20 Ekim 2021 Çarşamba

57- El-Hamîd ism-i şerifi:

Hamîd ismi hamd mastarından türemiştir. Hamd “iyi ve güzel vasıflarla övmek” demektir. Zemmin zıddıdır. Bu durumda Hamîd “bütün iyilik ve güzelliklerle övülen, sayısız lütuf ve nimetlerine şükredilen” demektir. Şükür ve methin tüm unsurlarını bir araya toplayan “hamd” mastarının taşıdığı bu geniş anlamı Türkçede tam karşılayacak bir kelime bulunmamaktadır.

Hamîd, övgüye değer olduğu için övülür. İnsanların onu övüp övmemesi bu durumu değiştirmez. Rabbimizin bu ismini doğru bir şekilde anlamak imanımızı selamette tutmak için çok büyük bir yardımcıdır. Çünkü önce Allah’ın varlığından şüphe duyup sonra da inkâr edenlerin pek çoğu bunu O’nun işlerine akıl erdiremedikleri ve dünyada bu kadar kötülük varsa, gücü her şeye yeten ve sonsuz iyi olan bir tanrının olamayacağına hükmettikleri için yapıyorlar. Hamîd ismi ise bize en baştan, Rabbimizin her işinin övgüye layık olduğunu, O’ndan bir eksiklik sadır olamayacağını hatırlatarak kötülük probleminde dikkatlerimizi başka bir yöne çeker. 

Kur’an’ın bize söylediğine göre aslında başımıza gelen aksiliklerin çoğu bizim kendi davranışlarımızın sonucudur ama biz bunu görmek istemeyiz, onun yerine suçu ya kadere ya da –haşa- doğrudan Allah’a havale ederiz. (Nisa, 4/79; Şura, 42/30; Rum, 30/41.) Oysa varlık âleminde zuhura gelmiş bir şey eğer insanların kendilerine (veya birbirlerine) yaptıklarının sonucu değil de sırf Allah’ın muradı ise o şey mutlak olarak hayırdır ve Allah’a “Allah” olarak inanan herkes O’nun her işini beğenir, razı olur. Çünkü bizim şer sandığımız hayır; hayır sandığımız şer olabilir. (Bakara, 2/216.) 

İşte hamd/rıza mertebesi de bu idrakteki bir insanın Rabbinin bütün işlerine razı olması ve O’nu her durumda övmesi demektir. Varlıkta da yoklukta da… Nimette de kahırda da… Hamdin şükürden farkı da bu noktadadır. Hamd mertebesindeki kişi Yüce Allah’ı övmek için O’nun nimetlerinin gelmesini beklemez. O’nu Allah olduğu için över; kendisine lütfettiği için değil. Hamd, beklentisiz ve karşılıksız bir övgü olduğundan olsa gerek Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “elhamdülillah” sözünün övgülerin en faziletlisi olduğunu söylemiştir.

Kur’an’da Hamîd
Kur’an-ı Kerim’de hamd kavramı altmış bir yerde Allah’a nispet edilmekte olup bunların on yedisini Hamîd ismi oluşturmaktadır. Bu on yedi ayetin on tanesinde Hamîd ismi “her şeyden müstağni ve her şey kendisine muhtaç” anlamındaki Ganî ismiyle birlikte gelir. (Bakara, 2/267; Nisa, 4/131; İbrahim, 14/8; Hac, 22/64; Lokman, 31/12, 26; Fatır, 35/15; Hadid, 57/24; Mümtehine, 60/6; Tegabün, 64/6.) Bu durum Allah’ın başkalarının övmesiyle “Hamîd” olmadığını, aslında O’nun her şeyden müstağni olduğu gibi kullarının övgüsüne de ihtiyacı olmadığını gösterir. Kullarının isyan ve inkârı O’na bir zarar vermediği gibi onların takvası ve övgüsü de O’nun şanını yüceltmez.

Kur’an’da sayısız ayette, çok çeşitli sebeplerle Allah’a hamd etmek tavsiye edilir. Hatta “Elhamdülillah de!” şeklinde Rabbimize sözle hamd etmemizi emreden ayetler vardır. (Neml, 27/59; İsra, 17/111; Mü’minun, 23/28.) Buna göre hamd sadece içimizde bir hayranlık ve takdir duygusu olarak kalmamalı; övgü ve şükür ifadesi olarak lisanımıza da yansımalıdır. Muhtemeldir ki bu emir, ağzımızdan çıkanların kalbimizdekini yansıttığı gibi dilin sürekli tekrar ettiği sözlerin de düşünce ve duyguları belirlediği hakikatinden ötürüdür.

Elmalılı Hamdi Yazır rahmetullahi aleyh Fatiha tefsirinde “elhamdülillah”ı açıklarken methetmek ile hamd etmek arasındaki ince farka dikkatlerimizi çeker ve der ki: “Hamd, methedilen şeyleri ihsan eden ve bu hususta İstediğini yapmakta tamamen özgür olan Cenab-ı Hak'ka yapılır. Bu yüzden, mesela güzel bir atı methederiz ama ona hamd etmeyiz. Medih sırf yağcılık olabileceği hâlde hamd ve şükür daima bir gerçekliğe dayalıdır ve bu nedenle de ahlakidir. Ayrıca hamdde tazim ve takdir manaları daha barizdir. Çünkü hamd eden henüz bir nimete vasıl olmadığından hamdine başka hiçbir amaç karışmamıştır. Saf bir tazimdir. O ihsanlara erişenlerin mutluluğuna gerçek bir kardeşlik duygusuyla iştirak ve sanki kendine verilmiş gibi sevinme vardır. Bu bakımdan “Hamdolsun!” diyebilen kişi gerçek bir mutluluk hissi yaşamış olur. Hamd, herkesin ermek istediği, ancak pek az kimsenin erebildiği bir mertebedir.”

Hamîd tecelli ederse
Hamîd isminin ilk ve en önemli tecellisi her durumda Rabbini öven kulun rıza makamına ulaşmış olmasıdır. Bu mertebeye ulaşan kul Rabbi ona verse de vermese de razıdır. Böyle olunca da hayat olayları karşısında tam bir sekinete/gönül huzuruna ulaşmış olur. Psikolojinin “kendinle barışık olmak” dediği bu ruh hâli aslında “Rabbinden razı olma”nın küçük bir alt başlığıdır. Kur’an’da bildirildiğine göre cennet ehli ahiretin şiddetli hâllerinden kurtulup cennete kavuştuklarında “Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun!”diyeceklerdir. (Fatır, 35/34.) Dünyada hamd makamına ulaşanlar da iç dünyalarındaki bütün tasaları gidermiş, takdir edilenle barışmış, dünyalarını cennet yapmış insanlardır. Tartışmalı olmakla beraber hamdin şükürden daha üstün bir mertebe olduğu söylenir. Çünkü şükür bir nimete karşılık yapılır; hamd ise o nimet size ulaşmasa da nimetin sahibini övmektir. Hamd kerim olanı zatından dolayı övmek iken, şükür kerim olanı kereminden dolayı övmektir. Efendimizin sıkıntılı anlarında “Elhamdü lillahi alâ külli hâl” (her hâlükârda Allah’a hamd olsun) demesi bu durumu teyit eder.

Hamîd ismiyle ahlaklanmak isteyen kişi, zatında bütün övülen davranışları toplamaya gayret eder ayrıca başkalarında gördüğü meziyetleri takdir etmede de cimrilik yapmaz. Çünkü bu isim övülen anlamına geldiği kadar öven anlamına da gelmektedir. İyiliklerin artmasının en etkin yollarından biri de iyiliğin yüceltilerek öne çıkarılması ve iyilerin övülüp takdir edilmesidir.

İnsanlar içinde bu ismin en yüksek düzeyde tecelli ettiği kişi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Zaten “Muhammed” ismi de sayısız güzel niteliği nedeniyle çok çok övülen demektir. Efendimize vaat edilen “Makam-ı mahmud” övülen makam, onun sancağının adı olan “livau’l-hamd” da övgü sancağı demektir. Kısaca Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, isim ve sıfatlarıyla, ahlak ve makamıyla âdeta hamd mertebesinin insanlık âlemindeki mücessem hâli gibidir.


En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

19 Ekim 2021 Salı

56- El-Veliyy ism-i şerifi:


Velî ismi “yakınlık, sevgi ve işleri üstlenip yardım etmek” anlamındaki velayet kökünden türemiştir. Genellikle “müminlere yardımcı, kâinatın ve bütün mahlukatın işlerini üstüne alan” şeklinde tanımlanır. Gazali rahmetullahi aleyh’e göre tek kelimeyle “dost” demektir. Dost sizi seven ve iyiliğinizi isteyen kişidir. Ama bir insanla ne kadar dost olsanız da sonuçta o da bir insandır ve çoğu zaman, üzüntünüze sizinle birlikte üzülmekten başka elinden bir şey gelmez. Oysa Allah-u Teala sizin dostunuz olursa O'nun dostluğu tüm yetki ve gücü elinde tutan bir makamın dostluğu demektir. (Bakara, 2/107.) Allah’ın dostluğu kulun iman ve bağlılığını, kendi yakınlığı ve himayesiyle ödüllendiren bir dostluktur. Allah’ın dostluğu, O’nun sizin işlerinizi üzerine alması ve sizi ulaştırmak istediği yere ulaştırması demektir.

Bakara Suresi, 257. ayette Rabbimizin buyurduğu üzere “Allah, iman edenlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velîleri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar.” 

Bu ayetle anlıyoruz ki Allah Teala bu dünyada inkârcılara da nimet vermesine rağmen “kâfirlerin velîsi” diye nitelendirilmez. Allah’ın umumi velayetinden insan-hayvan fark etmeksizin bütün varlıklar istifade ederken, O’nun hususi velayeti sadece müminler içindir. Onları günah ve dalaletin karanlıklarından çıkartıp hidayetin nuruna kavuşturur. Demek günahlardan kaçındırmak o günahları işlemesine müsaade etmemek de, hayırlarda ve hidayette daim olmakta Allah’ın Velî isminin tecellisiyledir.

Yine bu isim müminin başına gelen musibetlerde, hastalıklarda, darlık ve sıkıntılarda tecelli eder. El Velî isminin tecellisiyle Allah velisi olduğu kullardan o musibeti kaldırır, hastalıkları afiyete, darlıkları feraha çevirir. Bu isim bazen de dostlarına yardım edip düşmanlarını kahretmek şeklinde de tecelli eder. Birçok savaşta bu ismi şerif tecelli etmiş, yardım ve inayetini müminlere ihsan ederken düşmanlarını kahreylemiştir.

Yine bu ismin tecellisiyle müminin idare etmekte aciz kaldığı ve altından kalkamadığı işlerde Velî olan Rabbi onun imdadına yetişir ve o işlerin idaresini üzerine alır. Demek idare etmekte aciz kaldığımız işlerin idaresinin kolaylaşmasında, altından kalkamayacağımız işlerde muvaffak olmamız hep bu ismin tecellisiyledir. İnsan yaratış itibariyle aciz ve zayıf olarak yaratılmıştır. Gözle görülemeyecek bir mikroba yenik düşecek kadar acizdir. Bu aciz  kullar bu dünyada dertleriyle baş başa bırakılmamıştır. Velî olan Allah o mümin kullarının işlerini üzerine almış ve onların dostu ve velisi olduğunu her vakit onlara göstermiştir.

İşte Yüce Allah’ın Velî ismi de hayatın bizi hâlden hâle sokan tekâmül sürecinde Rabbimizin bize sahip çıkıp yardım ettiğini, elimizi hiç bırakmadığını gösterir.

Kur’an’da Velî
Velî ismi, Kur’an-ı Kerim’de yirmiyi aşkın ayette Allah’a nispet edilir. Kur’an’da bu kökden türeyen üç isim geçer: Velî, Vâlî ve Mevlâ. Velî, yukarıda da geçtiği üzere dost demektir. Ama bu dostluk arkadaşlık anlamında bir dostluk değil, rehberlik ve öncülük anlamı içeren bir dostluktur. Bu nedenle velî anlamındaki dostlar özenle seçilmelidir. Vâlî, işleri üstüne alan ve yöneten anlamına gelirken, Mevlâ da kendisinden yardım umulan, gerçek sahip demektir. (Âl-i İmran, 3/150.)

Kur’an ısrarla Allah’tan başka gerçek dost ve yardımcımız olmadığını vurgular. (Tevbe, 9/116; Ankebut, 22/22; Şura, 42/31.) Bu nedenle de Allah’tan başkasını –veya Allah ile beraber başkalarını- dost edinmemeyi, özellikle imansızların dost olarak görülmemesini tembih eder. (Âl-i İmran, 3/28; Nisa, 4/139; Tevbe, 9/23; Ankebut, 29/22; Secde, 32/4.) Kâfirlerin ve zalimlerin birbirlerine dost olduklarını (Casiye, 45/19.), müminlerin dostlarının ise ancak Allah ve Rasulü olduğu, namaz kılıp zekât veren, hicret edip cihat eden müminler olduğunu belirtir. (Maide 5/55; Enfal 8/72-73; Tevbe 9/71.) Hepsinden önemlisi Kur’an gerçek dostumuzun Yüce Allah olduğunu söylemekle yetinmez; tek başına Allah’ın dostluğunun yeterli olduğunu ve Allah’ın kuluna kâfi geleceğini söyler. (Nisa, 4/45; Maide, 5/56; Zümer, 39/36.) Allah Teala, kendisinden başka sığınılıp yardım istenecek dostlar arayanları ise zayıflıkları ile baş başa bırakır. (Ankebut, 29/41.) Sonuç olarak Allah en güzel dost ve en güzel yardımcıdır. (Enfal, 8/40.) Fakat Allah’ın dostluğunu kazanmak bazı vasıflara sahip olmayı gerektirir. Bu vasıfların başında iman gelir. Pek çok yerde Allah’ın müminlerin dostu olduğu açıklanır. (Bakara, 2/257, 286; Âl-i İmran, 3/68, 150; Muhammed, 47/11.) Bundan başka Allah takva sahiplerinin (Casiye, 45/19.) ve salih kulların (Araf, 7/196.) dostu olduğunu belirtir. 

Kur’an bize kimlerle asla dost olmamamız gerektiğini de öğretir. Buna göre: Yahudiler ve Hristiyanlar (Bakara, 2/120; Maide 5/51.), münafıklar (Nisa, 4/89.), kâfirler (Nisa, 4/144.), dinlerini oyun ve eğlence edinenler (Enam, 6/70.), Allah’a ve müminlere düşman olanlar (Mümtehine, 60/1.), ahiretten ümidini kesmiş ve Allah’ın gazabına uğramış olanlar (Mümtehine, 60/13.), din konusunda müminlerle savaşarak onları yurtlarından çıkaranlar (Mümtehine, 60/9.) asla dost edinilemezler. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in  “Kişi dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin.” (Tirmizi, Ebu Davud) sözü de bu ayetlerdeki uyarıların hikmetini açıklayarak pekiştirir.

Çeşitli vesilelerle tekrar edilen “müminleri bırakıp kâfirleri veli edinmeme, müminleri ihmal ederek kâfirleri dost tutmama” tâlimatı, müminlerle gayri müslimler arasındaki bütün iyi ilişkileri yasaklayan bir hüküm olarak anlaşılmamalıdır. “Müminleri bırakıp” kaydında ısrar edilmesi bu kaydın önemli olduğunu göstermektedir. Müminleri bırakmamak, onları birinci planda dost, veli, taraf saymak şartıyla gayri müslimler ile de, taraflar ve bütün insanlık için hayırlı olacak, faydalar sağlayacak, kötülükleri önleyecek ilişkiler kurmak, anlaşmalar yapmak ve dayanışmalarda bulunmak yasak değildir, hatta teşvik edilmiştir (Âl-i İmrân 3/28; Mümtehine 60/7-8).

Velî tecelli ederse
İnananların velisi olan Yüce Allah bir şeyin olmasını istediğinde önünde hiçbir engel yoktur. Allah bir kişinin velisi olduğunda ona bütün işlerini yoluna koyacak bir kapasite lütfeder. Lütuf ve ihsanıyla onu terbiye ederek iki cihanını mamur eder. Her durumda doğru olanı yapmaya muvaffak kılar. Rızasına erdirecek yolları gösterir; küfür ve inkâr sebeplerini ortadan kaldırarak kalbini küfrün karanlığından imanın aydınlığına çıkarır. (Bakara, 2/257.)

İnsanın Rabbinin velayetine nasıl güvenip iltica edeceğinin en güzel örneğini Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında görebiliriz. Kırk yaşına kadar toplumunun saygın ve sakin bir bireyi olarak yaşayan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, peygamberlikle görevlendirildiği andan itibaren akla hayale gelmeyecek zorluklarla karşılaşmıştı. Bu süreçte Allah Teala’yı yegâne dost ve yardımcı olarak bilmiş, savaşların en kritik anlarında dahi Rabbine güvenmiş ve sarsılmamıştı. “Hasbunallahu ve ni’mel vekil, ni’mel Mevla ve ni’me’n-Nasîr” (Allah bize yeter; O ne güzel vekil, O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır) sözü münafıkların ayağının kaydığı, müminlerin korku ile titrediği anlarda onun kararlılığını pekiştiren bir teslimiyet ve güven ifadesi idi. O, aynı zamanda bütün gayretini insanların Allah’ı yegâne velî olarak bilmelerini sağlamaya sarf etmişti.

Kuşeyri’ye göre Allah kimi dost edinirse onu kötülüklerden koruyup arzularını yerine getirir ve Hak dostlarının gönüllerine onun sevgisini yerleştirir. Fakat o sevilmeye değil, sevmeye odaklanmıştır. Ataullah İskenderi’nin dediğine göre insanlar tarafından sevilme arzusundan vazgeçmiş olmak Allah’ın kula verdiği değerin bir göstergesidir. Velayetten nasibi olan kişi çevresindeki insanların sıkıntıları ile meşgul olmayı hayatının misyonu hâline getirmiş kişidir. Herkesin derdi ile dertlenir. Şikâyet eden değil, çözüm arayan; yardım isteyen değil, yardım eden ve insanların kendisinden himaye gördüğü bir kişi olur. Bu elbette kolay değildir. Ama Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bize insanların arasına karışıp onlardan gelecek sıkıntılara sabretmenin, uzlete çekilerek sadece kendine yönelmekten daha hayırlı olduğunu haber vermiştir. Yeryüzünde Mevlâ’nın Velî isminin tecellisi olanlar, insana hizmetin nafile ibadetten daha üstün olduğunu bilenlerdir.

Kur’an ısrarla Allah’tan başka gerçek dost ve yardımcımız olmadığını vurgular. Bu nedenle de Allah’tan başkasını –veya Allah ile beraber başkalarını- dost edinmemeyi, özellikle imansızların dost olarak görülmemesini tembih eder. 

Son olarak; İnsan bu dünyada yalnız olmadığını bilmeli. Onu bilen, halini gören, sesini işiten, derdine derman yetiştiren ve kudreti her şeye yeten bir sahibi, bir velisi olduğunu unutmamalıdır.

İnsan bu kuvvet ve zenginliğin farkında olmalı hadiselerin karşısında asla ümitsizliğe düşmemeli Velî olan Rabbine dayanıp ona güvenmelidir.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu


18 Ekim 2021 Pazartesi

Nisâ Suresi - 144 . Ayet Tefsiri

Ayet


  • يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْكَافِرٖينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَؕ اَتُرٖيدُونَ اَنْ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَاناً مُبٖيناً 
    ﴿١٤٤﴾

Meal (Kur'an Yolu)


﴾144﴿
 Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?

Tefsir (Kur'an Yolu)


Çeşitli vesilelerle tekrar edilen “müminleri bırakıp kâfirleri veli edinmeme, müminleri ihmal ederek kâfirleri dost tutmama” tâlimatı, müminlerle gayri müslimler arasındaki bütün iyi ilişkileri yasaklayan bir hüküm olarak anlaşılmamalıdır. “Müminleri bırakıp” kaydında ısrar edilmesi bu kaydın önemli olduğunu göstermektedir. Müminleri bırakmamak, onları birinci planda dost, veli, taraf saymak şartıyla gayri müslimler ile de, taraflar ve bütün insanlık için hayırlı olacak, faydalar sağlayacak, kötülükleri önleyecek ilişkiler kurmak, anlaşmalar yapmak ve dayanışmalarda bulunmak yasak değildir, hatta teşvik edilmiştir (Âl-i İmrân 3/28; Mümtehine 60/7-8).

Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onlarla düşüp kalkanlar, dinleri ve dindaşları aleyhine de olsa kâfir dostlarının yapıp ettiklerine ses çıkaramayanlar, kâfirlerin kendilerine hâkim olmasına itiraz etmeyenler; bütün bunları –ki hepsi “velâyet, veli edinme” kavramına dahildir– mecbur olmadıkları halde yapanlar, kâfirlere dünyada ve âhirette verilecek cezaya katılmaya lâyık ve müstehak olurlar. Allah vereceği cezaya –âdeti gereği– bu yapılanları gerekçe gösterir.


Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 168-169

17 Ekim 2021 Pazar

54- El-Kaviyy - 55- El-Metîn ism-i şerifleri:


Türkçemizde de bir sıfat olarak kullanılan Kavî ismi kuvvet kökünden gelir ve “Yapmak istediği her şeye gücü yeten ve her anlamda yeterli olan” demektir. Ve Rabbimizin kudretinin mükemmelliğini ifade eder ve O’nun gücünün yetmeyeceği herhangi bir ihtimalin söz konusu olmadığını anlatır. Metanet ve sağlamlık anlamındaki Metîn ismi ise Allah’a nispet edildiğinde “Zatına herhangi bir zorluk ve yorgunluk olmayan, kudreti sonsuz” anlamına gelir. Allah dışında her şeyin gücünün bir sınırı vardır, yorulur ve yıpranır; O’nun sağlamlık ve dayanıklılığı ise eşsiz, benzersizdir.


Kuvvet, tam bir kudrete delalet ederken metanet bu kuvvetin şiddetini ifade eder. Allah’ın kuvvetinin sonsuz, tükenmez, gevşemez ve ölçülemez olduğunu gösterir. Allah’ın kudreti söz konusu olduğunda zorluk - kolaylık söz konusu değildir. O’nun için bir yaprağı yaratmakla kâinatı yaratmak birdir. Sözün kısası: Allah Teala tam bir kuvvet sahibi olmak bakımından kavî, gücünün çok şiddetli ve sağlam olması bakımından da metîndir.

Yüce Rabbimiz Hac suresinin 74. ayetinde kendisine şirk koşanları anlatırken “Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edip tanımadılar. Şu bir gerçek ki, Allah sonsuz kuvvet ve karşı konulmaz kudret sahibidir.” buyurur. Burada dikkatimizi çeken şey, Rabbimizin kendisini tanımamanın ne demek olduğunu sorguladığı böyle sarsıcı bir ifadede zatını müşriklere Kavî ve Azîz isimleriyle hatırlatmasıdır. Allah hakkında böyle vahim yanılgı içinde olan müşriklerin ahirette bütün güç ve yetkinin kimin elinde olduğunu anlayacakları ama iş işten geçmiş olduğu için bu idrakin fayda vermeyeceği de Bakara suresinin 165. ayetinde bildirilir. Oysa onlar bu dünyada iken iman edip günahlarına af dileselerdi Allah üzerlerine bereket yağmurları yağdıracağını ve güçlerine güç katacağını vadetmişti. (Hud, 11/52.)

Rabbimiz Kur’an’da iki yerde Kavî ismini “cezası çetin olan” anlamındaki şedidü’l-ikab terkibi ile birlikte getirmiş (Enfal, 8/52; Mü’min, 40/22.), bu da Kavî ismindeki ikazın tonunu artırmıştır. Kur’an’daki diğer yerlerde ise “yegâne galip” manasındaki Azîz ismiyle birliktedir. (Hud, 11/66; Hacc, 22/40,74; Ahzab, 33/25; Şura, 42/19; Hadid, 57/25; Mücadele, 58/21.) Bu ismin geldiği tüm ayetler Rabbimizin güç ve kudretinin anlatıldığı yerlerdir.

Kuvvet ve iktidarın şiddetini gösteren Metîn ismi ise Kur’an-ı Kerim’de sadece Zariyat suresinin 58. ayetinde geçer. Burası da Kur’an’da insanların yaratılış amaçlarının açıkça anlatıldığı Zariyat suresi 56. ayetin hemen devamındadır. Buna göre insanlar ve cinler ancak Allah’a kulluk etsinler diye yaratılmıştır. Rızık endişesi ile kulluk vazifelerinin ihmaline mahal olmadığı gibi bizim kulluk ve ibadetimizin Allah’a güç katmayacağını anlatmak üzere Rabbimiz bu bölümü “Bütün rızıkları veren bizzat Allah’tır. O erişilmez bir güç ve kudret sahibidir.” (Zariyat, 51/58.) ifadesiyle bitirirken kuvvet ve metanet sıfatlarını birlikte zikreder.

Kavî ve Metîn tecelli ederse: Lâ havle velâ kuvvete illâ billah
Kavî kuvvet verendir, Metîn de sağlamlaştıran. Sadece bunu bilmek bile bu iki ismin tecellisinin karakterimiz, inancımız, ahlakımız ve her iki cihanı ilgilendiren tüm işlerimiz için anlamını kavramaya yeter. Kişinin, bütün benliğiyle bağlandığı Yüce Yaratıcı’nın hiçbir tesir altında kalmadan dilediğini kudret ve merhametiyle yerine getirdiğini bilmesi O’na karşı hem haşyet hem sevgi duyması için önemli bir faktördür. Bu isimleri idrak eden hem kendi kulluğunu ve çaresizliğini itiraf etmiş, dolayısıyla sınırları ile barışmış, hem de bütün güç ve kudreti elinde tutana sığınmış olur. Özellikle kişinin kendi sınırları ile barışık olmasının onun ruh ve akıl sağlığı açısından önemi tartışılmazdır.

Bu isimlerin tecellisine en çok Allah’a karşı yükümlülüklerimizi yerine getirirken ihtiyaç duyacağımızı söylenir. Bu isimler bir kula tecelli ettiğinde o kul sorumlu tutulduğu ibadetlerin ağırlığına karşı Allah tarafından özel bir kuvvet kazanır denir.

Bu isimlerin tecellisiyle kişi, çevresinde bir ağırlık ve nüfuz kazanır. İnsanları idare etmek ve yönetmek onun için kolaylaşmış olur. Bu isimlere sığınanlar, iç ve dış dünyalarındaki olumsuzluklardan gereğinden fazla etkilenerek dürtüsel davranmazlar. Duruşları sağlamdır. Her anlamda kendilerini kontrol etmeye güçleri yeter. Hayat başarısının en önemli şartlarından biri olan iç disiplin tam da budur. Karakter ve irade zayıflığı, dünyevi veya uhrevi bir hedef çerçevesinde belirlenmiş bir programa uyma konusunda gereken sabrı gösterememek kişinin kendisinden başlayarak tüm çevresi için bir problemdir. Bu konuda bize ümit bahşeden husus ise kuvvet ve metanetin, diğer pek çok kişilik özelliği gibi, sonradan da kazanılabilir oluşudur. Rabbimizin esması bu konuda bir çok iç ferahlatıcı müjdelerle doludur. 

Yine de karakterimizin temel kuvvetleri bizim seçimimizle değil, Allah’ın takdiri iledir. Buna iman eden kişi eksik olduğunu bildiği ama düzeltme gücü bulamadığı hususlarda Allah’ın af ve merhametine sığınmalı; ne kendinden ne de başkalarından gücünün üstünde bir başarı bekleyerek eziyet etmemelidir.

Rabbinin Kavî ve Metîn isimlerine yürekten iman edip tam bir teslimiyetle sığınan insan, kolay kolay sarsılmaz. Bütün bu özellikleri nedeniyle bu isimler insanın hayatında büyük oluşumlara ve muhteşem bir etkiye sahiptir. Bu nedenledir ki Müslüman her ne zaman bir darlıkla karşılaşsa veya bir çıkmaza girdiğini düşünse “lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” (Bütün tasarruf, güç ve kudret Allah’a aittir.) der ve bu yolla kendi sınırlı gücünü Rabbinin sınırsız kuvvet ve metaneti ile takviye etmiş olur. Artık böyle bir gönül ne yorulur ne de yıkılır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

***MEVLİD KANDİLİ


Faruk Beşer Hoca'nın Mevlid kandili ile ilgili videosunu izlemenizi tavsiye ederim.

http://www.dailymotion.com/video/x8v6nw_kandiller-mevlit-kandili_people

Rabbimiz bize bir gün değil her gün Resulullahı hatırlamak, her an o sevgi hissetmek ve sünnetine sıkı sıkıya yapışmayı nasip et.


16 Ekim 2021 Cumartesi

53- El-Vekîl ism-i şerifi:


Vekil, sözlükte bir işin görülmesini kendisine havale ettiğimiz kişidir. Bir iş için başkasını vekil tayin etmek, o iş hakkında bizim yetersizliğimizi, onun da yetkinliğini gösterir. Bu manada Yüce Rabbimizin isimlerinden birinin de Vekîl olması, bütün yaratılmışların, her anlamda işlerinin görülmesinin, âlemlerin Rabbi olan Allah’a bağlı olduğunu ifade eder. Zira her şeyi tedbir ve idare eden, gözetip kollayan Rabbimiz bir an elini çekse ve mahlukatı kendi hâline bıraksa hiçbir yaratık varlığını dahi devam ettiremez.Hakiki vekil ancak Allah-u Teala'dır. Çünkü her işi bütün esrarıyla bilen ve her müşkülü açan yalnız O'dur. (Nisa, 4/132.) İnsanların, birbirlerinin işlerini görmeleri mecazi bir vekalettir. Onda vekâlet manasından ziyade yardımlaşma ve karşılıklı bedel alma manası vardır. bir tüccar, bir avukata iş verdiği zaman biri ona bilgisi ile yardım ediyor, öteki de para bedeli ile onu karşılamış oluyor demektir.

Vekîl isminin kapsamını ortaya koyması bakımından İmam Mâtürîdî’nin İsra suresi 65. ayetin tefsirinde yaptığı tanımlama önemlidir. Buna göre Vekîl, insanı şeytanın özendirmelerinden koruyan, onun hilelerine karşı kuluna destek veren, sığınacak bir yer bulmasını sağlayan ve bütün işlerimizde güvenilebilecek gerçek dosttur. Allah birine Vekîl olduğu zaman onu bilemeyeceği zorluklardan uzak tutar; hesap ve hayal edemeyeceği kolaylıklara eriştirir.

Yüce Rabbimizin Vekîl ismi sadece dünyayı değil, ahireti de içine alır. Allah birine Vekîl olmuşsa onun dünyası da ahireti de kurtulmuştur. Halbuki insanın insana vekâleti böyle değildir. Bu tezadı hatırlatmak üzere Nisa suresi 109. ayette, dünyada hainleri savunanlara kıyamet gününde kimin vekâlet edeceği sorulur.

Elbette Vekîl isminin bütün kapsamı ile etkin olması Rabbimizin diğer esması ile yakından ilişkilidir. Zira bu kapsamda bir vekâlet için güç-kudret, ilim-hikmet, mülk-saltanat ve daha nice nice üstün vasıflara sahip olmak gerekir.

Kur’an’da Vekîl ve Tevekkül
“Vekîl” vasfı Kur’an’da hem Allah hem de insanlar için kullanılmış, ancak her nerede insanların vekil olarak görülmesinden söz edilmişse orada bu vekâlet olumsuzlanmıştır. Bu da Vekîl sıfatının kuşatıcı anlamda hiçbir zaman insana verilmediğini göstermektedir. (Nisa, 4/109.) Öyle ki 10 dan fazla ayette Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in dahi insanlara vekil olma görevinin bulunmadığı ısrarla belirtilmektedir. (Yunus, 10/108; İsra, 17/54.) Peygamber demek Allah'ın bir vekili demek değildir. Allah'ın buyruklarını insanlara öğreten bir emir kulu demektir. Peygamberin görevi insanlara akıbetlerini bildirerek kötü sondan nasıl kurtulacaklarını göstermektir. Onları girdikleri yoldan zorla çevirmek ve işlerinin akıbeti konusunda sorumluluğu üstlenmek gibi bir görevleri yoktur. (Hud, 11/12.)

Ondan fazla ayette ise Vekîl sıfatı zât-ı ilâhiyyeyi nitelendirmekte (Ahzab, 33/3.); O’nun güvenilecek en güzel varlık olduğu, kendisine güvenen kimseyi koruduğu ve her şeyi gördüğü ifade edilmektedir. Bu ayetlerden biri de “hasbunallahu ve ni’mel vekil/ Allah bize kafidir; O ne güzel vekildir!” sözüdür. (Âl-i İmrân, 3/173.) Bu söze hakkıyla inanan ve dilinden düşürmeyerek bu inancı her daim tazeleyen insan için yıkılmak, bitmek, mahvolmak gibi ifadeler ve onların çağırdığı psikoloji asla söz konusu değildir.

Vekil kılma anlamına gelen “tevekkül” Kur’an ve sünnette en çok bahsi geçen kavramlardan biridir. Tevekkül manevi bir imdat istemedir. Allah’a karşı bir dilek ve temenni vasıtası olan sebeplere yapıştıktan sonra arzu edilen neticenin yaratılmasını O’na havale etmek ve sonuçta olana da razı olmak anlamındadır. Bu sebeple rızanın ilk basamağıdır. Kur’an’da kırktan fazla yerde geçen tevekkül, kulluk ve insanlık görevlerini ihmal ederek sırtını Allah’a dayamak değil, aksine Allah’ın emirlerine tam bir teslimiyetle uyarken ve gereğini yaparken başına gelebilecek olanlar hakkında Allah’a güvenmektir. (Ahzab, 33/1-3.) Allah’ı vekil edinerek işleri O’na havale etmek her zaman elinden gelen bütün gayret bittikten sonradır. (Âl-i İmrân, 3/159.)

İnsanın ruh sağlığı için tevekkül şarttır. Çünkü ne kadar planlı hareket edersek edelim her zaman karşımıza hiç hesapta olmayan terslikler çıkabilir. Aldığımız tedbirler, yaptığımız istişareler, akla hayale gelmeyen sebepler yüzünden boşa gidebilir. İşte bu noktada devreye tevekkül girer. Tevekkül çabadan sonraki gönül huzurudur. İnsanı her türlü anlamsız kaygıdan ve kendi gibi eksik kullara dayanıp boyun bükmekten kurtarır.

“Tevekkül” fiilinde fail her zaman insanlar, kendisine tevekkül edilen ise sadece ve sadece Allah’tır. Zira kendisine güvenilip bütün işlerin sonunun havale edileceği makam her şeye gücü yeten, hayatı ve ölümü dahi elinde tutan bir makam olmalıdır: “Sen, o ölümsüz ve daima diri olan (Allah’a) tevekkül et.” (Furkan, 25/58.) Allah’a güvenen O’ndan başkasının vekâletine ihtiyaç duymaz: “Kim Allah’a tevekkül ederse O kendisine yeter.” (Talak, 65/3.)

Gücü sonsuz ve sınırsız olan Rabbimizin Vekîl ismi ile tecelli edip her işimizde bizi koruyup kollaması kulun O’nu vekil edinirken duyduğu güven ve teslimiyete bağlıdır. Ne zaman dara düşse “Allah bize yeter, O ne güzel Vekîl’dir.” diyebilenler şeytanın bütün vesvese ve korku yollarını kapatmış olurlar. (Âl-i İmrân, 3/175.) Onlar, Allah’ın Vekîl ismine dayanır ve şeytanın vesvesesi olan bütün kaygılarından azat olurlar. (Nahl, 16/99.) Korku ve kaygılardan kurtulmak ise doğru yoldan sapmadan dümdüz ilerleyebilmek için olmazsa olmaz bir şarttır. Kişiliğimizi eğip büken, ahlakımızı sekteye uğratan hep korku ve kaygılarımızdır. Bu isme sığınan kişi, ateşin karşısındaki İbrahim aleyhisselam, Kızıldeniz karşısındaki Musa aleyhisselam, Sevr Dağı’ndaki Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gibidir: Sakin, mütevekkil, onurlu… Bu insanlarda telaş, acelecilik, panik görülmez; hiçbir zaman tepkisel değillerdir, insan haysiyet ve vakarına aykırı düşecek hiçbir hâlleri yoktur.

Yüce Rabbimizin her bir ismi karakterimizdeki bir güce işaret eder. Yani her bir isim tecelli ettikçe içimizde bir kapı açılır, ahlakımız ve bedenimizle birlikte tüm varlığımız zenginleşir. Her bir isim bir tarafımızı tamir eder, sağlamlaştırır, güzelleştirir. Vekîl ismi de tecelli ettiğinde insanın yeryüzündeki vekâlet rolünü pekiştirir. O kişi artık tüm yeryüzünün, canlı-cansız tüm varlıkların vekilidir. Bu vekâlet, Allah’ın mülkü olan yerkürede O’nun emaneti olan bütün yaratılmışlara O’ndan gelen talimatlara göre hilafeten göz kulak olma görevidir. Dolayısıyla bu ismin tecelli ettiği insanlarda emanet ve sorumluluk bilinci yüksektir. Üstlendikleri işlerin hakkını verirler. Kendilerine verilen hiçbir sorumluluk konusunda gözünüz arkada kalmaz.

Bu isimle ahlaklanan insan bilir ki onun bu dünyada bir şeylere sahip olması kendi adına değil, vekâletendir. O, kendisinin vekâletine verilen hayat, beden, mal, mülk, evlat, aile, makam, mevki, kısacası bütün varlığının emanetçisidir. Günümüz insanı bu bakışı yitirip kendisini başta bedeni olmak üzere her şeyin gerçek sahibi sandığından o şeyler üzerinde sınırsız bir tasarruf yetkisi olduğunu zannetmektedir. Kürtaj, keyfi estetik operasyonlar, cinsiyet değiştirme, genlerle oynama gibi dinimizin asla müsaade etmediği bedenle oynamalar hep vekâlet bilincinin mülkiyet bilincine dönüşmesi nedeniyledir. Çevre sorunlarının da temelinde bu zihniyet dönüşümü vardır. Kendini vekil değil, asil zanneden bu yeni insan için varlık âlemi, hesabını vereceği bir emanet değil, zevkini süreceği bir mülkiyettir.

Rabbimiz bizlere acizliğimizi ve fakirliğimizi hissettirsin. “Biz kendimize yeteriz” diyen gafillerden olmaktan muhafaza eylesin ve Her işimizde Vekil olarak kendisine güvenip tevekkül eden kullarından eylesin. Amin.


En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

15 Ekim 2021 Cuma

52- El-Hakk ism-i şerifi:


Tartışmasız ve şüphesiz olan gerçeğe hak denir. Allah’ın hak olması, onun varlığının kesin olmasıdır. Allah-u Teâla Hakk’tır ve hakkın ta kendisidir. Varlığı zaruri, yokluğu asla düşünülemeyen, hem ezeli hem de ebedi olandır. İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh, hakkı bu manasıyla zâtî isimlerden saymış ve onun Esmâ-i Hüsnâ içinde lafza-i celâlden hemen sonra geldiğini söylemiştir.

Allah-u Teala'nın varlığı daima sabittir. O'nun zatı, yokluğu kabul etmediği gibi, herhangi bir değişikliği de kabul etmez. Hakikaten var olan yalnız Allah’tır ve hiç değişmeyerek hakikaten sabit olan da O'dur. Çünkü O, varlığında zatından başkasına muhtaç değildir. Kainat dediğimiz başka varlıklar ise, Allah-u Teala’nın yaratması ile var olmuşlardır. Onların içinde varlığı, "ezeli ve kadîm" hiçbir mevcut yoktur. Hepsi de sonradan yaratılmış ve her birinin ömrü bir başlangıç ve bir son ile çevrilmiştir. Zamanın ancak bir parçasını işgal ederler. Sonra bütün kainat ve onun her zerresi, ömürleri boyunca bir hal üzere sabit değildir. Daima halden hale, tavırdan tavıra değişir dururlar.

İşte bütün kainatı kaplayan ezeli nizam budur. Allah’tan başka her şey değişir, yıkılır, tekrar yapılır; baki, ancak Hak'tır.

Allah’ın varlığı şu âlemdeki en büyük hakikattir. Her bir varlık, yokluktan varlık âlemine çıkmasıyla; hayat verilmesiyle, yaratılışıyla, rızıklandırılmasıyla Hak olan Allah’ı bizlere anlatmaktadır.

O’nun varlığı hak olduğu gibi isim ve sıfatları, sözleri ve fiilleri de haktır. Ne yapmışsa, ne emretmişse hepsi haktır. Gönderdiği peygamberler, indirdiği kitaplar haktır. Kısacası Allah’ın dini, peygamberi, emri, işi gibi O’na nispet edilen her şey haktır. Hak Allah olmasaydı hakikat diye bir şey olmazdı. Evrendeki gerçekliği O’nun varlığını hesaba katmadan anlayabilmek imkânsızdır. Bir şey hakikat olup da Allah-u Teala ile bir bağı olmaması imkânsızdır. Allah’tan kopuk çalışan bir akıl eğer ulaştığı hakikatin Allah ile ilişkisini kuramazsa o hakkaniyetli bir sistem ve toplum inşa edemez. 

İnsanların kendine göre bir hakikat ölçüsü vardır. Kimi faydası, kimi iyiliği, kimi de güzelliği ile belirler eşyanın değerini. Gerçeği sadece gerçek olduğu için beğenip seven azdır. Biz yaratıcımızın gerçekliğini O’nu dinleyerek öğreniriz. O’na ulaşmanın başka yolu yoktur çünkü.

Kur’an-ı Kerim’de hak kelimesi çeşitli formlarda kullanılır. Bu zengin kullanım içinde pek çok yerde Allah’a nispet edilir. Bunların bazısında doğrudan zat-ı ilahiyyeye izafe edilir. (Kehf, 18/44; Hac, 22/6, 62; Nur, 24/25; Lokman, 31/30.) Kur’an’da yüzlerce kez tekrarlanan hak kavramı Allah’tan başka Hz. Peygamber’in (Bakara, 2/119; Tevbe, 9/62; Neml, 27/79.) ve dinin (Tevbe, 9/29, 33; İsra, 17/81.) hak olduğunu da ortaya koyar. Hak aynı zamanda Kur’an’ın ismidir. (Bakara, 2/176; Yunus, 10/94.) Fussılet suresinin 42. ayetinde açıkça dile getirildiği üzere Kur’an baştan sona haktır; batıl onun yanına bile yaklaşamaz. Allah’ın indirdiği kitapların gerçekliğini göremeyenler aslında Allah’ın Hak oluşunu layıkıyla takdir edemeyenlerdir. (Enam, 6/91.) Hak ismi Kur’an’da Melik (Taha, 20/114; Mü’minun, 23/116.) ve Mevla (En’am, 6/62.) gibi otorite bildiren sıfatlarla birlikte gelerek Allah’a karşı hiçbir güçte gerçeklik görmemek gerektiği vurgulanır.

Kur’an’da “Hakk” kavramının neredeyse bütün boyutlarıyla ve kuvvetle vurgulandığı yer Yunus suresidir. Surenin 30. ayetinde kıyamet gününde Hakk olan Mevla’nın huzuruna çıkıldığında kendisine tanrı gibi muamele ettiği tüm varlıkların kişiyi tek başına bırakacakları hatırlatıldıktan sonra 31. ayette Hakk İlah’ın vasıfları sayılıyor ve kâinatın sevk ve idaresini yürüten, bütün işleri elinde tutan gerçek tanrıya neden kulluk edilmediği soruluyor. Esas olarak da 32. ayette ise önemle “Bu hakikat kabul edilmediğinde geriye sapıklıktan başka ne kalır?” diye sorularak iman meselelerinde yalnızca hak ve batılın olduğu; ikisinin arasında belirsiz bir alan olmadığı vurgulanıyor. 33 ve 34. ayetlerde Allah-u Teala hakkında yanlış inançlara sapanların hâlleri kısaca özetlendikten sonra 35. ayette “Sadece Allah insanı hakka/doğru yola iletir.” denilerek vahyin ışığı olmadan hakka ulaşmanın imkânsızlığı gösteriliyor.

Hakk’ın zıddı batıldır. Gerçek dışı ve asılsız anlamına gelir. Bir şey hak ise onun varlık içinde bir anlamı ve yeri vardır; batıl ise anlamsız ve amaçsızdır. O yüzden batıl yok olmaya mahkûmdur. (İsra, 17/81; Enbiya, 21/18; Şura, 42/24.) Halbuki Allah’ın yarattığı hiçbir şey batıl değildir. (Âl-i İmran, 3/191; Sad, 38/27.)

 Hakikate saygı duymayıp onu istediği gibi evirip çevirmeye kalkanlar Yüce Allah başta olmak üzere O’nun dinini, kitabını, peygamberini kendi arzu ettikleri gibi tanımlamak isterler. Böyle olunca da hakkı batılla karıştırmış olurlar. Oysa bir kez batıl ile karıştırılan hak, artık hak olma ve doğruya ulaştırma niteliğini yitirir. (Yunus, 10/30-35; Mü’minun, 23/7.) Hak geldikten sonra batılın ortaya bir şey koyma veya durumu haktan önceki hâle geri döndürme gücü asla yoktur. (Sebe, 34/49.) Kur’an-ı Kerim hak ile batılı karıştırmama konusunda bilhassa dikkatlerimizi çeker. (Bakara, 2/42.) Tarih boyunca hakkın karşısına batılla çıkarak onu yok etmeye çalışanların sonlarını haber vererek bu yola girmememizi söyler. (Kehf, 18/56; Mü’min, 40/4-6.) Bütün bunlara rağmen tek hedefi bu dünyanın gösterişli hayatı olduğu için batıl yollara sapanların öbür dünyada amellerinin batıl çıkacağını haber verir. (Hud, 11/15-16.) Pek çok yerde de malların batıl yollara başvurularak ele geçirilmesi eleştirilir. (Bakara, 2/188; Nisa, 4/29, 161; Tevbe, 9/34.)

Hakk’ın tecellisine mazhar olanlar için hak her şeyden yücedir. İbn Abbas radıyallahu anh’tan bir rivayette hakkın hatırının yüceliğini gösteren bir hatırlatma yapılır: “Sana hakkı getirenden hakkı kabul et! Küçük, büyük ya da hoşlanmadığın birinden de olsa. Batılı da reddet! Küçük, büyük veya hoşlanıp sevdiğin birinden de olsa.” 

Ayrıca İslam’a göre hakikat gizli saklı değildir. Gazali rahmetullahi aleyh’in de işaret ettiği gibi alenidir ve herkesin erişimine açıktır. Bu yüzden hakikate ulaşmak için bizi sırlı bilgilere erdirecek gizemli yollara ihtiyacımız yoktur.

Evet, bu ismin tecellisiyle bizler hakkı hak, batılı batıl olarak biliyoruz. Eğer Cenab-ı Hakk’ın bu isminin tecellisi olmasaydı bizler neyin hak, neyin batıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektik.

Bu ism-i şerife karşı vazifemiz ise şudur;

Hak ile gönderilen Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e ve hakkın ezeli kelamı olan Kur’an’a tabi olmaktır. Ta ki bununla Hakk’ı hak bilip hakka tabi olalım batılı batıl bilip ondan yüz çevirelim.

Son olarak da;
Abdullah b. Abbas radıyallahu anh’ın rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem teheccüd namazındaki duasında El Hakk ismiyle şöyle dua ettiğini aktarır: “Allah’ım! Sen haksın, vaadin hak, sözün haktır; sana kavuşmak haktır, cennet hak, cehennem haktır; peygamberler haktır; kıyametin kopması haktır.” (Buhârî, “Tevhîd”, 24, 35; Müslim, “Müsâfirîn”, 199)

Cenab-ı Hak bizleri hakkı gören, hakkı dinleyen ve hakkı söyleyen hakiki kullarından eylesin. Aminn.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

14 Ekim 2021 Perşembe

51- Eş-Şehîd ism-i şerifi:


Şehîd, şehadet kökünden türemiştir ve şehadet de “kesin olarak bilen ve bildiğini haber verme konusunda kendisine güvenilen kimse” demektir. Şehadet kesin tanıklık ifade ettiği için; Allah’a ve peygamberine imanımızın tanıklık beyanı olan cümleye “kelime-i şehadet/tanıklık ifadesi” denir. Şehit olanlar da Rablerinin şehitlere vaat ettiği nimetlere şahitlik ettiklerinden o sıfatı alırlar.

"Şehîd", "şâhid"in mübalağasıdır. "Şâhid", bir hadise meydana gelirken, orada hazır olup hadisenin meydana gelişini gözleriyle gören kimseye denir.

Fakat hadise yerine uzak olanlar, gözleriyle göremeyeceklerinden, başka vasıta ile hadiseyi öğrenseler bile onlara şahit denmez.

İnsanlar bulunmadıkları bir yerde olan biteni bilemedikleri gibi bizzat bulundukları ortamda da hakikatin tamamını bilemezler. Örneğin kısa süre önce yaşadığımız bir olayla ilgili bilgimize başvurulsa, sorular arttıkça aslında detayları nasıl da gözden kaçırdığımızı fark ederiz. 

Allah-u Teala, işte bu suretle, kullarının görmedikçe bilemeyecekleri ya da gördükleri halde hakikatin tamamını bilemeyecekleri bütün hadiseleri bilir, onun için her şeye karşı Allah hem şâhiddir, hem şehîddir.

Rabbimizin Şehîd ism-i şerifi ile tecelli etmesi, O'nun her ayrıntıyı görmesi, hiç ayrılmadan, devamlı yanımızda olması demektir. “Allah her yerde hâzır ve nâzırdır” demek, O’nun her zerreye yakınlığı birdir, hiçbir şey O’ndan uzak olup gözünden kaçamaz demektir. Yani Rabbimiz hayatımızın tanığıdır ve mahkeme-i kübrada bizim iddialarımıza karşılık O’nun tanıklığı olacaktır. Çünkü bir tek O “her şeyi aslî hüviyetiyle tam olarak bilen”dir. Bu cihetiyle onun adı "Alîm"dir. Hadiselerin iç yüzünü bilmesi yönünden O'nun adı "Habîr"dir. Dış yüzünü bilmesi yönünden de adı "Şehîd"dir.

 O halde, başkalarının yanında yapmaktan çekindiğimiz kötü işleri, tek başına kaldığımız vakit yapacak olursak, her anda ve her yerde hazır ve nazır olan Allah-u Teala'ya önem vermemiş oluruz. Allah’ın her yerde bulunduğuna ve her işi gördüğüne inanmış olanlar, kimsenin yanında kötülük yapamadığı gibi tek başına kaldığı ve hiç kimsenin görmediği, duymadığı yerde dahi bir kötülük yapamaz. Hatta kötülük yapmayı içinden daha iyi geçiremez. Çünkü Allah Alîmdir., Habîrdir, içimizi de dışımızı da aynı suretle görür ve bilir.

Şehîd ismi şerifi, Alîm ve Habîr isimlerine benzer. Aralarındaki ince fark şudur: İlim, mutlak olarak nazara alındığında Allah Alîmdir. İlim gayba izafe edildiğinde, yani Allah’ın, gaybı bildiğinden bahsedildiğinde Allah Habîrdir. İlim zahiri işlere izafe edildiğinde, yani Allah’ın, görünen eşyayı bildiğinden bahsedildiğinde ise Allah Şehîddir. Yani mesela, Allah beni bilmesiyle Alimdir; kalbimden geçenleri bilmesiyle Habîrdir; zahiri işlerimi bilmesiyle de Şehîd’dir.

En’am,19. ayetin bildirdiğine göre Rabbimiz en yüce, en büyük şahittir. Rabbimizin şahitliği yanında, bütün yaptıklarımız organlarımız tarafından da kaydedilmektedir ve kıyamet gününde hepsi şahitlik edecektir (Nur, 24/24; Yasin, 36/65; Fussılet, 41/20.) O gün hesap meydanına herkes amellerinin şahitleriyle birlikte sürülecektir (Kaf, 50/21.) ki insan inkâr veya gizleme için hiçbir yol kalmadığını bilecek ve hesabını o şekilde verecektir. Aslında insan her hâliyle daha bu dünyada iken ne kadarlık biri olduğuna kendisi şahitlik edip durmaktadır. (Adiyat, 100/7.)

Bu arada Rabbimizin şahitliğini sadece ahirette tecelli edeceğini düşünmemek gerekir. Tersine O, dünya hayatımızda da bizi bir an bile şahitsiz bırakmamaktadır. (Al-i İmran, 3/18.) Aslında Rabbimizin Şehîd isminin en büyük tecellisi de peygamberler göndermesi olmuştur. (Nisa, 4/41; Maide, 5/117; Nahl, 16/84, 89;Hac, 22/78; Kasas, 28/75.) Onlara iman edenler de kendi çağlarının örnek alınacak rol modelleri, şahitleri olurlar. (Bakara, 2/143; Al-i İmran, 3/52-53.) Kaf suresi 37. ayet bu şahitliği hakkıyla ifa edebilmek için kulaklara ve kalplere dikkatimizi çeker.

Hukuki davalarda tanıklığına başvurulan kişinin, o anda insan hayatı ve şerefine dair taşıdığı sorumluluğun idrakinde olması ve şahitliğini Allah rızasından başka bir amaç gütmeden hakka göre yapması da Kur’an’da dehşetli ifadelerle vurgulanır. (Nisa, 4/135; Maide 5/8.)

Bu ismin muhtevası insanı bütün düşünce, duygu, niyet ve amellerinde dikkatli ve dürüst olmaya davet eder. Böylece bugünkü psikolojinin ısrarla vurguladığı iç denetimi -bizim bildiğimiz adı ile murakabeyi- başarmaya yardımcı olur. Bütün varlık âlemi içinde bunu yapabilecek tek varlık insandır. Çünkü kendi davranışlarına dışarıdan bir gözle bakabilme yetisi bir tek ona verilmiştir. 

Murakabe haline ulaşan, yani her an Allah-u Teala’nın gözetiminde olduğu bilincine eren kişi artık ihsan makamındadır ve böyle biri için başkalarının ne diyeceği tamamen önemini yitirmiştir. Artık kişinin hesap vereceği tek makam, vicdanına yerleşmiş olan Rabbinin gözetiminde olduğu şuurudur.

Bu isimden insanın hissesi şudur: Allah-u Teala, tüm insanların her an, her saniye kalplerindeki niyete, akıllarından geçen her düşünceye şahittir. Öyleyse kişi her vakit Allah’ın her ameline şahit olduğunu; yaptıklarını gördüğünü ve bildiğini düşünmeli ve buna göre davranmalıdır. Bir günahı işlerken insanların görmesinden ve bilmesinden rahatsız olan insan, Allah’ın her haline her an şahit olduğunu unutmamalıdır.

Rabbimiz bizleri de bu ismin hakikatine ulaştırsın. Amin.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

13 Ekim 2021 Çarşamba

50- El-Bâis ism-i şerifi:


Biz Allah-u Teala’yı tanımaya çalışıyoruz. O'nu, bilimle, felsefe ile, felsefe bulaşmış kelamla ya da batıni tasavvufla hakkıyla tanıyamayız. Allah Azze ve Celle’yi, Ebu Hanife’nin dediği gibi, sadece Kur’an-ı Kerim’de O’nun bize kendini anlattığı ayetlerle, Kur’an’daki ve sahih sünnetteki esması ile bilebiliriz. Biz O’nun zatını değil ayetlerini ve nimetlerini düşünürüz. O bütün sıfatlarında en mükemmel olandır, O’nda hiçbir eksiklik ve kusur yoktur. O, ne yapmışsa en güzelini yapmıştır. İsteklerimizi asla karşılıksız bırakmaz. Biz görevimizi yaptıktan sonra O’na güvenip tevekkül ederiz. O kendisine güveneni güvende kılar. Rahmeti gazabına galiptir. Merhameti sebebiyle nice günahları affeder. Ama ısrar eden suçluları da cezalandırır, bu da makuldür ve fıtrata uygundur. Cezalandırmayan tanrı Allah olamaz. Her şeyin yaratıcısı, yaşatıcısı O’dur.


Gerçek hürriyet böyle bir Allah’a kul olmaktır. Çünkü O’na kul olmayan, sayısız ilahlara kul olmak zorundadır. İnsan sahte ilahların kulluğundan ancak Allah’a inanmakla kurtulabilir.

Bütün isyanlar, günahlar ve yoldan çıkmalar Allah’ın unutulması, yani zikredilmemesi sebebiyledir. Buna ibadetsizlik de diyebiliriz. Zikrin yani O’nu hatırlamanın asgari ölçüsü beş vakit namazdır. Allah’ı unutmamanın O'nu hatırlamanın en etkili bir yolu da O'nu esmasıyla anmaktır. Bunun için de O'nun en güzel isimlerini öğrenmek, kavramak gerekiyor.

İşte bugün kavramaya çalışacağımız ism-i şerifimiz:
Kışın ölen ağaçların bahar mevsiminde diriltilmesini gördüğünüzde ya da kışın ölen sineklerin, böceklerin, bir sonraki baharda aynen diriltildiğini gördüğünüzde Rabbimizi hangi ismiyle zikredersiniz? Ya da bizleri, ölümün kardeşi olan uykudan uyandıran ve ölmüş, çürümüş, toprağa karışmış bütün insanları bir anda diriltecek ve kabirlerinden çıkaracak dediğimizde, Mevla’mızın hangi ismini hatırlarsınız?

Bunlar hep El-Bâis isminin tecellileridir. 

 El-Bâis isminin en geniş manadaki tecellisi, kıyametten sonra bütün insanların diriltilip, kabirlerinden çıkmalarında gözükecektir. Bir diğer manası ise, peygamberler gönderen demektir. Aslında peygamberlerin gönderilmesi de bir nevi diriliştir. Çünkü Peygamberler, bir nevi ölü hükmünde ve hidayetten yoksun olan kavimlere gönderilmiştir. Peygamberler hidayetin yollarını o insanlara göstererek onların manen dirilişine sebep olmuşlardır. Her peygamber, Allah tarafından gönderilmesiyle bu ism-i şerife mazhar olmuştur. Demek, Peygamberler göndererek; ölü kalpleri hidayetle dirilten, Rabbimizin El Bâis ismi şerifidir.

Ba’s kelimesinin sözlükte iki temel anlamı vardır: harekete geçirmek ve diriltmek. Aslında diriltmek de bir nevi harekete geçirmektir. Çünkü hareket diriliğin belirtisidir ve diriltmek ölmüş bedenlere (veya kalp ve akıllara) hareket vermektir. Böyle olunca Bâis ruh vererek bedenlere, peygamber göndererek ruhlara ve düşünceler ilham ederek akıllara hayat ve dirilik veren demektir.

Bildiğiniz üzere ba’s, İslami literatürde asıl ve en yaygın olarak, “kıyamet gününde Allah’ın ölüleri kabirlerinden çıkararak yeniden canlandırması” anlamında kullanılır. Buna göre Bâis isminden ilk anlaşılan vakti saati geldiğinde “ölüleri dirilten”dir.

 Doğum, ana rahminden dünyaya gelişin ismi, ölüm dünyadan kabre göçüşün ismi olduğu gibi, ba’s da kabirden mahşere çıkışın ismidir. Gerçekte, ömrümüzün her safhası bir diriliştir. Ana rahminde nutfeden alaka safhasına geçen bir beden için, nutfe safhası ölmüş, yeni bir devre başlamıştır. Evreden evreye geçerek dokuz ay devam eden bu yolculuk, dünyaya çıkışla yeni bir devreye girer. Ölümle bu safhaya son verildiği gibi, Kabir ile başka bir diriliş başlar. Daha sonra Kıyametin kopması ile kabir hayatı sona erer. 

Bu safhada Allah Teala insanları ölüp toprak olduktan sonra dirilterek kabirlerinden kaldıracak "Mevkıf-ı Arasat" denilen çok geniş, dümdüz, hiç bir ağacın, binanın olmadığı boş bir yere çıkaracaktır. Yani dünyaya geliş gibi, bölük bölük ve birbirinden doğup türeme suretiyle değil, ilk insandan son insana kadar dünyaya ne kadar insan gelmiş geçmişse, hepsi birden kabirlerinden Arasat meydanına çıkarılıvereceklerdir. Bu haktır ve gerçektir, muhakkak surette olacaktır.
Allah-u Teala, bu hakikati bütün indirdiği kitaplarda bildirmiş, bütün Peygamberlerle insanlara duyurmuştur. Böyleyken insanlar içinde ahiret akidesini inkar eden bir sınıf hiç eksik olmamıştır. Her Peygamber, ümmetine bu akideyi haber verdikçe, onlar bu haberi büyük bir şaşkınlıkla karşılamışlardır. Kuran'da hemen her surede bu konuya dair ayetler vardır. Çok defa münkirlerin ağzından
(Sâffât Suresi - 16-20 . Ayetler) "Sahi biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken yeniden mi ­diriltilecekmişiz? Geçmişteki atalarımız da mı? dedikleri hikaye edildikten sonra Allah-u Teala, Resulüne ferman buyuruyor: ”De ki: “Evet, siz ba's olunacaksınız; hem de burnunuz yere sürtülerek!" Derhal bütün ölülerin gözü açılıverir. ”Kuşkusuz o, bir tek korkunç sesten ibarettir; bunun ardından onlar şaşkınlıkla etrafa bakıyor olacaklar! “Eyvah” diyecekler, “İşte hesap günü!” Onlara denecek ki: Evet bu, işte sizin yalan dediğiniz fasl günü."

Übey b. Halef adında, Resûl-i Ekrem’e karşı her türlü kötülüğü yapan Kureyş eşrafının yanında yer alan biri, bir gün toprak altında çürümeye yüz tutmuş bir kemiği eline alıp ufaladıktan sonra Resûlullah’a doğru savurarak, “Toz olup gittikten sonra bu kemiğin diriltileceğini mi iddia ediyorsun?” der. Bunun üzerine, Yâsîn suresi 78-79 ayetlerde “Kendi yaratılışını unutup bize karşı misal vermeye kalkışıyor ve şu çürüyüp un ufak olmuş kemikleri kim diriltecek diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltir; çünkü O her türlü yaratmayı gayet iyi bilendir” meâlindeki âyetlerin indiği rivayet edilir. Meryem sûresinde, “İnsan ben öldükten sonra diri olarak mı çıkarılacağım diyor” meâlindeki 66. âyetin de Übey b. Halef’in eline bir kemik parçası alıp ufaladıktan sonra, “Muhammed, öldükten sonra dirileceğimizi zannediyor” demesi üzerine nâzil olduğu belirtilmektedir (Vâhidî, s. 173).

Ardından, Sura ikinci defa üfürüldüğünde artık haşr-ı azam dediğimiz büyük diriliş ile de mahşer hayatı hesap, mizan, sırat ve cennet ve cehennem hayatı başlar.

İnanç problemi yaşayan insanların önemli bir bölümü yaratılışı kabul ettikleri hâlde dirilişi inkâr ederler. (En’am, 6/29; Nahl, 16/38.) Bunun altında dinin koyduğu sınırlara uymamak ve her türlü uhrevi sorumluluğu ret vardır. Eğer dirilmeyeceksek ve ölüm nihai son demekse bütün sorumluluklar anlamını yitirir.
 
Dirilişe ve hesaba iman eden ise inancının belirlediği her alandaki sorumlulukları kabul etmiş demektir. 

Bu nedenle Rabbimiz bütün inkârcılara cevap olmak üzere Kur’an’da diriliş üzerinde çok durur. (Hac, 22/5-7; Lokman, 31/28; Tegabün, 64/7.) Çünkü dirilişi kabul etmemek demek her alandaki sorumluluğu ret anlamında da olduğu için Allah’ı inkârla aynı kapıya çıkar.

Günümüz deistlerinin mantığı da aynıdır. Allah’ın yaratıcılığından bahsederken hayran olunacak sözler eden bu insanlar dirilişi kabul etmeyerek Allah’ı tamamen hayatın dışına itmek isterler. Çünkü diriliş yoksa hesap da yoktur. Hesap yoksa kurallar ve sorumluluklar da yoktur. Ahiret inancının dindeki bu asli yeri nedeniyle Kur’an ve sünnette Allah’a imanla ahirete iman hep yan yana zikredilir. Çünkü biri olmadığında diğeri de işlevsizdir. (Nahl, 16/22.) 

Aslında dirilişten şüphe duymak Allah’ın güç ve kudretinden şüphe duymak demektir. (Ahkâf, 46/33; Kıyamet, 75/3-4.) Oysa Allah ilk yaratılışımızda cansız maddelere hayat vermiş, yani ölüden diriyi çıkarmıştır. (Âl-i İmran, 3/27; En’am, 6/95; Rum, 30/27.) Bunu ilk kez yapmak mı, ikinci kez yapmak mı daha zordur, bunu bile düşünemezler.

Allah-u Teala bir şeyi yaratmak isteyince ona sadece "Ol" der. Bu emirle hemen o şey oluverir. Allah her şeye kâdirdir. Dilerse "ol" der uçsuz bucaksız kainat yok oluverir. Ya da dilerse göz açıp kapamaktan da daha kısa bir sürede yepyeni ve bambaşka âlemler meydana getiriverir.


Hem biz Allah-u Teala‘nın bir damla sudan her gün binlerce insanoğlu yaratıp onlara can verdiğini görüp duruyoruz. Anne karnı da bir çeşit kabirdir ve Bâis olan Rabbimiz her gün binlerce insanı nasıl bu ana karnı kabrinden dünyaya çıkarıyorsa, böylece insanları da kabirlerinden ahiret sahasına çıkaracaktır.

"Ba's", insanın kabrinden kalkması ve can bulması demektir. Dünyaya doğmak da insanın ana karnından çıkmak yolu ile olan bir "ba's"tır. Bu "ba's"'ı gören, yarınki "ba's"'ı gözüyle görmüş demektir.

Bâis kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmemekle birlikte aynı kökten türeyen elliyi aşkın kelime Allah’a nispet edilmektedir. Bunların çoğunda peygamber gönderme ve dirilişten bahsederken mesela En’am suresi 60. ayette ölümün kardeşi olan uykudan sonra her yeni güne dirilerek başladığımız anlatılır. Özellikle peygamber gönderme konusu Kur’an’da sayısız ayette bu kelime ile ifade edilmiş (Bakara, 2/56, 129.) ve bu şekilde vahyin diriltici yönüne çok açık bir şekilde işaret edilmiştir. (Âl-i İmran, 3/164; Cuma, 62/2.)

Kur’an’da kıyamet gününün mutlaka geleceği (Mü’min, 40/59.), kabirlerin açılacağı (İnfitar, 82/4.), yeryüzünün içindeki ağırlıkları dışarı atacağı (Zilzal, 99/2.) ve Allah’ın insanları tekrar dirilterek yerden ot bitirir gibi topraktan çıkaracağı (Nuh, 71/17-18.), bütün yaratılmışların yeniden canlanarak (Zümer, 39/68.) belli bir hedefe odaklanmış şekilde koşup (Mearic, 70/43.) Rablerinin huzuruna çıkacakları (Yasin, 36/51.) bildirilmiştir.

 Kur’an’a göre kıyametin bir adı da yevmü’l-ba’s -diriliş günü-dür. (Hicr, 15/36; Rum, 30/56.) O gün insanlar arasında dünyada kurulmuş olan hiçbir bağ fayda vermez, herkes kendi derdine düşer, hatta insan kendisinden hak isteyeceklerinden korkarak bütün yakınlarından kaçar. (Abese, 80/34-36.) Herkes tek başınadır. (Meryem, 19/95.) Bazı yüzler ak, bazı yüzler karadır. (Âl-i İmran, 3/106.)

Kur’an, ölümden sonra dirilişi hayretle karşılayan ve bu konuda kesin bilgi sahibi olmak isteyenlerin taleplerini dikkate almış ve onlara cevap olarak, ölmüş ve parçalarına ayrılmış bazı canlıların yeniden diriltildiğini göstererek (Bakara, 2/72-73, 259-260.) diriliş gerçeğini insan zihninin kavrayacağı şekilde ortaya koymuştur. (Burada dikkatimizi çeken bir başka husus diriliş inancıyla alay ederek sorular soranlara hep yaratılış örnek verilirken, gerçek bir öğrenme isteğiyle soru soranlara gerçek canlandırmalarla cevap verilmesidir. Bu iki soru tarzına yaklaşım örnekleri insan ilişkileri ve eğitim metotları açısından son derece öğreticidir.)

İnsanlığın en büyük maksadı beşerin en büyük vazifesi hidayete mazhar olup manen dirilmektir ki bu ancak ve ancak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e tabi olmakla mümkündür. O’nun sünnetinden ve tebliğ ettiği hükümlere yüz çeviren kalpler görünüşte yaşasa da manen ölü hükmündedir. 

Bu ismi şerife karşı vazifemiz ise öldükten sonra diriltilen tüm mahluklar üzerinde Rabbimizi El Bais ismiyle zikretmek, bir gün kendisinin de ölümden sonra diriltileceğini düşünerek ölümden sonraki o hayat için ciddi çalışmaktır. Yine El Bais isminin tecellisi ile ölü kalpleri hidayetle diriltmek için gönderilen peygamberimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ve onun sünneti seniyesine tabi olmaktır. Ta ki getirdiği o nur ile manevi hayatımız canlanıp kalplerimiz dirilsin.

Faruk Beşer- Allahu ekber, ‘büyük Allah’tır’ yazısından alıntılar vardır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

https://feyyaz.tv/el-mumin.html

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

12 Ekim 2021 Salı

Allah-u Teala’nın unutulması


Bütün isyanlar, günahlar ve yoldan çıkmalar Allah’ın unutulması, yani zikredilmemesi sebebiyledir. Buna ibadetsizlik de diyebiliriz. ‘Âdem unuttu ve yoldan çıktı’
.Tâhâ Suresi,115. Ayet‘Sakın Allah’ı unuttukları için Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın’. Haşr Suresi,19. Ayet 

Zikrin yani O’nu hatırlamanın asgari ölçüsü beş vakit namazdır. O, ‘Beni zikir için namazı dosdoğru kılın’ buyurur. Taha suresi, 14. ayet

Faruk Beşer- Allahu ekber, ‘büyük Allah’tır’ yazısından alıntı

https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/allahu-ekber-buyuk-allahtir-2059372

11 Ekim 2021 Pazartesi

Allah-u Teala ısrar eden suçluları cezalandırır!


Allah hakkında hüsnü zan beslemek esastır. O Hakîm, Alîm, Kerîm olduğuna göre ne yapmışsa en güzelini yapmıştır. İsteklerimizi asla karşılıksız bırakmaz. Biz görevimizi yaptıktan sonra O’na güvenip tevekkül ederiz. O kendisine güveneni güvende kılar. Rahmeti gazabına galiptir. Merhameti sebebiyle nice günahları affeder. Ama ısrar eden suçluları da cezalandırır, bu da makuldür ve fıtrata uygundur. Cezalandırmayan tanrı Allah olamaz. Her şeyin yaratıcısı yaşatıcısı O’dur.

Gerçek hürriyet böyle bir Allah’a kul olmaktır. Çünkü O’na kul olmayan, sayısız ilahlara kul olmak zorundadır. İnsan sahte ilahların kulluğundan ancak Allah’a inanmakla kurtulabilir.

Faruk Beşer- Allahu ekber, ‘büyük Allah’tır’ yazısından alıntı

https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/allahu-ekber-buyuk-allahtir-2059372

10 Ekim 2021 Pazar

Allah-u Teala'yı nasıl tanıyabiliriz?


Biz Allah’ı bilimle, felsefe ile, felsefe bulaşmış kelamla ya da batıni tasavvufla hakkıyla tanıyamayız. Allah’ı, Ebu Hanife’nin dediği gibi, sadece Kur’an-ı Kerim’de O’nun bize kendini anlattığı ayetlerle, Kur’an’daki ve sahih sünnetteki esması ile bilebiliriz. Biz O’nun zatını değil ayetlerini ve nimetlerini düşünürüz. O bütün sıfatlarında en mükemmel olandır, O’nda hiçbir eksiklik ve kusur yoktur.

Faruk Beşer- Allahu ekber, ‘büyük Allah’tır’ yazısından alıntı

https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/allahu-ekber-buyuk-allahtir-2059372





9 Ekim 2021 Cumartesi

Allah’ın bilimle ispatı mümkün müdür?


Allah’ın bilimle ispatı mümkün olmadığı gibi bilimle inkârı da mümkün değildir. İmanı sağlayan şey; insanın fıtratındaki yüce bir varlığa inanma duygusu, yanlış bilgi ve ön yargılarla bozulmamış vicdan, aklıselim ve vahiydir.

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın varlığı ve birliği konusunda insanın dikkatine sunulan en önemli delil tabiatta zerreden kürreye kadar görülebilen mükemmellik ve düzen yani kozmostur. Bu delillerin her birine ayet denir. 

İnkâr yani küfür ise bu ayetlerin okunmamasının sonucudur. Zaten küfrün kelime anlamı örtmek demektir. İnsanın mayasında var olan kendini beğenip ululama yani kibir de inanmamanın temel sebeplerindendir.

Faruk Beşer- Allahu ekber, ‘büyük Allah’tır’ yazısından alıntı

https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/allahu-ekber-buyuk-allahtir-2059372

8 Ekim 2021 Cuma

Allah’a iman ve bilim


Eğer Allah’a iman bilimsel yollarla ispat edilebilseydi o zaman insanın seçme özgürlüğünün ve iman edenin mükâfat, inkâr edenin ceza almasının bir anlamı kalmazdı.

Faruk Beşer- Allahu ekber, ‘büyük Allah’tır’ yazısından alıntı

6 Ekim 2021 Çarşamba

49- El-Mecîd ism-i şerifi:


Allah-u Teala Mecid’dir, şan ve şeref sahibidir. Zatında ve sıfatlarında yücedir. Varlığına erişilemez, yüceliği kemal noktadadır, ulviyeti eşsiz ve benzersizdir.

Mahlukatından dilediğine şan ve şeref verir. Kendilerine şan ve şeref verilmiş bütün kullar, El-Mecid isminin tecellisiyle bu şan şerefe sahip olmuşlardır. Onlarda gözüken şan ve şeref, onların zatî malı olmayıp, Mecid isminin bir tecellisidir. 

El- Mecid isminin bu manasında şöyle bir ince anlam vardır. Sadece şeref sahibi olana “Mecid” denmez. Zatının şerefine, güzel işleri de katılırsa ona Mecid denilir. Yani mesela, şan ve şeref sahibi bir aileden gelmiş birisini düşünelim. Bu kişi, ailesinin şerefiyle şeref kazanmıştır, yani şerîftir. Ancak bu kişiye Mecid denilebilmesi için, bu şerefinin yanına güzel işler de katmalıdır. Eğer güzel işler katmazsa, Şerîf olarak kalır, ama Mecid olamaz. Mecid olabilmesi için, şerefini, güzel amellerle süslemelidir.

İşte Allah-u Teala, şan ve şerefine, güzel işler eklediği için Mecid ismiyle müsemmadır. O güzel işler, her biri, güzel bir isminin tecellisidir. Şerîf olan Rabbimiz, o güzel isimlerinin tecellisiyle aynı zamanda Mecid’dir.

El-Mecid eşsiz, benzersiz, şan ve şeref sahibi, cömert ve ihsanı çok olandır. 

 El-Mecid, en üstün niteliklerin en son noktasındadır. Bu mükemmelliği ifade etmesinden ötürü Mecid ismi diğer bütün esmanın kusursuzluğunu da vurgular. Yüce Rabbimizin bütün isim ve sıfatlarının ihtiva ettiği manalara en üstün düzeyde sahip olduğunu gösterir. (Buruc, 85/15.) Bu sebeple Gazali rahmetullahi aleyh, Mecid’i "zatı yüksek, fiilleri güzel, nimet ve ihsanı bol olan" diye tarif eder.  O’nun yüceliğini layıkıyla anlamada zihinlerimiz ve ifade etmede dillerimiz yetersizdir.

Genellikle âlimler, Mecid ismini Allah Teala’nın zatına ve sıfatlarına yönelik olmak üzere iki açıdan yorumlamışlardır. Zata yönelik yorum acz ve eksiklikten, yani yaratılmışlık özelliklerinden berî ve münezzeh tutmayı, fiillerine yönelik yorum da lütuf ve ihsanının çok olduğunu belirtmeyi amaçlamıştır. Esma-i Hüsna şarihi merhum Ali Osman Tatlısu bu ismin azamet ve kudretinden dolayı ulaşılamaz olmak ve yüksek huylarından, güzel işlerinden dolayı övülüp sevilmek şeklindeki iki yönüne dikkatlerimizi çeker. Sonra da ekler: güzel ahlaklı fakat herhangi bir kuvvet karşısında aciz kalan insana mecid denmediği gibi ulaşılamaz bir mevkide bulunduğu halde zorba olana da mecid denemeyeceğini vurgular. Bu kıyaslama Rabbimizin Mecid ismini daha iyi anlamamıza yardım eder.

Bu ismin en büyük tecellisi bizzat Kur’an’ın kendisidir. Mecid vasfı Kaf suresinin ilk ayetinde Kur’an’ın sıfatı olarak zikredilir. Yani Kur’an Mecid olan Yüce Allah’ın Mecid olan kelamıdır. Bu nedenle o başka sözlerle kıyaslanamaz. Zira büyüğün sözü de büyüktür. Elmalılı rahmetullahi aleyh bu ayeti tefsir ederken mecd kavramının içeriğine değindikten sonra "Şu hâlde Kur’an-ı Mecid, şerefi kitapların hepsinden büyük olan yahut manasını bilip amel edeni şereflendiren şanlı Kur’an demek olur." diyerek Kur’an’ın şerefinin ona iman edip hükmünce amel edeni dahi kuşattığını ifade eder. Kur’an’a yapışan herkesin doğruyu bulma ve şaşmama konusunda başka bir şeye ihtiyaç duymayacak ölçüde büyük bir nimete kavuştuğunu da ifade eder. Rabbimiz çeşitli sebeplerle Kur’an’ı inkâr edenlere onun yüce bir makamdan geldiğini ve korunmuşluğunu ifade ederken de aynı sıfatı kullanır. (Buruc, 85/21-22.)

Kur’an’da iki yerde Allah’a isnat edilen bu ismin iki Mekki surede gelmesi (Hud, 11/73; Buruc, 85/15.) müşriklerin zorba muamelelerine maruz kalan o günkü müminleri şan ve şerefi, itibar ve saygınlığı sadece Allah katında aramaya sevk etmiştir. Nitekim o günün sosyal düzeninde en altlarda olan bazı köleleri yüzlerce yıldır müminler büyük bir saygı ile anmaktadırlar.

Kur’an bu isim vasıtasıyla bize âdeta asıl saygı ve hürmete layık olanın kimler olduğunu hatırlatmıştır. Bu arada, Kur’an’da İbrahim ailesi selamlanırken Hamid ismiyle beraber Mecid isminin de gelmesi (Hud, 11/73.) ve asırlardır beş vakit namazda kütüb-i sittenin tamamında rivayet edilen salavatların okunarak Rabbimizin bu isimleriyle İbrahim ve Muhammed ailelerinin selamlanması kime, hangi sebeplerle itibar edileceğini çok güzel ortaya koyar.

Mecid ismindeki ululuk ve yücelik insan ahlakına vakar, şeref ve haysiyet olarak yansır, şan ve şeref arayana Mecid olan Allah’ın yeteceğini söyler.

Gerçek şan ve şerefle, günümüz dünyasının şeref ve haysiyet anlayışı olan şöhret ve itibarı karıştırmamak gerekir. Şan ve şeref kişinin taşıdığı hasletlere vurgu yaparken şöhret ve itibar adı üstünde itibaridir. 

Kuşeyri rahmetullahi aleyh’e göre bu ismin tecelli ettiği kişi imanının şerefi üzere yaşar ve o şerefe mani olacak her türlü aşağı durumdan, ahlaki düşüklükten ve davranışlardaki bozulmalardan korunur. Ona göre bu durum Allah’ın insanlara lütfettiği, fakat çok kimsenin farkına varmadığı nimetlerden biridir. Bu halin aksine insanın kalbinde sevgi ve bağlılık hislerinin ve ilgi odaklarının dağınıklığı ise Mecid’in tecellileri konusunda kulun yaşayacağı en büyük imtihandır.

Bu ismin tecelli ettiği seçkin insanlar yüce gönüllü ve cömert bir ahlaka sahiptirler. İyilik yapar ama yaptığı iyiliği unutur, Rabbine karşı muhabbet ve bağlılığını insanlar arasında bir yer edinmek için kullanmaz. İnsanlar içinde sağlık, varlık, makam, mal mülk gibi nimetlere mazhar olanların iyi ahlaklı olması bu konularda zayıf ve kısmetsiz olanlara nazaran daha zordur. Oysa toplumun bu gibi öncülerin üstün ahlaklı olmasına ihtiyacı daha fazladır. Bu nedenle herhangi bir konuda toplumun önüne geçmiş insanların Mecid’in ahlakıyla ahlaklanması zorluğu nispetinde büyük bir derecedir. Karşılığı da ona göre büyük olacaktır.

O halde, Rabbinin mecdini kavrayan kula yakışan şey O’nun huzurunda yaptığı her ibadet ve taati o makama yaraşır bir içtenlik ve güzellikle yapmalıdır, riyadan ve her türlü yapaylıktan uzak kalarak kulluğunu ihlas ve samimiyetle yerine getirmelidir. 

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

Esmaü'l Hüsna şerhi Ali Osman Tatlısu

5 Ekim 2021 Salı

Kasas Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 88 âyettir. Sûre, adını 25. âyette geçen “el-Kasas” kelimesinden almıştır. Kasas, kıssalar anlamında olup Kur’an’da geçen kıssa ve olaylar için kullanılır. Sûrede başlıca Hz. Mûsâ’nın çocukluğunu, peygamber oluşunu, Musevîleri Mısır’dan çıkarmasını ve Firavun ile ordusunun boğulmasını kapsayan süreç anlatılmaktadır. Ayrıca küfre saplanıp maddî servet ve kudrete bel bağlamanın kötü akıbetini vurgulamak üzere Kârûn kıssasına yer verilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yirmi sekizinci, iniş sırasına göre kırk dokuzuncu sûredir. Neml sûresinden sonra, İsrâ sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 85. âyetinin hicret esnasında Cuhfe denen yerde, 52-55. âyetlerinin de Medine’de indiğine dair bir rivayet bulunmaktadır (Şevkânî, IV, 152).

Konusu

Başlangıçta Kur’an’ın aydınlatıcı âyetlerine dikkat çekildikten sonra büyük bir kısmında Hz. Mûsâ’nın hayat hikâyesi ve Firavun’la olan mücadelesi anlatılmakta; Şuarâ ve Neml sûrelerinde kısa olarak geçen konulara dair tamamlayıcı bilgiler verilmektedir. Ayrıca Mekkeli müşriklerin Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e karşı olumsuz tutum ve davranışları ile Ehl-i kitabın olumlu davranışlarından söz edilmekte, büyük bir servetin sahibi olan Karun’un kıssasından kesitler verilerek mümin zihniyet ile inkârcı zihniyet arasındaki fark ortaya konmaktadır. Sûrenin son bölümünde Mekke’nin fethine işaret edilerek Hz. Peygamber teselli edilmekte, Allah’ın âyetlerine bağlı kalması ve O’ndan başka hiçbir tanrı tanımaması istenmekte, var edilenlerin hepsinin yok olacağı ve hükümranlığın yalnız Allah’a ait olduğu hatırlatılarak sûre son bulmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/28-kasas-suresi

4 Ekim 2021 Pazartesi

Reenkarnasyon İnancının Dini Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 21
Konusu: Reenkarnasyon İnancının Dini Hükmü hk.
   

Din İşleri Yüksek Kurulu, 07.04.2021 tarihinde Kurul Başkanı Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. İnançlar ve dini oluşumlar komisyonu tarafından hazırlanan “Reenkarnasyon inancının İslam’da yeri var mıdır?” başlıklı metin ve gerekçesi müzakere edildi. Yapılan müzakereler neticesinde aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
KARAR
Ruh göçü ya da tenasüh olarak ifade edilen reenkarnasyon; ölen bir kimsenin ruhunun bir başka varlığa geçmesi (hulûl) anlamına gelir. Daha çok Hint coğrafyasında zemin bulan ruh göçü inancına göre, ruh ölümle birlikte yok olmayıp başka bir bedende yaşamaya devam eder. Ruh göçü inancının, Hint kültüründeki ölümsüzlük düşüncesi ve kast sisteminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’da ise bir kimsenin ölümüyle ruhunun başka bir varlıkta yeniden bedenleneceği inancı yer almaz. Bununla birlikte ruh göçü inancı, kültürel etkileşimin bir neticesi olarak bu dinlerin bazı aşırı fırkalarına ve batınî grupları içerisine sirayet etmiştir.
Ruhun ve ölümden sonraki hayatın mahiyet ve keyfiyeti, gaybî konulardan olup akıl yürütmeyle bilinemez. Bu tür konularda ancak bir Peygamber’in haber vermesiyle kesin bir yargıya varılabilir. Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde “ruh göçü” ve benzeri bir anlayışı doğrulayan ya da buna işaret eden bir delil yoktur. Aksine Kuran-ı Kerîm’de, ölen bir kimsenin dünyaya tekrar geri dönemeyeceği açıkça ifade edilmiştir: “Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni terk ettiğim dünyaya geri çevir, belki yapmayıp noksan bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’, der. Hayır, bu onun kendi sözüdür. Diriltilecekleri güne kadar arkalarında [geriye dönmekten alıkoyan] bir engel (berzah) vardır.” (Mü’minun, 23/99-100; ayrıca bkz. En’am 7/27-28)
Sonuç olarak, İslâm’a göre “ruh göçü” ya da ölümden sonra ruhun başka bir bedene intikali, diğer bir varlıkta yeniden doğması veya bedenlenmesi inancı batıldır.
GEREKÇE

  1. Reenkarnasyon (tenasüh) inancının merkezinde ruhun beden değiştirmesi düşüncesi yer alır. Buna göre ruh, insanın ölümünden sonra sürekli olarak beden değiştirmek suretiyle varlığını devam ettirir. (Bkz. Abdulkahir el-Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, 1991, s. 208-212; eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, thk. Ali Mühennâ-Ali Hasan Faûr, Beyrut, 1990, c. 2, s. 606). Ancak aklın, doğruluğu mucize ile kanıtlanmış peygamberlerin haberi olmadan gaybî bir konu olan ahiret hayatının mahiyeti ve keyfiyeti ile ilgili kesin çıkarımlarda bulunması mümkün değildir. Dolayısıyla bu tür konularda sadece peygamberlerin getirdikleri bilgilere ve haberlere itibar edilebilir.
  2. Ruhun ölümle birlikte başka bir bedene intikal etmek suretiyle dünyadaki hayatını sürdürdüğü inancı, kendi içinde çelişiktir. Zira insanın ölümüyle birlikte ruh bedenden ayrılınca hayat emareleri söner. Bu durumda ruhun hayatiyetini sürdürebilmesi için başlangıçta bütünleştiği bedenden başka bir bedenin yaratılmış, ruhun da ona geçmiş olması gerekir. Ancak akıl açısından iki ruhun bir bedende toplanmasını kanıtlamak imkânsızdır. Dolayısıyla ruh ve beden bütünlüğünden ibaret olan insanın, ölümüyle birlikte ruhunun başka bir bedene göçeceğini iddia etmek yanlıştır. (Bkz. Râzî, Fahruddîn, Kitabu’l-Muhassal, thk. Hüseyin Atay, Kahire, 1991, s. 546-548).
  3. Kur’ân-ı Kerim’de beyan edildiği üzere gaybî konulardan olan ruhun bilgisi Allah katındadır. “Ey Muhammed! Sana ruhu soruyorlar, de ki; “ruh” Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.” (İsra, 17/85). Bu itibarla onun hakikatinin akıl yoluyla tam olarak kavranması mümkün değildir.
  4. Kur’ân-ı Kerim’de tasvir edildiği üzere cehennemliklerin dünyaya tekrar dönüp iyi amel işleme talepleri Allah tarafından reddedilecektir. Âyet-i kerimede buyrulduğu üzere tekrar dünyaya dönüş mümkün değildir: “Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni terk ettiğim dünyaya geri çevir, belki yapmayıp noksan bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’, der. Hayır, bu onun kendi sözüdür. Diriltilecekleri güne kadar arkalarında [geriye dönmekten alıkoyan] bir engel (berzah) vardır.” (Mü’minun, 23/99-100; ayrıca bkz. En’am 7/27-28; Secde 32/12-14). Bu ayetlerden anlaşıldığı üzere ölenin ruhu dünyaya bir daha dönmez. Ölümle birlikte başlayan ahiret hayatı Allah tarafından geri dönüşü olmayan ebedi bir hayat olarak takdir edilmiştir. İnsan orada dünyada işlediği amellerin karşılığını mükâfat ya da mücazat olarak görecektir. Bu ise ölenin ruhunun tekrar bedenleşme suretiyle tekâmülünün söz konusu olmadığı anlamına gelir. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere kişinin ruhsal veya manevi olarak dünya ile irtibatı, kamu yararına bıraktığı “sadaka-i cariye”, insanların faydalandığı ilmi bir eser ya da ardından hayır dua eden bir evlat yoluyla devam eder. Hz. Peygamber (a.s) bir hadislerinde: “Bir insan öldüğünde amel defteri kapanır. Yalnız sadaka-ı cariyesi (kamu yararına hizmet veren hayır kurumları ve vakıfları), ilmi bir eseri ve kendisine dua eden hayırlı bir evladı olan kimsenin amel defteri kapanmaz.” (Müslim, 3/1255 No: 1621, Vasiyet 14) buyurmuşlardır.
  5. Reenkarnasyon inancında ruhun bir hayvanın bedenine girmesi ise mesh olarak ifade edilir. (et-Tahanevî, Keşşâfü Istılahati’l-Funûn ve’l-Ulûm, thk. Ali Dehrûc, Beyrut, 1996, c. 2, s. 512) Mesh inancını savunanlar, Kur’ân’da buna işaret edildiğini ileri sürerler. Söz konusu ayette şöyle buyrulur: “Yasaklanan hususlarda haddi aştıkları için onlara ‘aşağılık maymunlar olun’, dedik.” (A’raf 7/166; ayrıca bk. Bakara 2/65) Bu ayetlerde geçen “aşağılık maymunlar olunuz” hitabı hakkında, müfessirlerden bir kısmı, bunun şeklen bir dönüşüm yani mesh olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak bu görüşü savunan müfessirlere göre, söz konusu dönüşüm, günah işlemekte haddi aşmanın örnek bir cezasıdır. Dolayısıyla burada ruhun bir bedenden başka bir bedene geçişi ya da daimi bir dönüşümü söz konusu değildir. Müfessirlerden diğer bir grup ise bu dönüşümün “surette değil sirette” yani kalpte ve zihniyette gerçekleştiğini ifade etmişlerdir. Onlara göre söz konusu betimleme, insanî ve ahlaki değerlerin aşınmasını veya yok sayılmasını dile getirmekten ibarettir. (İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kurân, Beyrut, 1986, s. 260-264; ez-Zemahşeri, Tefsîru’l-Keşşâf an Hakaiki’t-Tenzîl, nşr. Halil Me’mun Şiha, Beyrut, 2002, s. 394).)
  6. Reenkarnasyon inancını savunanlara göre, asıl olan beden değil, ruhtur. Dolayısıyla onlar açısından mükâfat ve mücazattan beden değil, sadece ruh etkilenir. Hâlbuki bu mesele gaybî bir konu olduğundan, aklın bu şekilde kesin bir yargıda bulunması doğru kabul edilemez. İslâm’a göre insan, ruh ve bedenden oluşan bir bütündür. İkisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’e göre diriliş, ruhun bedenle birleşmesiyle gerçekleşecek; insan azap ve nimeti ruhu ve bedeniyle birlikte tadacaktır. (Mâide, 5/85; Rahman, 55/68; Kıyame, 75/3-4).

2 Ekim 2021 Cumartesi

Sonradan Müslüman Olan Yetişkin Erkeklerin Sünnet Olmasının Dini Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 28
Konusu: Küçük Yaşta Sünnet Olamayan veya Sonradan Müslüman Olan Yetişkin Erkeklerin Sünnet Olmasının Dini Hükmü hk.
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 02.06.2021 tarihinde Kurul Başkanvekili Dr. Mustafa Bülent DADAŞ başkanlığında toplandı. Sosyal Hayat Komisyonu tarafından hazırlanan “Küçük yaşta sünnet olamayan veya sonradan Müslüman olan yetişkin erkeklerin sünnet olması gerekli midir?” başlıklı fetva metni müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslam’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64; İstizân, 51; Müslim, Tahâre, 49; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 178). İslam âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefiler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır.
Bu itibarla sonradan Müslüman olan ya da küçükken sünnet olamamış bir kimsenin sünnet olması gereklidir. Ancak sünnet olmak İslam’ın şiarı olmakla birlikte, İslam’a girmek için bir ön şart değildir. Bu sebeple geç yaşta sünnet olmak kişiye bedensel ve ruhsal açıdan sıkıntı verecekse ya da sağlık açısından sakıncalar doğuracaksa kişi sünnet olmayabilir (Serahsî, Mebsût, X, 156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, XIII, 430-432; Karâfî, ez-Zahîre, XIII, 280; İbn Kudâme, Muğnî, I, 115; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, VI, 751).

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/39739/kucuk-yasta-sunnet-olamayan-veya-sonradan-musluman-olan-yetiskin-erkeklerin--sunnet-olmasinin-dini-hukmu-hk-

1 Ekim 2021 Cuma

Allah Bizi Neden İmtihan Ediyor Dr Zakir Naik

Erkek Çocukları Sünnet Ettirmenin Dini Hükmü hk.

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 26
Konusu: Erkek Çocukları Sünnet Ettirmenin Dini Hükmü hk.
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 02.06.2021 tarihinde Kurul Başkanvekili Dr. Mustafa Bülent DADAŞ başkanlığında toplandı. Sosyal Hayat Komisyonu tarafından hazırlanan “Erkek Çocukları Sünnet Ettirmenin Hükmü Nedir?” başlıklı fetva metni müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslam’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64; İstizân, 51; Müslim, Tahâre, 49; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 178). İslam âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefiler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır. Bu nedenle erkek çocukları sünnet ettirmek terk edilmemelidir (Kudûrî, Tecrid, XII, 6120 vd.; Serahsî, Mebsût, X, 156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, XIII, 430-432; İbn Kudâme, Muğnî, I, 115; Hattâb, Mevâhibu’l-Celil, IV, 394).

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/39704/erkek-cocuklari-sunnet-ettirmenin-dini-hukmu-hk-