümkün olmayan bu rüzgârın adı, Kur’a’n lisanıyla “Sarsar” dır.

Sarsar Dehşet Saçıyor
Putperest kavmin eza, cefa ve alaylarına aldırış etmeksizin, Hz. Hud’la omuz-omuza canları bahasına gayret gösteren müminlerle Hz. Hud, hep beraber bir yerde toplanmışlardı. Etrafa dehşet saçan bu rüzgâr onların kılını bile kıpırdatmadığı halde, “Bizden daha kuvvetli kim olabilir?” diye böbürlenen Âd kavmini, saman çöpü gibi savuruyordu.

Kimisi havaya savrulmamak için kalın kalın ağaçlara, köklü kayalara sarılıyor, kimisi de sağlamlığıyla iftihar ettikleri saraylarına sığınıyorlardı. Ama heyhat!.. Kayalarla, ağaçlarla birlikte havaya savrulmaktan kurtulamıyorlardı. Evlerin kapılarını ve pencerelerini uçuran bu rüzgâr, evin içindekileri tıpkı bir kül yığını gibi önüne katıp savuruyor, darmadağın ediyordu.

Âd kavmi, ansızın gelen bu rüzgârın ağız ve burun deliklerinden içeri girmesiyle, barsakları ve iç azaları boşalmış, kolları ve kafaları kopmuş bir halde, içi boş hurma kütükleri gibi yerlere uzanmışlardı. Bazıları kumların altında kalıyor, tekrar üzeri açılıyor ve metrelerce havaya fırlıyordu. O süslü saraylar, bağlar, bahçeler de sahipleri gibi, rüzgarın şiddet ve dehşeti karşısında bir harabeye dönmüştü.

Bütün bu olup bitenler karşısında, Hz. Hud ve onun sevgili ashabı, kurtuluşlarına mukabil Allah’a hamd ve şükrediyorlardı. Sarsar rüzgarı, Hud kavmi üzerinde 8 gün 7 gece hiç durmaksızın esti. Kur’anı Kerim’de, bu azap günlerine “Eyyam-ı Nahisat” denilir.

Nihayet bir hafta evvel, Çarşamba sabahı başlayan rüzgar, yine Çarşamba gününün akşamında son buldu. Hz. Hud ve beraberindeki dört bin kadar mümin, salimen kurtuldular. Müşrikler ise, perişan bir halde, yaptıklarına ceza olarak tamamen helak oldular. Ne kendilerinden ve ne de oturdukları yüksek ve sağlam binalardan, hiç bir iz ve eser kalmamıştı; her yer harabeye dönmüştü.

Sarsardan Sonra
Müşrikler yerleri ve yurtlarıyla birlikte tamamen helak olup 4000 kadar mümin de salimen kurtulduktan sonra, Hz. Hud ümmetini alarak Mekke civarına gitti ve vefat edinceye kadar orada ikamet etti. Bir rivayette ise, Umman denizi kıyılarına yerleştiği haber verilmiştir. Hz. Yusuf istisna edilecek olursa, sima bakımından Hz. Âdem’e en çok benzeyen insanoğlu Hz. Hud idi. Hz. Hud’un peygamber olarak gönderildiği ve Sarsar’la helak olan Âd kavmine, “Ad-i Ulâ” adı verilir. Bu kavmin helaktan kurtulan mümin efradından, “Âd-ı Sani” (İkinci Ad) diye anılan Semûd kavmi meydana gelecektir.

“peygamberler tarihi” ansiklopedisi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR