14 Şubat 2019 Perşembe

Hepimiz sebeplerin çocuğuyuz-Faruk Beşer


İşi bilenler tabiatta tesadüfün, düzensizliğin, hatta fazlalığın ve eksikliğin olmadığını söylerler. Gazali’nin ifadesiyle, kâinatta var olandan daha güzeli olamaz. Tabiatta israf da yok. Hiçbir şey boşa yaratılmadığı gibi, gereğinden fazla ya da eksik de yaratılmamış.


Gereksizmiş gibi gördüğümüz şeylerin aslında ne büyük faydalar sağladığını zamanla öğreniyoruz..

..Doğada muhteşem bir geri dönüşüm sistemi var. Yaprak düşer, çürür gübre olur. Gübre yeni bitkilere can verir. Bir hayvan ölür, başka hayvanlara, kuşlara böceklere yem olur. Kısaca doğadaki geri dönüşümle sağlanan tekrar üretim, mükemmeldir, muhteşemdir. Tabiatta bozulan ne varsa hepsini insanoğlu bozuyor. Allah insanların yaptıkları sebebiyle karada da denizde de fesat/bozulma olacağını duyurmuştu..

Arılar olmasa dört yıl ömrümüz kalırmış. Dünyada hiçbir böcek kalmasa dünya yetmiş yıl içinde çöle döner, hiçbir canlı ve yeşillik kalmazmış. Aksine elli yıl hiç insan yaşamasa dünya tekrar ilk tazeliğine, yeşilliğine ve güzelliğine dönermiş. Demek ki insan dışındaki her varlık görevini eksiksiz yerine getiriyor, yani Allah’a itaat ediyor. Kendisine yapıp yapmama serbestisi yani kısmi irade verilen tek varlık insan. İradesinin ulaştığı yere kadar isyan eden de sadece o. Ve isyanı ölçüsünde bozgunculuğa sebep oluyor, kendine, hayvanlara, bitkilere zarar veriyor. Harsı da nesli de helak ediyor. Allah’a itaat etmeyen insanın bilimsel bilgisi arttıkça bozgunculuğu da artıyor. Bugün dünyanın başına asıl bela olanlar, bilimi teknolojiye çevirenler değil mi? Bundan büyük terör var mı?

Bütün bunlar zincirleme sebeplere bağlı. Her şeyin bir değil bin bir sebebi var. Varoluş adeta bir sebepler ağıyla örülerek var oluyor. Biz bu sebeplerin belki en son ve en basit halkasını görebiliyoruz,.

Bir insanın kabiliyet derecesi, maddi ve manevi varlıklarının toplamı muhtemelen Hz. Âdem’e kadar varan sebepler zincirinin sonucudur. İnsan bu sebeplerin pek çoğunu annesinden babasından miras alır. Onlar da kendi anne babalarından ila ahir. Ta Âdem’e (sa) kadar. Yani hiç kimse diğeriyle aynı noktada ve eşit değerlerle doğmaz. Birinin doğuştan zeki, diğerinin gabi olmasının sebepleri onun elinde değildir. Ama bu asla rast gele de değildir, her bir sebep diğer sebeplerin sonucudur. Allah’ın herkesi eşit yaratma zorunluluğu yoktur, ama adil davrandığı kesindir. İnsanoğlu sahip olduğu değerler açısından birisi yüz üzerinden doksan beş, diğeri de sadece beş değerle yaratılmış olabilir. Bunda insanın ne sorumluluğu ne de bir hak edişi vardır. Onun sorumluluk ve hak ediş alanı akil baliğ olduğu noktadan başlar. Doksan değerle doğandan sorumluluk olarak doksan değerin karşılığı, beş değerle doğandan da beş değerin karşılığı istenir ve herkes kendisinden istenileni yerine getirdiği oranda değer kazanır. Yani burada adalet vardır. Beş değerle doğan birisi doksan beş değerle doğandan daha kazançlı ve Allah katında daha değerli çıkabilir.

Zenginlik, mal mülk ve dünyalık kazanımlar da böyledir. Onların da bir değil bin bir sebebi vardır. Kimisi doğarken milyarder, kimisi de beş parasız doğar. Ama beş parasız doğan diğerinden daha varlıklı hale gelebilir. Burada da hem insanı aşan hem de onun elinde olan sebepler vardır. Miras kalma, çok çalışma, akıllı olma, işi bilerek yapma hep mülkiyeti sağlayan sebeplerdir. Ama cimrilik, hasetlik, haram harcamalar ve benzeri pek çok kötü duygular da kaybetmenin sebepleridirler. Bu sebeple nice az zekâlının, dâhilerden daha zengin olduğunu görürüz. Sebebi, işte hesaplayamadığımız bu sayısız faktörlerin harmanlanmasından çıkan sonuçtur.


12 Şubat 2019 Salı

EN'AM SÛRESİ 59.-62.ayetlerin tefsiri


Yüce Allah'ın İlminin Kemali Ve Tartışılmaz Hakimiyeti
59- Gaybın anahtarları O'nun yanında­dır. Kendinden başkası onları bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. Düşen her bir yaprağı dahi mutlaka O bilir. Yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane yaş ve kuru müstesna olma­mak üzere, hepsi apaçık bir kitaptadır.

60- Geceleyin sizi vefat ettiren (uyutan ) O'dur. Gündüzün ne kazandığınızı bi­len, sonra muayyen bir ecel tamamla­nıncaya kadar onda yine sizi dirilten­dir. Sonra dönüşünüz yalnız O'nadır. Sonra O işlediklerinizi size haber vere­cektir.

61- O kullarının üzerine kahir olandır. Üzerinize koruyucular gönderir. Niha­yet birinize ölüm gelse elçilerimiz onun ruhunu alırlar. Onlar eksik bir şey yapmazlar.

62- Sonra gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülürler. Bilin ki hüküm, ancak O'nundur ve O en süratli hesap gören­dir.


Açıklaması

Gaybın hazineleri de anahtarları da Allah'ın yanındadır. Onlarda tasar­rufta bulunan O'dur. Gizliyi de açığı da O bilir. O'ndan başka hiç bir kimse gaybı bilmez. O hikmetine uygun olarak uygun gördüğü zamanda bunlardan dile­diğini uygulamaya koyar.

Yüce Allah'ın kendisine tahsis ettiği gaybî hususlar beş tanedir. Buharî, İbni Ömer'den, o Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Gaybın anahtarları beş tanedir. Allah'tan başka onları kimse bilmez: "Muhak­kak kıyamet saatinin bilgisi Allah'ın yanındadır. Yağmuru O indirir, rahimler­de olanı O bilir. Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç bir kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden ha­berdar olandır." (Lokman, 31/24).

Rivayette kaydedildiğine göre bu ayet-i kerime nazil olunca, onunla birlik­te on iki bin melek nazil olmuştur.

Müslim'in Sahih'inde Hz. Aişe'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.)'ın yarın neler olacağını haber verdiğini kim iddia ederse şüp­hesiz Allah'a karşı çok büyük bir iftirada bulunmuş olur. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "De ki: Göklerde ve yerde olanlar arasında gaybı hiç kimse bil­mez, ancak Allah bilir." (Neml, 27/65).

Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu anlamı ifade etmektedir: "O gaybı bilendir. Gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz, meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola."(Cin, 72/26-27)

Şanı yüce Allah kişinin içinden geçirdiklerini, gizli ve sır olan her şeyi de bilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz senin Rabbin kalplerinin giz­lediklerini ve açığa vurduklarını da bilir. Gökte olsun yerde olsun, gizli ne varsa mutlaka apaçık bir kitaptadır." (Neml, 27/74-75); "O gözlerin hain bakışını da kalplerin gizlediklerini de bilir." (Mü'min, 40/19).

"Kendinden başkası bunları bilmez" cümlesi bir önceki cümleyi tekit et­mektedir.

Daha sonra Yüce Allah özetle ifade ettiği hususu genişçe açıklamakta ve bilgisinin kuşattığı bir takım alanları şöylece saymaktadır: "Karada ve denizde ne varsa O bilir." Yani gayba ait şeyleri bildiği gibi, tarafınızdan görülen eşyayı da bilir. Karada, denizde ne varsa onu bilir. O'nun bilgisi karada ve denizde olanıyla bütün varlıkları kuşatıcıdır. O'na bunların hiç birisi gizli değildir. Gök­te olsun yerde olsun zerre ağırlığı kadar bir şey O'na gizli kalmaz. Hangi me­kân ve zamanda olursa olsun, karada olsun denizde olsun, ağaç yaprakların­dan bir tanesinin dahi düşmesi O'nun bilgisiyledir. O cansızlar da dahil olmak üzere -canlılarınki de öncelikle- bütün varlıkların hareketlerini bilir. Bilhassa canlılar arasında mükellef bulunan cinlerin ve insanların da hareketlerini bi­lir. Kişileri ilgilendiren her türlü hali de bilendir O.

Yerin karanlıklarında ister çiftçi gibi insanın fiiliyle olsun, ister karınca gibi hayvanın fiiliyle olsun isterse de yerin yarıklarına düşen bitki gibi insanın fiili olmadan yerin karanlıklarına düşen her bir taneyi bilir. Dalından düşen meyveyi, yaş olsun kuru olsun, canlı olsun cansız olsun bilir. İşte bu şekilde bü­tün varlıklara dair bilgi, asla silinmesi söz konusu olmayan ve muhafaza altın­da bulunan açık seçik bir kitap olan Levh-i Mahfuz'da tespit edilmiştir. Orada her şeyi Yüce Allah tescil edip kaydetmiştir. Her şeyin sayısını, zamanını, var oluşunu ve yok oluşunu kaydetmiştir.

Kitabın apaçık olması Allah'ın bütün mahlûkatı yaratmadan önce onda bulunan şeylerin doğruluğunu açıkça ortaya koymasındandır. Bu ez-Zeccâc'ın görüşüdür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İster yeryüzünde ister nefislerinizde vuku bulan her bir musibet mutlaka onu yaratmamızdan evvel bir kitaptadır." (Hadid, 57/27). Râzî ise Kitâb-ı Mübîn'den (apaçık kitaptan) kastın Yüce Allah'ın bilgisinden başka bir şey olmadığı görüşünü doğru bulup tercih etmiştir.[32]

Özetle, Yüce Allah gizliyi de açığı da, görüleni de görülmeyeni de, yaşı da kuruyu da, gizliyi de ondan gizli olanı da, kâinattaki her bir şeyi, geneli, özeli bütünüyle eksiksiz olarak bilir.

Daha sonra Yüce Allah kudretinin bir takım tecellilerini, kâinattaki ve in­sanın yaşarken, ölürken, öldükten sonra diriliş, ahiretteki hesaba çekilme gibi geçtiği bir takım merhalelerdeki ilâhî tasarruflarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Geceleyin sizi vefat ettiren O'dur..." Yani geceleyin uyurken, kullarının canını, uykuda iken alan (uyutan) odur. İşte bu, küçük ölümdür. Ni­tekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah ölümleri vaktin­de ruhları alır. Ölmeyeninkini (ruhunu) de uykusunda alır. Üzerine ölüm hük­münü verdiğini tutar, diğerini ise belli bir vakte kadar salıverir. Muhakkak bunda iyice düşünen bir topluluk için ayetler vardır." (Zümer, 39/42). Böylelikle bu iki ayet-i kerimede Yüce Allah önce küçük sonra da büyük iki ölümün hük­münü söz konusu etmektedir.

O gündüzün neler kazandığınızı bilir. Bu cümle Yüce Allah'ın bütün mahlûkatının gece ve gündüz yaptıklarını ilmiyle kuşattığını gösteren bir ara cümlesidir. Hareket halinde iken, hareketsiz iken her hallerini bilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İçinizden kim sözünü gizler veya açıklar, gece giz­lenir gündüz yoluna giderse (O'nun için) birdir." (Ra'd, 13/10)

Uyku şeklindeki vefatınızı ve gündüzün yaptıklarınızı da bilmesinden baş­ka, gündüzün sizi uykunuzdan uyandırır. Yani gündüzün sizi serbest bırakır. İbni Kesir"in tercih edip daha üstün kabul ettiği görüş budur. Aynı zamanda bu Katâde, Mücahid ve es-Süddf nin de görüşüdür.

Gece ve gündüzün bu şekilde hareket etmesi, Yüce Allah'ın sizden her bi­riniz için ilimde belirlemiş olduğu belli sürenin tamamlanması ve yerini bul­ması içindir. Çünkü bütün eceller, ömürler önceden takdir edilmiş, sınırlanmış ve yazılmıştır. Bundan sonra kıyamet gününde ecellerin tamamlanmasından sonra Allah'ın huzuruna döneceksiniz. Sonra da O, dünyada yapmış olduğunuz amellerinizi size bildirecek ve amellerinizin karşılığını hayırsa hayır, şer ise şer olarak verecektir.

Allah kulları üzerinde kahir olandır. Yani her şeyi kendi güç ve egemenliği altında tutan O'dur. Her şey O'nun celâline, azamet ve kibriyasına zilletle bo­yun eğmiştir. O, öldükten sonra diriltmeye kadir olandır. Çünkü uyuyarak ve­fat edeni (küçük ölümle öleni) harekete getirip diriltmeye kadir olan, ölümle vefat edeni de diriltmeye kadirdir. O kulları üzerinde tasarrufta bulunandır. Var etmek, yok etmek, hayat vermek ve öldürmek suretiyle onlara dilediğini yapandır.

Gece ve gündüz insan bedenini koruyacak amellerini tespit edecek ve bu hususlarda görevlerinde hiç bir eksik bırakmayacak şekilde koruyucu melekler gönderen gerçek koruyucu (el-Hâfız) O'dur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Şüphesiz üzerinizde koruyucular vardır. Kirâmen katibin (şerefli yazıcılar)'dir bunlar. Yaptıklarınızı bilirler." (İnfitâr, 82/10-12); "Sağında ve solun­da oturan, yaptıklarını tespit eden iki (melek) vardır. O (insan) bir söz söyleme­ye dursun mutlaka onun yanında görüp gözetlemeye hazır bir (melek) vardır." (Kaf, 50/17-18). Yüce Allah'ın şu buyruğu da ayet-i kerimenin anlamını ifade etmektedir: "Önünden de arkasından da kendisini Allah'ın emriyle gözetleyen izleyicileri vardır." (Ra'd, 13/11).

Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre'den Hz. Peygambere merfu olmak üzere şunu rivayet etmektedirler: "Gecenin ve gündüzün melekleri sizin aranızda ar­dı arkasına gelirler. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında bir araya gelir­ler. Sonra sizinle birlikte geceyi geçirmiş olanlar semaya çıkar. Rabbi onları en iyi bilen olduğu halde onlara sorar: "Kullarımı ne halde bırakıp geldiniz?" On­lar da, "Namaz kılarken bırakıp geldik, yanlarına gittiğimizde de namaz kılıyorlardı" derler.

Hafaza meleklerinin Yüce Allah'ın her şeyi bilmesine rağmen insanın amellerini yazmalarındaki hikmet, insana karşı delil ortaya koymak için mad­dî bir delilin getirilmesi, ortaya konulması içindir. Çünkü kişi amellerinin ya­zılmakta olduğunu bilirse, kendisi için yasaklanan şeylerden uzak durur, itaat olan işlere yönelir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kitap konul­muş olacaktır. Günahkârları onun içindekilerden dolayı korkuya kapılmış göre­ceksin: "Eyvah bize, bu kitaba ne olmuş! Küçük büyük hiç bir şey bırakmayıp sayıp dökmüş" derler. Onlar işlediklerini de hazır bulmuş olacaklardır. Rabbin hiç bir kimseye zulmetmez." (Kehf, 18/49).

O amellerinizi tespit etmek için üzerinize koruyucu melekler gönderir. Ni­hayet her insanın eceli gelince bu iş için tarafımızdan görevlendirilen melek elçilerimiz ruhunu alırlar. Bu elçiler ölüm meleğinin yardımcılarıdırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği ruhu­nuzu alacaktır, sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz." (Secde, 32/11). İbni Abbas ve başkaları der ki: Ölüm meleğinin diğer meleklerden yardımcıları vardır. Bunlar ruhu cesetten çıkartırlar. Ölüm meleği nihayet ruh boğaza gelip daya­nınca onu kabzeder.

Bu melekler ölenin ruhunu muhafaza etmekte herhangi bir kusur işlemez­ler. Aksine onlar bu ruhu gereği gibi korur ve Yüce Allah'ın dilediği yere bırakırlar. Eğer bu kişi iyi kimselerden ise İlliyyîne, kötü ve günahkârlardan ise Siccîne bırakırlar. Bundan Allah'a sığınırız.

Daha sonra elçi meleklerin canlarını aldığı bu kimseler mevlâlarına yani işlerini çekip çeviren mutlak malikleri olan Allah'a döndürülür; hak olan mev­lâlarına yani haktan başka hiç bir hüküm vermeyen, gerçek adaletli olan mevlâlarına. Şunu bilin ki, o günde hüküm yalnız O'nundur, O'ndan başkasının hükmü yoktur. Kimse O'nun hükmünü geri çeviremeyecektir, O'nun hükmüne karşı çıkamayacaktır. O en çabuk hesap görendir. Herkesi en kısa bir süre zar­fında hesaba çeker. Birisinin hesabını görmesi ötekinin hesabını görmesine en­gel değildir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: 

"Şüphesiz Allah herkesi bir koyunun sütünün sağılması kadar bir zamanda hesaba çekecektir."

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Şüphesiz Rabbin aralarında hükmü gereğince hükmeder. O Azîz'dir, her şeyi bilendir." (Neml, 27/78); "Ve Allah hükmeder, kimse O'nun hükmünü reddedemez. O hesabı çabu­cak görendir." (Ra'd, 13/41); "Hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeylere dair kullarının arasında sen hüküm vereceksin." (Zümer, 39/46). [33]


[32] Râzî, XIII/11.


[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/220-223.

11 Şubat 2019 Pazartesi

MAİDE SÛRESİ 105.ayetin tefsiri


İyiliği Emredip Kötülüğü Yasakladıktan Sonra İşi Yüce Allah'a Havale Etmek

105- Ey müminler! Siz kendinize bakın, siz doğru yolu bulursanız o sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı O si­ze haber verecektir.

Nüzul Sebebi

el-Vahidî, İbni Abbas'tan şunu nakletmektedir: Resulullah (s.a.) başların­da Münzir b. Sâvî olduğu sırada Hecerlilere mektup yazarak onları İslâm'a davet etti. Eğer kabul etmeyecek olurlarsa cizye vermelerini söyledi. Mektup Münzir'e varınca o da bunu yanında bulunan Arap ve Hristiyanlara, Sâbiî ve Mecusilere arz edip teklif etti. Cizyeyi kabul ettiler, İslâm'a girmek istemediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) ona şöyle yazdı: Biz Araplardan İslâm veya kılıçtan başkasını kabul etmeyiz. Kitap Ehli ile Mecusilere gelince, ben onlardan cizyeyi kabul ederim. Münzir onlara Resulullah (s.a.)'ın mektubunu okuyunca Arap olanlar İslâm'a girdi. Kitap Ehli ile Mecusiler ise cizye verdiler. Arapların münafık olanları şöyle dediler: Muhammed'in bu yaptığına hayret edilir. O yü­ce Allah'ın kendisini bütün insanlar ile İslâm'a girinceye kadar savaşmak üze­re gönderildiğini ileri sürmekte, fakat Kitap Ehli'nden başkalarından da cizye kabul etmemektedir. Bizim görüşümüze göre o, Arap müşriklerinden kabul etmediği şeyi Hecerli müşriklerden kabul etmiştir. Bunun üzerine yüce Allah "Siz kendinize bakın, siz doğru yolu bulursanız o sapanlar size zarar veremez" yani Kitap Ehli'nden sapıtanların size zararı olmaz, buyruğunu indirdi. [28]

Bu, konu ile ilgili rivayetlerden biridir. Bundan maksadın Kitap Ehli'nden başkaları olduğu da söylenmiştir. Çünkü İmam Ahmed şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.) (hutbe okumak üzere) ayağa kalktı, Al­lah'a hamdü senada bulunduktan sonra şöyle dedi: Ey insanlar! Sizler şu ayet-i kerimeyi okuyorsunuz, fakat ben de Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinle­dim: "Şüphesiz insanlar münkeri görüp de onu değiştirmeyecek olurlarsa, Allah aradan fazla zaman geçmeden onları kuşatacak bir azap gönderir." (Ravî der ki:) Ben Ebu Bekir'i de şöyle derken dinledim: Ey insanlar! Yalandan olabildiğince sakınınız, çünkü yalan imandan uzaktır.

Yine bu hadis-i şerifi dört Sünen sahibi ile İbni Hibban ve başkaları da pek çok yoldan ve bir çok kişiden onlar da İsmail b. Ebi Hânî'den bu senedle muttasıl ve merfu olarak rivayet etmişlerdir. Ancak onlardan kimisi İsmail b. Ebî Halid'den bu senedle, fakat Hz. Ebu Bekir'e mevkuf olarak rivayet etmişlerdir. Bununla birlikte Darekutnî ve başkaları da hadisin merfu olduğunu ka­bul ederler.

Diğer taraftan Tirmizî'nin Ebu Umeyye eş-Şatsânî'den şöyle dediğine dair rivayeti de şöyledir (bunun Kitap Ehli'nden başkası hakkında olduğu da söy­lenmiştir): Ben Ebu Sa'lebe el-Hişnî'nin yanına varıp şöyle dedim: Şu ayet-i ke­rimeyi nasıl anlıyorsun? "Hangi ayet?" diye sordu. Ben, yüce Allah'ın, "Ey mü­minler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolu bulursanız o sapanlar size zarar ve­remez" buyruğunu okudum. Şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki, sen bu ayet hakkında bu işi bilen birisine soru sormuş bulunuyorsun. Ben bunu Resulullah (s.a.)'a sordum, şöyle buyurdu: "Hayır, siz iyiliği emredin, münkerden alıkoyun. Nihayet sen, sıkı sıkıya bağlı kalınan bir cimrilik ve kendisine tabi olunan bir heva ile tercih olunan bir dünya görüp, her görüş sahibinin kendi görüşünü be­ğendiğini görecek olursan, işte o vakit yalnız kendine bak ve avamı terk et. Si­zin arkanızdan öyle bir takım günler gelecek ki, o günlerde sabredebilen kimse bir ateş korunu avucunda tutabilen kimseye benzeyecektir. O günlerde amel edebilen bir kimseye sizin gibi amel eden elli kişinin ecri kadar ecir vardır." Bir rivayette şu fazlalık da vardır: "Ey Allah'ın rasulü, bizden elli kişinin ecri mi yoksa onlardan mı? denildi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Hayır, sizden elli kişinin ecri kadar." Daha sonra Tirmizî şöyle dedi: Bu hasen, garib, sahih bir hadistir. [29]

Açıklaması

Yüce Allah müminlere kendilerini düzeltmelerini, güç ve imkânları nispe­tinde hayır işlemelerini emretmekte ve işini düzene koyan insanlara ister ya­kın olsun, ister uzak olsun bozuk insanların bozukluğunun zarar veremeyece­ğini bildirmektedir.

Ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Kendinizi masiyetlerden koruyu­nuz, ihlâslı amellerle Rabbinize yakınlaşmaya bakınız ve kendinizi cezadan kurtarmaya çalışınız. Siz doğru yolu bulup hidayete ererseniz, sizden başkala­rının sapıklığının size bir zararı olmaz. Dönüşünüz Allah'a olacaktır. O yaptıklarınızı size haber verecek ve herkese ameline göre karşılık verecektir; hayır ise hayır, şer ise şer.

Bu ayet-i kerimede mümkün olduğu takdirde iyiliği emretmeyi, münkerden alıkoymayı terk etmeye bir delil yoktur. Aksine ayet-i kerime şunu gerektirmektedir: Rabbine itaat eden bir kimse günahkâr kimsenin günahlarından dolayı sorumlu olmayacaktır. Aynı şekilde, yüce Allah'ın şu buyruklarında ol­duğu gibi kişisel sorumluluk ilkesini de vurgulamaktadır: "Herkes kazancı kar­şılığında rehin olarak alıkonulmuştur." (Müddessir, 74/38); "Hiç bir (günah) yük yüklenici bir başkasının günah yükünü yüklenmez." (En'am, 6/164) [30]


[28] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 21.


[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/90-91.


[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/92.

10 Şubat 2019 Pazar

Mestler Üzerine Meshetmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

48. Mestler Üzerine Meshetmek

202- Sa'd İbn Ebî Vakkas Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mestler üze­rine meshettiğini rivayet etmiştir. Abdullah İbn Ömer'e bu konuyu (babası Hz. Ömer'e) sormuş o da "Evet öyledir. Sana Sa'd, Peygamber'den bir şey rivayet ettiğinde artık bunu başkasına sorma" demiştir.

Açıklama

İbnü'l-Münzir, İbnü'l-Mübârek'in "Mestler üzerine mesh konusunda sahabe arasında ihtilaf yoktur" sözünü rivayet etmiştir.

İbn Abdilber şöyle demiştir: Selef (ilk dönem) fakihlerinden İmam Mâlik dı­şında hiç kimsenin bunu inkar ettiğine dair bir şey rivayet edildiğini bilmiyorum. Oysa Mâlik'ten açık rivayetler onun bunu kabul ettiğini göstermektedir. İmam Şafiî el-Ümm'de Mâlikîler'in bu görüşünü reddetmektedir. Mâlikîler'de şu an bilinen ve yerleşik olan iki görüş vardır: Birincisi mestler üzerine meshin mutlak olarak caiz olduğu, İkincisi mukim olan için değil, yolcu İçin caiz olduğudur. Mâlik başkalarına meshin caiz olduğuna dair fetva verdiği halde bunu kendisi uygulamıyordu.

İbnü'l-Münzir şöyle demiştir: Âlimler mestler üzerine meshetmenin mi yoksa ayakları yıkamanın mı daha faziletli olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Ben meshetmenin daha faziletli olduğu görüşünü tercih ediyorum. Çünkü Haricîler ve Râfızîler gibi ehli sünnet dışında bid'at mezhepleri buna saldırmaktadır. Mu­haliflerin eleştirdiği sünnetleri ihya etmek onları terk etmekten daha faziletlidir.

Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: Mezhepteki bir grup âlim, sünnetten yüz çevirme maksadıyla terk etme söz konusu olmaması şartıyla, ayakları yıkamanın daha faziletli olduğunu söylemişlerdir. Bu, namazı kısaltmayı tamamlamaya üstün tutmak meselesindeki görüşlerine benzemektedir.

Hadis hafızlarından bir grup, mestler üzerine meshetmenin mütevatir oldu­ğunu açık olarak ifade etmişlerdir. Bunlardan bazıları bu hadisin ravilerini top­lamış, bunların sayısının sekseni geçtiğini, bu seksen kişi içinde cennetle müjde­lenen on sahabinin (aşere-i mübeşşere'nin) de bulunduğunu belirtmişlerdir.

îbn Ebî Şeybe ve diğer hadis kitaplarında Hasan-ı Basrî'nin şu sözü yer al­maktadır: "Bana yetmiş sahabe, mestler üzerine meshetmeyi anlattı".

Esbağ'ın rivayetinde "Hz. Peygamber'den 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve büyük sahabelerinden hazarda yani mukimken mestler üzerine mesh yapmaya dair rivayet, bizim için Mâlik'in bu konudaki muhalif görüşüne uymaktan daha sabit ve güçlüdür" denildiği için Buhârî bu rivayeti tercih etmiştir.

Sa'd'ın nakline güvenin güçlü olması sebebiyle Hz. Ömer oğluna: "Onu artık başkasına sorma" demiştir.

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

Bu, Hz. Ömer'in, bir kişinin verdiği haberi (haber-i vahid'i) kabul ettiğini göstermektedir.

Bu hadiste, Hz. Ömer'in Sa'd'ı üstün bir şekilde övmesi söz konusudur.

Uzun süre Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sohbetinde bulunmuş bir sahâbîye, dinde başkasının bildiği önemli konular gizli kalmış olabilir. Çünkü İbn Ömer, sohbeti eski ve rivayetleri çok olan bir sahâbî olmasına rağmen mestler üzerine meshi inkar etmiştir.

203- Urve İbnü'l-Muğire babası el-Muğire İbn Şu'be'den o da Resûlullah'tan 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şunu rivayet etmiştir:

"Resûlullah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tuvalet ihtiyacını gidermek için çıktı, Muğîre de su dolu bir kırba ile onu takip etti. Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ihtiyacını görünce Muğîre bu sudan eline döktü, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) abdest aldı, mestleri üzerine mesh etti."

Açıklama

Hadiste bahsedilen olay bir yolculuk sırasında yaşanmıştır.

İmam Ahmed İbn Hanbel'in bir rivayetine göre Muğîre bu suyu bir bedevî kadından satın almıştı. Kadın ölü hayvanın derisinden yapılmış bir kırbadan bu suyu boşaltmıştı. Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Muğîre'ye "Kadına sor, şayet derisini tahaklamışsa su temizleyicidir" demiş, kadın da "Vallahi derisini tabakladım" demiştir.

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

Tuvalet ihtiyacını görecek olan kişinin bu sırada insanlardan uzaklaşması, gözlerden kaybolması gerekir.

Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) burada su ile istinca yapmadığı, tuvaletten döndükten sonra abdest aldığı halde Muğîre'ye su ile kendisini takip etmesini söylemiştir. Bu temizliğe devam etmenin müstehap olduğunu gösterir.

Abdest almak için başkasından yardım istemek caizdir.

İstinca yaparken ele bulaşabilecek pislikleri yıkamak gerekir, sudan başka bir şeyle giderilmesi yeterli olmaz.

Kokuyu, toprak vb. şeylerle gidermek gerekir.

Necasetin normal olarak çıktığı yerin dışına taşması durumunda temizlik ancak su İle yapılır.

Ölü hayvanın tabaklanmış olan derisinden yararlanmak caizdir.

Necis olduklar! kesin olarak sabit oluncaya kadar kâfirlerin elbiselerinden yararlanılabilir. Çünkü Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Rum cübbesi giymiş, bunun temiz olup olmadığını sormamıştır.

Kurtubî bu hadisi, hayvanın ölümü ile yününün pis olmayacağına delil ge­tirmiştir. Çünkü Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Şam yapımı idi. Şam da o sırada küfür ülkesi olup, oranın halkı ölü hayvanları yerdi.

Bu hadis, mestler üzerine meshin el-Mâide suresinin altıncı âyeti ile neshe-dildiğini söyleyenleri reddetmektedir. Çünkü o âyet Müreysi' gazvesinde indi­rilmiştir. Bu hadiste bahsedilen olay ise Tebük gazvesinde gerçekleşmiştir. Tebük gazvesinin Müreysi'den sonra olduğu konusunda ittifak vardır. Bunun anlamı ile ilgili geniş açıklama Namaz bölümünde Cerîr el-Becelînin hadisinde gelecektir.

Yolculuk sırasında elbiseyi yere salmak ve dar elbise giymek caizdir. Çün­kü bu yolculuğa daha çok yardımcı olur.

Yolculukta bile olsa abdestin sünnetlerine devam etmek gerekir.

Bütün toplumu ilgilendiren bir konu (umumu'l-belvâ) olsun ya da böyle olmasın hükümler ile ilgili olarak kadın bile olsa tek kişinin haberi kabui edilir. Çünkü Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir bedevî kadının sözünü kabul etmiş­tir.

Yıkanması farz kılınmış olan bir organın (tümünü değil de) büyük bir kıs­mını yıkamak yeterli değildir. Çünkü Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) cübbenin altından kollarını çıkarmış, kalan kısımda mesh yapmakla yetinmemiştir.

Başın tamamını meshetmenin gerekli olduğunu kabul edenler bu hadisi şu açıdan delil getirebilirler: Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sarık üzerine yaptığı meshi tamamlamış, kollarından kalan kısma meshetmekle yetinmemiştir.

204- Cafer İbn Amr İbn Ümeyye ed-Damrî babasının Hz. Peygamber'i 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mestleri üzerine meshederken gördüğünü rivayet etmiştir. [Hadisin geçtiği diğer yer:205]

205- Cafer İbn Amr babasından şunu rivayet etmiştir:

Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sarığına ve mestleri üzerine mesh yaptı­ğını gördüm.

Açıklama

Sarık Üzerine Mesh

Selef (ilk dönem âlimleri) sarık üzerine meshetmenin anlamı konusunda farklı görüşler belirtmişlerdir.

Bîr görüşe göre Hz. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) başının Ön kısmına meshettikten sonra sarığına da meshederek bunu tamamlamıştır. Daha önce İmam Müslim rivayetinde bunu gösteren hususlar geçmişti. Alimlerin çoğunluğu yalnızca sarık üzerine meshetmekle yetinilemeyeceği görüşünü benimsemiştir.

Hattâbî şöyle demiştir: "Allah başı meshetmeyi farz kılmıştır. Sarığa meshetme ile ilgili hadis İse farklı anlaşılmaya müsaittir. Buna göre kesin olarak bilinen bir şey, farklı anlaşılmaya müsaid bir durum sebebi ile terk edilemez. Sa­rığın meshini, mestler üzerine meshetmekle kıyaslamak yanlış bir kıyastır. Çünkü sarığın aksine mestin çıkarılmasında zorluk vardır."

Hattâbî'nin görüşü şu şekilde eleştirilmiştir:

a.Yalnızca sarığa meshetmeyi caiz görenler tıpkı mestlerde olduğu gibi bu­nun çıkarılmasında bir zorluğun bulunmasını şart koşmuşlardır. Bunun yolu da Arapların sarıklarında olduğu gibi dolamaktır.

b. Baş, teyemmümde meshedilme farziyeti düşen bir organdır. Dolayısıyla ayaklarda olduğu gibi başın üzerine konan şeye meshetmek de caizdir.

c. Âyet bunu reddetmemektedir. Özellikle de müşterek sözcüğü hem hakikat hem mecaz anlamı ile kabul edenler açısından hiç reddetmemektedir. Çünkü "falancanın başını öptüm" diyen kişinin sözü, öperken arada bir engel olsa bile doğru kabul edilir. Evzâî, bir rivayete göre Sevrî, Ahmed İbn Hanbel, İshak, Ebû Sevr, Taberî, İbn Huzeyme, İbn Münzir ve diğer bazıları bu görüşü kabul etmiş­tir. İbnü'l-Münzir şöyle demiştir: Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in bunu yaptığı sa­bittir. Hz. Peygamber'in 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şu sözü de sahihtir: "insanlar Ebû Bekir ve Ömer'e itaat ederlerse doğru yolu bulurlar".

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

9 Şubat 2019 Cumartesi

Bir Müd Su İle Abdest Almak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

47. Bir Müd Su İle Abdest Almak

201- İbn Cebr, Enes'ten 
radıyallahu anh şunu duyduğunu söylemiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem
 bir sa' ile beş müd miktarı arasındaki su ile gusleder, bir müd su ile abdest alırdı."

Açıklama

Sa', 5 tam 1/3 Bağdat ntlına denktir. Bazı Hanefîler bunun 8 Bağdat rıtlı ol­duğunu söylemişlerdir.
[Bir s
a' Hicaz fakihlerine ve Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'e göre 2175gramdır. Ebu Hanife ve Irak fakihlerine göre ise 3800 gramdır.(Çev.)]

Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem guslederken bazen dört müd [Bir müd, yaklaşık 675 gramdır. (Çev.)] su ile yeti­nir, bazen dördü geçerek beşe varırdı. Enes radıyallahu anh Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem guslederken bundan daha fazla su kullandığını görmemiştir.

Müslim, Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha rivayetine göre o ve Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir farklık [63] bir kaptan yıkanırlardı. İbn Uyeyne, Şafiî ve diğer âlimler bunun üç sa1 olduğunu söylemişlerdir.

Yine Müslim Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem üç müdlük bir kaptan yıkandığını rivayet etmiştir. Bu, yıkamada kullanılacak su miktarının ihtiyaca göre değiştiğini gösterir.

Bu, Mâlikîler'den Şaban gibi bazılarının abdest ve gusülde kullanılacak su miktarını hadisteki ile sınırlandırmasını reddetmektedir. Yine Hanefiler'den ba­zıları da müd ve sa' miktarında, ondan farklı olsalar bile, gusül ve abdestte kulla­nılacak su miktarını sınırlandırmışlardır.

Âlimlerin çoğunluğu ise bu miktarlarda su kullanmanın müstehap olduğunu söylemiştir. Çünkü sahabeden, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem
gusül ve abdestte kullandığı su miktarını belirtenler bu miktarları bildirmişlerdir.

Bu, daha fazla su kullanımına ihtiyaç olmadığında geçerlidir. Yine ahlâkı mutedil olan kişi hakkında geçerlidir. Buhari de Abdest bölümünün başında "İlim ehli israfı ve Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem
 yaptığının ötesine geçmeyi mekruh görmüşlerdir" sözü ile buna işaret etmiştir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

7 Şubat 2019 Perşembe

Estetik ameliyat yaptırmanın hükmü nedir?


 Kur’ân-ı Kerim’de bir ayet-i kerimenin meali şöyle­dir:

“… Allah şeytanı rahmetinden kovdu. O da; senin kulların­dan belli bir pay edinecek ve onları saptıracağım. Kuruntulara boğacağım, onlara emredeceğim ve onlar da davarlarının kulak­larını yaracaklar, emredeceğim de Allah’ın yarattığını bozacaklar. Allah’ı bırakıp, şeytanı dost edinenler apaçık kayba uğramış­tır. ” [676]

Rasûlüllah Efendimiz (sav)’de bir hadislerinde:

“On şey fıtrattan (yani Allah’ın yaratması ve adeta görmek istediği şekilden)’dir: Bıyıkları kesmek, sakalı uzatmak, misvak kullanmak, bu­runa su çekip sümkürmek, tırnakları kesmek, mafsalları yıkamak, koltuk altını yolmak, kasığı tıraş etmek, su ile istincada bulun­mak” buyururlar. Ravi,

“Onuncuyu unuttum ama ağzı çalkala­mak olabilir”
der. [677] Bir başka hadisde:

“Allah güzellik(estetik) için iğne vs. ile kakma yapan ve yaptıran kadına, (yüzünden, ka­şından vb.) tüy yolan ve yolduran kadına, dişlerini seyrelttiren ve bütün yollarla Allah’ın yaratmasını bozan kadına lanet etsin (onu rahmetinden kovmuştur.” [678] buyurulmaktadır. Bir diğerinde:

“Saç (peruk) takan ve taktıran”a da lanet edilir. Bu son hadisin vürûd sebebi şöyledir:

“Ebu Bekr’in kızı Esma anlattı:

Bir kadın gelip, ey Allah’ın Rasûlü, benim gelinlik bir kızım var. Hastalıktan dolayı saçı döküldü. Ona saç ekleyebilir miyim? diye sordu da, Rasûlüllah böyle buyurdu”.
[679] Bu naslardan hareketle fıkıhçılar vücuda uygulanacak kına, boya ve sürme gibi kalıcı olmayanların dışındaki ameliyelerin estetik maksatla yapılanlarını, Allah’ın ya­ratışına (Fıtrata) müdahele saymış ve haram olduğunu söylemiş­lerdir. Zira hadisteki “güzellik için” kaydı bunu gösterir. İslâmi, yani insanî olan da budur. Çünkü Allah, bu dünya sahnesinde herkese rolüne göre bir biçim ve tip vermiş ve o rolü adeta en iyi oynamasını istemiştir. Zaruret yokken tipini ve biçimini değiş­tirmeye kalkışan, bununla verilen rolü kabul etmediğini ihsas et­miş olur. İşin bir yönü budur. Diğer yönü israfla ilgilidir, islâm’da harcama, kazanmanın fonksiyonu değildir. Yani kazanan, kazan­dığını istediğr gibi harcama yetkisine sahip değildir. Her devirde gerekli tedavi ve ameliyat masraflarını karşılayamadığı için ölen binlerce insan varken, “Komşusu aç iken sabahlayan bizden de­ğildir” prensibini koyan islâm’ın, güzelleşmek için yapılan estetik ameliyatlara yüzmilyonlar verilmesini onaylaması elbette bekle­nemez. İşin bir başka yönü daha vardır: Estetik ameliyat yaptı­ranlar genellikle kadınlardır ve bunu genellikle başkaları için yap­maktadırlar. Halbuki, İslâm kadının, kocasından başkaları için süslenmesini yasaklamıştır. Yabancılara görünmeyen, yani müslümanca yaşayan bir kadın buna zaten ihtiyaç duymayacaktır. An­cak yasak olan ameliyat, fıtratı bozan ve güzelleşmek için yapılan olunca, her nasılsa bozulan fıtratı düzeltmek ve zaruretten ötü­rü tedavi olmak maksadıyla yapılan ameliyatlar caiz görülmüştür. Meselâ bir hastalık sebebiyle (hormon bozukluğu vb.) kadının yüzünde ve bıyığında erkek sakalı gibi kalın tüylerin bitmesi ha­linde onları yolmak fıtratı bozmak değil, aksine bozulan fıtratı te­davi etmek olacağından caizdir, hatta İbn Abidin’in dediğine ba­kılırsa müstehaptır. [680] Çünkü bunda hem erkeğe benzemekten kurtulmak, hem de, eğer istiyorsa kocası için süslenmiş olmak vardır ki, ikisi de vacip olan şeylerdir. Ama tabi? Olarak her kadı­nın yüzünde ve ayağında bulunan ayva tüylerini yolmak caiz de­ğildir. Zarar ve ızdırap veren eğri ve bozuk dişini aldırmak ya da düzelttirmek, doğuştan olmakla beraber zarar ve acı veren, me­selâ bir altıncı parmağını aldırmak da fıtratı bozma sayılmayaca­ğından caizdir, denmiştir. [681] Zaruretten ötürü takılan diş, pro­tez vs. de aynıdır. Çünkü Rasûlüllah Efendimiz, savaşta burnu kesilen bir sahabinin, üstelik altından bir burun edinmesine izin vermiştir. [682] Kadının ayaklarındaki erkek tüyü gibi kılları alma­sının da, eğer kocası istiyorsa caiz olduğu söylenmiştir. Çünkü kadın ayağını zaten yabancıya göstermeyecektir.

Kadının saçını erkeğe benzeyecek ölçüde kısaltması, ya da tı­raş etmesi de tedavi gayesiyle olmadıkça haramdır. [683] Peruk olarak insan saçından başka birşey kullanmasına izin verilmiş­tir. [684] Güzellik için bu tür ameliyatların caiz olmaması erkekler için de geçerlidir- Sakalla beraber bıyıkları da kazımak suretiyle tüysüz (emred) bir hat alıp kadına benzemeleri de (Allah’u alem) caiz görülemez. [685]

[676] K. Nisa: 4/I 19.
[677] Müslim, taharet, 56; Ebu Davud, taharet, 29; Tirmizi, edep, 14; Nesâî, zinet, I; İbn Mâce, taharet, 8; Müsned, VI/137
[678] Buhari, Libas, 82-87; Müslim, Libas, l 19, 120; Ebu Davûd, Teraccül, 5; Tirmizi, Libas, 25.
[679] Kurtubi, V/392-94, XVIII/I8; ed-Düm’l-Mensûr, 11/691; Mecmau’l-Enhur, 11/553, Buhari, Tefsir, (59) 4; Nesâî, Zinet, 68, 70; Aynca bk, Kadının Misvakı, Menhel, 1/189.
[680] İbn Abidin, V/239.
[681] Bu konularda daha geniş ve etraflı bilgi ifin bk., Kurtubî, V/389 vd; Hattâb es-Sukî, el-Menhel, 1/183 vd.
[682] İmam-ı Merginani, el-Hidâye, IV/82-83.
[683] İbn Kudame, el-Muğni, 1/90.
[684] bk, İbn Abidin, V/239.
[685] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 262-265.

Prof. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat

5 Şubat 2019 Salı

MAİDE SÛRESİ 90.-93.ayetlerin tefsiri


İçkinin, Kumarın, Putların Ve Fal Oklarının Haram Kılınması
90- Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlar ve fal okları şeytanın pis işle­rindendir. Artık ondan kaçının ki kur­tuluşa eresiniz.

91- Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, si­zi Allah'ı anmaktan ve namazdan alı­koymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?

92- Allah'a ve Rasulüne itaat edin ve sakının. Şayet yüz çevirirseniz bilin ki bizim peygamberimize düşen yalnızca açıktan açığa tebliğdir.

93- İman edip de salih amel işleyenler, sakındıkları, iman ederek salih amelle­re devam ettikleri, sonra sakınıp inan­dıkları ve yine sakınmada devam edip ihsanda bulundukları takdirde, yap­tıklarından üzerlerine hiç bir vebal yoktur. Allah ihsan edenleri sever.


Nüzul Sebebi

İmam Ahmed, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiğinde Medineliler şarap içiyor, kumar parası yiyorlardı. Resulullah (s.a.)'a bunlar hakkında soru sordular. Bunun üzerine Yüce Allah "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar..." (Bakara, 2/219) ayetini indirdi. Bu sefer halk, bize haram kılınmadı, sadece büyük bir günahtır diye buyuruldu, dediler. Bu halde içki içmeye devam ettiler. Nihayet günlerden bir gün muhacirlerden bir kişi akşam namazında arkadaşlarına imam olup na­maz kıldırdı. Kur'an okumayı karıştırdı. Yüce Allah bundan daha ağır bir hü­küm ihtiva etmek üzere şu ayet-i kerimeyi indirdi: "Ey iman edenler! Ne söyle­diğinizi bilinceye kadar... sarhoşken namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43). Daha sonra bundan da daha ağır bir hüküm ihtiva eden şu ayet-i kerimeler indirildi:

"Ey iman edenler! Şarap, kumar... şeytanın pis işlerindendir. Artık vazgeçtiniz değil mi?"
Bu sefer vazgeçtik ey Rabbimiz, dediler. Bunun üzerine insanlar, ey Allah'ın rasulü Allah yolunda öldürülen ya da yataklarında ölen bir takım kim­seler vardır ki, bunlar içki içiyor ve kumar oynuyorlardı. Allah ise bunları şey­tanın işlerinden bir pislik olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Yüce Allah: "İman edip de salih amel işleyenler... üzerlerine hiç bir vebal yoktur" ayetini so­nuna kadar indirdi.

Nesaî, Beyhakî, Abd b. Humeyd, İbni Cerîr, İbnü'l-Münzir, İbni Mürde-veyh de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Şarabın haram kılınışı iç­ki içen Ensar kabilelerinden iki kabile hakkında indi. Bunlar sarhoş olup birbirlerine karşı olmadık işler yaptılar. Ayıldıklarında herkes yüzünde, başında, sakalında içkili halin bir etkisini görüp şöyle demeye başladı: Bana bunu filan kabile mensubu yaptı. Halbuki bu kimseler daha önce kalplerinde birbirlerine karşı en ufak bir kin bulunmayan kardeş kimselerdi. Bu sefer şöyle demeye ko­yuldular: Allah'a yemin ederim, şayet kardeşim bana şefkatli, merhametli bir kimse olsaydı bana bunları yapmazdı. Sonunda kalplerine kin yerleşti, bunun üzerine Yüce Allah şu, "Ey iman edenler! Şarap, kumar...şeytanın pis işlerin­dendir. " ayetini indirdi.

Bu konuda işi zorlaştırmaya ve yasağı kendilerinin dışında tutmaya mey­leden bazı kimseler, "Bu bir pisliktir ve filân kişinin karnında yer etmişti. O da Uhud günü öldürüldü" demeye koyuldular. Bunun üzerine Yüce Allah "İman edip de salih ameller işleyenler sakındıkları... takdirde tattıklarından üzerleri­ne hiç bir vebal yoktur" ayetini indirdi.

İbni Cerîr de bir topluluktan şöyle dediklerini rivayet etmektedir: Şu içki­yi haram kılan ayet-i kerime Sa'd b. Ebî Vakkas sebebiyle nazil olmuştur: Sad b. Ebî Vakkas içki içtikleri bir kişi ile tartışmaya koyulmuştu. Arkadaşı deve­nin kemiği ile ona vurdu, burnunu kırdı ya da onu yaraladı. Bu ayet-i kerime onlar hakkında nazil oldu.

Yine Taberî ve İbni Merdûveyh Hz. Sad'dan şöyle dediğini rivayet ederler: Ensar"dan birisi yemek hazırladı ve bizi yemeğe davet etti. Sarhoş oluncaya ka­dar şarap içti. Ensar ve Kureyş karşılıklı olarak övünmeye başladılar. Ensar, "Biz sizden daha faziletliyiz" dediler. Sonunda Ensar'dan bir adam bir devenin çene kemiğini alıp bunu Sad'ın burnuna vurdu. Sad'ın burun kemiği çatladı. Sad'ın burun kemiği çatlak idi. Bunun üzerine şu "Ey iman edenler! Şarap, ku­mar... şeytanın pis işlerindendir." ayeti nazil oldu [10]

Buharî de Enes'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ebu Talha'nın evin­de içki içenlere şakilik ediyordum. İçkinin haram kılındığına dair emir nazil olunca bir münadiye bunu çevreye bildirmesi emrolundu. Ebu Talha "Dışarı çık da bu ses nedir diye bir bak" dedi. Ben de dışarı çıktım ve dedim ki: "Bu, şunu bilin ki şarap haram kılındı diye seslenen bir münadidir." Bana "Haydi git şarabı dök" dedi. O sırada şarap, çatlatılan ve ateş üzerinde kaynatılmadan ısla­tılarak suda bırakılan taze hurmadan yapılıyordu. (Enes) Der ki: Şarap Medi­ne sokaklarında aktı. Bazıları da, "Bir takım kimseler, içki karınlarında bulun­duğu halde öldürüldü" dediler. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah da "îman edip de salih amel işleyenler sakındıkları... takdirde tattıklarından üzerlerine hiç bir vebal yoktur" buyruğunu indirdi. [11]

Açıklaması

Yüce Allah içki ve kumarı yasaklayarak şöyle buyurmaktadır: Ey iman edenler! Şüphesiz şarap ve sarhoşluk verici bütün içkiler, bütün çeşitleriyle kumar, yanında kurbanların kesildiği putlar, uğur ya da uğursuzluğu anlamak için çekilen fal okları Allah'ın gazap ettiği ve hoşlanmadığı pislik şeylerdir. Bunlar şeytanın işlerindendir yani onun hoş ve güzel gösterdiği şeylerdendir. Haydi bu pisliği artık terk ediniz. Kendinizi arındırmak, bedenlerinizin esenli­ği ve aranızdaki sevgi sebebiyle belki umduğunuzu elde eder, kurtuluşa nail olursunuz.

Hamr (şarap), kaynatıldığında sertleşen ve köpüklenen pişirilmemiş üzüm suyunun adıdır. Cumhurun görüşüne göre bu isim, aklı gideren sarhoşluk veri­ci her içki hakkında kullanılır. Hanefîlerin görüşü ise şöyledir: Şarap, haram kılındığı sırada Araplar üzüm suyundan yapılan şarabın dışındaki içkileri bil­miyorlardı. O bakımdan şarap (hamr) yalnız bu türün adıdır. Bu türden olmayıp aklı giderme özelliğine sahip olan içkilere ise hamr denilmez. Çünkü Hane­fîlerin görüşüne göre dildeki kelimelerin kapsamı kıyas yolu ile sabit olmaz. Onlara göre sarhoşluk veren şeyler de haramlık kapsamı içerisindedir. Çünkü şarabın illeti sarhoşluk vermesidir, yoksa sarhoşluk veren şey hamr olduğundan dolayı değildir [12] Bu, İbni Ömer'in de görüşüdür.

Cumhurun görüşüne göre ise hamr, aklı gideren ve etkileyip gerileten her şeyin adıdır. [13] Üzüm suyu dışındaki içkiler de nas ile haramdır. Çünkü Yüce Allah "Şarap, kumar... şeytanın pis işlerindendir." diye buyurmaktadır. Hz. Ömer'in görüşü de budur. O der ki: Şarap haram kılındığında, üzümden, hurmadan, baldan, arpadan ve buğdaydan olmak üzere beş şeyden yapılırdı. Şarap (hamr) denilen şey ise aklı gideren her şeydir. Bu aynı zamanda İbni Abbas'ın da görüşüdür. Resulullah (s.a.) Ahmed ve Nesaî dışında Sünen sahiplerinin en-Nu'man b. Beşîr yoluyla rivayet ettiklerine göre şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz buğdaydan şarap olur, arpadan şarap olur, kuru üzümden şarap olur, hurma­dan şarap olur ve baldan da şarap olur." Aynı şekilde Buharî dışında Kütüb-i Sitte sahipleriyle İmam Ahmed'in rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şarap şu iki ağaçtan, hurma ağacı ile üzüm ağacından (alınan meyveden) yapılır." Ahmed, Müslim ve İbni Mace dı­şında Sünen sahipleri de İbni Ömer'den Resulullah (s.a.)ın şöyle dediğini riva­yet ederler: "Sarhoşluk veren her şey hamrdır, ve her hamr haramdır."

Cumhur bu konudaki görüşlerine bağlı olarak şunu belirtirler: Sarhoşluk veren her şey, Yüce Allah'ın, "şeytanın pis işlerindendir" buyruğu gereği pistir, murdardır ve bunların içilmesinden dolayı haddin uygulanması gerekir. Hane­fîlerin görüşüne göre de aynı şekilde pişirilmemiş, çiğ olan ve sarhoşluk veren şeyler, taze hurmadan yapılan içki ve yan pişirilmiş bazek ile pişirilmemiş ku­ru üzüm ve kuru hurmadan yapılmış şaraplar da tıpkı şarap gibi pistirler. Ter­cihe değer görülen bir rivayete göre bu aynı zamanda Ebu Hanife'nin de görü­şüdür. Çünkü Ebu Hanife bunların azının da çoğunun da içilmesini haram ka­bul eder. O bakımdan bunların bir dirhem miktarından fazla olan kısmın necaseti affedilmez. Pişirilmiş olan ve müselles denilen üzüm suyu ya da tilâ (3/2'si gidip geriye 3/1'i kalan pişirilmiş üzüm suyu) ile üzerine su eklenip inceltilen tilânın adı olan cumhûrî ise Ebu Hanife ile Ebu Yusuf a göre necis değildir.

İmam Muhammed ise sarhoşluk veren bütün içkileri haram kabul eder. Hanefi mezhebinde de onun görüşüne göre fetva verilir. Çünkü Ahmed ve Sü­nen sahiplerinin Hz. Cabir yoluyla yaptıkları rivayete göre Peygamber Efendi­miz şöyle buyurmuştur: "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." Hanefîler ittifakla şunu belirtirler: Şarap dışında sarhoşluk veren içeceklerin içilmesiyle, sarhoşluk vermedikçe içki haddi uygulanmaz. Çünkü el-Ukaylî'nin riva­yet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: "Şarap aynı ile (maddesiyle) ve her türlü içkiden de sarhoşluk haram kılınmıştır." Ancak bu illetli bir hadistir ya da İbni Abbas'a mevkuftur.

Hurma ve üzümden yapılan nebîz, eğer sarhoşluk verecek dereceye ulaşır­sa, haram olur. Şayet hamr derecesine ulaşmaz ve sarhoşluk vermezse -kuru üzümü iki gün ıslatmak suretiyle elde edilen tabiî hoşaf gibi- o takdirde bu he­lâldir.

Meysir (kumar) de aynı şekilde haramdır. Kumarın bütün türleri meysir kapsamına girer. Hatta bazılarınca küçük çocukların cevizle oynamaları bile meysire dahil edilmiştir. Ali (r.a.)'in de şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Sat­ranç da meysir türündendir." Aynı şekilde belli bir mal karşılığı olduğu takdir­de zar oyunu da böyledir. Şayet satranç veya zar mal mukabili oynanmayacak olursa da cumhur yine haram kabul eder. Çünkü böyle bir oyun bile insanları düşmanlık ve kine düşürür. Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoyar. Şafiî, za­man kaybına sebep olduğundan dolayı satrancı mekruh kabul eder.

Kabe'nin etrafında dikili bulunan taşların adı olan ensab (heykeller) da bir pisliktir. Çünkü cahiliye dönemi Arapları bunları tazim eder ve onların yanında kurban keserlerdi.

Aynı şekilde fal okları da böyledir. Çünkü onlar bu fal oklarıyla kısmetleri­ni araştırırlardı. Bunlara dair açıklamalar önceden Maide suresi 3 ncü ayetin tefsirinde geçmiştir.

Rics, maddî, manevî, aklî ve şer"î bakımlardan pis olan şey demektir. İçki ve ondan sonra söz konusu edilenler, haram olmalarını gerektirecek şekilde bu nitelikle anılmışlardır. Ayrıca bu haramlık pis şeylerden kaçınma emriyle ve Yüce Allah'ın "Ki kurtuluşa eresiniz" yani bunlardan kaçınarak kurtuluşu umabilesiniz, buyruğuyla daha da pekiştirilmiştir.

İçki ve kumar bir kaç yönden (çeşitli ifadelerle) haram kılınmıştır. Evvela cümle hasr (münhasıran, ancak...) ifade eden (innemâ ) ile başlamış, ondan sonra içki ve kumar, putlar ve fal oklarıyla birlikte anılmışlardır. Bunlar ise şer'an ve aklen oldukça çirkin işlerdir. Ayrıca içki ve kumar şeytanın pis işlerinden diye adlandırılmışlardır ki, bu da şirkin en ileri derecesidir. Diğer taraf­tan bunların madde ve cisimlerinden dahi uzak durmak emredilmiştir. Bu da sırf nehiy ve haram kılma lafzından daha ileri derecede bir uzaklaştırma ve nefret ettirme ifadesidir. Diğer taraftan bunlardan uzak durmak kurtuluşa ermenin, umduğuna nail olmanın sebebi olarak değerlendirilmiştir. Arkasından Yüce Allah, içki ve kumarın manevî zararlarını, kişisel ve toplumsal zararları­nı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak şeytan... sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister." Bundan dolayı Nesaî Resulullah (s.a.)'ın Osman b. Affan'a mevkufen şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "İç­ki kötülüklerin anasıdır." el-Bezzâr'ın rivayetine göre de Abdullah b. Amr Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "İçki müptelâsı puta tapana benzer." Yani şeytan sizin aranıza içki ve kumara müptelâ olduğunuzdan birbi­rinize düşmanlık etmeniz dolayısıyla düşmanlığı, birbirinizden nefret etmeyi, birbirinize karşı kin ve tiksinti tohumlarını ekmek suretiyle de kini yerleştir­mek ister. Böylelikle imanla aranızın kaynaşmanızdan, İslâm kardeşliği etra­fında bir araya gelmenizden sonra, sizi dağıtma ve parçalama hedefi gerçekleş­miş olur.

Şeytan aynı şekilde aklı gideren sarhoşluk ve kumar ile uğraştırmak sure­tiyle kalplere huzur veren, dünya ve ahirette kişiyi mutluluğa ulaştıran zikrullahtan yani Allah'ı anmaktan alıkoymak ister. Ahlâksızlıktan, hayasızlıktan, kötülüklerden alıkoyan, ruhu arındırıp yükselten, kalpleri tertemiz eden na­mazdan da uzaklaştırmak ister.

İçki sebebiyle akıl baştan gitti mi kişinin başkaları nazarındaki şeref ve haysiyeti alabildiğine düşer, sarhoş bir kimse hayrı idrakten, kötülükten uzak durma imkânından mahrum kalır, böyle bir gücü kaybeder. Bundan başka içki­nin sindirim sisteminden sinir sistemine kadar bütün organlarda sağlık açısından bir çok zararı da vardır. Bazan bu zarar çocuklara kadar uzanabilir. Bu ço­cuklar arasında zayıf akıllı, geri zekâlılar bulunabilir. İçki çoğu zaman boşan­maların, aile yıkımlarının da sebebi olmaktadır.

Çalışmadan ve bir ticaret olmadan bir tarafın kâr etmesi, diğer tarafın da zarara uğraması sonucunu doğuran kumar ise insan ruhunda düşmanlık ve kin ateşini körükler. Kumarcıların biribirleriyle kavga edip biribirleriyle sövüş­tükleri, biribirlerine küfrettikleri, birbirleriyle kavga ettikleri çokça görülen bir hadisedir.

Kısaca söylersek, içkinin çok çeşitli zararları vardır. Bunların kimisi kişi­sel ve sağlığadır, kimisi de düşmanlık ve kin tohumlarını ekmek suretiyle toplumsaldır, kimisi de Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak suretiyle dinî­dir. Malın faydasız ve zararlı alanlarda çar-çur edilmesine sebep teşkil ettiği için malî zararları da vardır.

Kumarın da aynı şekilde ruhsal ve sinirsel zararları vardır. Sinirlerin ger­ginleşmesine, huzursuzluğa, kararsızlığa sebep olur. Toplumsal, dinî ve malî bakımdan da -tamamiyle içkide olduğu gibi- zararları vardır.

Yüce Allah'ın "Muhakkak şeytan... sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister" buyruğu daha önce de geçtiği gibi, içki içip sarhoş olan Kusandan iki kabile hakkında nazil olmuştur. Bunlar biribirlerine olmadık şeyler yaptılar. Fakat kendilerine gelip ayıldıklarında her birisi ötekinin yüzünde di­ğerinin yaptığının etkilerini görünce -ki önceden kalplerinde hiç bir kin bulun­mayan biribirlerinin kardeşi idiler- bu sefer her birisi şöyle demeye başladı: Kardeşim bana şefkat eden birisi olsaydı bu işi yapmazdı. Böylelikle araların­da kin baş gösterdi. Yüce Allah da "Muhakkak şeytan... aranıza kin ve düşman­lık bırakmak... ister" buyruğunu indirdi. Kur'an-ı Kerim'de şer'î hükümlerin il­letleri ancak çok özlü bir şekilde zikredilir. Burada ise hikmetin veya illetin ge­niş olarak açıklandığını görüyoruz. Bunlardan üç tane hikmet söz konusu edil­mekte ve ayrıca içki ve kumarın haram kılınışı birden çok delâlet ile sabit bu­lunmaktadır. Böylelikle bunların zararlarına ve tehlikelerine işaret edilmekte­dir.

Daha sonra Yüce Allah bunların haram kılınışını daha bir pekiştirdi ve bunlara dair tehdidini daha da artırarak şöyle buyurdu: "Allah'a ve Rasulüne itaat edin ve sakının..." Yani Allah ve Rasulünden içki, kumar ve bunların dı­şında kalan sair haram şeylerden uzak durmaya dair hükümlere itaat edin ve emirlerine muhalefet ettiğiniz takdirde size gelip çatacak fitne ve dünyada he­lake götürecek ahirette de azaba ulaştıracak sebeplere düşmekten sakının. Çünkü Yüce Allah her bir şeyi ancak apaçık zararı dolayısıyla haram kılar. Ni­tekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O'nun emrine muhale­fet edenler kendilerine bir mihnet veya acıklı bir azabın gelip çatmasından çekinsinler." (Nûr, 24/63)

"Şayet yüz çevirirseniz bilin ki bizim peygamberimize düşen yalnız açık­tan açığa tebliğdir." Yani eğer sizler yüz çevirir ve emrolunduğunuz şeyleri yerine getirmeyecek olursanız şüphesiz ki, Allah'ın rasulü size gereken teb­liği yapmıştır. O bakımdan ileri sürecek bir deliliniz kalmamıştır. Çünkü uyarılan kimsenin herhangi bir mazereti kalmaz. Artık sizler herhangi bir gerekçe ya da bir mazeret belirtme umudunuzu da kaybetmiş bulunuyorsu­nuz.

Daha sonra Yüce Allah içki içtikleri halde içkinin haram kılınışından önce hayattayken içki içip ölen kimselerin hükümlerini şöylece açıklamaktadır: "İman edip salih amel işleyenler... üzerlerine hiç bir vebal yoktur." Yani iman edip salih amel işleyenler arasında içki ve kumarın haram kılınışından önce Hamza (r.a.) gibi vefat edenler ile haram kılınışından önce içki içen, kumar pa­rası yiyen ve halen hayatta bulunan Abdullah b.Mes'ud gibi kimseler için de günah ve sorumluluk yoktur. Çünkü kanunun ve yasamanın geriye doğru bir etkisi söz konusu değildir. Ancak Allah'tan korktukları, onun indirmiş olduğu hükümlere iman ettikleri ve daha önceden teşri edilmiş bulunan namaz, oruç ve benzeri salih amelleri işledikleri, sonra da bunlardan sonra haram kılınan şeylerden sakınıp indirilen hükümlere inandıkları, takva, ihsan ve salih işleri işlemeye devam ettikleri takdirde, bir günah ve bir sorumluluk söz konusu değildir. Allah elbette ki iyilik yapanları sever, onların yaptıkları iyiliklerin mü­kâfatlarını, ihlâslarının ve amellerini güzel bir şekilde yerine getirmelerinin ecrini verir.

Böylelikle önce sözü geçen takva ve imandan maksadın takvanın esası ile imanın esasını elde etmek olduğu, onlardan sonra sözü geçenlerden kastın ise bu takva ve iman üzere sebat ve devam etmek olduğu anlaşılmaktadır. Üçüncü defa sözü geçen takvadan kasıt ise, insanlara zulmetmekten uzak durup amel­leri güzel bir şekilde işlemek, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu hoş ve temiz rızıklardan insanlara vererek onları gözetmek suretiyle iyilikte bulunmak ol­duğu anlaşılmaktadır. Günahın iman ve takva şartına bağlı olarak kaldırılma­sı, vakıayı açıklamak içindir ve bu herhangi bir şekilde günahkâr olmaların­dan korkulan müminlere dair sorulan soruya bir cevaptır.

Yani müminler haramlardan sakındıkları, sonra yine sakınıp iman ettikle­ri, sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde, mubah olan yiyecek ve içeceklerden dolayı vebal altında değillerdir. Bu onlar için aynı zamanda bir öv­güdür. Nitekim Yüce Allah şu buyruğunda, Kabe'ye yönelerek namaz kılma emrinden önce ölenlerden övgüyle söz etmektedir: "Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah insanlara karşı şefkatlidir, merhametlidir." (Bakara, 2/143)

Geçen açıklamalardan anlaşıldığına göre bu ayet-i kerime, daha önce öl­müş olanlar için bir mazeret, daha sonra gelen ve hayatta bulunan insanlara karşı da bir delildir. Çünkü içkinin haram edildiği hükmü nazil olunca, ashab-ı kiram, "Ey Allah'ın rasulü! Daha önce içki içtikleri ve kumar parası yedikleri halde ölen kardeşlerimizin durumu ne olacak?" dediler. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Hz. Ömer bu ayet-i kerimenin indirilişinden sonra içki içen Cumahoğullarından Kudame b. Maz'un'a had uygulamak istemişti. Kudame, Habeşis­tan'a hicret edenlerdendi. Onun hakkında şahitler bu ayet-i kerime ile içkinin haram kılınışından sonra içki içtiğini belirtmişlerdi. ez-Zührî'nin rivayetine göre Abdulkaysoğullarının efendisi Cârûd ve Ebu Hureyre, Kudame b. Maz'un hakkında içki içtiğine dair şahitlik ettiler. Hz. Ömer ona sopa cezası uygulamak isteyince Kudame şöyle dedi: Bana böyle bir ceza veremezsin, çünkü Yüce Allah "İman edip de salih amel işleyenler sakındıkları, iman ede­rek salih amellere devam ettikleri takdirde... tattıklarından dolayı üzerlerine hiç bir vebal yoktur" buyurmaktadır. Hz. Ömer şöyle buyurdu: "Ey Kudame, sen bu ayet-i yanlış anlıyorsun. Eğer sen sakınan bir kimse olsaydın, Allah'ın haram kıldığından uzak dururdun." İbni Abbas da bu itirazına şu cevabı ver­mişti: Bu ayet-i kerimeler geçmişler için bir mazeret, geri kalan insanlara karşı da bir delil olmak üzere indirildiler. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Ey iman edenler! Şarap, kumar... şeytanın pis işlerindendir." Sonra da öteki ayeti okudu. Eğer bu gerçekten iman edip salih amel işleyenlerden ol­saydı şüphesiz Allah ona içki. içmeyi yasaklamış bulunuyor. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Doğru söyledin. Peki, görüşünüz nedir?" diye sordu. Hz. Ali ve as­habı ona had vurulması gerektiği görüşünü belirttiler; bunun üzerine ona seksen sopa vuruldu. [14]


http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

4 Şubat 2019 Pazartesi

MAİDE SÛRESİ 87.-88.ayetlerin tefsiri


Hoş Ve Temiz Şeylerin Mübahlığı


87- Ey iman edenler! Allah'ın size helâl ettiği o temiz ve güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.

88- Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin ve iman ettiğiniz Allah'tan korkun.


Nüzul Sebebi

İbni Cerîr et-Taberî, İbni Ebî Hatim ve İbni Merdûveyh, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Bu ayet-i kerime birisi Osman b. Maz'un olan Ashab-ı kiramdan birkaç kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlar, "Erkeklik or­ganlarımızı keselim, dünyalık zevklerimizi ve arzularımızı terk edelim, ra­hiplerin yaptığı gibi biz de yeryüzüne seyahat maksadıyla dağılalım" demiş­lerdi. Bu sözleri Peygamber (s.a.)'e ulaşınca onları yanına çağırdı ve söyledik­lerini onlara hatırlatınca onlar "evet söyledik" dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Fakat ben oruç da tutarım, açarım da. (Ge­celeyin) hem namaz kılarım, hem uyurum. Hanımlarımla beraber olurum. Be­nim sünnetimi takip eden bendendir, benim sünnetimi takip etmeyen de ben­den değildir."

es-Süddî'nin rivayetinde ise bunların on kişi oldukları, Osman b. Maz'un ile Ali b. Ebî Talib'in bunlar arasında bulunduğu belirtilmektedir.

İbni Cerîr, İbnül-Münzir ve Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân b. Ensârî, İkrime'den şunu rivayet ederler: Osman b. Maz'ûn, Ali b. Ebî Tâlib, İbni Mes'ud, el-Mik-dâd b. el-Esved, Ebu Huzeyfe'nin mevlâsı Salim ve Kudâme dünyadan el etek çekerek evlerinde oturdular, kadınlardan uzak durdular ve kalın yün elbiseler giymeye başladılar. Güzel yiyecekleri, elbiseleri kendilerine yasakladılar. Yiyip giydikleri tek şey, İsrailoğulları'ndan (zâhidâne) seyahate çıkanların yedikleri ve giydikleri idi. Hatta hayalarını burmayı bile düşündüler, geceleyin namaz kılıp gündüzün oruç tutmayı kararlaştırdılar. Bunun üzerine: "Ey iman eden­ler! Allah'ın size helâl ettiği o temiz ve güzel şeyleri haram kılmayın..." ayet-i kerimesi nazil oldu.

Bu ayet-i kerime nazil olunca Resulullah (s.a.) onlara haber gönderip şöyle buyurdu: "Şüphesiz nefislerinizin bir hakkı vardır, gözlerinizin bir hakkı var­dır, aile halkınızın bir hakkı vardır. O bakımdan namaz kılınız ama uyuyunuz da. Hem oruç tutunuz hem yemek yiyiniz. Bizim sünnetimizi terk eden bizden değildir." Hep birlikte şöyle dediler: Allahım, biz bunun doğruluğuna inandık, rasulüne indirdiklerine de tabi olduk.

İbni Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre adamın birisi şöyle der: "Ben ya­takta yatmayı kendime haram kıldım." Bunun üzerine İbni Mes'ud ona bu ayet-i kerimeyi okuyarak şöyle demiştir: "Yatağın üzerinde uyu ve ettiğin yemi­nin kefaretini yerine getir."

Sonuç olarak bu ayet-i kerimenin, devamlı oruç tutanlara, geceyi namaz kılmakla geçirmeyi, kadınlara, güzel ve temiz şeylere yaklaşmamayı, et yememeyi, yataklarda uyumamayı kararlaştıran bir grup sahabi hakkında nazil ol­duğunu rivayetler ittifakla belirtmektedir. [4]

Açıklaması

Ey iman edenler! Kendinize hoş ve temiz şeyleri haram kılıp bunlardan imtina etmeyiniz. Hoş ve temiz şeyler taşıdıkları faydalar dolayısıyla kişilerin nefislerinin lezzet duyduğu şeylerdir. Yüce Allah'a yaklaşmak niyetiyle fayda­lanmayı terk etmek suretiyle bunları kendinize haram kılmayınız. Allah'ın si­zin için çizmiş olduğu helâl sınırlarını aşarak da haram kılmış olduğu sınırlara girmeyin. Veya hoş ve temiz şeyleri kullanmakta aşırıya kaçmayın ve bunları haram kılmak suretiyle haddi de aşmayın. Buna göre haddi aşmak iki hususu kapsamaktadır: 

Birinci şekil, söz konusu şeyde israfa kaçmak suretiyle haddi aşmaktır. Bunu Yüce Allah şu buyruğunda belirtmektedir: "Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz, çünkü O israf edenleri sevmez." (A'râf, 7/31)

Diğer şekil ise, hoş ve temiz şeylerden başka temiz olmayan, murdar olan şeyleri kullanarak haddi aşmak.

Sözü geçen hususların yasaklanma sebebi ise şudur: Yüce Allah haddi aşanlara buğzeder, şeriatının sınırlarını çiğneyen ve helâl kıldığı şeyi haram kılanları da cezalandırır. Helâli haram kılmak, ister yemin suretiyle ister adak, isterse de başka yollarla dahi olsa-olabilmektedir.

Bu durum, İslâm'ın orta yolu benimseyen itidali tavsiye etme ilkesi ile tam bir uyum içindedir. İsraf da yoktur, kısmak da yoktur. Meşru hayatın mad­dî zevklerinden ve lezzetlerinden çekinmek de söz konusu değildir. Bunun gibi, istekleri baskı altına almak, nefse işkence etmek, bedeni zayıf düşürüp mah­rum bırakmak gibi sonuçlara götüren rahiplik ve zahitlik de yoktur. Aynı şekil­de alışılmış ve ortalama miktarın üstünde arzulanan ve zevk alınan şeylerden aç gözlülükle faydalanmak da söz konusu değildir.

Yüce Allah insana, hayattaki hoş şeylerden yararlanmamayı yasakladık­tan sonra Allah'ın helâl kılıp temiz olan şeylerden yemeyi mubah kılmak anlamında olumlu bir emir vermektedir. Bu emirle Yüce Allah helâl kıldığı rızıklardan yenmesini istemektedir. Ancak ister leş, akmış kan ve domuz eti gibi biza­tihi haram olan yollardan olsun; isterse de faiz, kumar, hırsızlık, rüşvet ve bu­na benzer muamelelerle mallarını batıl yollardan sağlamak suretiyle olsun ha­ram yollardan uzak durmayı şart koşmuştur.

İşte bu, "rızk"ın kapsamına helâl ve haram şeylerin girdiğini göstermekte­dir. Haramın varlığı imtihan içindir. Bundan amaç, nefsi Allah'ın helâl kıldığı şeyleri yapmaya, haram kıldığı şeylerden de alıkoymaya mecbur etmek için bu konuda gösterilecek mücadelenin boyutlarının ortaya çıkarılmasıdır.

Daha sonra Yüce Allah yalnızca ibadet hakkında değil, aynı şekilde alışıl­mış günlük geçim hayatında da geçerli olacak bir kıstas koymaktadır ki, bu da Allah'a karşı takvalı olup Allah'ın sınırlarına sıkı sıkıya yapışma emridir. Yani bir çeşit "yemek, içmek, giyinmek, kadın ve benzeri hususlarda hayatınızı ilgilendiren bütün konularda kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korku­nuz, helâl ve haram kılmak hususunda meşruiyyet sınırlarını aşmayınız" şek­linde emretmektedir.

Burada, takva emri Allah'ın buyruklarına gereken riayeti göstermek ve bunu sürekli kılmaya teşvik için zikredilmiştir. Hoş ve temiz şeylerin haram kılınmasını yasaklayıp helâl ve temiz rızıktan yemek emrinin akabinde zikre­dilmesi de temiz nzıklardan yararlanmakla takva arasında bir aykırılık ve bir farklılık olmadığını göstermek içindir. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz hoş ve temiz şeylerden yiyiniz ve Allah'a şükrediniz, eğer O'na ibadet edenler iseniz." (Bakara, 2/172); "De ki Allah'ın kulları için çıkartmış olduğu ziyneti ve hoş ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?" (A'râf, 7/32). Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği Hz. Peygamberin şu buyruğu da bu ayet-i kerimenin muhtevasını ifade eder: "Şüphesiz Allah müminlere, peygamberlere verdiği emrin aynısını emretmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey peygamberler! Hoş ve temiz şeylerden yiyiniz ve salih amel işleyiniz." (Mü'minun, 23/51). Yine Yüce Allah şöyle buyurmuktadır: "Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz hoş ve temiz şeylerden yiyiniz." (Bakara, 2/172)


[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/16-17.

3 Şubat 2019 Pazar

Başı Bir Kere Meshetmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

42. Başı Bir Kere Meshetmek

192- Vüheyb, Amr İbn Yahya'dan o da babasından şunu rivayet etmiştir:

Amr İbn Ebu Hasan, Abdullah İbn Zeyd'e, Resûlullah'ın 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem nasıl abdest aldığını sorarken gördüm. Abdullah bir kap su İstedi, sonra da onlar(a göstermek) için abdest aldı. Şöyle ki:

Bir avuç su alarak ellerine döktü ve ellerini üç kere yıkadı. Sonra elini kaba soktu, üç avuç su ile ağzını çalkaladı, burnuna su verdi ve sümkürdü. Sonra elini kaba soktu ve yüzünü üç kere yıkadı. Sonra elini kaba soktu ve ikişer kere kollarını dirseklere kadar yıkadı. Sonra elini kaba soktu ve başını meshetti. Ellerini başının üzerinde bir öne bir arkaya götürdü. Sonra elini kaba soktu ve ayaklarını yıkadı.

Bize Musa Vüheyb'den; Başını bir kere meshetti, diye rivayet etti.

Açıklama

Yıkamanın aksine mesh, hafifletme temeli üzerine dayalı bir hükümdür. Bunda tekrar yapmak meşru olsaydı o zaman mesh, şekil açısından yıkamaya benzerdi. Başı yıkamak yeterli olsa bile, meshetme yerine yıkamanın mekruh ol­duğunda ittifak edilmiştir.

Meshin birden fazla olmadığının en güçlü delili İbn Huzeyme ve diğer hadis imamlarının sahih gördüğü, Abdullah İbn Amr İbnü'l-As yoluyla rivayet edilen abdestin şekli ile ilgili hadistir. Bu hadiste Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ab­dest aldıktan sonra şöyle demiştir: "Kim bundan fazlasını yaparsa kötü bir iş ve zulüm yapmış olur". Saîd İbn Mansûr'un rivayetinde Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem başını bir kere meshettiği açık olarak söylenmiştir. Bunlar başı meshederken birden fazla meshetmenin müstehap olmadığını göstermektedir
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

2 Şubat 2019 Cumartesi

Ayakları Topuklara Kadar Yıkamak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

39. Ayakları Topuklara Kadar Yıkamak

186- Amr İbn Ebu Hasen'den 
radıyallahu anh rivayet edildiğine göre, Abdullah Ibn Zeyd'e radıyallahu anh Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem nasıl abdest aldığı sordu. Abdullah İbn Zeyd de bir kap su istedi. Sonra onlara Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem abdest aldığı gibi abdest aldı. Şöyle ki: Kaptan eline su alarak ellerini iki kere yıkadı. Sonra elini kaba soktu, üç avuç su ile ağzına su verdi, burnuna su çekti ve sümkürdü. Sonra elini kaba soktu ve yüzünü üç kere yıkadı. Sonra kollarını dirsek­lere kadar yıkadı. Sonra elini kaba soktu ve başını mesnetti. Ellerini bir kere öne ve arkaya götürdü. Sonra ayaklarını topuklara kadar yıkadı.

Önemli Not:
Meşhur görüşe göre burada "topuk" ile ayak bileğinin iki kenarındaki küçük çıkıntılar kasdedilmektedir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

1 Şubat 2019 Cuma

Allah mekâna muhtaç mıdır?- Faruk Beşer


Özetlersek ilk Müslümanlar, yani selef-i salihîn Allah’ın isimleri ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih ayetleri tevil etmediler onlara olduğu gibi inandılar. Ehlisünnetin devamı olan kelamcılar ise teşbih ve tecsim fikrine cevap verebilmek için bazı ayetlerin mecaz olduğunu söylediler.


Mesela Allah’ın Arşa istiva etmesini, O’nun her şeyin üzerinde, her şeye hâkim olması manasında düşündüler. Allah’ın Arşın da üzerinde olması, O sizin sadece bildiğiniz değil, bilmediğiniz mahlûkattan da yücedir, yani her şeye hâkimdir, her şeyden büyüktür, her şey O’nun hükmü altındadır demektir dediler. Çünkü bunu hakikat manasında almak, bizi sonuçta Allah’ı tecsim ve teşbihe götürür, bu da şirke kapı açar. Allah’ın semada olması, fevkıyet sıfatı ve Aliy ismi de böyledir. Eğer Allah’a sema nispet eden ayeti, Allah mekân olarak semadadır diye anlarsak, Arşa istiva ettiğini söyleyen ayeti, Arşın semadan da yukarıda olmasıyla izah etmek zorunda kalırız ki, bu da bir mecaz olur.

Oysa bunlar mekân olarak yukarıda olmayı anlatmazlar. Aksi halde O’nun bir cihette ve bir mekânda olduğu söylenmiş olur. Hudeybiye’de ‘Allah’ın eli onların ellerinin fevkınde idi’ buyurulurken O’na nispet edilen fevkıyyet sıfatıyla kastedilen de böyledir. Hiçbir sahabi orada hakiki anlamda kendi elinin üzerinde bir el olduğunu hissetmiş değildi.

Cihet/yön ve mekân, varlığı bize göre düşünülen itibari şeylerdir, sonradan evrenin ve içindekilerin yaratılması ile meydana gelmişlerdir ve Allah’ın yüceliği ile kıyaslanmaları söz konusu değildir. Çünkü yön, zaman ve mekân yaratılmış varlıkların konumlarını bize bildirir. Biz sema diye yukarımızı işaret edersek, Amerika’da yaşayan bir müslüman da kendi yukarısını, yani bizim tam ters istikametimizi, aşağımızı işaret etmiş olur. Nitekim bu açmazdan ötürü bugün bazı selefiler dünyanın yuvarlak olmadığını iddia ediyorlar. Oysa bin yıl önce yaşamış olan Hadis ehli İbn Hazm, dünyanın yuvarlak olduğunu söyler ve yukarının insanın kafasına göre belirleneceğini ifade eder. Yani ona göre yukarı insanın kafası ne taraftaysa o taraftır. Bu da yönlerin ve bunun yanında mekânın izafi olduğunu anlatır. Demek ki, Allah’ı hakkıyla tanımanın bir bakıma kevni ayetleri, yani kâinatı iyi tanımakla da alakası vardır. Belki de bu sebeple O bizi sürekli kâinatı, yerleri ve gökleri iyi tanımaya sevk ve teşvik eder.

Bilgi düzeyi yeterli olmayan bir cariyenin söylediklerinden yola çıkarak Allah’ın gökte olduğunu iddia edenler neden şu hadisi şerifi görmezden gelirler: ‘Kulun rabbine en yakın olduğu an secdede olduğu andır’. Bunu da diğeri gibi lafzıyla alırsanız haşa, demek ki Allah aşağıdadır demeniz gerekmez mi?

Biz biliriz ki, Allah’tan başka her şey yaratılmıştır, Arş da böyledir. O halde Allah Arşı yaratmadan önce nasılsa ve mecaz anlamda söyleyelim, neredeyse şimdi de aynen öyledir. Allah semadadır, ya da Arşa istiva etmiştir gibi ayetler ne söylüyorlarsa biz ona inanırız. Ama birileri bunları anlamada tecsim ve teşbihe kaçtıklarında bunun bir mekân ve cihet anlamında olamayacağını, mecaz olduğunu zorunlu olarak söylemek zorunda kalırız. ....

...İkinci olarak, Allah’ın isim ve sıfatlarında yine zorunlu olarak mecaz kabul etmemiz gereken anlatımların bulunduğu da açıktır. Bunları mecaz, diğerlerini hakikat diye ayıran bir delilimiz yoktur. O halde kendiliğimizden bu ayırımı yaparsak kendi içimizde tutarsız olmuş oluruz. Nasları anlamada bütünlüğü kuramayız. Mesela, ‘nerede olursanız olun O sizinle beraberdir’, ‘O size şah damarınızdan da yakındır’, İbrahim Mekke’ye giderken, ‘ben rabbime gidiyorum, O bana doğru yolu gösterecektir’ (Saffat 99) ayeti kerimelerini hakikat anlamında alabilir miyiz? ‘O gökte de ilahtır, yerde de ilahtır’ ayeti de böyledir. O halde haşa, Allah sadece bizimle beraber değil, ayrıca bir de içimizde olmuş olur. Mecaz olduğu daha açık olan ayetler de vardır: ‘Allah’ın yüzü dışında her şey yok olup gidecektir’ gibi. Bunu lafzıyla ve hakiki anlamıyla alırsanız, haşa sanki Allah’ın eli, ayağı ve bedeni vardır ve onlar da yok olacak sadece yüzü kalacak diye anlamış olursunuz.

Allah Zahir’dir, Bâtın’dır, Aliydir, Müheymin’dir buyurulurken anlatılmak istenen şeyler hep böyledir. Kısaca O her şeye hâkim, her şeyden yüce, her şeyden haberdardır, her şey O’nunla var olmuş, O’nunla var olmaya devam etmektedir. O her an yaratmakta, her an bir iş görmektedir. O bizim hayal ettiğimiz suretten, şekilden, mekândan ve zamandan münezzehtir. Biz O’nun keyfiyetini ve mahiyetini hiçbir surette anlayamayız. Akıl terazisi bu kadar sıkleti çekmez. O kendisini nasıl tanıtmışsa öyledir. Ama kendi sözlerinde dahi O’nu bir mahlûk gibi gösteren ifadeler lafzi manasıyla alındığında O’nu yaratılanlara benzetiyorsa onları hakikat manasında alamayız diyoruz. Çünkü bunu O bizzat kendisi söylüyor, ‘O hiçbir şey gibi değildir’ buyuruyor.

Kısaca cümlenin maksudu, Allah’ı O’na yakışmayan sıfatlardan tenzih eylemektir. Mesele, bunu nasıl başarabileceğimiz meselesidir. Bu da ancak bütün nasları birlikte ve aralarında tenakuz olmayacak şekilde anlamakla mümkün olur diyoruz.

Yazının tamamı için: